HİÇ- 0000
Bir kaç ay kadar önce taşınmış olduğu tek odalı evde öyle bekliyordu. Bu gün ne evden çıkmayı ne de evde birşeyler yapmayı göze alamıyordu. İstek duyduğu bir şey de yoktu. Pencerenin sağında bulunan masaya yakın bir yerde ayaktaydı. dalmıştı. Başını dışarıya doğru çevirmişti. Karşı tarafta en az üç tane büyük ağaç vardı. Ağaçlarla pecere arası elli altmış metre kadar mesafede olmalıydı. Ağaçlarla pencere arasındaki yer ise yeşil çimenlikti. Karşı tarafta iki kat olan evlerin üzerinden arkadaki ormanın bazı ağçlarının tepeleri görünüyordu. Bazı zamanlarda uzaktaki ağacın birinin ya tepesinde ya da her hangi bir dalında bekleyen bir kuş olurdu. Dikkatli bakıldığında kuşun hiç kıpırdamadığını donmuş gibi durduğunu seçmek mümkündü. O tek kuşu uzun uzun seyrederdi. O an kendi de bir kuş olurdu hayalinde. Sonra dalıp giderdi kuş. Hatta düşünen bir kuş olmayı daha çok isterdi. Belki o zaman iyi bir yer arardı kendine. Bu düşünen kuş olma işine pek karar veremedi. Sonra başka şeylerle uğraşırken dalar ve unuturdu kuşu. Yeniden aklına geldiğinde tekrar pencereye doğru gider ve kuşun orada olup olmadığına bakardı.
Bazı zaman gitmiş olurdu kuş. Buna biraz hüzünlenirdi. Ormana varmadan az beride bir de dere vardı. Küçük çayda suyun akıp akmadığı bile belli olmuyordu bakıldığında. Her zaman su içinde bir kaç ördek bulunurdu. Oradan geçerken yine su kenarından suya atlayan kurbağalar görmek de mümkündü. Ne zaman oradan geçse durur seyrederdi o manzarayı. Karşı tarafa, ormana geçmek için belli aralıklarla küçük nehirle orman arasında yaya köprüleri vardı. Ormanın içinde kıvrıla kıvrıla giden bazen incelen bazen genişleyen toprak yol vardı. Toprak yolda yürümek çok iyi geliyordu. Orman içinde yürürken yol kenarlarındaki çalıların içinden bir fare çıkar ve hızla başka bir yöne kaçardı. Ya da sık sık, bir sincap görünürdü, çam ağacında oynayan. Durup seyrederdi sincabın daldan dala atlayışını. Bundan başka çeşitli kuş sesleri duyulurdu. Şehrin hiç bir gürültüsünün duyulmadığı orman içindeki sessizlik hem iyi gelir, hem de anlamadığı bir hüzün hissettirirdi. Artık nerdeyse hiçbir yerde toprak yol bırakılmamıştı. Şehir içindeki yaya yolları beton, asfalt ya da taşla kapatılmıştı. Hatta bazı orman içindeki yolları bile asfalt veya betondan yapılmıştı.
Evlerin önündeki küçük bahçelerin içindeki, bir kaç adımlık yeri de, beton ya da taşla kaplanmış olarak görmek mümkündü.
Durumda bir değişiklik yoktu. Bir yol bulmalıyım diye düşünmeden de edemiyordu. Bunun nasıl birşey olacağı belli değildi. «Mutlaka bir şeyler olmalı» derken dişlerini sıkıyordu. Böyle zamanlarda oturuyorsa kalkar, ayakta ise oraya buraya yürür ya da bilinçsizce birşeylerle uğraşırdı.
Güzel bir yaz günü havasıydı. Vakit öğle sonra olmalıydı. Haziranın onbeşi-yirmisi falandı. Aslında zaman kavramı önemsizdi. Nasıl olsa bir şeyin değişmeyeceğini kabullendiğinden, plan yapamıyor, öyle bir beklentiye de girmiyordu ama acısı vardı. Şu an etrafta onun göremediği ve fark edemediği küçük şeyler olmaktaydı. Küçük şeyleri önemli sayardı aslında. Hayatın önemli bölümlerinde küçük şeylersiz olamazdı. Küçük şeyleri yaşamı tamamlayıcı bulurdu. Fakat yaşam için gerekli olan o küçük şeylerin gittikce azalmakta olduğunu anlıyordu.
Birinci katta bulunan tek odalı evin balkonu da vardı. Balkon olmasına seviniyor olsa da, balkona çıkıp bir kere bile oturmamıştı. Balkonda oturup çay içmeyi çok düşünmüştü. Sade düşünmüştü bunu. Sigara için balkona çıktığında etrafı seyrederdi uzun uzun.
