- 771 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜFEK...
BÖLÜM 8
GERÇEĞİN PEŞİNDE
Bolu’ya geldiler ve Abant gölü istikametine dönüp, yollarına devam ettiler. Ormanlık arazinin toprak yollarında ilerlerken, birkaç dağ sırasını aşarak, villaya yaklaştılar. Yol boyu hafif çiseleyen yağmur, bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Toprak yollar çamurlaşıp tekerleklere sarmaya başlayınca, arabanın hızını düşüren Azap, yavaşça ilerlemeye başladı. Az ilerde, yol üzerindeki su birikintisinin önüne gelince arabayı durdurdu. Su birikintisinin genişliği, iki araba boyu vardı ve suyun derinliğini bilmiyordu. En arkada oturan Emniyet Müdüründen, bagajdaki yağmurluğunu vermesini rica edip, giydikten sonra aşağı indi.
Derinliği hakkında fikir sahibi olabilmek için, su birikintisini incelemeye başladı. Suyun kenarlarında, toprağın bir kaç yerinde kazma izi görünce, yol üzerine kasıtlı olarak çukur açılmış olduğunu düşündü. Sağ taraf, üç-dört dönüm kadar ve içinde hiç ağaç olmayan boş bir araziydi. Su, on metre kadar ilerdeki küçük bir kayanın önünden, bu arazinin içinde çıkıyordu. Normal akış yönünden taşarak, yola akıyor ve burada biriktikten sonra tekrar taşarak, yolun soluna, aşağı doğru gidiyordu. Suyun çıktığı kaynağın yanına gittiğinde, normal yatağından taşıp, yola akacak kadar yoğun çıkmadığını ve yola doğru akmasına sebep olan kanalın insan eliyle açılmış olduğunu fark etti. Belindeki silahın horozunu kaldırdı ve etrafa daha dikkatli bakmaya başladı.
Diğerleri, arabanın içinden merakla kendisini izliyorlardı. Silahına ellediğini görünce, Adem Baş Komiser ve Özlem Müfettişte indiler. Bu boş arazinin, ormanla sınır olan, yüz metre kadar ilerdeki kıyısında, büyük bir orman kulübesi vardı. Kulübenin önünde dikelen ve kendilerini izleyen adama bakıp el salladı. Adam tepki vermeyince, arabanın yanına döndü. Diğerlerine, su birikintisinin doğal olmadığını söyleyip, büyük bir taş alarak su birikintisinin içine attı. Suyun derin olduğu anlaşılıyordu. Sonra, yolun sol tarafına, ağaçların olduğu yere bakarken, Nüket arabadan inerek babasının yanına geldi ve elini tuttu. Hemen önlerindeki ağacı gösterdi babasına.
“Neden bu ağacı zedelemişler babacığım, yazık değimli? Canı acımıştır değil mi?”
“Evet, kızım, canı çok acımıştır.”
Ağacın üzerinde, gövdesi boyunca küçük oyuklar vardı. Sanki ucu sivri bir demirle defalarca ve rast gele vurulmuş gibiydi. Ağaçlara hızlı tırmanmak ve düşmemek için giyilen, tırmanırken her ayak atışta ağaca saplanan demir kancalı özel ayakkabılarla, bu ağaca birçok kez çıkıldığını anladı. Sebebini düşünürken, Nüket’in sevinçle seslenip, parmağıyla gösterdiği yere baktı;
“Babacığım kuşa bak, ne kadar güzel.”
Ağacın yedi sekiz metre yukarısında, güvercinden biraz büyük bir kuş vardı. Hiç kımıldamadan dalda öylece duruyordu. Nüket yerden bir taş alıp kuşa attı.”
“Çok cesur bir kuş bu değimli babacığım, korkup kaçmadı.”
Azap yerden bir taş alıp attı. Çok yakınına değdiği halde, kuş hiç kımıldamamıştı. Azap, silahını çıkartıp kuşa doğru çevirdi. Nüket yapmaması için yalvardı ama onun çok kötü bir kuş olduğunu söyleyerek, bir el ateş etti. Kuşu vurmuştu. Nüket silah sesinden korkup arabaya koştu. Diğerleri de Azap’ın bu hareketine çok şaşırmış ve anlamsız bulmuşlardı. Kuşun bir kısmı ağaçta kalıp, yarısı yere düşünce, onlarda çok şaşırdılar. Azap, yere düşen parçayı alıp geldiğinde, şaşkınlıkları daha da arttı. Bu, kuş görünümünde bir robottu. Hepsi arabanın içine oturmuş, dağın başındaki bu ıssız bir yerde, kuş görünümündeki bir kameranın, ağaca neden koyulmuş olabileceğini düşünüyordu. Emniyet Müdürü, anlamsız bir ifadeyle camdan dışarıyı seyrederken, kulübenin bacasından yoğun ve siyah bir dumanın çıktığını görünce;
“Ne yakmış bu adam, çam ağacını bütün mü attı şömineye?” diyerek söylendi.
Bu işten hiç hoşlanmadığını söyleyen Azap, arabayı biraz geri alarak, yolun üstünden, boş arazinin içinden karşıya geçerek, yola geri girdi ve devam etti sürmeye, Arabanın ekranındaki haritaya bakıp, villaya on dakika civarı yolları kaldığını söyledi.
“Ne diyorsunuz bu işe Mahmut Ali Bey?”
“Hiçbir fikrim yok Ercan Bey, en az sizin kadar şaşkınım, bir düzenek var ama bu ne için yapılmış anlamadım. Ormanın içi, bir tarafı boş arazi, oldukça uzakta bir kulübe, kablosuz ve kuşa benzeyen bir kamera, kameranın görüş hizasına kazılmış ve içi su dolu bir hendek, siz ne yorum yapıyorsanız, benim düşüncemde aynı sayabilirsiniz.”
“Basit bir kamera değil bu, internet üzerinden görüntü aktarıyor, şu merceklere bakın oldukça pahalı olmalı” dedi Özlem Müfettiş.
Kamerayı alıp bakan Necdet, Özlem Müfettişi onayladı.
“Bu işin bizim olaylarla bağlantısı olmasın Mahmut Ali Bey? Var bu villada bir şeyler, araziyi bile izlemeye almışlar. İleride önemli bir yer olmalı, gelip geçeni görmek için yapmışlar bunu, su birikintisine gelen duracak, durmasa suyun içine düşünce mecbur duracak, kamerayla izleyip haberdar olacaklar. Daha çok var mı Azap?”
“Az kaldı müdürüm.”
Karşıdan iki kişi göründü. Ellerinde tüfek vardı ve arabaya doğru geliyorlardı. İyice yaklaşınca, el ederek durdurdular. Azap, silahını eline aldı ve kapı camının altında, adamlara göstermeden tutuyordu. Selamlaştılar.
Azap, adamlardan biriyle sohbete başladı. Diğeri az geride duruyordu ve arada bir arabaya baksa da, etrafı seyrediyordu. Azap’la konuşan adam, durdurduğu için özür dileyerek, çakmaklarını kaybettiklerini ve bir diğerinin de gazının bittiğini söyleyerek, fazladan çakmak yâda kibritlerinin olup olmadığını sordu. Adem Baş Komiser bir çakmak uzattı. Teşekkür eden adam, Azap’la tekrar sohbete başladı.
“Kamp için mi geldiniz arkadaşlar?”
“Bir villa satın almayı düşünüyoruz, bakmaya geldik.”
“Hangi villa için geldiniz?”
“İyi bilir misiniz buraları?”
“Av için İstanbul’dan düzenli olarak geliriz, siz nerelisiniz?”
“Ankara’dan geliyoruz.”
“Buraların havası çok güzeldir, her yer orman.”
“Evet, bizde doğayla iç içe olmak için villaya talip olduk. Ne avlıyorsunuz, elinizdeki saçma tüfeği değil.”
“Tüfeklerden anlar mısınız?”
“Biraz, ama sadece teorik olarak, aslına bakarsanız hiç kullanmışlığım yok.”
Azap, adamla sohbet ederken, diğer adam yağmurluğunu düzeltmeye uğraşınca, belindeki silahı gördü.
“Domuz yâda geyik avlıyoruz.”
“Tam bir safari ha, tabanca falan da var” deyince, konuştuğu adam arkasını dönerek arkadaşına baktı. Silahının göründüğünü anlamıştı. Ne oldu anlamında işaret yapan arkadaşına bir şey söylemeden tekrar Azap’a döndü ve yağmurluğunun önünü açıp kendi silahını da göstererek;
“Dağlar çok tehlikeli ve ıssız, insan güvende hissetmek istiyor.”
İkisinin tabancasının da aynı marka olduğunu fark etmişti. Adama daha dikkatli baktı.
“Haklısınız, bizde bir tüfek yâda tabanca bulundursaydık iyi olurdu aslında.”
“Evet, yanınıza silah almadan böyle yerlere gelmeyin bir daha, çakmağı verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim iyi günler.”
“İyi günler” dedi Azap ve sürmeye devam etti. Dikiz aynasından adamlara bakıyordu. Biraz daha yolda yürüyen adamlar, ormanın içine saparak gözden kayboldular. Mahmut Ali ve Necdet bir birlerine bakıyorlardı. Emniyet Müdürü, bakışmalarından huylanmıştı.
“Ne oldu Mahmut Ali Bey?”
“Bu adamların ne iş yaptığını bilemem ama avcı olmadıkları kesin. Çok fazla sert ve kaslılar, oldukça gergin görünüyorlardı.”
“Doğrusu, bana da pek çetin görünmediler. Ellerindeki tüfekler, işaret parmağı gibi mermi atıyor efendi, domuz geyik hikâye geldi bana, tabancaları neydi Azap?”
“Son cesedin olduğu evde, kendini vuran şerefsizin tabancasıyla aynı.”
“Deme yahu, yoksa bu Yeryüzü Krallığı Tarikatının kampları buralarda bir yerde mi arkadaşlar. Bu ikisi avcıdan çok devriye görevinde gibiler. Ağaçta ki kuşa benzeyen kamerayla aramız bir kilometre bile yok, hiç hoşlanmadım bu işten, bir sıkıntı çıkabilir dikkatli olalım.”
“Bu söylediğiniz en sağlam seçenek müdürüm, villanın çevresinde bir yerlerde olabilirler. Dursun Aslan Soysal’ın kardeşi bunları fark etmiş ve bunların varlığına dair, elinde bir şey olmalı, sanırım olaylar bu şekilde gelişti. Villada, ne olduğunun delili var, bu yüzden villanın kapısındaki yılanı, duvara çizdi.”
“Doğru söylüyorsun Özlem Hanım, dur bakalım ne olacak, villaya varınca anlarız. Arkadaş, meslekte otuz seneye yaklaştım, böyle karmaşa, böyle heyecan hiç yaşamamıştım. Umarım postu delmezler de, bu hikâyeyi torunlara anlatırız.”
Hepsi gülümsedi.
“Biz eski toprağız Ercan Bey, postumuz kalın olur” dedi Necdet, villa görünüyordu. Sessizce izleyerek yaklaştılar. Küçük bir tepenin üzerine kurulmuş ve yüksek bahçe duvarlarıyla çevrilmişti. Az sonra, yılan arması olan demir kapının önüne geldiler. Yola çıkarken haber verdikleri villanın bakıcısı kapının önünde bekliyordu. Demir kapıyı iki yana açtı ve içeri girdiler. Arabadan indiklerinde, meyve ve çam ağaçlarıyla donatılmış bahçenin ortasında kurulu, beyaz renkli ve göl manzaralı villayı çok beğendiler. Çam ağaçlarının hepsinin gövdeleri, değişik renklerde boyanmıştı. Bunu gören Azap, Necdet’e dönerek;
“Gövdesi boyanmış çam ağaçlarını seven başkaları da varmış Necdet Ağabey” dedi.
Necdet gülümsedi. Azap’a, niye böyle söylediğini soran Emniyet Müdürüne;
Necdet’in kafeteryasının ilk isminin Boyalı Çamlar olduğunu ve tabelanın iki tarafında da, gövdeleri farklı renklerde boyanmış çam ağaçları resmi olduğunu söyledi. Emniyet Müdürü, bakıcıyla sohbete koyuldu. Bakıcının, villa sahipleri hakkında hiçbir bilgisi yoktu. İki bin yılında, bu villanın sahibi olduğunu söyleyen Muttalip isminde bir adamla görüşmüş ve dolgun bir ücret karşılığında, villaya bakmak için anlaşmıştı. Anahtarları bırakıp giden Muttalip beyi bir daha görmeyen bakıcı, her yıl düzenli olarak hesabına para yattığı için, villanın bakımına devam etmişti.
Bakım evindeki görevli kadın, hapishane müdürünü ziyaretine gelen adamın da isminin, Muttalip olduğunu söylemişti. Muttalip ismindeki bu adam, Dursun Aslan Soysal’dan başkası değildi.
Cinayetlerle ilgisi olabilecek bir şey bulmayı umarak, villanın içine girdiler. Dağılarak, odaları gezmeye başladılar. Bir saat boyunca büyük bir dikkat ve titizlikle bakındıysalar da, her hangi bir şey bulamadılar. Villanın ikinci katında, arka balkona çıkan Adem Baş Komiser, arka bahçenin duvarı önünde, küçük bir kulübe gördü. Kulübenin kapısında da, boyanarak yapılmış ve yılana benzeyen kıvrımlı bir şekil vardı. Kulübenin yanına giden Adem Baş Komiser, buranın küçük bir oyun evi olduğunu gördü. Kapısında, yılan resmi vardı.
İçeri giren Adem Baş Komiser, etrafa bakmaya başladı. Ahşap tavanın, bir kenarında da küçük bir yılan resmi çizilmişti. Orayı kurcalarken gizli bir bölme buldu. Bölmeyi açtığında bir zarf buldu. İçinde, yirmi kadar fotoğraf vardı. Villanın bakıcısına, burada olmalarının sebebi hakkında bilgi vermedikleri için, arkadaşlarına gizlice haber verdi. Yılan işareti amacına ulaşmıştı. Aradıkları delilin bu olduğunu düşünerek, dönüş için hazırlandılar. Bakıcıdan, banka hesabı bilgilerini sorduklarında, cüzdanında taşıdığı son dekontu verdi. Vedalaşıp, Ankara’ya doğru yola çıktılar.
Saat: 19.30
Hava kararmıştı. Yağmur bir saat önce durmuştu fakat yollar çamur olduğundan yavaş ilerliyorlardı. Arabanın bilgisayarı ekranındaki birkaç düğmeye basan Azap, farları kapattı. Yeşilin tonları ve gri renklerle, yolun görüntüsünü ekranda izlemeye başladılar. Farlar kapalı olduğu halde yolu çok net görebiliyorlardı. Yine ekran üzerinde boydan boya ince ve kırmızı bir çizgi radar taraması yapar gibi, sürekli olarak başa kadar gidip, tekrar geri geliyordu. Emniyet Müdürü, ekranı izlerken çok keyiflenmişti.
“Azap, ne biçim güzel bir araban var yahu, televizyon izler gibi yola gidiyorsun arkadaş, ekranda nasıl görünüyor bu yol, şu ileri geri giden kırmızıçizgi ne?”
“Termal kamera.”
“Ne termali oğlum, tank mı bu?”
Yine hepsini gülümsetti.
“Gece görüş kamerasını ve termal kamerayı çalıştırdım müdürüm, gece görüşü ekranda izlerken, termal alıcılar daire biçiminde ısı taraması yapıyorlar.”
Tam bu sırada sinyal sesi geldi ve ekrandaki yol görüntüsü daralarak, yanına bir görüntü daha açıldı. Termal kamera bir ısı yoğunlu algılayıp odaklanmış ve ekrana yansıtmıştı. Kırmızı tonlarındaki görüntü, bir hayvanın şekline benziyordu. Ekrandaki görüntüyü işaret ederek, devam etti sözlerine;
“Bunu kastediyordum müdürüm, bakın bu bir geyiğe benziyor. Otuz metre kuzeyimiz de, hareketsiz duruyor. Kırmızının yoğunluğu, hayvanın vücut ısısı dağılımına göre şekilleniyor. En yoğun ısı, kalp etrafında olur” diyerek, bir düğmeye bastı ve yine ekranın tamamında yolun görüntüsü çıktı.
“Vay anam vay, neler çıkmış arkadaş, kendi kendine de gidiyor mu bu senin araba?”
“Yok, o kadar değil müdürüm” dedi gülümseyerek.
On dakika kadar sürmemişti ki, yine bir sinyal sesi geldi ve ekranda görüntü açıldı. Azap, endişeli bir ifadeyle bakarak, arabayı durdu. Hepsi, ekrandakinin, üç insanın görüntüsü olduğunu anlamıştı.
Azap arabayı istop etti ve yol görüntüsünü kapatıp, ekranın tamamına termal tarayıcıdan gelen görüntüyü açtı.
“Yüz metre önümüzde üç kişi var, yol üzerinde bir yerde olmalılar.”
“Yolun neresinde olduklarını bilmiyor muyuz Azap.”
“Aracın gece görüşü kırk metreye kadar net görüntü veriyor, ısı tarayıcının belirlediği mesafe yüz metre.”
Görüntüdeki kişiler hareket ediyorlardı. İkisi yan yana, üçüncü kişi de onlardan biraz uzağa gitti ve durdular.
“Korkuyorum babacığım” dedi Nüket.
“Korkma benim güzel kızım, babacık halleder” diyerek, arkasına döndü ve sağındaki arka koltukta oturan Emniyet Müdürüne, başka bir koltuğa geçmesini rica etti. Azap, farkında olmadan Nüket’le sesli konuşunca, Özlem Müfettiş ve Adem Baş Komiser şaşkın bir ifadeyle bir birlerine baktılar. Emniyet Müdürü, daha da şaşkındı.
“Babacık neyi halleder Azap, kiminle konuşuyorsun oğlum, güzel kızın kim? Özlem Hanıma mı diyorsun?”
Mahmut Ali gülümseyerek Azap’a baktı. Azap’ta gülümsüyordu.
“Yok, müdürüm, bazen kendi kendime alakasız konuşurum ben.”
“Deli misin oğlum, iyi misin?” diyerek kalktı koltuktan.
Koltuğu kaldıran Azap, gece görüş dürbünü takılı, küçük bir otomatik tüfek çıkartınca, Emniyet Müdürünün gözleri kocaman açıldı.
Hepsi çok şaşırmıştı.
“Hayda bre, bu ne? Bunu nereden buldun oğlum, ben seni anlamadım Azap.”
“Sonra açıklasam müdürüm, siz bekleyin, ne olduğuna bakmaya gidiyorum” dedi. Kapıyı açmak için döndü.
“Biraz bekle Azap” dedi Necdet.
“Pusu attılar Necdet Ağabey, beklersek destek alabilirler.”
“Biraz bekle” dedi yine.
Az sonra, ekranda iki kişi daha belirdi. İlk gördükleri üç kişiye yaklaşıyorlardı. Büyük bir sessizlik içinde, merakla izlemeye başladılar. Ekrandaki hareketlerden üç kişinin, gelen iki kişiyi fark ettiklerini anladılar. Ardı ardına silah sesleri duyulmaya başladı. Üç kişi sabit duruyordu. Sonradan gelen iki kişi, onların yanına gitti ve biraz durup uzaklaşmaya başladılar. Necdet’in telefonu çaldı. Görüştükten sonra, Azap’a sürmesini söyledi. Hiç biri konuşmuyordu, Abant yolundan çıkıp, otobana girdiler ve Ankara’ya doğru devam ettiler. Emniyet Müdürü çok düşünceliydi. Sekiz kasım gecesi başlayan cinayetler, bir hafta da nasıl bu noktaya gelmişti.
Bir Emniyet Müdürü olarak, cinayet masası polisleri gibi bu soruşturmanın peşinde il ilçe dolaşıyordu. Yukardan talimat geldi diye hareket ediyordu ama yazılı bir emir almamıştı. Prosedürüne göre yürümeyen bu soruşturmayı, nasıl oluyor da kimse sormuyordu. Madem çok güçlü noktalarda adamları olan bir tarikatla uğraşıyorlardı, bu güçlü adamlardan neden halen baskı gelmemişti. Emniyetin ilgilenmesi gereken bir soruşturmada, farkına bile varamadan, sivil bir ekiple çalışmaya başlamıştı. Ekip arkadaşlarını düşündü.
Necdet, iki sefer hayatlarını kurtarmakla kalmamış, ailelerinin de güvenliğini sağlamıştı. Devletin hangi gizli birimine çalışıyordu?
Mahmut Ali, eğer O’nun tespitleri olmasaydı, soruşturmada bu aşamaya gelemezlerdi. Gizemli bir adamdı Mahmut Ali, Necdet’le dostluğunun dışında kesinlikle aralarında bir bağ vardı?
Azap, her şey O’nun la başladı. İlk cinayete geldiğinde, yanında Mahmut Ali, daha sonrada Özlem Müfettiş ve Necdet bu soruşturmaya dâhil oldu. Azap’ın kayıp arama bürosu vardı. Emniyet ve jandarmaya, birçok kez yardımı dokunmuştu. Kullandığı birçok teknolojik cihazı nereden ve hangi bağlantıyla elde etmişti. Asker ve polis mensuplarının bile görevleri haricinde bulunduramayacağı bir silahı nasıl olurda arabasında taşıyabilirdi. Hiç mi durduran, çeviren, arabasını arayan olmamıştı. Bir kayıp arama bürosunda işine yaramayacak bu cihazları, hangi işlerde kullanıyordu?
Özlem Müfettiş, daha ikinci cesedi haber aldıklarında, olay yerine gelerek bu soruşturmaya dâhil olmuştu. Soruşturmaya atanmasına sebep olan, soruşturmayı yürüten emniyet biriminin ilerleme gösteremediği gerekçesi, kocaman bir yalandı. Gerçekte kimdi bu insanlar? Ne olduğunu anlayamadan, bu gizemli insanlarla çalışmaya başlamıştı.
“Ben Adem’e kefilim arkadaşlar” diyerek, sessizliği bozdu.
Merakla yüzüne baktılar. Emniyet Müdürü devam etti sözlerine;
“Adem Baş Komiseri, emrimde olduğu için iyi tanırım. Kusuruma bakmayın arkadaşlar, çok kafam karışık ve işin içinden çıkamıyorum. Biz çok hızlı bir araya geldik, bir birimizi tanımıyoruz ve öldürülme tehlikesi varken bile bir aradayız. Aslına bakarsanız, bana göre bu soruşturmada halen bir yere gelmiş falan değiliz, yirmi dört yıl önce işlenen cinayeti çözsek ne olur, çözmesek ne olur? Villada bulduğumuz fotoğraflar, büyük bir ihtimalle o günkü cinayetin sebebini açıklayacak. Ya bu gün, bu altı cinayeti kim işledi? Bir Yeryüzü Krallığı Tarikatıdır gidiyor, bunların kim olduğunu bulsak bile nasıl ispatlayacağız? Birileri bizi öldürmek istiyor ama kim olduklarını bilmiyoruz, ne kadar savunabiliriz ki kendimizi? Birde Tüfek diye bir isim var, büyük ihtimalle bu da bir kuruluşun ismi. Şimdi bunları bir kenara bırakalım. Azap, bu otomatik tüfeğin sende ne işi var oğlum? Bunun ruhsatı olmaz, ben Emniyet Müdürüyken görev harici taşıyamam, bana bunu açıkla.”
“Eğer durumumuz gerektirmeseydi bundan haberiniz olmayacaktı müdürüm.”
“Durumu boş ver oğlum, zaten haberimizin olmadığı ne kadar çok şey varmış meğer.”
“İsterseniz işlem yapabilirsiniz müdürüm, fakat açıklayamam.”
“İşlem yapmayacağımı, bunu görmezden geleceğimi biliyorsun, kötü biri olmadığını bilecek kadar beraberliğimiz oldu. Sadece merak ediyorum, daha da sormam. Necdet Bey zaten sır bizim için. Sen nasıl oldun da bu soruşturmaya dâhil oldun Özlem Hanım, ikinci cinayet gerçekleşmiş, deli yok şahit yok, hangi birimin elinde olsa çözemeyeceği bir olay, nasıl oldu da bizim ilerleme gösteremediğimiz gibi yalandan bir sebeple verdiler seni bu işe?”
“Daha öncede söylediğim gibi Müdür Bey, bu göreve atandığımı öğrendim ve göreve başladım. Hepsi bu kadar, sizin bildiğinizden fazlasını bilmiyorum, bunu zaten söyledim size.”
“Yok, daha detaylı anlat.”
“Benim bir şeyden haberim yok müdürüm neden bunları soruyorsunuz?”
“Kızım bir bildiğimiz var har halde, nasıl atandığının ayrıntılarını söyle, benimde diyeceklerim var.”
“Sekiz Kasım günü içişlerine çağrıldım. Müsteşar yardımcısı Sırrı Zindancıyla görüştüm ve bu göreve atandığımı söyledi. Ferit müfettişte oradaydı ve beraber atanmıştık ama O’nu görevden aldılar.”
“Müsteşar yardımcısı Sırrı Zindancıyla bizzat görüştün yani.”
“Evet müdürüm.”
“Sadece görevini bildirdi. Hiç bir bilgi vermedi öyle mi?”
“Öyle müdürüm.”
“Görevini sekiz Kasım günü bizzat Sırrı Zindancıdan, hem de içişlerine gidip odasında görüştün.”
“Neden hep aynı şeyleri söylüyorsunuz müdürüm, evet dedim ya.”
“Bak şimdi, birinci cinayet sekiz Kasım gecesi işlendi. Aynı gün seni çağırıp görevlendirmişler. Nasıl olurda daha ilk cinayette bizim bir ilerleme göstermemizi beklerler. Hatta beklememişler, ilerleme gösteremedik diye müfettiş tayin etmişler. Cinayet soruşturması nasıl yürür, ne zaman somut delillere ulaşılır, bilmeleri gerekir değil mi? İkinci cinayet gecesi geldin ve birinci cinayetten haberin bile yoktu değil mi?”
“Evet, müdürüm, bende aynı şeyleri söylüyorum zaten. Neden böyle yapmışlar onu da bilmiyorum. Sırrı Zindancı’ya sorardık ama maalesef öldü.”
“Sen içişlerine gittiğine emin misin, Sırrı Zindancıyla da görüştüğüne?”
“Bu ne demek şimdi?”
“Sırrı Zindancı yaşıyor kızım.”
“Anlamadım.”
“Bak daha bomba bir haber vereyim sana. Sekiz kasım’da içişlerine gidip, Sırrı Zindancıyla görüşmüş olamazsın. Çünkü içişleri bakanı, müsteşar ve yardımcısı Sırrı Zindancı, yedi Kasım’da Hollanda içişlerini ziyarete gitmişler ve bil bakalım ne olmuş? Halen oradalar.”
“Bu nasıl mümkün müdür bey, ciddi misiniz?”
“Yok, kuyruk sokumumdan uyduruyorum, sen bileceksin nasıl mümkün olduğunu.”
Özlem Müfettiş, çok büyük bir şaşkınlıkla o günü hatırlamaya çalışıyordu.
O gün, bir kişiyle görüşmüştü. Kendisiyle o ilgilenmişti. Fakat Sırrı Zindancı’yı makamında bulamadığında, orada bulunan bazı memurlara soruşturma dosyası hakkında sormuştu. Hiç kimse Sırrı Zindancı’nın yurt dışı ziyaretinde olduğunu söylememişti. Sırrı Zindancı’nın öldüğü haberini kendisiyle ilgilenen kişiden öğrenmişti. Hem, Ferit müfettişte aynı göreve atanmıştı. Madem böyle bir görev yoktu, o gece kim aramıştı da Ferit müfettişi görevden almıştı? Kendi birimi de biliyordu bu görevde olduğunu, böyle bir görev olmasa ve birimindeki amirleri haberdar olmasa, nerede olduğunu arayıp merak etmezler miydi? Kafası allak bullak olmuştu. Nasıl bir oyundu bu, kim yapabilirdi. Hem de içişleri binasının içinde. Bu düşüncelerini onlarla da paylaştı. Hiç biri yorum getiremedi. Bu, çok karmaşık ve akıl almaz bir işti. Daha önemlisi, kim böyle bir oyunu neden ve nasıl tezgâhlardı. Neden Özlem Müfettişi seçmişlerdi?
“Bunu da bir kenara bırakalım şimdilik” dedi Emniyet Müdürü ve Mahmut Ali’ye döndü;
“Türkiye’ye geldiğiniz gece, Azap’la tanıştınız ve ilk cinayete beraber geldiniz.”
“Evet, müdür bey.”
“Yıllarca yurt dışında kaldınız, soruşturmaya neden uzman atanmıyor dediğimde, Özlem Müfettiş dedi ki; ‘bu cinayetlerin araştırılmasında, adli tıp ve suç psikolojileri uzmanı Mahmut Ali UluTürk’ün tesadüfen görev aldığının bilinmesi üzerine uzman ataması yapılmasına gerek duyulmamıştır.’ Ben de demiştim ki; ‘sizi yukarıdan tanıyanlar var.’ Şimdi, yukarıdan tanıyanlardan kastımız kim di? Sırrı Zindancı ve başka bir müsteşar yardımcısı mı? Ama şimdi, nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde, Özlem Müfettişi çağırıp, yalandan bir Sırrı Zindancı gösterip, bir göreve atamışlar. Tekrar Sırrı Zindancı öldü deyip, yalandan başka bir müsteşar yardımcısıyla görüştürüp, sizin bu görevde olduğunuz için, başka bir uzman atama gereği duymadıklarını söylemişler.
Yani sizi tanıyanlar, müsteşar yardımcıları değil, onlarmış gibi davrananlar. Kim bunlar, Devlet mensubu olmalılar, aksi takdirde içişleri gibi ciddi bir kurumun içerisinde, bütün memurların gözü önünde böyle bir tezgâh çevirebilirler mi? Bunlar sizi nereden tanıyor olabilirler, siz de onları tanıyor olabilir misiniz? Lütfen söyleyin, aklımı kaçırmak üzereyim, nasıl bir oyunun içindeyiz. Beni de Emniyet Genel Müdürü aramıştı cepten, bu görevi layıkıyla yapmamı, bizzat takipçisi olacağını söylemişti. Belki de arayan başkasıydı. Bir şeyler bilen söylesin arkadaş, tüm bunların üstüne, öldürmek için peşimizde olanlar var, yahu ne olduğunu anlayamadan ölüp gideceğiz ona yanıyorum.”
“Bu şüpheli konuşmadan sonra, sözlerim sizin için değerini kaybetmediyse” diye söze giren Mahmut Ali’nin konuşmasını böldü.
“Ne demek Mahmut Ali Bey, benim için çok değerli bir adamsınız, sözleriniz de öyle, hiç birinizden şüphelenmiyorum, bu söylediklerim yargı yâda sorgu değil, işin içinden çıkamıyorum, doğru soruyu soruyorum cevap yok, dönüp sorumu gözden geçiriyorum, bu sefer de, bu soruyu neye dayanarak sormuşum diye düşünüyorum. Aklımı kaybetmeden, kurşuna hedef olmadan bu işten sıyrılmanın bir hesabı yok gibi geliyor. Sağ olsun Necdet Bey, ailelerimizin güvenliğini düşündü. Ne kadar sürer bu güvende hissetmek, çocuklarıma karıma kıyarsalar ben bittim arkadaşlar.”
“Güçlü birileri bu olayları komuta ediyor, bu çok açık belli. Yeryüzü Krallığı Tarikatı ve Tüfek ismi her neyi temsil ediyorsa, bunlar bizim uğraşamayacağımız kadar güçlüler. Tüfek ismini de bir örgüt ismi sayarsak, Tüfek tarafında olanların amaçlarını aşağı yukarı biliyoruz, soruşturma yürütülmesini ve belgelenmesini istediler. Çünkü hayali olaylara kimsenin kulak kabartmayacağını hepimiz biliyoruz. Hepimizi bir araya getirmeleri tesadüf değil, bunu nasıl başardıklarını bilmiyoruz. Farkında olmadan, büyük bir planın oyuncuları olduk. Tehlikede olacağımızı biliyorlardı. Necdet’in, aslın da kim olduğunu bildikleri için, bizi koruyabileceğini de biliyorlardı.
Necdet’i bu yüzden seçtiler. Azap malum, her türlü teknolojik imkânı var, terörle mücadeleyi biliyor, korkusuz ve eski bir istihbaratçı, son derece gerekli bir adam.
Sizi, milliyetçi, deneyimli, dürüst ve cesur olduğunuz için seçtiler. Soruşturmayı bir Emniyet Müdürü bizzat yaparsa, hangi karakolun bölgesine girse, sorun yaşamayacaktı. Aslında, Özlem Müfettişe söyledikleri gibi, size ve ekibinize verilen her hangi bir destek yok, konumunuzdan dolayı zaten sorun çıkmayacak ve gerekli yardımı görecektiniz, öyle de oldu.
Adem Baş Komiserin olayı da aynı, çevik, akıllı ve korkusuz, Emniyet Müdürü ve Baş Komiser bir soruşturmayı yürütüyor, hangi karakolun bölgesine gitseniz, nezaketle karşılanacaksınız, seçilme sebebiniz buydu.
Özlem Müfettişi de, soruşturmanın her ayrıntısından haberdar olmak için seçtiler. Çünkü içişlerinde bağlantıları var. Yani, iç güvenliğin en yüksek kurumuna nüfuz etmişler. Özlem Müfettişte içişlerine çalışıyor, zeki, hassas ve duyarlı bir memur, işte bu yüzden Özlem Müfettişi seçtiler.
Bana gelince, ben de otopsi yaparken doğru tespitlerde bulunduğum ve neden böyle cinayetler işlendiğinin hakkında yerinde kararlar verdiğim için, soruşturmanın bu boyutuna kadar gelmesine yardımcı olarak, görevimi yapmış oldum.
Asıl soru, bundan sonra ne olacak? Şundan emin olabilirsiniz, villadan bulduğumuz fotoğraf makinesi filminin içinde, yirmi dört yıl önce işlenen cinayeti çözmeniz için delil var. Yıllar önce işlenmiş bir cinayeti çözmek, işinize yarayacak mı? Evet. Yirmi dört yıl önce olan cinayeti çözmek, Ülkeyi her alan da zarar ettiren, kalkınmamızı ve zenginleşmemizi sağlayacak yüzlerce değerli insanın pasif kalmasından ya da öldürülmesinden sorumlu olan, Yeryüzü Krallığı Tarikatını da çözmenizi sağlayacak.