Şu an, yeşilliĝin üzerinde kelebekler, arılar ve bazı böcekler oradan oraya
uçuşuyor olmalıydı. Karşıdaki büyük mazı ağacının solmuş bir yaprağı hafif bir rüzgarla dalından kopmuş aşağıya doğru uçuyor olabilirdi. Belki bir ihtiyar köpeğini gezdirdikten sonra eve doğru giderken, köpeğiyle sohbet ediyor olabilirdi. Bir kadın dışarı sermiş olduğu çamaşırları toplarken, bir şarkı mırıldanıyor olabilirdi...
Onun şu anki durumu ise başkaydı. Bu yüzden baktığı yerdeki ağaçlar ve diğer bütün küçük büyük ayrıntılar ve geniş yeşil alan da dahil, herşey donmuş olmalıydı. Hiç bir ayrıntıyı görmüyor gibi duruyordu. Bir çıkar yol bulamamanın sıkıntısı gittikce sarsıcı bir hal alıyordu.
Vakit akşama doğru ilerlemiş, etraf sessizliğe teslim olmuştu. Ne oynayan çocuklar, nede konuşan insanlar yoktu ortalıkda artık. Ara sıra uzaktan gelen böceklerin ötüşü duyuluyordu sadece. Biraz önce ölüm hakkında düşünmüştü. Ölüm hakkında düşünürken, yine başka şeylere dalıp gitmişti. «Ben» diyecekti fakat, sonra farkında olmadan başka şeyler girmişti araya. Farkına vardığında ise «düşünmek istediklerimi bile bir sıraya koymayı beceremiyorum» diye güldü.
İşte geçti hayat, içi boklu şu hayatta ne kaldı ki, demek istiyordu kendine. Ona göre en çok sıkıntı yaratan durum, hayatını istediği gibi istediği yerde ve istediği ortamda yaşayamıyor olmasıydı. Bu yüzden de içi boklu hayat demişti hayata. Çünkü şimdi anlıyordu ki, şu an yaşadığı hayat kendinin seçtiği bir tarz değildi. Ve bunca zaman sonra en normal şeylerin bile imkansız oluşunu nasıl anlayacağını bilmiyordu. Bu toplum içinde geçirdiği zamanda, görmeyen, duymayan, dokunmaktan ve göz göze gelmekten korkan, çekingen biri oldum diye düşünüyordu kendi hakkında. Görülmeyen ama varlığı anlaşılan, atmosferde hissedilebilen şey, «uzak dur, dokunma, ne arıyorsun burada? Git» gibi, şeylerden başka; kitaplar, resimler, gazeteler, filmler, oyunlar, hatta şakalar içinde de gizlenirdi bunlar. Bir kelimenin sadece bir harfinin okunması sırasında vurgulanabilen sanatsal kıvraklıkla yapılan incelikleri de anladıktan sonra, daha zorlaşmıştı nefes almak. Güneş bir uzaklık yansıtıyor ve bir türlü ısınmıyordu içi. Bu, politik atmosferde hiç eksilmedi. Sadece zaman zaman oynanan oyunun kıyafeti ve müziğinin notası değiştirildi. Dünyayı dar görmeye alıştırma kültürü başarılı oluyordu malesef. Dar görüşlü olmaktan bile gurur duyabiliyor insan. İnsanın bilinen özelliklerini
kullanma yetkisi güç, kimin elinde ise, istedigi kadar küçültülebilir insanı. Ve, küçüldükçe o, büyüklük hayaline kapılır. hastalıklı.
Ayrımcılık,ırkçılık, boş gurur, kendine tapma, hayatı, bir parti ya da kerhana gibi görme ve öyle yaşamak kültürü. Evet, küçülüyor insan. Ve neler yaptırılmaz ki insana, bu da bilinir. Kullanıcının amacına, vicdanına bağlı çoğu şey. Eşitlik gibi bir ütopi, seçilmiş zamanda ve yerde sadece söylenmeli. Ama ona inanmak gibi bir kabalığı yapanlara küstahlığını göstermeli aynı zamanda. Eşitlik kadar korkunç bir şey olamaz. Özgürlük eşitliğin karşıtıdır zaten. Bir insan kendini altta görüyorsa bu iyi. Bu özgürlüğe dokunmamalı. Ama tersi de önemli, hatta çok önemli. Rahatını bozmamalı kulların.
Geçmiş tarihlerde, zaman zaman «toplu intihar» girişimleri olmuştur. Bu bilinir. Ve herşey alt üst edilmişti. Kıyamet gibi. Yakıldı, yıkıldı, kazanıldı ve kaybedildi. Herşey kaybedildi sonunda. İnsanın kendi tanrılığı bir işe yaramadı.Tanrılar da ölmüştü sonunda. Sonra, yeniden kazanmak ve insana bunun ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini öğretme işi, insanalara yeniden boyun eğdirme işi asırlar aldı. İntihar ateşi kolay kolay sönmüyor, derine işleyince. Tanrılarda ölürmüş. Herhalde bu da kaçınılmaz bir şey olmalı.