Bu konuda bir şey yapabilecek misiniz? Bu tarikata gücünüz yetecek mi? Ayrıca, soruşturduğunuz bu altı cinayeti kimin işlediğini, Tüfek isminin ne anlama geldiğini, ‘muhtemelen bir örgütün adı.’ Bunları da çözeceksiniz fakat delil bulamayacaksınız.
Çünkü Yeryüzü Krallığı Tarikatını yok etmek isteyenler, duyulmak istiyor. Yakalanmaları için delil vermeyecekler. Tüm bunları çözdüğünüz de, hukuken bir şey yapılamadığın da ne olacak? Bunca güçlü ve gizli bağlantılara nasıl karşı koyabileceksiniz. Elinizde ki tek somut gerçek, sizin ve ailenizin ciddi bir tehlike içinde olduğu, öldürmek için saldırdıklarına bizzat şahit oldunuz. Şimdi, tüm bu işleri planlayanlar Tüfek ismiyle bağlantısı olanlar. Yani, Yeryüzü Krallığı Tarikatını yok etmek isteyenler. Bir şeyi daha hesaba katmışlar, sizin de söylediğiniz gibi, daha ne kadar kendimizi savunabiliriz, yâda Necdet ne kadar daha bizi koruyabilir.
Bu soruşturmayı bırakacağımızı biliyorlardı. Amaçları sadece isimlerini duyurmak ve bunu başardılar. Bu güne kadar, öldürülen değerli insanların failleri bulunamamış, bulmuşlar ama üzerine gidememişler. Bizde de aynısı oldu. Bulacağız ama üzerlerine gidemeyeceğiz, eğer gidersek öldürüleceğiz. Çünkü bunlar adi bir çete değil, üç beş kişi de değillerdir, eğitimli adamları var, bütün her şey çözülse bile, hepsini yakalamak mümkün olmaz, bizim peşimizi bırakmazlar. Kurtulmak için, bu insanların hepsini öldürmek zorunda kalacağız. Çünkü Devlet bizi koruyamaz, korusaydı, bilim adamlarını mühendisleri, araştırmacıları korurdu. Hepimiz büyük bir tehlike içindeyiz, benim önerim şu, bu soruşturmayı bırakmalıyız, çünkü daha fazla ileri gidemeyeceğiz.”
“Ne diyorsunuz Mahmut Ali Bey, madem bırakacaktık ne diye bu kadar araştırma yaptık?”
“Biz bir şey yapmadık Ercan Bey, zaten çözülmüş bir davanın peşindeyiz. Birileri gerekeni yapmış, kim ne iş yapıyor, nerede yaşıyor hepsini öğrenmiş, biz sadece aynı davayı yeni baştan araştırıyoruz, işimiz tutanaklara geçmek.”
“Şimdi bu Dursun Aslan Soysal, ailesinin neden öldürüldüğünü çözmüş, kimin yaptığını bulmuş, kendiside bir örgüt kurmuş, Yeryüzü Krallığını da çözmüş, intikam almış. Tarikatın peşine düştüğünü biliyoruz, demek ki intikam almaya devam edecek. Kardeşinin cinayetini devlet çözmedi, bu olayın üzerine gitmediği gibi, üstüne bir de kendisini cezalandırdı diye, aslında ne olduğunu gözümüze sokuyor. Tıpkı kendi çözdüğü gibi, bizimde olayları çözmemizi istiyor. Meselenin özü bu, öyle mi?”
“Evet Ercan Bey.”
“Arkadaş, bu adam 1999 yılında kaçmış ceza evinden, sene olmuş 2010, ne durmuş bu zamana kadar?”
“İki yüz yıl gizli kalmış bir tarikatı siz ne kadar da çözebilirdiniz?”
“Öyle ya, bu güne kadar araştırma yaptı diyorsunuz.”
“Evet Ercan Bey.”
“Peki, bizi neden riske atıyor, öldürüleceğimizi bilmiyor mu? Madem soruşturma konusun da bir şey yapamayacağız, son cesedin yanına bir bavul dosyayı neden koydu. Kâseler koymuş, içine maden parçaları koymuş, ham petrol koymuş, açıklayamayacaksak, bir yere varamayacaksak ne diye uğraştı? Mahmut Ali Bey, bu adam bu gösteriyi bizim için mi yaptı? Hiç anlamıyorum, kimseye bir şey yapamayacaksak sonuca ulaşsak ne olur, bize bu olayları gösterme gereğini neden duydu? Zaten çözülmüş bir davayı, ne diye yeni baştan çözdürdü bize, yahu Mahmut Ali Bey, şimdi bunlar bir yana, siz soruşturmayı bırakalım derken ciddi misiniz?”
“Evet, çok ciddiyim ve yine söylüyorum, devlet bizi koruyamaz, baksanıza Ercan Bey, yüzlerce mühendisi, bilim adamını koruyamamış, koruyamadığını bir yana bırakın, öldürülenlerin faillerini bile bulmamışlar. Bize de aynısı olacak, bu dosyaları ortaya çıkardığımız da, Yeryüzü Krallığı Tarikatından bahsetmeye başladığımız da, faili meçhuller arasın da yerimizi alacağız. Ben şahsım adına daha ileri gitmek istemiyorum, bunun sonu yok arkadaşlar.”
“İyi de, bizi bu soruşturmaya bulaştırmalarının sebebi ne? Baksanıza, içişleri bakanlığının bile içinde, kafalarına göre müfettiş atayabilecek kadar güçlüler. Demek ki, Yeryüzü Krallığı Tarikatına meydan okuyacak kadar güçlenmiş bu Dursun Aslan Soysal, Tüfek’de bunun örgütünün ismidir. Madem olayı da çözmüşler, bizimle ne zorları var? Benim bir türlü anlayamadığım nokta burası, buraya kadar gelmemizin önünü neden açtılar, ne yani olayları görüp, vay anasını şunlara bakın memleketi nasıl tuzağa düşürmüşler deyip, onların safına mı geçmemizi istiyorlar?”
“Buraya kadar dediğiniz ne kadar zaman Ercan Bey, daha bir hafta olmamış soruşturma başlayalı, iki kez öldürülmek istendiniz, bunun aylar sürdüğünü düşünsenize, fakat bir konuda çok haklısınız, bizi fiilen olmasa da, fikren saflarında görmek istiyorlar. Yeryüzü Krallığı Tarikatını yok ederken, onlara hak vermemizi istiyorlar. İçişleri bakanlığına Özlem Müfettişi çağırdıklarında, bakanlık binası içinde, bir müsteşarın yerine geçip de görev ataması yapmak, rastgele bir dolandırıcılığa benzemez, bakanlık binası ve personeli içindesiniz, bu iş içerden adam olmadan, yardım almadan olmaz. Öyle sizin dediğiniz gibi, müsteşar tatilde, müsteşarın yerine geçmişler, söylerken kolay geliyor. Böyle bir gösteriyi neden yaptılar? Size anlatayım;
Yeryüzü Krallığı Tarikatı her kuruma sızmış, muhakkak içişlerine de sızdılar. Bunlarda, bu Tüfek ismi kimleri ifade ediyorsa onları kastediyorum, demek istediler ki, bizimde kurumlar da adamlarımız var. Tarikata hizmet edenlere şaşkınlık ve gözdağı vermek istediler. Bütün bu görkemli cinayetlerin, bu altı günlük gösterinin sebebi bu, harekete geçtik, bizde güçlüyüz dediler. Birçok kurumdaki, çok insanın haberi vardır bu işlerden, şimdilik ses çıkartamıyorlar. Herkes, neler olduğunu anlamaya çalışıyor. Çok sürmez, büyük bir savaş başlar. Dursun Aslan Soysal ve ekibinin, Yeryüzü Krallığı Tarikatını yok etmek için harekete geçtiği çok açık, bizim rolümüz bitti. Bunu anlamak, yaşamamızı sağlayacak.”
“Yok etsinler efendim, hepsini öldürsünler. Biz de seyredelim de, bizi de kurşunlayacaklar, bir birlerini yerken, bizi de ısıracaklar Mahmut Ali Bey.”
“Ercan Bey, şimdi söyleyeceklerimi bu gece çok iyi düşünün, sabah ilk iş olarak emeklilik dilekçenizi işleme koydurun ve izine ayrılın, Adem Baş Komiserim siz de izine ayrılın, Meral Yüzbaşı sizi ailelerinizin yanına götürsün. Bu soruşturma, sizden tamamen kopana kadar, iyi bir tatil yapın. Ercan Bey, siz bu soruşturmayı bırakırsanız, hepimizi bu işten sıyırmış olacaksınız. Adem Baş Komiser ve ailesi içinde tehlike kalmayacak. Benim yaptığım adli tespitleri soruşturma evraklarından çıkartın. Sadece adli tıp doktoru Bekir Beyin verdiği raporları ve soruşturma tutanaklarını, son cesedin olduğu evden aldığımız dosyaları, soruşturmanın delil yetersizliğinden dolayı yürütülemediği gerekçesiyle, il Emniyet Müdürüne iletin. Cumhuriyet başsavcısı olayı değerlendirecektir. Sizden sonra, izlek gereği bu dosyaları yoklarlar, eğer benim tespitlerim dosyada kalırsa, bilgime başvurmak isteyecekler. Yani, ben halen riskte olacağım. Yirmi dört yıl önceki cinayeti ve villadan bulduğumuz fotoğrafları bahsetmeyin. Çünkü bu soruşturmaya kim bakarsa baksın, yirmi dört yıl önceki cinayetlerle bu cinayet arasında bir bağ kuramayacaktır. Biz bile, ancak villadan bulduğumuz fotoğraflardan net bir şey öğreneceğiz. Bu fotoğrafları teslim ederseniz, kafası karışan bilginize başvurmak isteyecektir. Yani, siz ve dolayısıyla biz, halen bu soruşturmadan kurtulamamış olacağız. Yeryüzü Krallığı Tarikatı kendilerini deşifre edecek bilgilerin bizde olduğunu kısa sürede öğrenir.Kendinizi, ailenizi ve bizi bu riske sokmayın.”
Sonra, Özlem Müfettişe döndü ve devam etti sözlerine;
“Özlem Hanım, bütün bu gelişmeleri, özellikle son cesedin olduğu evde bulduğumuz dosyaların içeriğini ve Ercan Beyin soruşturmayı İl Emniyet Müdürlüğüne teslim ettiğini, içişlerine rapor edin. Merak etmeyin, kimse ne soruşturması diye sormaz. Siz rapor ettikten sonra, Yeryüzü Krallığı ve Tüfek hesabına çalışanlar ne yapacaklarını bilirler, olmadı sorarlar. Büyük olasılıkla, içişleri bu soruşturmaya el koyacaktır. Bizim maceramız buraya kadar.”
“Korktuk mu yani Mahmut Ali Bey, bu mu?”
“Sizce Ercan Bey, korktuk mu biz? İlla ölelim mi? Bizim için biçtikleri görevi layıkıyla yaptık. Biraz daha ilerlersek, ya Tüfek’ten bırakın diye haber gelecek, ya da Yeryüzü Krallığı Tarikatından bırakmamız için kurşun gelecek.”
14 KASIM 2010 Saat: 03.50
Emniyet Müdürü yine derin bir düşünceye daldı. Ankara’ya girdiler ve sessizlik içinde, Kafeteryanın olduğu sokağa kadar geldiler. Hepsi düşünceli ve yorgun oldukları için, konuşacak bir şeyler bulamadılar. Villadan buldukları fotoğraflara henüz bakmamışlardı. Sabah bakmaya karar verip, yemekte buluşmak üzere sözleştiler.
Necdet Ve Mahmut Ali’yi evlerine bırakıp, diğerleri Azap’ın eve geçip, istirahata çekildiler...
Saat: 10.30
Hepsi kafeteryada toplanmışlar, yemeklerini yiyorlardı. Emniyet Müdürünün sıkıntılı halinden, bir karara vardığını anlamışlardı. Yemeklerini yiyip, çay içmek için başka bir masaya geçtiler. Emniyet Müdürünün yanına oturan Mahmut Ali, elini omzuna vurarak, ne düşündüğünü duymak istediğini söyledi.
“Düşündüm Mahmut Ali Bey, düşündüm sevgili dostum, iki saatlik uykuyla duruyorum, bu uykusuzluğun üzerine güzel bir tatil iyi gider.”
“Doğru karar vermişsin Ercan Bey.”
“Soruşturmayı bırakacağım, emeklilik dilekçemi verip, bu gün izine ayrılacağım. Adem’de izine ayrılacak, Meral Yüzbaşıya haber verebilirsiniz Necdet Bey, öğleden sonra uygun bir saatte alsın bizi.”
“Bu durgun halinizin başka bir sebebi var mı?”
“Emekli olacağıma üzülüyorum, bu meslekte yaşlandım Mahmut Ali Bey, büyük bir boşluğa düşeceğim. Hem, bu soruşturma benim için çok özel oldu. Meslek hayatım boyunca ilk defa bir soruşturmayı yarım bırakıyorum. Bunu, ailemi ve sizleri düşündüğüm için yaptım ama aklım bu soruşturmada kalacak.”
“Bu soruşturmanın sonu yok biliyorsunuz.”
“Biliyorum Mahmut Ali Bey, artık biliyorum. Eğer siz bırakmamızı söylüyorsanız, kesinlikle bir bildiğiniz var. Emekliye ayrılıp köşeme çekildiğimde, televizyon ve gazetelerde çok sık cinayet haberi duyacağımı biliyorum. Öldürülenin kim olduğunu, ne iş yaptığını söylediklerinde, Yeryüzü Krallığı Tarikatı üyesi yâda onlarla çatışırken ölen Tüfek üyesi olup olmadıklarını anlayabileceğim. Bu savaşın içinde olmak istemiyorum. Çünkü bizim uğraşabileceğimizden çok büyük, ne gücümüz, ne yaşımız müsait değil. Zaten sizin de söylediğiniz gibi, bu cinayetleri işleyenler, bu kanlı gösteriyi planlayanlar, bu soruşturmanın takipçisi olmamız ve tutanaklarını düzenleyip, bütün makamları haberdar etmemiz için bizi kullandılar. Ben yinede, Necdet Bey ve sizin bir şey bilmediğinizi düşünüyüm ama bu Tüfek neyin nesi çok merak ediyorum. Benim bu merakımı giderin arkadaş, bu altı cinayeti kesinlikle Dursun Aslan Soysal işledi. İyi ve kötü adamların hepsinin kimlikleri başka, kim bilir Dursun Aslan Soysal nasıl bir yaşama büründü. Bütün ayrıntıları öğrensem de, delil bulamayacağımız için tutuklayamayız, zaten yaşayıp yaşamadığı belli bile değil.
Sizin, Yeryüzü Krallığını yok etmek isteyen bu adamları çözdüğünüzü, iyi tarafta olduklarını düşündüğünüzden, ortaya çıkartmak istemediğinizi varsayarak, bir merakımı daha gidermenizi rica ediyorum Mahmut Ali Bey, yirmi dört yıl önce ailesiyle birlikte öldürülen polis memuru arkadaşımızın, bu olaya neresinden bulaştığını bilmek istiyorum.”
“Villadan bulduğumuz fotoğraflara bakınca, birazdan anlarız Doğan Soysal’ın ve abisi Dursun Aslan Soysal’ın bu olaylara nasıl karıştığını. Tüfek ne demek, bunu da çok sürmez, bütün Türkiye ile birlikte öğreniriz. Savaşı başlattılar ve korku vermek istediklerine, isimleriyle görünecekler, öldüreceklerine de, isimleriyle korku verecekler.”
“Şimdi, Necdet Bey devlet adına çalışan gizli bir görevli ya, hani elimizdeki mevzuda belli, ne yapar gizli görevliler, devlet aleyhine gizli oyunları takip ederler. Bundan büyük gizli iş mi olur. Bir tarikat var ve devlet aleyhine, millet aleyhine yapmadığı kalmamış. Tam Necdet Beylik bir iş, değil mi? Arkadaş, size bir şey söyleyeyim, ben bu olayların içinden emekli olur çıkarım, Azap ve Özlem Müfettişi bilmem ama bana öyle geliyor ki, Necdet Bey ve siz bu işten çıkamazsınız. Çünkü Tüfek isimli yapılanmanın içindekiler, sizi aralarında istiyorlar. Dursun Aslan Soysal bu işin içinde, Necdet Beyinde okul arkadaşıymış zaten, sizi tanıyor ve kim olduğunuzu biliyor. Umarım size bir sıkıntı çıkmaz.”
“Çok detaylı düşünmüşsünüz Ercan Bey, bizi merak etmeyin, siz emekliye ayrıldığınız da, bizi kimse fark etmez.”
“Peki Mahmut Ali Bey, ben bir şey söylemedim. Madem bizim görevimiz belliydi bu soruşturma da, biz üzerimize düşeni yaptık. Toplum güvenliği adına çalıştığımız ve polis olduğumuz için, soruşturmayı yürütüp ha bire tutanak yazıp istediklerini yaptık. Aha çekildim soruşturmadan, herkes işine baksın bundan sonra, savaş mı çıkmış, torun severken ara sıra haberlerden izlerim.” Manalı bir tebessüm oluştu yüzünde.