Pazar ekonomisinde «Kapitalizm» insanın değeri diye bir şey olamaz. Başka bir deyişle, insan da diğer hammadde gibi pazar malı olarak görülür. Alınır, satılır, kullanılır ve çöpe atılır sonunda.
Bunu bir yerden hatırlıyordu. „Ya sürüye katılırsın ya da sürünürsün» dedi, ve kendi kendine güldü. Sandalyeden kalktı. Küçük odayı gözden geçirdi. Mutfağa doğru yürüdü. Küçük mutfakta eşyalar düzensizce atılmış gibi duruyorlardı. O düzensizliği ve yerde sürünmeyi kendi yaşamına benzetti. Evet herşey ne de uyum içinde. Bu dağınıklık benim hayatım dedi. Bu bozuk durum için pek canını sıkmadığını anlıyordu. İçinden düzelteceğim de demiyordu artık. Hiç birşey yapmayacağını biliyordu.
Bu gün öyle sonu eve gelirken üçkırkdokuza aldığı şarabı açmak için yerden aldı.
Şarabı açmaya uğraşırken, «çıkıp biraz dolaşsam daha iyi olmaz mı, neden hep de aynısını yapıyorum ki. Bir anlamı var mı bu yaptığımın.» diye söylendi. Şarabı su bardağına doldurup büyük bir yudum aldı ve yeniden gidip sandalyeye oturdu. Şarab şişesini sandalyenin ayağının dibine bıraktı. Pencereye dönük duruyordu. Sonra, kendi kendine gülerek, «Nasıl da bir hapislik bu, inanılacak gibi değil. Gerçekten ceza almış biri gibiyim. Sanki bütün şehrin yaşayanları beni yalnız bırakma konusunda anlaşmışlar ve o yüzden böyle. Hem acıklı hem de komik bir durum bu, ama gerçek malesef. Ben de artık bu yeri bu ülkeyi, bu şehirde, bu odada yaşamayı açık bir hapishaneye benzetiyorum. Etrafıma, görülmez, kalın camlarla duvar örülmüş. Kalın camın ardındaki hayata dokunamıyorum. Ya da o hayat beni kabul etmiyor. Ve böylece tek başıma koca şehirde özgür bir hapislik yaşıyorum.
Cezalıyım.
Pencerden dışarıya doğru yeniden dalgın dalgın baktı ve bu durumu, çölün ortasında beklemekten başka yapacak bir şeyi olmayan bir insanın umutsuz haline benzetti. Eskiden otobüsler’le metrolar’la yolculcuk ederken, yaşlı insanları gördüğünde seyrederdi onları, yüzlerine, yüzlerinin çizgilerine ve bir de gözlerinin içine doğru bakardı. Onların neye baktıklarını ve ne gördüklerini bilmek isterdi. Hatta daha da önemlisi, neler düşündüklerini merak ederdi. Aslında, onların ölümü beklediklerini düşünürdü. Yaşlıların o çökük ve kederli yüzlerinde geride kalan, bitmeye doğru hızla yaklaşan hayata, kızgınlıklarını ve düşmanca kin duyduklarını belli ediyorlardı. Sanki yüzlerindeki çizgiklerde bunları okuyordu, ya da öyle sanıyordu.
Ara sıra ölüm hakkında düşünüyordu. Bu konuda düşünmek ürkütücü gelmiyordu ona. Bir odalı evimde bazen nasıl vakit geçireceğimi bilemiyorum. Günlerce dışarıya çıkmadığım da oluyor. En kötüsü bavulumu alıp da geri dönüp, bakmadan gidemeyecek durumda olduğumun farkında olmak.
Şöyle bir hayatım olsun istermiydim?
Zengin olsaydım. Büyük bir evim olurdu, belki villa. Etrafı büyük ağaçlarla kapatılmış, dışarıdan baktıldığında görülmez ve birşey anlaşılmazdı. Bu hassasiyet ve anlayış, fakirlerin görüp de kıskanmamaları ve üzülmemeleri için olmalı. Zengin evlerinin büyük bahçeler içinde oluşu ve etrafı ağaçlarla sarılmış olması bu yüzdendir, her halde. Aç ve fakirlerin gözlerinden uzak kalması için düşünülmüştür. Her şehrin bir zengin semti olur. Ve orada ağaçlar arasında gizlenmiş gibi duran büyük bahçeli, havuzlu, çiçeklerine bakan bahçıvan, diğer hizmetler için başka kişiler olmalı. Yirmi dört saat emir ve isteklere hazır bekleyen hizmetçiler, «onlar da insan soyundan gerçi ama, hizmet için yaratmış tanrı onları, tanrının seçilmiş kulları için, her istediklerini hemen yerine getirecek durumdalar» Özel yerlerden alınmış malzemelerle özenerek yapılan yemekler. En küçük eşyanın bile tozları alınmalı her gün. Tanrının bu çok değer verdiği zengin kulları bu kadarını da hak ediyorlar.