Villadan buldukları fotoğrafları, masanın üzerine dağıttılar. Fotoğraflar her şeyi açıklıyordu. Fotoğrafların hepsi, orman manzaralıydı ve bir kaç tanesinde gölün bir kısmı görülebiliyordu. Fotoğrafların, villanın da içinde bulunduğu, Abant gölü arazisinde çekildiğini anladılar. Sırayla incelediler fotoğrafları…
Yedi fotoğrafta, ağaçların arasında bir traktör görünüyordu ve arkasında küçük bir römork takılıydı. Üç adam, römorktan indirdikleri sandıkları, toprakta açılmış kuyu gibi bir yerden içeri veriyorlardı. Sandıkları alan bir adamın, kuyudan uzattığı kolları görünüyordu. Sandıkların indirildiği yerin, ormanın içinde gizli bir depo yâda geçit olduğu kesindi. İki kişi daha vardı fotoğrafta görünen, başka yerlere bakıyorlardı ve ellerinde makineli tüfekler vardı. Gözcü oldukları çok açıktı.
Altı fotoğrafta, iki kişinin aralarına aldıkları bir adamı, tartaklayarak götürdükleri görünüyordu. Tartakladıkları adama kıyasla, oldukça iri ve kaslı olan iki kişinin de omzunda, makineli tüfek asılıydı. Tartakladıkları adamı, başka bir adamın önünde diz çöktürdükleri bir kare daha vardı.
İki fotoğrafta, villaya gelirken durdukları su birikintisinin orada olan, açıklık arazideki orman kulübesi görünüyordu. Bir karede, bacasında duman yokken, diğer karede kulübenin bacasından yoğun ve siyah bir duman çıktığı görünüyordu. Bunun, araziye birinin girdiğini haber vermek için kullanılan bir yöntem olduğunu anladılar.
Üç fotoğrafta, yan yana dizilmiş ve makineli tüfeklerle atış yapan on kişi saydılar. Başlarında bir kişi vardı ve atış yapılan hedefe doğru bakıyordu. Mahmut Ali bu fotoğraflara yorum yapmak için söze girdi;
“İlk ceset, midesinde çıkan madalyonun arkasında, her biri on bacaklı dört kurt resmedilmişti. Kırk adamı olan dört komutan demiştik. İkinci ceset, midesindeki madalyonun bir yüzünde, büyük ve on bacaklı kurt resminin yanında, küçük normal dört bacaklı bir kurt resmi vardı. Komutanıyla resmedilmiş bir asker kurt dedik. Son cesedin olduğu evde kendini vuran adamın boynundaki madalyonunun bir yüzünde, büyük ve on bacaklı kurt resmedilmişti. Yeryüzü Krallığı Tarikatının komutanlarından demiştik. Bu üç fotoğraftan, Tarikatın komutanlarından birinin, on adamına atış eğitimi verdiğini görüyoruz.
Dursun Aslan Soysal’ın kardeşi Doğan Soysal, Yeryüzü Krallığı Tarikatının varlığını fotoğraflarla belgelemiş” dedi ve son iki fotoğrafı aldı eline.
Bu fotoğrafların birinde, ağaçların arasında tokalaşan iki kişi vardı. Diğer fotoğrafta, tokalaşan iki kişi, fotoğrafa poz verir gibi fotoğrafın çekildiği yöne doğru bakıyordu. Fotoğrafları onlara göstererek;
“Görüyor musunuz, bu fotoğrafları çekerken, Doğan Soysal’ı fark etmişler. Peşlerine düşme ve öldürme sebepleri buydu. Dursun Aslan Soysal, işte böyle çözdü neler olduğunu.”
Hepsi,bu cinayetlerin ve bütün bu gelişmelerin özünü net olarak anlamışlardı.
“Dursun Aslan Soysal’ın suçsuz olduğunu o zaman da anlamıştık zaten. Eve baskın yaptılar ve aileyi katlettiler. İşkence ederken konuşturdular. Aslan Soysal’ın olmadığını ve hakkında bilgi edinince, dolar ve eroin tuzağını kurdular. Şimdi de hesabını veriyorlar, neyse bunları anlamak içimi rahatlattı. Müsaade ederseniz müdürlüğe geçeyim, kalk Adem kalk, Azap bizi bırakır mısın? Gidiyim de gerekli işlemleri başlatayım. Adem adli tıp raporlarından sizin tespitlerinizi çıkartıp, yeni raporlar düzenler. Saat dört-beş gibi, Adem’le beraber burada oluruz. Nasıl?”
Necdet ve Mahmut Ali tebessüm ederek başlarını salladılar. Ercan Beyde tebessüm ederek kalktı. Özlem Müfettişten, tutanakların ve adli raporların yeniden düzenlenmesinde, Adem Baş Komisere yardımcı olması için, gelmesini rica etti. Saat beş gibi buluşmak üzere vedalaşarak kafeteryadan ayrıldılar.
Saat: 16.20
Kafeteryada toplanmışlardı. Yine her zamanki gibi, Özlem Müfettiş ve Necdet çay yapmaya koyuldular. Neler yaptıklarıyla ilgili sohbet ediyorlardı. Emniyet Müdürü emekli olmuş sayılırdı. İşlemleri başlattığı ve bir ay izine ayrıldığı için, izni dolmadan emeklilik işlemleri bitecekti. Adem Baş Komiser de izine ayrılmıştı. Adli tıp raporlarından Mahmut Ali’nin tespitlerini çıkartmışlar ve delil yetersizliğinden dolayı soruşturmanın yürütülemediği gerekçesiyle, bütün evrakları İl Emniyet Müdürlüğüne teslim etmişlerdi. Özlem Müfettişte soruşturmayla ilgili bütün ayrıntıları içişlerine rapor etmişti. Son cesedin olduğu evde buldukları dosyaların içeriğini bildirince, içişleri bakanlığı soruşturmaya el koymuştu.
“Hiç birimizin, soruşturmayla alakası kalmadı” dedi Emniyet Müdürü ve devam etti sözlerine;
“Bundan sonrası yüksek makamların vicdanına kalmış. Dosyaları incelemeye alırlarsa, birçok haini gün yüzüne çıkartırlar. Büyük kelleler tutuklanmaya başladım mı, medya peşini bırakmaz bu işin, medya sıkıştırınca birileri de ilgilenmek zorunda kalır.Tabi bunu bizim medyanın yapma olasılığı tartışılır. Neyse, artık her ne olursa bize izlemek düştü.”
“Böylesi en sağlamı, yukardan bastırırsalar, hukuk daha itinalı çalışır” diyen Mahmut Ali, Necdet’e dönerek, Meral Yüzbaşıyı çağırmasını istedi. Bu konuda yapacakları bir şey kalmamıştı.
Meral Yüzbaşı kısa bir süre sonra, Ercan Bey ve Adem Baş Komiseri ailelerinin yanına götürmek için geldi.
Saat: 18.30
Dostlarıyla vedalaşıp ayrıldılar.
BÖLÜM 9
GERÇEĞİN YÜZÜ
Necdet, çok önemli bir işini halletmesi gerektiğini söyleyip, özür dileyerek izin istedi. Mahmut Ali’de yorgun olduğunu ve dinlenmesi gerektiğini, yaşını bahane ederek söyleyince, Azap ve Özlem Müfettiş, gezmeye ve alışveriş yapmaya karar verip, vedalaşarak ayrıldılar.
Saat: 21.50
Azap ve Özlem Müfettiş eve gelmişti. Özlem Müfettiş biraz uyumak istediğini söyleyerek odasına çekildi. Azap, ofis penceresinin önündeki masanın yanına gitti ve koltuğa, iyice geriye doğru yaslanarak, rahat edeceği şekilde oturdu. Ayaklarını masanın üzerine uzatıp, ellerini göbeğinde bağladı ve pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Kafeteryaya doğru baktığında, tabelanın ışıkları ve içerde cılız bir ışığın yandığını gördü. Hâlbuki Özlem Müfettişle eve geldiklerinde kafeteryanın bütün ışıkları yanıyordu.
Necdet ve Mahmut Ali’nin içeride olduğunu düşünerek, uğramak istediler ama kapı kilitliydi. Cep telefonlarına da ulaşamamışlardı. Işıkları kapatmak için gelen olsa, görmesi gerekirdi. Çünkü pencerenin yanına, eve geldikten hemen sonra oturmuştu. Daha dikkatli baktıysa da, kimseyi göremedi. Tabelayı seyretmeye başladı.
"Do-Re-Mi-Fa-La-Si Cafe” Necdet gibi önemli bir adam, anlamsız hiçbir şey yapmazdı. Ne düşünmüştü de bu ismi koymuştu. Kafeteryanın ilk ismi geldi aklına “Boyalı Çamlar Cafe” Necdet’in aklına, kafeteryasına böyle isimler koymak nereden gelmişti. Tabelanın iki tarafında da, gövdeleri değişik renklerde boyanmış çam ağaçları vardı. Dursun Aslan Soysal’ın villasının bahçesindeki çam ağaçlarının gövdeleri de değişik renklerde boyanmıştı. Kafeteryasına böyle garip bir ismi koymak, ya da bahçesindeki çam ağaçlarının gövdesini değişik renklere boyamak, kaç kişinin aklına gelirdi? Necdet, Dursun Aslan Soysal’la okul arkadaşı olduğunu söylemişti. Acaba, gövdesi boyalı çam ağaçlarının, bu arkadaşlıkla bir ilgisi var mıydı? Yoksa tamamen bir tesadüf müydü?
Öylesine düşünüyordu bunları, bir kaç dakikalığına aklını meşgul etmişti.
Aniden, değişik bir ifade kapladı yüzünü. Oturduğu yerden toparlanarak, başını pencereye yaklaştırdı ve tabelaya daha dikkatli baktı. Do-Re-Mi-Fa-La-Si Cafe. Sol nota çıkartılınca, altı nota kalmıştı. Yirmi dört yıl önce işlenen cinayette öldürülenlerin, isimlerinin ilk iki harfi yazıyordu. Öldürülen polis memuru Doğan Soysal, DO nota, Eşi Rengin, RE nota, kızı Mine, Mİ nota, oğlu Fatih, FA, polis memurunun ağebeyi Dursun Aslan Soysal’ın eşi Lalezar hanım, LA ve kızı Sinem, Sİ nota, Do-Re-Mi-Fa-La-Si.
Tabelanın takıldığı gece, Necdet’e sol notanın olmadığını söylediğinde,“Olsun Azap’ım, sol notanın orada işi yok zaten,”demişti. Sol notanın işi yok dediğinde, siyasi anlamda söyledi diye anlamıştı ve siyasi görüşü olmadığı için üzerinde durmamıştı.
Kafası çok karışıktı. Necdet ve Mahmut Ali ile olan dostluğunu, sekiz Kasım’da başlayan cinayetleri, Mahmut Ali’nin cesetler üzerinde yaptığı akıl almaz adli tespitleri, Emniyet Müdürünün sözleri, yirmi dört yıl önce işlenmiş cinayetlerin bağlantıları…
Her şey çok hızlı geliyordu aklına ve bağlantı kurmakta zorlanıyordu. Derin bir nefes alıp, geriye doğru yaslandı. Çok önemli bir ayrıntı yakalamıştı ama toparlayamıyordu.
Kalktı ve kahve hazırlamak için mutfağa geçti. Daha sakin ve sırasıyla düşünmeliydi. Kahvesini hazırladı ve tekrar yerine geçti. Yine, kafeteryayı seyrederek, en başından düşünmeye başladı.
Necdet’le yedi ay önce tanışmışlar ve çok iyi dost olmuşlardı. Necdet, gerçekte kim olduğunu bahsedeceği zaman, ‘Sırrımı mezara götüreceğini bildiğimden ve daha büyük bir sırra ortak olacağımızı düşündüğümden, sana gerçek kimliğimi anlatacağım’ demişti. Daha büyük bir sırra ortak olacaklarını neden düşündüğünü sorduğunda, ‘tanışmalarının ve dost olmalarının tesadüf olmadığını, kaderin bir planı olduğunu, çok büyük bir olaya karışacaklarını hissettiğini söylemişti.’
Necdet’in anlattığı, kendisi dâhil on bir subayla katıldığı ve sekiz ay süren gizli görevinin bitişiyle, Dursun Aslan Soysal’ın ceza evine girmesi, aynı tarihe denk geliyordu.
Görev yaptığı subaylar içinde, psikologda vardı. Dursun Aslan Soysal’da psikologdu ve Okuldan arkadaş olduklarını söylemişti.
Dursun Aslan Soysal, kardeşinin ve ailesinin öldürülmesinden sorumlu olarak tutuklanacağı zaman, emniyet birimleri O’nu hiçbir yerde bulamamışlardı. Askeri doktor olduğunu biliyorlardı ve birliğinden de sormuşlardı. İstifa etmişti. İstifa ettiği tarih, ailesi katledilmeden on ay öncesine denk geliyordu. Bu on aylık süre içerisinde, nerede olduğu hakkında, hiç kimsenin bilgisi yoktu.
Necdet’in, gizli görevi için ordudan istifa etmesiyle, Aslan Soysal’ın istifa ettiği tarihler çok yakındı.
Evet, Necdet’in on bir subayla yaptığı gizli görevindeki psikolog, Aslan Soysal’dı.
Eskişehir Emniyet Müdürlüğü, Aslan Soysal’ın arandığını ve suçunu, Genelkurmay başkanlığına bir dilekçeyle bildirmişti. Gizli görevi veren, bizzat Genelkurmaylık olduğu için, Aslan Soysal’ın yerini biliyorlardı. Suçlu olduğuna da ikna olan Genelkurmaylık, Görevleri de bitmiş olduğu için, Aslan Soysal’ı askeri bir araçla, Eskişehir Emniyetine teslim etmişlerdi.
Necdet neden bunlardan bahsetmemişti? İkinci cesedin olduğu gece, Mahmut Ali’yi almak için kafeteryaya gittiğinde Necdet, iki cesedi kastederek, ‘Bunlar mazlumun ahını almışlar’ demişti. Azap, neden böyle söylediğini, beklide öldürülenlerin mazlum olduğunu söyleyince, ‘Mazlumu böyle öldürmezler oğlum, bu sözlerim kulağına küpe olsun, çok büyük acılara sebep olmuşlar ki, birileri yese doymuyor bunları’ diye cevaplamıştı. Necdet boş bir adam değildi. Garip cinayetlere kurban giden, suçsuz yere acımasızca öldürülen yüzlerce mazlum vardı. Necdet’te biliyordu bunu ama neden böyle söylemişti. Çünkü öldürülenlerin Yeryüzü Krallığı Tarikatından olduğunu biliyordu.
Masadan kalkıp, ofisin içinde volta atmaya başlayan Azap, bu ayrıntıları nasıl gözden kaçırdığının cevabını bulmuştu. Çünkü cinayetler ardı ardına işlenmiş, cesetlerin kim olduklarını, nasıl öldürüldüklerini ve cesetlerin göğsüne çivilenmiş fotoğrafların kim olduklarını araştırmaktan, başka bir şey düşünmeye fırsat bulamamışlardı.
Mahmut Ali’yi düşündü. Mutlaka bir bağlantısı vardı ama bu işin neresindeydi. Eşi ve kızını trafik kazasında kaybedince, yıllar önce Ülkeyi terk etmişti. Yıllar sonra tesadüfen Necdet’i bulunca, yanına gelmişti. Tamda birinci cesedin olduğu gece.
Mahmut Ali’nin, cesetler üzerinde gözlemleyerek yaptığı adli tespitler hepsini çok şaşırtmıştı. Sanki cinayetler işlenirken oradaymış gibi kesin ve doğru tespitlerde bulunmuştu. En çokta, adli tıp doktoru Bekir Bey şaşkındı. Mahmut Ali’nin, cesetler daha olay yerindeyken yaptığı tespitleri, ancak laboratuar sonuçlarını eline aldığında anlayabildiğini söylemişti. Bekir Beyde yıllardır adli tıp doktorluğu yapıyordu, Mahmut Ali neden bu kadar iyiydi. Cesetlere bakarak, ölmeden önceki mesleklerine kadar nasıl bilmişti.
Mahmut Ali, Bekir Beye tam emin olamadığını ama cesetlerin üzerinde tiner kokusu aldığını söylemişti. Büyük bir şaşkınlıkla onaylayan Bekir Bey, cesetlerin vücutlarının tinerle temizlenmiş olduğunu ancak, bunu bazı testlerin sonucunda anlayabildiklerini söylemişti. Bekir Bey neden bu kadar şaşırmıştı? Tiner kokusunu birçok insan alabilirdi. Bekir Bey tiner kokusunu nasıl alamamıştı? Bir tinerin kokusunu anlamak için test yapmak mı gerekiyordu? Tiner, uçucu bir maddeydi. Bir bidon dolusu tiner, havayla temas etse, kısa sürede kokusunu ve özelliğini kaybediyordu. Bir insanın vücudunu, tinerle yıkasanız bile, elbiselerine de dökseniz, birkaç saat sürmeden kokusu havaya karışıp uçup giderdi. Yani Mahmut Ali’nin, cesetler üzerindeki tiner uçmuş olduğu için, kokusunu almamış olması gerekiyordu. Adli tıp doktoru Bekir Bey bu yüzden çok şaşırmıştı. Mahmut Ali’nin tiner kokusu alması çok garipti. Bunu nasıl bilmişti. Yoksa cinayetler işlenirken orada mıydı?
Necdet, Mahmut Ali ve Aslan Soysal’ın yaşları aynıydı. Mahmut Ali’de tıp okumuştu. Yoksa Aslan Soysal’ı daha iyi tanıyan Mahmut Ali’miydi?
Azap, Necdet ve Mahmut Ali’nin cinayetlere karıştığından iyice emin olmuştu. Mahmut Ali’nin, Özlem Müfettiş ve Emniyet Müdürüne anlattığı hikâye geldi aklına, bir daha dinlemek için, koşar adımlarla üst kata çıkıp, Özlem Müfettişin odasının kapısını çaldı. Bu telaşlı halini soran Özlem Müfettişin elinden tutarak salona götürdü ve oturması için bir yer gösterdi. Düşündüklerini anlattığında, Özlem Müfettişe de çok mantıklı geldi. Bu ayrıntıları fark edemediklerinin sebebini O’da anlamıştı. Ardı ardına ceset olduğu için, soruşturmanın o yönde yoğunlaştığını ve başka bir şey düşünemediklerini söyledi. Azap, Mahmut Ali’nin anlattığı hikâyeyi, bir daha dinlemek istediğini söyledi. Özlem Müfettiş anlatırken, arada bir sözünü keserek, hikâyede ismi geçenleri söylüyordu.
Mahmut Ali, hikâyesinde bir adamdan bahsetmiş ve aynı adamı, Necdet’e, Emniyet Müdürüne ve Azap’a benzetmişti. Hikâyede hepsinin adı geçiyordu.
Hikâyede anlattığı adamın, devletine çalıştığı gizli bir görevi varmış dediği Necdet’ti. Çok onurlu ve gururlu olan bu adam bir gün, mevkice kendisinden çok üstün olan biriyle tartışmış, tartıştığı kişi çok sarhoşmuş… Dediği, sarhoş bir vekille tartışan Emniyet Müdürüydü. Bir gün öyle bir görevi başarmış ki, eşine rastlanmamış, halk destekledi diye, amirleri de alkış tutmuşlar ama görevindeki bir ayrıntı yüzünden soruşturma açmışlar, üzerine gitmişler dediği, Azap ve Özlem Müfettişti. Bir de ailesi varmış hikâyedeki adamın, karısı ve küçük kızı… Devletinin verdiği göreve giderken, onları yalnız bırakmak zorunda kalmış. Görevi uzun sürünce, ailesi hayatın her zorluğunu görmüş, bir gün kızı düşmüş, beyni ve omuriliği sakatlanmış… Dediği, Hacer Hanım ve Gizem’di.
“Bir tek Adem Baş Komiseri katmamış hikâyesine” dedi Azap.
“Evet haklısın, neden katmadı Adem Baş Komiseri?”
“Emniyet Müdürüyle beraber olduğu için bir kişi kabul etti ve sayıyı da bozmadı.”
“Hangi sayıyı?”
“Anlamadın mı Özlem, Mahmut Ali Ağabeyin hikâyesinde altı kişi var. Sen, ben, Necdet Ağabey, Ercan Bey, Hacer anne ve Gizem. Yirmi dört yıl önce işlenen cinayetlerde altı kişi katledildi. Bu gün elimizde altı ceset var. Mahmut Ali Ağabeyin hikâyesi, Dursun Aslan Soysal’ın hikâyesiyle aynı. Tabi ya, nasıl atladım bunu” dedi.
Saçlarını karıştırarak, Özlem Müfettişin oturduğu kanepenin önünde volta atmaya başladı. Kendi kendine söyleniyordu.
“Neyi Azap, neyi atladın?”
“Mahmut Ali Ağabey eşi ve kızını trafik kazasında kaybettiğini söylemişti. Kazadan bahsederken ‘neler yapmışlar onlara, hepsine’ demişti. Bunu söylemesine bir anlam verememiştim. Kazada, eşi ve kızından başka tanıdığı birilerimi öldü diye düşünmüştüm. Sadece eşi ve kızı ölse, hepsine diye konuşmaz ki insan. Hem, neler yapmışlar onlara demesi çok anlamsızdı. Kazadan başka bir şey mi yapılmıştı, aracını durduramayan bir şoför, eşi ve kızına çarpmıştı. Bir defasında da, yine ailesinden bahsederken ‘fotoğraflara bakmadan, hiç birinin yüzünü eski halleriyle hatırlayamıyorum, hep onların eserleriyle hatırlıyorum yüzlerini’ demişti. Sadece eşi ve kızına araba çarpmış, hiç birini demekle kaç kişiyi kastediyor? Ne demek fotoğraflara bakmadan yüzlerini eski haliyle hatırlamıyorum? Yüzlerine bir şey yapan mı olmuş? Kazada tanınmayacak halemi gelmişler? Ölümlerini hatırlamasının üzüntüsüyle saçmalar gibi konuşuyor diye düşünmüştüm ama Mahmut Ali Ağabey saçmalayacak bir adam mı sence? Mahmut Ali Ağabeyin karısı ve kızı ölmüş. Müdür Bey ve sana anlattığı hikâyedeki adamın karısı ve kızı öldürülmüş. Dursun Aslan Soysal’ın karısı ve kızı, kardeşinin evinde onlarla beraber öldürülmüş, bu ne demek sence? Şöyle düşün, yirmi dört yıl önce öldürülen ailesinin fotoğraflarını gördün, neler yapmışlar onlara, hepsine…”
Özlem Müfettiş ayağa kalktı, şaşkınlıkla iyice açtığı gözlerini Azap’ın gözlerine dikti.
“Mahmut Ali Ağabey, Dursun Aslan Soysal’ın ta kendisi Azap.”
“Evet.”
Bir süre sessiz bakıştılar.
“Ne yapacağız Azap?”
“En ufak bir fikrim yok.”
“Nasıl anlamadık Azap, bu nasıl mümkün?”
“Ceza evine girdikten sonra, ailesinin katledildiği fotoğraflara bakmış olmalı, kardeşinin duvara çizdiği yılan resmini fark edince, ne yapması gerektiğini anladı.1999 yılında cezaevinden kaçtı, neden bunca zaman bekledi, neden kaçma imkânı vardı da cezaevinde yıllarca kaldı bilmiyorum. Araştırma yapması yıllar sürdü demek en mantıklı cevap geliyor. Yılan resminden hareket ederek, villada bulduğumuz fotoğraflara ulaştı. Veyahut bütün bunları onun adına birisi yaptı.”
“Necdet Ağabey yaptı.”
“Ya da başka bir dostları, her neyse, sonuçta fotoğraflara bakınca olayı anlamış olmalı. Ceza evinden kaçtıktan bir yıl kadar sonra, ilk iş olarak Bolu Abantlı Muhtarı ve oğlunu kaçırdı. Çünkü Muhtar, Yeryüzü Krallığı Tarikatı hizmetkârıydı. Villaya yakın bir köyün muhtarıydı ve ailesinin katledilmesiyle alakası vardı. Oğlunu da, muhtarı sorgularken koz olarak kullanmak için kaçırmış olmalı. Tarikat hakkında ilk bilgileri onlardan aldı ve araştırmaya başladı. Bizimde bu bağlantıyı kurmamızı istediği için, son cesedin üzerine, 2000 senesinde kaçırdığı muhtarın kimliğini ve hizmetkârlık tapusunu koydu.”
Yine, bir süre sessizce bakıştılar.
“Tabi ya” dedi Azap, parçaları birleştirdikçe ayrıntılar ortaya çıkıyordu.
“Ne oldu?”
“Sinop Ceza Evi Müdürü, Dursun Aslan Soysal’ın, Hamza Karasu isimli bir gençle beraber firar ettiklerini söylemişti. Hatırladın mı? Ne demişti Hamza Karasu için? ‘İri yapılı ve çok güçlüydü, sessiz, sadece Aslan Soysal’la konuşan bir gençti’ demişti. Kime benziyor dersin?
“Dağhan’ı söylüyorsun.”
“Evet. Huyu hiç değişmemiş. Yine konuşmuyor ve çok güçlü. Necdet Ağabeyin evlatlık oğlu değilmiş, Mahmut Ali Ağabeyin, yani Aslan Soysal’ın manevi oğlu, Hamza Karasu’ymuş.”
“İyi de Azap, Müdür Beyin de dediği gibi, madem olayı çözmüşler, intikam da almaya başladılar, neden bu kanlı gösteriyi yaptılar? Neden bu işi tam bir bulmacaya çevirdiler?”
“Müdür Bey bir konuda çok haklıydı. ‘Bu soruşturmaya bizi dâhil edenler, olayların bu şekilde gelişmesini planlayanlar, bu kanlı gösteriyi bizim için mi yaptı? Bizi saflarına mı çekmek istiyorlar’ demişti. Hatta ‘ arkadaş, size bir şey söyleyeyim, ben bu olayların içinden emekli olur çıkarım, Azap ve Özlem Müfettişi bilmem ama Necdet Bey ve siz bu işten çıkamazsınız gibi geliyor bana, çünkü Tüfek isimli yapılanmanın içindekiler sizi aralarında istiyorlar. Dursun Aslan Soysal bu işin içinde, zaten Necdet Beyinde okul arkadaşıymış. Sizi tanıyor ve kim olduğunuzu biliyorlar’ demişti hatırladın mı? Müdür Bey çok haklıydı Özlem, ama bir yerde eksik söyledi. Saflarına çekmek istedikleri Necdet ve Mahmut Ali Ağabey değildi. Zaten bu işin içindeler. Saflarına çekmek istedikleri sen ve bendim.”
“Neden?”
“Bilmiyorum, karşılarına alıp anlatsalardı böyle bir şeye kimseyi inandıramazlardı. Emniyet, soruşturma yürütmeyi bırak, ciddiye bile almazdı. Doğal olarak bizde inanmazdık. Bu planı yaptılar, sırasıyla altı cinayet işlediler ve görerek, yaşayarak öğrenmemizi sağladılar. Bu kanlı gösterinin sebebi buydu.”
“Neden sen ve ben? Bu konuda bir şeyler yapmalıyız, vahşice işlenmiş cinayetler var, ailesinin intikamını alanları suçsuz sayan bir kanun yok, öldürülenler memleket düşmanı diye de geçiştiremeyiz.”
“Bilmiyorum Özlem, neden biz bilmiyorum” diyerek, pencerenin yanına gitti. Perdeyi tutup, bir kenarını açtı ve kafeteryaya bakarak sürdürdü konuşmasını;
“Bütün bunların çok başka bir sebebi olmalı, bu konuda bir şeyler yapacağız, daha doğrusu ben yapacağım. Soracak çok şey var” dedi ve perdeyi bırakıp, Özlem Müfettişe doğru iki-üç adım atıp durdu.
Kafeteryaya baktığında, bir ayrıntı gördüğünü fark etti. Tekrar pencerenin yanına giderek kafeteryaya baktı. Tabelanın ışığı kapalıydı. İçeride birileri olduğunu anladı, ışıkları yakıp söndürüyorlardı. Bunun sebebinin, buradayız demek olduğunu ve bir davet olduğunu da anlamıştı.
“Sen evde kal” dedi ve alt kata indi. Silahını kontrol edip beline taktı. Özlem Müfettişte peşine takılmıştı. Gelmemesi için ısrar ettiyse de ikna edemedi. Sokağı karşıya geçip, kafeteryanın kapısının önüne kadar geldiler. Sessiz ve çok dikkatli hareket ediyorlardı. Azap, kapı kolunu çevirdi ve yarıya kadar araladığı kapıdan kısa bir süre içeriyi seyrettiler. Bir birilerine bakıp, içeri girdiler ve üç-dört adım sonra durdular. Yine etrafı seyrettiler, kimse yoktu. Azap, kapıyı kapattı. Anahtarın içerden takılı olduğunu görünce, kapıyı içerden kilitledi ve Özlem Müfettişin yanına geldi.
“Neden üzerimize kilitledin kapıyı?”
“Öyle yapmamı istemişler. Bu kapının üzerinde daha önce hiç anahtar görmemiştim.”
“İyi de kimse yok.”
“Eve geldiğimizde, kafeteryanın bütün ışıkları yanıyordu ve kapı kilitliydi. Eve çıktığımızda baktım, içerde yanan bir ışıkla tabelanın ışığı vardı sadece, az öncede tabelanın ışığı sönmüştü. Elektrik arızasından kaynaklanmadığı kesin.”
“Şuraya bak” dedi Özlem Müfettiş, mutfaktaki raflı dolabın öne doğru çekildiğini fark ettiler ve arkasından ışık vuruyordu.
“Gizli bir geçit olmalı” diye söylendi Azap ve yanına gittiler.
Dolabın arkasında gizli bir geçit vardı. Dolabı biraz ileri yiterek geçebilecekleri kadar yer açtı. Silahını çıkartıp, horozunu çekti. Bir kişinin kolaylıkla geçebileceği genişlikteki, merdivenleri aydınlatılmış koridor, aşağı doğru iniyor ve yedi-sekiz basamak sonra sağa kıvrılıyordu. Özlem Müfettişte silahını çıkardı ve Azap’ın hemen arkasında duruyordu. Yavaşça inmeye başladılar. Basamakları inip sağa doğru döndüklerinde, merdivenlerin on basamak kadar sonra bittiğini ve salon gibi bir boşluğa açıldığını gördüler. Orayı da indiklerinde, normal bir oturma odası büyüklüğünde boş bir salona geldiler.
Sağ taraflarında, sandalyeye oturmuş bir adam vardı. Elleri ve ayakları sandalyenin arkasından bağlıydı. Başına çuval geçirilmişti ve hemen arkasında, demir bir kapı vardı.
Sol taraflarında, indikleri koridorun genişliğinde, yine salona açılan bir koridor daha vardı. Merdivenlerinin yukarı doğru çıktığını görünce, arka sokaktaki bir yerden başka bir giriş daha olduğunu anladılar.
“Burayı hiç fark etmedin mi Azap.”
“İlk defa görüyorum, geldiğimiz koridoru kullanmıyor olmalılar. Yâda sık kullanmıyorlarmış, yoksa fark ederdim. Demek ki diğer koridoru kullanıyorlardı. Kafeteryayı satın alırken, arka sokağa bakan bir daireyi de almış. Sen koridoru gözle.”
“Neden böyle bir yer yapmışlar dersin?”
“Çok şey geliyor aklıma ama doğrusunu bilmiyorum .”
“Sandalyedeki kim acaba?”
“Şimdi anlarız” dedi ve yavaşça yanına gitti.
Sandalyede oturan adam, birilerinin olduğunu fark etmişti ve kımıldamaya çalışıyordu.
Azap, demir kapıya kulağını dayadı ve kısa bir süre dinledi. Sonra, adamın başındaki çuvalı çıkarttığında şaşkınlıktan donup kalmıştı. Kısa bir süre sonra, şaşkın bakışlarında büyük bir öfke belirmeye başladı. Yüzünün sol tarafında, alnından kaşlarına kadar dik yara izi inen, mavi gözlü bu adamın kim olduğunu, Özlem Müfettişte anlamıştı. Bu, Azap’a kaza yaptırıp, ailesinin ölümüne sebep olan adamdı. Koridoru izleyebilmek için sık sık arkasına dönerek, yanlarına geldi.
“Sakin ol Azap.”
Azap, adamın yüzündeki yara izini seyrediyordu. Ağzı da bantla kapatılmış olan adam konuşamıyor ama yalvarır bir ifadeyle Azap ve Özlem Müfettişe sırayla bakıyordu.
“Azap sakin ol” dedi yine.
Özlem Müfettişe bakmak için başını çevirince, karşı duvarın önünde duran, eşi ve kızını gördü. El ele tutuşmuş, sessizce izliyorlardı. O tarafa doğru bakması uzun sürünce, neye baktığının merakıyla Özlem Müfettişte arkasını döndü ve baktı. Hiç bir şey görmemişti ama Azap’ın neden baktığını anlamıştı.
“Sana diyorum Azap” diyerek göğsüne dokununca, Azap kendisine baktı ama cevap vermedi. Sonra, yine adama döndü ve ağzında ki bandı hızlıca çekip çıkarttı.
“Siz kimsiniz, neden buradayım lütfen yardım edin. Kaç gündür buradayım hatırlamıyorum, bir haftayı geçmiş olmalı” deyince, diğer altı cesetle aynı zamanda kaçırıldığını anlamışlardı.
“Yardım edeceğim, yıllardır seni arıyorum.”
Adam çok şaşırmıştı, ağlamaklı bir ses tonuyla;
“Kimsininiz siz, neden beni yıllardır arıyorsunuz?”
“Bana iyi bak, yüzüme iyi bak.”
“Ne istiyorsunuz, amacınız ne, sizi tanımıyorum, lütfen, bırakın gidiyim.”
“Yüzüme iyi bak diyorum sana, ben senin yüzünü hiç unutmadım. Hayatımı zehirledin nasıl hatırlamazsın yüzümü?”
Adamın ağlaması şiddetlenmişti.
“Sizi ilk defa görüyorum, lütfen bırakın beni, neler oluyor?”
“1997 yılında, Siirt’in çıkışındaki otobanda bir kamyon gidiyordu, Yanına bir araba yaklaştı ve durmasını söyledi. Kamyon daha da hızlandı, araba tekrar yanına yaklaştı ve direksiyondaki adam, camdan uzattığı eliyle, polis kimliğini gösterdi. Kamyonun şoförü, direksiyonu aniden kırıp, arabaya çarptı ve yoldan çıkmalarına sebep oldu. Eşim ve kızım öldü o kazada.”