Tarihin daha gerilerine gidildiğinde, bir kralın övgüsünü kazanabilmek büyük bir kahramanlık sayılmakla birlikte, tanrının elinin ona uzanmış olduğu anlamına gelen kutsallık görülür. Krallar tanrıya en yakın sayılırlardı ve kabul edilirlerdi tarihte. Onların vicdanlı davranışları tarihe geçerdi. Tanrı önce krala söylerdi kullarına ne iletmek istediğini. Sürü ise kabul ederdi herşeyi, ölmeyi bile kralı için, ya da onun sözde yüce şerefi için. Krallar bazı savaşları sebepsiz, keyfi veya gururdan çıkarttıkları bilinir. Kralın keyfi için ya da gururu için binlerce insancık ölerek kahraman olabilirdi tabii. Tarih ve kanlı savaşlar kralların adıyla anılır. Her macaraları roman olur. Köşk yaşamını ve orada yaşayan hizmetçilerden başka, metresleri ile yaşadıkları
aşklar da romanların konusu olurdu.
Tanrının krallara lütfettiği bu zenginlikle onlar lüks içinde yaşamaktaydılar. Çünkü tanrı o kullarını sevmişti bir kere. Bu yüzden de onlara lütfetmiş o zenginliği. Sadece zenginliği değil, aynı zamanda sevgili kullarının zenginliklerini ve popolarını sürekli koruyacak olan o gücü, yani devleti ve onun işletmesini de tanrı onları korumak için bağışlamıştı. Ne iyi.
Diğer yandan, tanrı küçük kullarının krallara ve onların devletine nasıl boyun eğmelerini, nasıl tapmaları gerektiğini de, onları eğitici, inancı ve eğitimi temsil edenlere söylemişti.
Şehirde yaşayan herkes bilir böyle ayrıcaklı yerlerin olduğunu ve belki de hayal kurar çokları onlar gibi yaşamayı. Fakirlerin yerleşim bölgeleri ise oldukça iç içe, nerdeyse üstüste, hiç bir estetiği olmayan beton binalarda, fareler gibi doldurmuşlar. Bu farelerin yoksulluğu sayesinde diğerleri yaşıyorlardır her halde. Belki bunu da böyle tanrı istemişti. Daha da kötüsü farelerin bu durumu normal görmeleri, kabul etmeleri hatta bu kötü kaderlerini savunmaları için, her tür ilaç ve malzeme kullanılıyor. diye düşündükten sonra.
Evimde hizmetçiler olurdu. Hizmetçiler güzel olmalıydı. İstediğim an düzebilme rahatım olmalıydı. Güzel hizmetçi istediğim her an donunu bana sıyırmalıydı. Bundan başka değişik orospular getirtirdim eve. Bol bol şampanya içilirdi. İşte böyle eğlene eğlene ölüme giderdim. Ölümün yaklaştığını, geldiğini bile anlamazdım bu durumda. Belki büyük bir ihtimal de, orospunun birinin üstündeyken bir gün kalbim durabilirdi. Ne güzel.
Nadya’yı aramadım. Nadya bana ilgi göstermişti. Ben ise ona kesin bir karşılık vermemiştim. Yine de davetlerine, evine gitmiştim. Şarap içip dans etmiştik. Ah Nadya, kaç ay oldu aramadım seni, en son beni altı ay önce aramıştı. Şu zaman nasıl da geçiyor.
Nadya ukranyalı bir kadındı. Kırk beş yaşındaydı. Utangaç bakışından yaşı belli oluyordu. Çok zayıftı. Çok içiyordu Nadya. Daha onu ilk tanıdığım akşam farketmiştim bunu. Bir almanla evlenerek Almanya’ya gelmişti. Birinci kocasından olan oğlu, o sıralar daha dokuz yaşındaymış. Şimdi onyedi yaşında olmalı. Nadya Almanya’da zengin bir hayat sürdüreceğinin hayalini kurmuştu hep.
Almanya’ya vardığında istediği gibi giyinebileceğini, dünyanın her yerine gidebileceğini, iyi bir evde oturacağını ve daha başka kim bilir ne hayaller kurmuştu. Kapitalizmde herşeyin mümkün olduğunu, parayla sahip olunmayacak şeyin olmadığı anlatılmıştı ona. Kapitalizmde zenginlik olduğu söylenmişti, çok zenginlik olmalıydı kapitalist devlette. Ayrıca, insanlar eşit ve herşey adaletli olmalıydı. Nadya’ya göre aklı çalışan her insan paraya sahip olabilirdi kapitalizmde. Parası olmayan fakir olanlar ise, akıllı sınıfına girmiyorlardı. Belki de akıllı olmayanların sayesinde «akıllılar» zengin olabiliyorlardı.