Adam, Azap’ın gözlerine bakıyordu. Hatırlamıştı.
“Özür dilerim, istemeyerek olan bir kazaydı.”
“Hatırladın mı? diye bağırarak adamın boğazını sıktı.
“Evet hatırladım. Çok üzgünüm, istemeyerek olan bir kazaydı lütfen bırak beni.”
“İsteyerek yaptığını biliyorum, zevk aldığını gözlerinde okudum, neden yardıma gelmedin o zaman?”
“Hayır, yanılıyorsun lütfen bırak. Kokmuştum.”
“Yalancı şerefsiz” diyerek, daha da kuvvetli sıktı boğazını.
“Azap sakinleş ne yapıyorsun öldüreceksin adamı.”
“Ne yapacağımı sanıyorsun?”
“Sakin ol, önce buranın ne olduğunu anlayalım.”
Azap, karşı duvarın önünde el ele tutuşmuş, sessizce seyreden eşi ve kızına baktı yine. Özlem Müfettişe dönerek, yukarı çıkmasını istedi.
“Yapma Azap.”
“Beni bırakın, yalvarırım beni bırakın” diyerek araya girdi adam, başına gelecekleri anlamış ve panik içindeydi.
“Buradan çıkışın yok köpek, Yeryüzü Krallığı Tarikatına hizmetin, buraya kadarmış.”
Adamın yüz ifadesi aniden değişti.
“Bunu nereden biliyorsun?” dedi Azap’a, az önce yalvaran adam değildi sanki birden sesi gürlemişti.
“Seni buraya bağlayanlar, sorgulamadı mı?”
“Kimse bir şey sormadı.”
“Demek ki, siz köpeklerin alayını tanıyorlar, sorma gereği duymamış ve sen benim hediyem olduğun için sana dokunmamışlar.”
“Ne hediyesi, Krallıktan haberin varsa, bana dokunduğunda başına ne geleceğini biliyor olmalısın. Krallık sizi yok eder, bundan kurtulamazsınız.”
“Başıma daha ne gelecek köpek, endişelenmesi gereken kim iyi bak etrafına. Hem, krallığa kim söyleyecek burada olanları, masum bir kadınla günahsız küçük bir çocuğun hesabını vereceksin.”
Öleceğini anlayan adam, sert bir üslup takındı.
“Kamyonu durdurup yanınıza gelmeliydim. Yaşadığını görünce kafana sıkardım. Sende, karın ve kızınla beraber geberip giderdin.”
“Ne dedin, bir daha söyle, demek sert adamsın ha!”
Boğazını sıkıyor, yumruk yaptığı eliyle, çenesini, gözlerini, burnunu, sert ve bastırarak itekliyor, canını yakarak hırpalıyordu adamı.
“Yapma Azap.”
Diyerek, elini tutmak için uzandı Özlem Müfettiş,
“Karışma, git buradan.”
“Bunu yapamazsın Azap, izin veremem.”
“Beni durdurmak istiyorsan vurmalısın.”
“Azap yapma diyorum, hiçbir şey aileni geri getirmeyecek.”
Karısıyla kızına tekrar baktı Azap.
“Çık dışarı, kafeteryada bekle, git buradan Özlem.”
“Hayır, bunu yapmana izin veremem.”
“Defol.”
“Ne halin varsa gör, yardım çağıracağım.”
“Kime istiyorsan haber ver.”
Özlem Müfettiş, geldikleri koridordan hızla çıktı. Kafeteryanın ortasında durdu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Saçlarını iki eliyle karıştırarak sağa sola volta atmaya başladı. Haber verse, sevdiği adamı kaybedecekti. Haber vermese, sevdiği adam cinayet işleyecekti. Bir sandalye çekip oturdu. Sevdiği adamın, ailesinin intikamını almasına göz yumacaktı. Daha öncede yapmıştı. Azap’ın, kayıp çocuklarla ilgili davasında suçlu bulunanlardan, otuza yakın kişi öldürülmüştü ve Azap’ın yaptığını biliyordu. Önceleri bu durumdan çok rahatsız olsa da, ilk tanıştığından bu yana ilgi duyduğu Azap’la, soruşturmada yeniden karşılaşınca, âşık olduğunu anlamıştı. Çocuklara sapıklık yapanların öldürülmesi yüzünden sevdiği adamı suçlu görmekten vazgeçmişti. Bu adamda suçluydu ve sessiz kalmaya karar verdi.
Azap, adamı hırpalamaya devam ediyordu.
“Yapabildiklerin bu kadar mı?” dedi adam, Azap’ın yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
“Çok acı çekeceksin.”
“Yaşasın Yeryüzü Kralları.”
“Kralların yaşar mı bilmem ama sen göremeyeceksin.” dedi ve silahını beline sokup, orta boy bir çakı çıkardı. Çakıdan açtığı bıçak, yüzük parmağı uzunluğundaydı ama enine genişti ve çok keskin, sağlam görünüyordu.
“Seni yaşatmazlar, pişman olacaksın.”
“Şşş, emin ol bunlar aramızda kalacak, korkma.” dedi ve bıçağın ucunu, omuzlarına saplamaya başladı. Bir santim kadar saplayıp çekiyordu. Kollarına, pazılarına, bacaklarına, karın boşluklarına, kısa süre sonra, adam kan içinde kalmıştı. Acıyla bağırıyordu. Sesleri duyan Özlem Müfettişin sinirleri bozulmuştu. Servis masasının üzerinde gördüğü, Gizem’in kulaklık şeklindeki müzik çaları geldi aklına. Hızlıca kalkıp aldı ve bir radyo kanalı ayarlayıp, son ses açıp taktı kulağına,
Azap, bıçağı saplamayı bırakmış, adamın vücuduna rastgele kesikler atıyordu.
“Yaşasın yeryüzü Krallığı.” diye bağırdı adam
“Benim ailem senin Krallığına ne yaptı da ölmelerine sebep oldun köpek herif.”
“Öldür beni ne duruyorsun?”
“Öyle kolay ölmeyeceksin.”
Adamın, çektiği acı yüzünden akli dengesi bozulmuştu. Ağlıyor, kahkaha atıyor, acıdan bağırıyordu. Şoka girmişti. Azap’ın gözlerine bakıyordu.”
“Dur, dur bir şey söyleyeceğim.”
“Beni durduracak bir sözün var mı?”
“Durmanı istemeyeceğim, bir şey söyleyeceğim. Beni öldürdüğünde, öbür dünyada karını ve kızını bulup, defalarca tecavüz edeceğim.”
“Sen cennete mi gideceksin ki onları bulasın köpek, bana aynı şeyi şimdi söyle.” diyerek, ağzının iki yanını, yanaklarından çene kemiğine kadar kesti. Adamın ağzı, kulaklarının hizasına kadar açılmıştı. Alt çenesinin üzerine çok sert bir yumruk attı. Çenesi ayrıldı ve boğazına değiyordu. Ağzı öyle büyük açılmıştı ki, dili tamamen ortaya çıktı. Dilini, birkaç defa uzunlamasına kesti. Öleceğini anlayınca, silahını çıkardı ve başının üzerinden dik olarak tutup, şarjör bitene kadar ateş etti. Silahın kızağı askıda kalınca, elini yana indirdi ve adamı seyretti biraz, karısı ve kızı yanına gelmişti. Diz çöküp kızını öptü, sevip kokladı. Babasının kulağına ağzını koyan Nüket “Bir daha görüşmeyeceğiz babacığım, annemle gideceğim, ruhlarımız artık özgür” dedi. Biraz daha öptü, kokladı kızını. Karısı, Azap’ın saçlarını okşuyordu. Ayağa kalktı, sımsıkı sarıldılar. “Seni çok seviyorum Azap’ım” dedi. Yine kızıyla el ele tutuşup, arkalarını dönüp üç-dört adım atınca, gülümseyerek geri baktılar. “Sizi seviyorum” diye fısıldayarak gözlerini kapattı Azap, az sonra açtığında, kaybolmuşlardı. Cesedi bağlı olduğu sandalyeyle sürüyerek, diğer koridorun yanına götürdü ve üç basamak çıkartıp yüzüstü bıraktı. Sandalye üzerine geldiği için, ceset neredeyse görünmüyordu. Ellerine ve kıyafetlerine baktı. Kan içindeydi ve yüzüne de sıçramıştı. Elini yüzünü yıkamak için yukarı çıkması gerekiyordu. Cesedi görmesini engellemişti ama kan içindeki halini mecburen görecekti. Özlem Müfettişin yukarıda beklediğini biliyordu. Kimsenin gelmediğinden, polislere haber vermediğini de anlamıştı. Merdivenleri çıkıp kafeteryaya girdi. Özlem Müfettişle göz göze geldiler.
Özlem Müfettiş, Azap ateş ederken on altı el silah sesi saymış ve Azap’ın öfkesinden korkmuştu. Gözlerine baktığında, ne söyleyeceğini bilemedi.
Azap’ın kan içindeki halini görünce, başını çevirip başka bir yöne baktı. Azap, elini ve yüzünü temizledikten sonra, Özlem Müfettişe doğru birkaç adım attı.
“Şimdi bakabiliriz demir kapının nereye açıldığına.”
“Sana inanamıyorum Azap, daha doğrusu kendime inanamıyorum” dedi ve hemen arkasından yürümeye başladı.
Merdivenleri inerken, silahını çıkartmadığını görünce;
“Ne o,kurşunun mu bitti?”
“Burada düşman yok Özlem, olsaydı ölmüştük.”
“Necdet Ağabeyle, Mahmut Ali Ağabeyin işi bu değil mi, adamı senin için yakalamışlar. İnsan öldürüp, rahat olmayı nasıl başarıyorsunuz?”
“İnsan öldürenlerle dost olmayı nasıl başarıyorsun Özlem? Ben söyleyeyim; çünkü öldürülenlerin, öldürülmeyi hak ettiklerini biliyorsun.”
“Söyleyene bakarmısın, heeeey, yarım saat önce beraber tartışıyorduk, Necdet Ağabey ve Mahmut Ali Ağabeyi tartışıyorduk, hediyeyi alınca bir başka sevdin onları.”
“Sen sevmiyor musun? Madem katiller, neden halen ağabey diye hitap ediyorsun?”
Demir kapının önüne geldiler. Kapının üzerinde sadece anahtar yuvası vardı ve açabilmeleri mümkün değildi. Özlem Müfettiş, Azap’ı omzundan dürterek, çaprazlarındaki ve duvarın tavanla kesiştiği kenarda duran elli kuruş büyüklüğündeki nesneyi gösterdi. Dikkatli bakınca kamera olduğunu anladılar. Azap kapıya vurarak açmaları için seslendi. Az sonra kapı aralandı ve Dağhan’ı gördüler. Kapıyı iyice açtı.
“İçeri buyurun Azap Ağabey.”
“Ne haber Hamza? dedi Azap, Dağhan gülümsedi. Dağhan’ın sesini ilk defa duyuyorlardı. Özlem Müfettişle bir birlerine baktılar. Dağhan’ın arkasından, uzun bir masanın bir bölümü ve masada oturan üç kişi görünüyordu ve kendilerini izliyorlardı. İçeri tamamen girdiklerinde Dağhan kapıyı kapattı. Ortadaki uzun ve geniş masanın etrafında on beş kişi oturuyordu. Necdet, Mahmut Ali, Dağhan ve Meral yüzbaşıyı tanıdılar. Azap, kayıp aileleri dernekleri genel başkanı ve arkadaşı Celal Kanca’yı görünce, hayretle yüzüne baktı. O’da, tebessüm ederek başını yukarı aşağı salladı. Masanın başında oturan yetmiş yaşlarında ki adam, Özlem Müfettişle görüşen ve ismini Ahmet Can gemici olarak bildiği adamdı. Özlem Müfettiş O’nu görünce şaşkınlığı daha da artmıştı. İçerisi son derece modern döşenmiş bir karargâha benziyordu. Altan ışıklı masanın üzerinde, büyük ve dijital bir harita vardı. Duvarlarda bir takım çizimlerin olduğu büyük panolarla, dev bir bilgisayar ekranı vardı.
“Şöyle oturun Azap” dedi Mahmut Ali.
“Olur, Aslan Ağabey” diye cevapladı Mahmut Ali’yi. Meral yüzbaşının yanına Özlem Müfettiş, onun yanına da azap oturdu. Meral yüzbaşı yine çok dikkatli baktı Azap’ın yüzüne, Özlem Müfettiş rahatsızlığını belli eden bir ses tonuyla adeta çıkıştı.
“Neden Azap’a bu kadar dikkatli bakıyorsunuz?”
“Ağabeyine çok benziyor.”
Azap, şok geçirmiş bir ifadeyle baktı Meral yüzbaşının yüzüne. Konuşacak gibi oldu ama ne söyleyeceğini bilemedi. Bir kaç kez tıkandı, gözleri dolmuştu.
“Ağabeyimi tanıyor musunuz?” diyebildi. Çok şey sormak istiyordu ama aklı darmadağın olmuştu.
“Tanıyorum, çok iyi tanıyorum, vefatından önce evliydik”
Azap, hayatla bağları kopmuş gibi anlamsız ve boş bakıyordu.
“Nasıl?” diyebildi sadece, odadaki herkes çok duygulanmış, sessizce izliyorlardı.
“Ağabeyini, babamın deri işleme fabrikasında tanıdım. Lise son sınıftaydım. Sadece işiyle ilgilenen bambaşka bir adamdı. Çok yakışıklı ve kuvvetliydi. Herkes çok seviyordu Mahmut Ali’yi, babamda çok severdi. Depoda yükleme boşaltma işleri yapıyordu. O bana hiç bakmazdı ama hep onu seyrederdim. Fabrikaya her gün gider oldum, bir bahane bulup konuşmaya çalışırdım, kendisine olan ilgilimi anlamıştı ama karşılık vermiyordu. Başka bir amacı vardı. Hastalanacak derecede âşık oldum. Evin tek kızıydım ve durumu anlayan babam, daha fazla dayanamadı. Ağabeyini çağırdı ve konuştu. Sessiz, çok asil bir adamdı. Evlendik, evlendikten sonra arkadaş olduk. Tanıdıkça daha çok sevdim, babam daha iyi bir iş verdi ama gurur yapıp kabul etmedi. Bana da, beni böyle kabullenirsen, seni o zaman sevebilirim demişti. Geceleri de başka bir işte çalışıyormuş, evlenince bıraktı. Bana âşık olmuştu zamanla, sevgisini belli etmiyordu ama anlıyordum. Çok değer veriyordu bana. Çok mutluydum onunla Azap, tanıdığım en mükemmel insandı. Babam hastalanmıştı, Ağabeyini çağırdı ve güzel bir konuşma yaptı ona. Bir kızım vardı, şimdi öz oğlum olsa bu kadar sevebileceğim bir çocuğum daha oldu. Sen çok kıymetli bir adamsın dedi. Babam, Tüfek mensubuydu ve fabrikanın yüzde elli karı Tüfek finansı için ayrılıyordu. Ağabeyine çok güvendiği için teşkilattan bahsetti ve Tüfek yönetimiyle tanıştırdı. Hizmet ettikleri davayı benimsedi ve Tüfek mensubu oldu. Fabrikanın başına geçti, zaten işi biliyordu. Varı yoğu sendin, senden çok bahsederdi. O zaman sen akademiye başlamıştın. Gizli ve çok tehlikeli bir işe girdiği için sana bahsetmedi. Senden de kimseye bahsetmiyordu. Çünkü bir sıkıntı olursa sana yansımasını istemiyordu. Sana, yaşadığı hayattan uzak bir yerde yakın olmak için, İstanbul’a da düzen kurdu. Bende çocukluğumdan beri Tüfek mensubuydum ve askeri eğitim alıyordum. Bir gün her şey kötüye gitmeye başladı…”
Meral yüzbaşı, gözyaşlarını tutamıyordu. Yanaklarına süzülen yaşları eliyle siliyor, değişen ses tonunu kontrol etmeye çalışarak devam ediyordu konuşmasına;
“Ağabeyin de hastalanmıştı ve doktorlar ne olduğunu bulamıyordu. Yemek yememeye başladı, ne yese çıkartıyordu ve hızla zayıflıyordu. Biz evlenmeden önce bir ilaç firmasına, ücret karşılığında deneklik yapıyormuş. Bundan doktoruna bahsedince, ilacı incelemeleri gerektiğini söyledi, ilacın yapısını öğrenip nasıl bir yan etkiye sahip olduğunu anlayabilirlerdi. Hastalığının teşhis ve tedavisi için çok önemliydi. Firmayı araştırdık ama ulaşamıyorduk, yasal bir iş yapmadıkları için, görünmez çalışıyorlardı. Ağabeyin seni görmek istedi ama biz firmayı araştırmayı derinleştirince, bizimde peşimize birileri takıldı. Seni öğrenip zarar verirler diye yaklaşmadı sana. Peşimize takılanlar, bizim kim olduğumuzu bilmedikleri için sindirebileceklerini zannedince açık verdiler. Kim olduklarını bulmuştuk, her pis işin arkasında olan ve bu yasal olmayan ilaç firmasının da güvenliğini sağlayan Yeryüzü Krallığı Tarikatıydı. Biz bunları çözene kadar geçen zaman içinde, Ağabeyin daha da kötüleşmişti. Senin göreve başladığının ikinci yılında kaybettik. Ölmeden önce bana, eğer Azap evlenirse hayatına yaklaşmayacaksın dedi. Yemin ettirdi. Canım kardeşim, seninle tanışmayı çok arzuluyordum” dedi Meral Yüzbaşı, Azap hiç konuşmadan ve gözlerini ayırmadan Meral yüzbaşıyı dinliyordu. Mahmut Ali’nin, yani Aslan Soysal’ın sesiyle dikkati dağıldı;
“Bunları uzun uzun konuşursunuz, bundan sonra çok vaktiniz olacak. Yeğeniyle de hasret giderir, her şeyi anlatırsın.”