Nadya çok içiyordu. Sarhoş olduğunda ise herşeyi filitresiz anlatmaya başlıyordu. Anlatırken bazı yerlerde ağlıyor, sonra da ağladığına utanır gibi gülüyordu. Hem gülüyor hem ağlıyordu. Belki de kaybettiği, daha doğrusu sattığı onuruna ağlıyordu. Kim bilir. Bir keresinde alman kocasının kendisinden yaşlı olduğunu, bundan başka çok içki içtiğini, sarhoş olunca da Nadya’ya «Bak, seni Almanya’ya ben getirdim. Ben olmasaydım bir köpek gibi aç kalacaktın. Bunu unutma!» dermiş ve daha bir sürü aşağılayıcı şeyler söylermiş. Nadya bu sıkıntılı hayatını iki buçuk sene çekmişti, ayrılana kadar.
Zaman geçip gidiyordu. Düşündüğüm ve yapmak istediklerimin çoğunu nerdeyse hepsine yakınını yapamadım. Çoğu şeyleri yapmak için itici gücü, hiç hissetmedim bile. Geçmişte ise, ileriyi görebilme yeteneğinden yoksun olduğumdan, kendimi bu günlere hazırlamayı da düşünemedim. Daha sonra, yani şimdi «iyi olur, yapmalıyım» diye düşündüğüm şeyleri de yapamıyorum. Kendimden hiç hesap sormuyorum. Hesap sorulacak sorunlar öyle havada bir yerde duruyorlar. Bu yüzden kendimi hem yorgun, hemde güçsüz hissediyorum. Nadya’yı da aramadım. Şimdi yıllar geçti.
Nasıl da geçiyor şu zaman diye düşünürken, hüzünlendiğimi farkediyorum. Bazan bir yabancı gibi, bir hayal gibi geliyorum kendime. «Elimden birşey gelmiyor» düşüncesine sığınıyorum. Hakikaten elinden birşey gelmeyen, korkak ve beceriksiz biri miyim? Ne bok olursam olayım, yerinden kımıldayamayan bir solucan gibi ayakaltında kalarak ezileceğim. Cesaretimin bu kadar kıt olduğunu hiç tahmin etmezdim. Kendimi ve bir sürü diğer özelkliklerimi de iyice öğrenmiş oldum
bu ara. Gene de içten bağlıymışım şu hayat denilen şeye, bunu da farkediyorum. Ve ben ayrılmak istedikce inadına güçleniyor bu duygu içimde. Bu duruma hem kızıyorum hem de utanıyorum. Bunun nereye varacağını ise kestiremiyorum.
Herşeye rağmen zaman geçiyor ve içinde ufak tefek sevinecek şeyler de oluyor. Bunun yanı sıra değişmeyen isteksizliğim de sürüyor. Hala yaşıyorum. Beceremediğim hayat hep aynı. Yalnızlık da başımın üstünde duruyor.
Nerdeyse her gün şehre doğru yürüyorum. Herhangi bir işim olmadığı zaman da öyle yapıyorum. Bu şehirden kurtulmak istiyorum, bunu gittikce daha çok istiyorum. Bir çıkış yolu göremediğim için boğulacak gibi oluyorum. Bir an bu düşünceyi atmaya çalışıyorum. Kısa bir aradan sonra yeniden aynı düşünce içinde yüzdüğümü anlıyorum. Bütün mutsuzluğumu bu şehirde olmama bağlıyorum. Artık her olumsuzluğun sebebini yine bu şehirde olmama bağlıyorum. Sonra, bütün bunların saçma ve aptalca şeyler olduğunu söylüyorum kendime. Olsun, aptalca da olsa, yine bir yolunu bulmalıyım. Beni mutsuz eden bu şehirden uzaklaşmalıyım diye düşünüyorum.
Ara sıra bu şehirden kurtulacağımın hayalini kuruyorum. Aslında böyle hayelleri kurmama bir nevi göz yumuyorum. Hayalimde, dağa sırtını dayamış küçük bir kasabaya yerleşiyorum. Deniz kasabadan gözükmüyor, ama kasabanın arkasındaki küçük dağa doğru çıkıldığında, daha tepeye varmadan, orta bir yerden bakıldığında
denizi görebilmek mümkün. Denize uzak olmam sorun değil diyorum kendime. Dağlar var karşıda, orman var. Bana ait bir küçük bahçem de var. O bahçede domatesler yetiştiriyorum. Ellerimi sürünce kokuyor. Kırmızı beyaz güller ve adını bilmediğim başka çiçekler de bulunuyorlar bahçenin etrafında, onları seviyorum. Ellerimi sürüyorum onlara gelip geçerken yanlarından. Olmayan sevgilim de beğenirdi herhalde bahçeyi ve çiçekleri, diye düşlüyorum. Dut ve incir ağaçları da var. Kuşlar gelip konuyorlar dallarına. Gidip gidip yeniden geliyorlar. Hem yiyor hem ötüyorlar, konuşuyorlar kendi dillerince ve ben onları seyrederken dalıp gidiyorum.