Azap, tekrar Meral yüzbaşıya döndü.
“Yeğenim mi var?”
“Evet amcası, yüzü tıpkı siz, on beş yaşına girdi. O’da teşkilatımızın mensubu, milleti için gizli bir savaşçı olarak yetişiyor.”
Aslan Soysal tekrar söze girdi;
“Bende Ağabeyin konusunda bir şey söylemek istiyorum Azap, ilk tanıştığımız gece, ismimin Mahmut Ali olduğunu söyledim. Bunu, abinin ismini taşıyorum diye, kendini bana daha yakın hissedersin diye planlamadık. Ben zaten, uzun zamandır abinin ismini kullanıyordum. Yeni kimliğimi bu isimle düzenledik, Meral kızımızın isteğiydi. Sizi tanıştırayım’’ dedi ve masadakileri sırayla takdim etmeye başladı.
“Celal Kanca’yı tanıyorsun. Emniyet Müdürü ve Adem Baş Komiseri, aileleriyle beraber yerleştirdiğimiz tatil köyünün sahibi Osman Korkmaz. Teşkilatın muhasebesinden sorumlu ve iki inşaat firmamızın yöneticisi Bülent Serinci. Teşkilatımızın mensubu ve devlet kurumlarında çalışan görevlilerle iletişimi ve teşkilat içindeki haberleşmemizi sağlayan ajanlarımızdan sorumlu Didem Kökçü. Gelir ve giderlerimizi paravan masraflar üzerinden ayarlayan, Teşkilatın para kasası Ramis Başar. Vaizimiz, silah ve mühimmattan sorumlu, hoca efendi Ercan Demir. Medya, adres, şahıslar dâhil, istediğimiz her türlü bilgiye ulaşmamızı sağlayan Gözcü adındaki programımızı yürüten gurubun başkanı Karahan Kazancı.Savunma ve saldırı planlarımızı yöneten, harekât için plan yaptığımız mekânların keşfini yapan, askeri kanadımızdan ve adamlarımızın eğitimlerinden sorumlu, on beş kişilik birinci timin komutanı Salih Taşkaya ve ikinci timin komutanı Nimetullah Bilgin. Tarih profesörümüz ve Teşkilatın beyin takımının şefi, Ömer Acar
Diyerek, Masanın başında oturan ve Özlem Müfettişin Ahmet Can Gemici olarak bildiği son kişiyi de tanıştırdı.
“Merhaba gençler’’ diyen Ömer Acar, Özlem Müfettiş ve Azap’a hitaben konuşmaya devam etti;
“Aklınızın çok karışık ve yüzlerce soruyla dolu olduğunu biliyorum. Kısa ve anlaşılır bilgiler vermeye çalışacağım, daha sonra her şeyi ayrıntılarıyla öğreneceksiniz. Öncelikle, bir kaç önemli soruyu cevaplayıp, asıl önemli konumuz olan Teşkilatımızın kurulma sebebi ve amacımız hakkında, ön bilgi aktaracağım. Şimdi, Bu altı cinayeti araştırırken, edindiğiniz bazı bilgiler oldu. Cinayetlerin neden işlendiği, cesetlerin durumu ve üzerlerinde bulduğunuz madalyonlar, hizmetkârlık tapuları, göğüslerine çiviyle saplı fotoğraflardan ve son cesedin olduğu yerde bulduğunuz maden parçalarıyla, duvarlardaki dosyalardan, Yeryüzü Krallığı Tarikatını öğrendiniz. Hangi amaca hizmet ettiğini, bu davanın aslında Memleket meselesi olduğunu, soruşturmanın seyri vesilesiyle aşağı yukarı biliyorsunuz. Neden bu cinayetleri işledik? Neden bu şekilde işledik? Aslan’ın ailesinin ve birçok masum insanın intikamını aldık. Bir de, bu savaşın psikolojik boyutu var. Bu milletin düşmanlarına hizmet edenlerin, korkuya kapılmalarını istiyoruz. Neden sizi seçtik? Çünkü sizi tanıyoruz.’’
Özlem Müfettişe döndü ve devam etti sözlerine;
“Çocukluğunu hatırlıyorum, çok şirin ve zeki bir çocuktun. Büyüdün, önemli bir meslek sahibi oldun. Akıllı ve dürüstsün, haksızlıkları sindiremiyorsun. Bir suçlu, kanunlara aykırı öldürülse de, kabullenmen uzun sürmüyor. Karşı durur gibi görünsen de, topluma zararı dokunanların ölmesi, öldürülmesi taraftarısın. Bütün bu özelliklerin babana benziyor. Sana bizden bahsetmeye, üzülerek ve içim acıyarak söylüyorum, teşkilatımızın asil üyelerinden, Nazım beyin ömrü yetmedi.’’
Özem müfettiş, babasının teşkilat mensubu olduğunu duyunca, gözleri irileşti.
“Babam mı?’’ dedi. Bir süre etrafına ve herkese sırayla baktı. Özlem Müfettişin babası emekli ceza hâkimiydi. Nasıl ve ne zaman girmişti teşkilata, bu doğrumuydu?
“Evet, baban çok değerli ve milliyetçi bir adamdı. Hayatı boyunca sıfır hata yapmış olduğuna inandığım tek insandı.’’
Bu sözlere duygulanan Özlem Müfettiş, teşekkür eti. Ömer Acar, Azap’a dönerek devam etti sözlerine;
“Seni de çok iyi tanıyoruz. Maalesef, sana bizden bahsetmeye, sevgili abinin de ömrü yetmedi. Seni gururla takip ettik. Kayıp çocukların davasında yaptıklarını, toplantılarımızda gururla bahsettik. İlk olarak, Dokuz Kasım gecesi, birisi kayıp kızın babası, diğer üç kişi çocukların akrabası, dört kişiyi kaçırdın. Birini gazino çıkışı, birini kahvehaneden, ikisini de evlerinden aldın. Kılık değiştirmiştin, adamları da o halinle sorguladın. Haberi bize ulaştığın da, vuracağını söylemiştim arkadaşlara, hepsini bir bacağından vurdun. Fakat on iki Kasım gecesi, kayıp kızın evine girip, babasının omuriliğini kestiğinde bizi şaşırtmıştın. Altı yüz ve sekiz yüz elli metreden yaptığın atışlar inanılmazdı. Yerini belli etmemek için kurduğun düzenek çok akıllıcaydı ama az kaldı hiç alakası olmayan biri yaralanıyordu. Patlamanın olduğu sırada, çöp bidonuna çöp koymak üzereydi.’’
Azap’ın kafası iyice karıştı. Ömer Acar’ın neden bahsettiğini anlamıştı. Kayıp çocukların davasından suçlu ve öldürülenlerden biri, uzun namlulu silahla vurulmuştu. Sekiz yüz elli metreden ve bir binanın çatısından ateş edildiğini tespit eden müfettişler, silah sesi duyan var mı diye araştırmışlar, o gece karakola yapılan şikâyetlere ulaşmışlardı. Patlama sesi duyduklarını ihbar edenlerden biri de, çöp poşetini atmak üzereyken, bidonun içinden büyük bir patlama sesi geldiğini söylemişti. Azap, sorgulandığı günlerde, bu bilgiyi müfettişlerden öğrenmişti. Fakat bunu bilmeleri nasıl mümkündü? Nereden biliyorlardı? Hiç konuşmadan, dinliyordu. Ömer Acar devam ediyordu sözlerine;
“Hatırlıyor musun, beş çete üyesinin olduğu evi bastığında, önce camdan seyrettin, eve gireceğin sırada biri mutfağa geçmişti. Göremediğin için haberin olmadı. Salona girip ateş etmeye başlayınca fark ettin. Mutfağa arkan dönüktü. Ateş etmeye devam edip, kendini sağlama almaya çalışırken, silah sesi duydun. Salondakileri öldürünce, mutfağı dinledin bir süre ve sonra bakmaya gittin. Beşinci adam boğazından vurulmuştu. Onu biz öldürdük. İşte, o kadar yakındık sana, takip etme sebebimiz destek olmaktı. Seni korumaktı. Hem zaten, ikinizde farkında olmadan, bizimle birçok kez çalıştınız. Merak etmeyin, bütün detayları, sizi her adım da izleyen Didem Binbaşı daha sonra anlatacak. Şimdi, Biz kimiz? Biz, açılımı Türk fedaileri kuruluşu olan, Tüfek isimli bir örgütüz. Neden ve ne zaman kurulduk?
1985 Mayıs’ta, on bir subay arkadaşımızla beraber, çok gizli bir göreve dâhil olduk.1983 yılında Genelkurmaylığa yapılan bir ihbarda,1980 ihtilalında çok sayıda silah ve mühimmatın çalındığı bildirilmişti. İhbar araştırıldığında, on yedi ildeki askeri alaylardan çok sayıda silah ve mühimmatın, gerçekten kayıp olduğu anlaşılmıştı. Gelişen olaylar neticesinde, 83-84 yıllarında iki soruşturma yürütülmüş,1985 yılında, bir soruşturma daha başlatılmıştı. Bu olaya karışanlar toplatıldı ve bizim görevimiz de, bu kişileri sorgulamaktı. Soruşturma derinleştikçe, hayal bile edemeyeceğimiz bilgilere ulaştık. Önemli ve ünlü birçok kişinin, yüksek mevkili memurların, bazı sanayicilerin, siyasetçilerin ve sanatçıların, hatta milliyetçi kimliğiyle tanınan bazı kişilerin, memleket ve millet zararına nasıl çalıştıklarını belgeledik. Çorap söküğü gibi ardı ardına gelen gizli tutuklamaların sonu yok gibi görünüyordu. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki, ismini belirlediklerimiz bin kişiyi geçti ve hepsi saygın kişilerdi. Yine bunlar da, Devletin yüksek kademelerinden, ordunun içinden,siyasi partilerden, sanat camiasından, medya patronları ve bazı yazarlardan, büyük sanayicilerden, bazı aşiret reislerinden… Aklınıza hangi sektör geliyorsa. Birde, bunları yargılamak istemeyen bir sisteme takılmıştık. Çünkü karanlık, yargıya da sızmıştı.
Soruşturma derinleştikçe çıkmaza giriyordu. Zaten, mevcut yasalarda yeterli değildi. Çünkü her gelen siyasetçi, falancı yasanın, A,bendine, B,fıkrası eklemiş, hainlerin kolayca at sürebilecekleri meydanlar açmışlardı. Mesela, zamanın da başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış, bu Ülkenin başına gelen en büyük talihsizliklerden olan bir adamın yeğeni, banka kameralarının görüntü aldığını bildiği halde, milletin parasını arabaya doldurup, çalıp gidiyor. Korkmuyor, çünkü kendini yargıdan üstün görüyor. Amcası da yeğenine kıyamıyor, milletin başına gelmiş, devletin başına gelmiş, halkın babası sayılır bu adam, demek ki kendini baba olarak görmemiş, çünkü hainlik kanında var. Ha dağlar da vatan haini terörist, ha bu amca yeğen, bunlardan ala vatan haini mi olur. Yargı nerde? Kötüleri keyif sürüyor, iyileri yılda bir kez sürgün yiyor. Bu şerefsizler de konuşurken, vatan millet diyor. O…Çocukları. Avrupa diye geberenler, Avrupa ne kadar modern diyenler, Amerikan başkanının yeğeninin, yirmi bir yaşına kadar sokakta içki içme yasağını deldi diye, bu suça kanunun koyduğu yirmi iki gün hapis cezasını yattığını bilmiyorlar mı? Hem de Amerikan başkanının yeğeni! Hem de suçun hafifliğine bakın! Bizimkiler banka boşaltıyor, milletin parasıyla, hayat kadınlarıyla fink atıyor. Neymiş, özel hayatıymış. Sen vekilsin heeeey, ben vatandaşım nefsime uyarım. Sen yapamazsın, özel hayata müdahale uygun bir şey değil ama beni yönet diye mühür veriyorum sana, uçkur sevdan varsa, mühre uzanmayacaksın. Oradaki görev çok yüce, çok ulvi, şaş kaza gelmişsin oraya, eline, diline, beline sahip olacaksın. Bunun gibi daha neler, bu Ülke kalkınır mı? Din yok, vicdan hak hukuk yok, millet sevgisi yok. Bunlar varken hainlerin planları işlemez mi? Birinin eli cebinde, birinin eli donunda, yazıklar olsun adamlığınıza,
Soruşturma derinleştikçe, Ülkeyi örümcek ağı gibi sardıklarını görüyorduk. Memleketin ve milletin kalkınmasını sistematik olarak nasıl engellediklerini, imkânsızlık içinde yaşattıkları milletin, ölmeyecek kadar da can suyunu nasıl ayarladıklarını ortaya çıkartıyorduk. Mesela, küçük bir örnek vereyim size, büyüklüğünü siz düşünün. Üç tarafı denizlerle çevrili ve yüzlerce iç gölü, ırmakları olan bir ülkede, balık tüketemeyen bir toplumuz, bunun yerine(B-12) hapları kullanıyoruz. Balık dururken, balık hapı alınır mı? Ölmeyecek kadar verdikleri can suyu, B-12 hapları, nasıl olsa sattıkları için, sakınca da görmüyorlar. Meraları açısından bakıldığın da, hayvancılığın çok yaygın olması gereken bir Ülkede, dört kilo et bir çeyrek altın parası. Dolayısıyla, süt ve süt ürünleri tüketemediği için, kalsiyum hapları kullanan milyonlar var. Bu çok komik değil mi? Yahu, çıkartılamayan madenler var, altın mı yok? Gümüş mü yok? Bor mu yok? Toryum mu yok? Uranyum mu yok? Petrol mü yok? Hepsi var, daha neler var. Kim çıkartacak, kömürden demirden başka, mermer ocağından başka maden mi biliyoruz? Adamlar uzay sanayisin de kullanırken, biz BOR madenini yıllarca asfaltın altına dolgu malzemesi kullanmışız. Eee, bu benim yeğenim, bu amcamın oğlu der, Devletin kurumlarını geri zekâlılarla doldurursan, bilim adamı yetiştirmezsen, yetişenleri öldürtürsen yâda beyin göçüne sebep olursan, bu geri zekâlılar, Bor’u asfalta da döker, s.çar kıçını da siler. Tabii ki asıl önemli olan, bu madenlerin kasıtlı olarak çıkartılmadığı, zengin olmak uğruna Ülkenin, milletin malını peşkeş çekenler var. Neden çıkartılmıyor bu madenler, kim için saklanıyor? Kim bekletiyor bu işleri? Kim çıkartacak?