Fısıldar gibi hafif esen rüzgar, bir yorgunluğu da getirmiş gibi. Bahçedeki tahta haymada uzanmadan önce, derin uykunun benliğimi yavaş yavaş sarmaya başladığı sıra, aşkı düşünüyorum. Neden olmadığını. En güzel aşkın ancak romanlarda olabildiği geçiyor aklımdan. O güzelliğe dalmışken kaygısızca bırakıyorum kendimi. Bir tüy hafifliğinde dalıyorum. Hatta derin bir uykuya dalıyorum.
Düşümde, uzak ve hiç tanımadığım bir şehirdeyim. Kimseyi tanımıyormuşum bu şehirde. Neden burdayım, nasıl gelmişim buraya, ne arıyorum ben buralarda diye soruyorum kendime. Deli gibi, sarhoş gibi dolaşıyorum caddelerde. Birşeyler olmuş bana, ama ne olduğunu anlamıyorum.
Neden bu şehirdeyim? Bu ülkenin başka şehirlerinde de kalmışım. Hatta çocuk yaşta ben bu ülkenin bir şehrine gelip de yerleşmişim. Bütün bunların nasıl olduğunu bilmiyorum. Sıkıntıdan patlıyorum. «Neden kimseyi tanımıyorum» diye kendi kendime söyleniyorum. İnsanlarla dolu caddelerde yürürken, beni tanıyan birine rastlamıyorum hiç. Belki delirmişim. Bağırıyorum. Kimse dönüp de bakmıyor bile. Bunun bir rüya olabileceği geçiyor aklımdan. Birden yüksek bir binanın üzerinde buluyorum kendimi. Oradan aşağıya bakıyorum. Bir tek insan bile görünmüyor. caddeler kaybolmuş. Uzakta, çok uzakta sisler içinde dağların sivri tepeleri görülüyor. Başım dönmeye başlıyor o an. Yüksek binadan aşağıya doğru düşüyorum. Birden uyanıyorum. Çok korkmuş olduğumu anlıyorum. Hafif bir titreme ile kendimi şehrin bir yerinde, bir kahvede, ırmağın kenarında buluyorum. Daha güneş batmamış. Hava soğuk değil. Kalkıp eve doğru yürümeyi düşünüyorum.
İsteksizim.
Yavaş yavaş doğruluyorum. Bütün bunların bir rüyada olmuş olmasına az biraz seviniyorum. Yine de etrafıma bakıyorum. Tekrar dalıyorum. Kuş sesleri ve ağaç yapraklarının hafif esen rüzgarla şıkırtısını duyuyorum. Olmayan sevgilimin güzel ve gülümseyen yüzüyle karşılaşıyorum. Bana gülümseyen yüzüyle ellerini uzatıyor. Elleriyle yüzüme dokunuyor. Bir şey söylemeden yaslanıyor. Öyle olunca sözcüğe gerek kalmıyor.
Kalkıp çıplak ayaklarımla yürüyerek bahçeyi yavaş yavaş dolaşıyorum. Yüzümü serin suyla yıkıyorum. Kendime verdiğim sözü hatırlayınca bırakıyorum düşlemeyi. Çocuksu ve gülünç buluyorum bütün bunları. Üzülüyorum. Böyle abtal şeylerle kendimi aldattığımı söylüyorum. Bu şehirden kurtulamayacağım korkusu daha ağır basıyor o zaman. Bu sıkıntı beni boğacak gibi gizlice boğazıma sarılıyor. Kendime, böyle hayelleri ve diğer olmayacak diye bildiğim hayelleri de yararsız gördüğümden yapmamayı tavsiye ediyorum. Yine de yaparsam bir sürü küfrediyorum. Artık her hangi bir şeyi hayel ederken, kendime verdiğim söz aklıma gelince, hayalim bozuluyor. Bu kendiliğinden oluyor. Sonra bu şehirden kurtulamayacağım korkusu yeniden boğazıma tıkanıyor.
Bu korku, bütün diğer korkularımı geçiyor ve en zoru olmaya başlıyor. O zaman ayaklarım gevşiyor, bütün gücüm bir anda uçup gidiyor sanki. Dökülüp kalıyorum.
Güçsüz ayaklarım kendiliğinden eve doğru hareket ediyorlar. Odamda olmama seviniyorum. Çaresizliğe ve yalnızlığa küfrediyorum. Yapacağım hiç birşey aklıma gelmiyor.
Hep küfrediyorum.
Hiçbir şeyin olmayacağı, değişmeyeceği, çoğu şeylerin ise tekrar tekrar olma olasılığına inancım güçlenmişti. Bazen kaderimin böyle olduğuna, ne yaparsam yapayım değişmeyeceğine inanmak istiyordum. Bu düşünceyi hem abtalca buluyor, hem de olurluğuna inanmak istiyordum. Diğer yandan ise, böyle birşeye inanmak, herşeyi bırakmak ve teslim olmak demek olacağının korkusu da var. Doğrusu ne düşüneceğimi kestiremiyor, öyle farklı düşünceler arasında bocalıyordum.
Sıkca hayalde yaşıyorum.
Yine hayalimde bir köye yerleşiyorum. Kendime ait bir evim var, evimin önünde bahçe, hava nerdeyse hep güneşli, güzel. Etrafım tabiat, karşıda dağlar. Kuş sesleri duyuluyor. Küfür ederek yapacağım bir işim yok. Aptal sorular sorulmayacağı kesin. Kimsenin aklına bile gelmez zaten öyle sorular. Kötü bir mektup beklemiyorum, gelmez. Yakınımda bir kaç komşum var selam verdiğim ve bana selam veren. Böylece yaşadığımın farkına varıyorum.
En sık bu hayali düşünüyorum ve kaldığım yerden devam ederek yürütmem gerekiyor. Belki.
Bir kaç gün sonra.
Uyuyamadığı geceden sonra kalktığında kendine bir kahve yapıp oturmuştu. Kahveyi içerken birşeylere dalıp gitmişti. Kalem ile masada duran bir defteri bilinçsizce karalıyordu. Dalgınlıktan çıktığında odanın içini yavaşca gözden geçirmeye başladı. Yapılacak bir kaç ufak işlerin olduğunu gördü ama bir şeye el sürmeyeceğini de biliyordu. Kahveyi içtikten sonra kitap okumayı denedi olmadı. Kalktı yürüdü evin içinde. Herşeyi tek tek inceliyordu. Gözüne çarpan bazı eşyalar vardı onları yerleştirmek lazım diye düşündü ama yine de hiçbir şeye dokunamadı. Pencere kenarında duran küçük eşyaların ne zamandır kendisinde olduğunu ve hatta nasıl ve nerden almış olabileceğini hatırlamaya çalıştı. Ah bu yalnızlık diye içini çekti sonra. Hiç bir şey yapmadan öyle dalıp dalıp yeniden kendine geliyordu. Bazen biliçsizce birşeylerle uğraştığı da oluyordu.
Zaman akşama doğru ilerlemişti. Artık giyinmek için kalktı. Evden caddeye çıktığında yağmur hafif hafif çiseliyordu. Hangi yöne doğru yürüyeceğine karar veremediği için çok yavaş gidiyordu. Bütün gün boyunca yağmur yağmış olmalıydı. Yerler ıslak ve soğuktu. Hava da, caddeler de, kimsenin olmayışında, durmadan yağan şu yağmurda, ağaçların yapraklarını dökmesinde, herşeyde bir yalnızlık, bir hüzün vardı ona göre.
Bunları düşünürken içine bir titreme geldi. Tüyleri diken diken oldu. Zaman akşama doğru ilerliyordu. Sanki herşey yıldırım hızıyla ilerliyordu ve herşey yine yıldırım hızıyla yok olacaktı. Konuyu değiştirmek istedi olmadı. Tramvay durağına yaklaşmıştı. Çiseleyen yağmurun altında acele etmeksizin durağa doğru yürüdü. Durakta bekleyenler vardı. Hepsi de yağmurdan korunmak için camdan çatının altında duruyorlardı. Adam durağa vardığında durdu. Bekleyenlere doğru baktı. Bekleyenler arasında bir konuşma geçmiyordu. Herkes sessizce kıpırdamadan duruyordu. Ara sıra bazıları başını döndürerek tramvayın geleceği yöne doğru bakıyordu. Çoktan beri kimseyle tatmin edici bir sohbet edememiş olduğunu düşündü.
Bir tanıdığa gitmek için çıkmıştı evden. Buna az bir şey seviniyordu. Belki de içini dökmek için bir fırsat olabilirdi, kim bilir. Yine de her an bu kısa yolculuktan vazgeçebilirdi.
Tramvay raylarda gıcırdayan tekerleriyle gelmekte olduğunu belli etti. Herkes kafalarını tramvayın geldiği yöne doğru çevirdi. Küçük kalabalıkta bir kıpırdanma başladı. Adam en arkada durduğundan tramvayın en arka giriş kapısını hesaplayarak bekliyordu. En arkaya oturup o hafif hafif çiseleyen yağmurun altındaki caddeleri, evleri, sokak lambalarını, o hüzünlü havayı, bir şiir mırıldanır gibi seyredecekti. Ağlamaklı bir hal alıyordu içi. Tramvay dolu değildi ve en arkada oturma yerlerinden biri boştu. Oturduğunda hemen kafasını geriye doğru çevirdi. Islak caddeyi, tek tek ağaçları, yağmurun yağışını ve bazı evlerin camlarına yansıyan paslı gibi ışığı görüyordu. Tramvay giderken geride kalan caddeleri ve yağmurun yağışını izliyordu. Yağmurun yağışı aklına geldikce hüzünleniyordu.