Soruşturma derinleştikçe, bazı siyasetçi ve sanayicilerin, devletin demir yollarını geliştirme projelerini engellediklerini belgeledik. Her fırsatta, alakasız konularda bile biz Atatürkçüyüz diye bağırırlar. Boş laftan başka bir şey bilmeyen, boş kafalar, demokrasi engelleniyor diyenler, demokrasilerde din ve vicdan özgürlüğü serbesttir ve devletin güvencesi altındadır diye bağırırlar. Bir yandan da milletin ne giydiğine, başörtüsüne el, dil uzatırlar. İş, memleketin gelişmesini engellemeye gelince, onlardan hünerlisi yoktur. Bu g.t kafalar, Atatürk’ün, ulu önderin yaptığı demir yollarına bir metre ray ekleselerdi de, biz onların Atatürkçü olduklarına inansaydık. Mesela, demir yolu yapılmazsa, Tren taşımacılığı gelişmezse ne olur? Bir sebze ve meyve toptancısını konuşalım. Antalya’dan Amasya’ya sebze getirecek, tren olsa çok ucuz olurdu bu iş. Nasıl yapacak, kamyon almak zorunda. Kamyon üreten bir Ülke değiliz, o zaman başka ülkenin kamyonunu alacağız, iyi bir kamyonun ikinci eli bile yüz bin lira. Aha gitti milli sermaye, bakımını servisini saymıyorum bile, harcanan mazotu da eklemiyorum. Ne yapsın adam, bu masrafları tüketiciye yansıtacak. Aha gidiyor milli sermaye, hem de her sebze getirişinde. Domatesin biberin karı belli, üç kuruş kazanacak, biriktirecek, götürüp kamyona yatıracak. Atatürkçüyüm diye bağıran şerefsiz, demir yollarını yaptırsaydın da bu milli sermayeyi korusaydın. Yalandan yere yaygara yapmasaydın da, gerçekten Atatürkçüleri engellemeseydin. Sen, bilgisiz ve cahil olduğun için başka bildiğin yok, adama bak şalvar giymiş, kadına bak başını örtmüş. Senin haberin var mı? Kaç tane doktor, senin gibi dangalaklar yüzünden, başı örtük diye göreve başlayamıyor, kaç tane akıllı genç kız yurt dışında eğitim görüyor, onlara da, dinciyiz deyip çocuklarını yurt dışında okutuyor diyorsun, ulan it, senin yaygaran yüzünden bu çocuklar kendi Ülkesinde rahat değil. Sen ne biliyorsun hayatı, belki bu başı kapalı doktor senin çocuğunu iyileştirecek, bu şalvarlı adam senin çocuğunu profesör yapacak, sen bu kadar dar görüşlüsün işte. Birde bunları hiç aksatmadan yazan Tarihçiler var, işleri güçleri demokrasi ustalarıymış gibi, ağızlarında bir sürü yabancı terim, bir b.ktan anladıkları yok, cumhuriyet tarihi satarlar bize. Sorsan, eski yazı bilmez, okuyamazlar. Cumhuriyet ne zaman kurulmuş? 1923, harf inkılâbı ne zaman olmuş?1928 sen bu beş yılı nasıl okuyacaksın. Devlet kurulduğunda, kurumlaşırken, temelleri atılırken Osmanlıca yazışmış, eski Türkçe konuşmuş heeeyy, bizim tarihçilerimizin yüz tanesinin içinde, on tane çıkar mı acaba, bu beş yılı okuyabilen, sana ben nasıl tarihçi derim şimdi. Sen oturup hayal yazıyorsun. Seksen sekiz yıl önce ne olmuş bilmiyorsun. Yazsana, ikinci İnönü zaferinde, Vahdettin mevlit okuttu. Yazsana, Ankara hükümetinin, Türk Kızılay’ı üzerinden gizlice para toplama kampanyası başlattığında, Vahdettin’in kırk bin lira verdiğini, ailesinin üç bin lira verdiğini, onların verdiğini duyan zenginlerin para yardımıyla, on gün içinde kaç bin liranın toplandığını, sen doğruları yaz da, Vahdettin iyi yâda kötü tartışılsın o ayrı. Yazsana Meclisin açılışının nasıl yapıldığını? Hacı bayram camiinde topluca namaz kılındıktan sonra dualarla açıldığını. Vekillerin arasında elli üç tane din adamı olduğunu. Neden yazmıyorsun, çünkü o zamanın mecmualarını okuyamıyorsun, eski bir eser görsen, mal gibi seyrediyorsun. Tarihçiyim diye gezeleme, işin ehillerinin önünden çekil. Yoksa ben senin gibi tarihçinin, neyse, bir şey söylemeyeyim. Bir de, demokrasi, özgürlük yok diye bağıranlar var, benim halkıma özerklik verilsin diye ne yaptığını bilmeyenler var. Sanki benim Kürt kardeşlerim azınlık, bu devletin azınlıkları belli. Bir devlette azınlık kim olur, göçmen vatandaşlar azınlık olur. Devletin asli unsurları vardır. Kimdir, Kürt, Türk, Alevi, Çerkez, Laz, Yörük bunlar asli unsurdur. Bu özgürlük diyenleri, özerklik diyenleri kim sözcü seçmiş kendine, kavga dövüş kabul ettireceksin kendini, bizi ötekileştiriyorlar diyeceksin, mal mısın, öküz mü? Kürt siyasetçi var görmüyor musun, nasıl ötekisin sen, neredesin haberin yok mu, meclistesin, vekil olmuşsun, ayrım olsa seni oraya koyarlar mı dana. Devlet kademelerin de Kürt var, sanayici var iş adamı var, sanattan siyasete biz kardeşiz, Kürt Başbakan, Cumhurbaşkanı var, nasıl bunları görmezden gelirsin. Demokrasi, özgürlük yok diyorsun, ağız dolusu devleti eleştiriyorsun, terörist eylem yaptığı zaman, açıkça savunabiliyorsun, özgürlüğü kısıtlamanın sonuçları diyebiliyorsun, devleti tehdit edebiliyorsun, sen bilmiyor musun bunu başka ülkede söylesen g.tünü keserler. Daha ne özgürlüğü arıyorsun şebek. Halkım eziliyor diyorsun, saltanat sürüyorsun. Kim şehit ediyor doğuya giden öğretmeni doktoru, kim haraç alıp canından bezdiriyor iş adamlarını, onlarda kaçıyor doğudan batıya, halkına düşman olan asıl sensin. Halkım sefil diyorsun, halkının parasıyla altına aldığın araba kaç para, halkım çöpten ekmek topluyor diyorsun, senin belediyen kime ne söylüyorsun, halkım sefil diyorsun, sen ağasın, ver malını mülkünü, bağışla madem o kadar fedakârsan, senin değil efendi, benim halkım, bizim dedelerimiz omuz omuza kurdu bu ülkeyi, bizi ayıramazsın. Benim halkımın üzerinden geçinen asalaklardan başka bir şey değilsin sen, yalanları su gibi içmiş, belli bir düzenin hizmetkârısın,
Soruşturma derinleştikçe, aklınıza gelebilecek her konuda oyunlar tezgâhlandığını gördük ve belgeledik. Öyle bir sistem kurulmuş ki, saat gibi çalıştırmışlar ve sorunsuz işliyor. Bütün bu çürümüşlüğü besleyen ve sürekli güçlenmesini sağlayan bir yapılanmayı keşfettik. Ülkenin gelişmesini engelleyen sistemin beyni, karanlık ellerin ana merkezi. Zaten, bu çürümüşlüğü bir yöneten var bilinciyle soruşturma yürütüyorduk. Öyle ya, hiç mi iyi insan yok? Hiç mi milletini düşünen yok? Var elbette. Bu kötü gidişe dur diyecek, çözüm bulacak binlerce insan var, binlerce vatansever var. Bunları engelleyen kim? bu sistemi yöneten, bu zehirli çarkı döndüren, güçlü bir çekirdek yapılanma var.
Fakat ulaşamıyorduk, çözemiyorduk bir türlü, çok iyi kamufle olmuşlardı, kim olduklarını göremiyorduk. Her yakaladığımız piyondu ve sahiplerine giden yolu bilmiyorlardı. Bir hain, başka bir haini ele veriyordu ama kime hizmet ettikleri hususunda en ufak bilgileri yoktu. Şeytana severek hizmet edip, nerede yattığını bilmeyenler, neler anlattılar sorgularda, inanamazsınız çocuklar,
Bir Türk doğar, daha çocukken müdahaleye uğrar, sağlıksız beslenmesinin, yanlış aile terbiyesiyle büyümesinin sebebi bunlardır. Türk, ilkokula başlar, yalandan bir tarihle, gereksiz bilgilerle, yeteneğine, potansiyeline bakılmadan, kara düzen okulu biter. Türk, ortaokula başlar, yeteneğine, potansiyeline bakılmadan, sevmediği derslerle bunaltılarak, verimi düşürülür, zaten ergenlik dönemidir, bilim sevdirilmeden, ilim ne bilmeden, aklı başka yerlere kaçırılır, vatan millet sevgisi halen işlenmemiştir yüreğine. Türk, liseye gider, guruplaşmalar ve kutuplaşmalar la tanışır. Düzgün bir insan olma yolunda ilerleyip, çok çalışarak ve iyi bir yerlere gelerek değiştirebileceğinin farkına bile varamadan, hali hazırdaki düzene isyan ederek gençliği çalkalanır. Fark etmez, bir eli yağda, bir eli bal da olsa da isyan edecek bir şey bulunur, çünkü sistem buna göre kurulmuştur. Vatan millet sevgisini hissetmeye başlar, ama okumaz, okudukları da, sistemin kasıtlı kitaplarıdır. Kitap seçimi yapamaz, çünkü eğitimi yetmez, ne okuması gerektiğini bilmez, okumayanlar la bir farkı yoktur. Kulaktan dolma bilgilerle ve yanlış yönlendirilmelerle, hainleri vatansever, vatanseverleri hain bilir. Biz de, bilinçsiz anne baba ve toplum olarak, çocuğumuzun ayağının kaymasına yardım eder ve onu kaybettiğimizde suçu başkalarında ararız. Çok az genç şanslıdır bu konuda. Düzgün yetişir ve iyi bir insan olur. Türk, üniversiteye gider, ideolojik çatışmaların içindedir artık. Birçoğu boş okur, zaten okul bitince de işsizlik bekler onları. Polis, asker, öğretmen olmak isteyenler biraz daha şanslıdır. Hâlbuki öğretmen olmak büyük iştir, zahmetli olması gerekir, nesil yetiştirme adayı kolay olunmamalı, asker olmak kolay olmamalı, milletine, sıfır hatayla hizmet edilecek bir meslek, polislik de öyle, adil olmalı, kimsenin hakkını kimseye yedirmemeli, kendisi yememeli, vebali büyük işler bunlar. Daha dikkatli olanlar, doktor, hukukçu, kaymakam gibi meslekler edinirler. Bilim kolların da okuyanların birçoğu, boş bir beyinle mezun olurlar, hiçbir şey öğrenememiştir. Öğrenenleri ve zeki olanları da istihdam sorunu bekler, çünkü bilim adına bir yatırımı olmayan ülkede, bilim adamı, başka bir iş bulup hayatını devam ettirir. Yâda özel şirketlere çalışıp, onların zenginliğini artırırlar, ticaretlerini gürleştirirler, az yatırım çok kar mantığındaki bu dallamalar, bu çocukları sömürür, vatandaşı üç kuruşa çalıştırır, kimseye faydaları olmaz. Devlette bunları destekler, yeter ki iş versinler der vergi almaz, elektrik su giderlerinin yarısını karşılar, çalışanların sigorta primlerinin yarısını devlet öder, oh keyif canım keyif, iş sahası çoğaltıyorum diye, üç kuruşa milletin anasını ağlatırlar. Birde, imkânsızlıktan okuyamayan, asgari ücretle çalışıp ay sonunu zor getiren, güzel yiyip giyemeyen, evlendiğinde, eşine alacağı bir çiçeğin parasına mecburen kıyamayıp, çocuğuna ekmek almayı yeğleyen, sıkıntılarla, eziyetle ömrü geçen, çiçek ne, böcek ne, doğa sevgisi tadamadan yaşlanan, mutsuz ölen insanlar var, ne yazık ki, nüfusun büyük kısmı böyle.
Bu düzenin böyle olmasını sağlayan kim, kimin işine gelir yahu, bir ülkenin halkı mutsuz olması. Akıllı insanların verimini kim düşürür, bilgisayar mühendisinin, babasının Pazar tezgâhın da ne işi var, bu adam kahrolmaz mı? Bu evlat kahrolmaz mı?
Yoksa Ülke büyük, arazi geniş, mera çok, her taraf deniz, dört mevsim muazzam. Yalnız, domates biber topraktan durduk yere çıkmaz, birinin ekmesi lazım. Durduk yere profesör olunmaz, bu çocukları birinin adam gibi eğitmesi lazım. Öyle öfkeliyim ki, köy enstitülerini kapatanların mezarları lağım çukuru yapılsın istiyorum. Bir daha da hiç şansı olmamış bu Ülkenin. Ne sanayiyi doğru anlamışız, ne tarımı. Bu yönetimin, acilen bu işlere el atması lazım.
Nihayet, soruşturma sekizinci ayını doldurduğunda, göreve son verdiler. Artık tıkanmıştı. Bu sistemi besleyen her neyse, gücümüz yetmedi. Ulaştığımız bilgilerin, edindiğimiz delillerin dosyalarına el koyup, görevi kapattılar. Kimse, bu olayın üzerine gidemedi. Biz de, yeni kimliklerimizle hayatın içine karıştık. Sorgulamalarda çok can yakmıştık ve çok fazla şey öğrenmiştik. Her yerde adamları olduğu için, bizi deşifre etmiş ve peşimize düşmüşlerdi. Sorgulamada bulunan altı arkadaşımızı, aileleriyle beraber şehit ettiler. Beş kişi kalmıştık, Aslan Soysal’da cezaevindeydi. Kardeşi, kardeşinin ve kendi ailesinin öldürülmesinden sorumlu olarak tutuklanmıştı. Olaylar ve tesadüfler böyle gelişti. Aslan’ın suçsuz olduğunu biliyorduk. Gizli göreve seçildiğinde, ailesinin kardeşinin yanına bırakmıştı. Neler olduğunu anlamak istedik. Evet, biz bulamamıştık, bu çürümüşlüğü besleyen yapılanmayı ama Aslan’ın kardeşi Doğan Soysal, bu yapılanmayı tesadüfen bulmuştu. Yani, Yeryüzü Krallığı Tarikatını. Tarikatın karargâhı, Abant gölü yakınlarındaydı. Aslan ve Kardeşinin büyüdüğü, babalarından miras kalan villa’da Abant gölü kıyısındaydı. Tarikatı görmüş ve fotoğraflarını çekmişti. Bu konuyu biliyorsunuz zaten.
Evet, gizli görevi yürütenlerden, beş kişi hayatta kalmıştık ama öldürüleceğimizi biliyorduk. Hukuken ve siyaseten tutunabileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Güç birliği yapmaya karar verdik ve 1988 yılında, millet menfaati adına hep ön saflarda oldukları ve haksızlıklara bağırdıkları için, önemli konumlarda da olmalarından dolayı, hainlerin işine gelmeyen, hepsi suikastlarla şehit edilen, Şeref Bitlisli, Kemalettin Yazıcı, Uğur Mumlu, Gaffur Orhan, Muhlis Yazıcıoğlu gibi, ölümüne milliyetçi arkadaşlarla beraber, Türk Fedaileri Kuruluşunu oluşturduk. Yapılanmamız, güçlenmemiz ve bizim de gizlenmiş olmamız zaman aldı. İlk kuruculardan geriye, sadece üç kişi kaldık. Ben, Aslan ve Necdet. Teşkilatın bu gün ki yapılanmasını yöneten, bu odada gördüğünüz arkadaşlardır. Yeryüzü Krallığı Tarikatı 1865 yılında kurulmuş ve dünyadaki en güçlü örgütlerden birisi, çok iyi organize olmuş ve istihbarat ağı çok geniş, sürekli olarak kendilerini yeniliyorlar. Bizler yaşlanıyoruz, bizimde genç arkadaşlara ve onların yetiştireceği yeni üyelere ihtiyacımız var, yoksa bunları durduramayız.
Bunlar, iki yüz yıldan fazla hüküm süren bir yapılanmanın, son derece sadık ve eğitimli adamları, oturmuş bir sistem var, zamanla ve sindirerek yerleşmişler içimize. Yapılanmalarını çözmek yıllarımızı aldı. Yavaş ve sindirerek, Ülkemizden defetmeliyiz. Fakat bazı fişlerin çekilmesi lazım. Öyle bir kök salmışlar ki, kim bilir ne kadar derin. En azından, topraktan üstünü kesmeliyiz ki, düzgün insanlara, ülke için bir şeyler yapmak isteyen insanlara meydan açabilelim. Yoksa kimsenin yapacağı bir şey yok. Hukuken ve siyaseten, yine kapalıyız. Elimizde, bu sistemin beyni, yönetim kadrosu, uygulayıcısı ve etkin elemanlarına ait, beş yüz yetmiş kişilik bir liste var. Hepsini öldüreceğiz.
“Beşyüz yetmiş kişimi?’’ dedi Özlem Müfettiş.
“Evet, doğru duydunuz. Bunun başka yolu yok, bunlar nefes aldıkça, bu ülkede sağlıklı nesil yetişmeyecek. Bir hafta sonra saldırıya geçeceğiz. Bunlara hizmet eden binlerce şerefsiz var ama ana damarları kesilip destekleri kalmayınca, sesleri çıkmayacaktır. Zaten, birçoğu korkusundan yardım ve yataklık ediyor bunlara. Bu operasyondan sonra, toparlanmaları uzun sürer. Onlar toparlanmaya çalışırken, kalelerini tamamen ele geçirmiş oluruz. Kımıldasalar haberimiz olur. Bu sefer de, Ülke dışında güçlenip geleceklerdir. Bu Ülkenin yakasından kolay düşmezler, topraklarımızın sahibi olduklarını zannediyorlar ve istediklerini tam olarak alabilmiş değiller. Bu savaşa her zaman hazırlıklı olmalıyız, hep genç kalmalıyız. Biz yaşlandık artık. Size ve sizin yetiştireceklerinize, varlığınızı bilmeseler de, bu milletin ihtiyacı var. Şimdi gidebilirsiniz. Toplantı bitmiştir. İyi düşünün ve kararınızı verin. Yarın öğlen yemeğinde buluşuruz’’
“Karar verecek bir şey yok’’ dedi Azap, Özlem Müfettişe baktı. Başıyla onaylayınca, Azap devam etti sözlerine;
“Tüfek adına çalışmaktan gurur duyarım.’’
“Ben de bu yapılanmanın Mensubu olmak istiyorum. Babamın uygun gördüğü ve içinde olduğu bir teşkilattan uzak kalamam. Tek ricam, bana babam ve teşkilatı anlatmanız.’’
Başını yukarı aşağı sallayarak ve tebessüm ederek cevapladı Necdet;
“Gururla yaparım bunu, babanı bir de benden dinle.’’
Aynı anda hepsi ayağa kalktı ve yüreklerinde bir heyecan, nemli gözlerle bir birlerine bakarak, bir sonraki toplantıda buluşmak üzere toplantı salonundan ayrıldılar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.