Akşam karanlığı yeni başlıyordu. Cama düşen yağmur damlalarının yuvarlanarak aşağıya doğru iz yaparak inmesini izliyordu. Engel olamadığı bir iç çöküntü yaşadığının farkındaydı. Bu durumunu ise, suda boğulmak üzere olan bir insanın umutsuzca batıp batıp çıkmasına benzetiyordu. Geride kalan evlere ağaçlara bakarken, camdan aşağıya doğru yuvarlanarak dökülen yağmur damlalarının
gözyaşı olduğunu düşünüyordu. Ben ağlıyormuşum gözlerimden yaşlar böyle akıyormuş diyordu. Sanki uzun bir yolculuğa çıkmış gibi, bu yolun bitmesini istemezmiş gibi, hemen şu an uçup da yok olmak istermiş gibi, sanki herşey onun dışındaymış gibi. Hafif bir uyku benliğini sarmaya başlıyordu. Cama düşen damlaların arasından kısık gözlerle geride kalan manzaraya dalgın dalgın bakmayı sürdürüyordu. Bazı pencerelerde ışık vardı. Sanki kendisi herşeyin dışıdaymış, sanki hiçbir şeye dukunamazmış.
Bu şehirden gitmeliyim, buradan mutlaka gitmeliyim, burdan gitmeliyim sözcüğü kendi kendine kafasında yenileniyordu. Bir yolu olmalı bunun. Mutlaka bir yolunu bulmalıyım. Yoksa beni deli edecek bu şehir. Bu düşüncenin hemen ardından ise, kalleş bir düşünce; ya yol yoksa gitmenin, ya gidecek yer olmassa, ya gidemezsen, diyordu.
Kısa izin
Gece saat bir sıraları havaalanına gitmeye hazırlanıyordu. Bir hafta gibi bir kısa izin olacaktı bu. Ama içinde anlayamadığı bir huzursuzluk vardı. Nerdeyse hiç uyumamıştı o gece. Tuaf bir gerginlik altındaydı. Sevinemiyordu bu yolculuğa. Odanın içinde o yana bu yana yürüdü. Yerde duran açık çantayı daha yerleştirmemişti. Pencereden dışarı doğru baktığında sokak lambasının ışığı karın dökülüşünü iyice gösteriyordu. Hem dışarı hem de içerisi bir sessizlik içinde yüzüyordu.
Sabahın erken bir zamanında ikibuçuk saatlik uçak yolculuğundan sonra isteksiz olduğu halde gelmişti bu başka şehre. Yaşama uğraşı verdiği şehir değildi bu şehir. Uykusuz geçen geceden sonra uçakta da az birşey olsun dalamamıştı. İç huzursuzluğu da geçmemişti. Oysa yan tarafında oturan kişinin ne kadar rahat uyuduğunu görmüştü. Diğer tarafta oturan iki kadın ise saatlerce yemek yapma marifeti üzerine sohbet etmişlerdi.
Dışarı çıktığında etrafa baktı. Kendini almaya gelecek olan kişi ortalıkta görünmüyodu. Çıkış kapısının solunda duvarın dibinde bir yerde durdu ve bir sigara yaktı. Etrafı yavaş yavaş seyretmeye başladı. Hala bir sevinç belirtisi yoktu. Orda bulunan birine adrese nasıl gidileceğini sorabilirdi ama haline bakılırsa sormayacaktı. Sonra otobüse bindi. Nere gideceğini tam bilmediğinden son durağa kadar gitmeyi düşünüyordu. Aslında ise hiç birşey düşünmüyodu. Hiçbirşey önemli değildi ve ne olacaksa olsaydı. Kendi içinde öyle bir derine inmişti ki, ordan bir daha çıkmak mümkün görünmüyor gibiydi. Çoğu şeylerin farkında bile değildi. Kendini almaya gelinmemiş olmasına hiç üzüntü duymamıştı. Tersine az bir şey seviniyordu buna.
Son durağa geldiğinde indi. Önce ne tarafa gideceğine karar veremedi. Aslında hiç de önemli değildi. Yine de bu küçük ayrıntıları düşünebildiğine şaşıyordu. Bunları düşünürken öyle dikiliyordu olduğu yerde. Kendine geldiğinde yürüdü. Biraz gitti ve durdu. Caddenin görüntüsü hoşuna gitmemiş olmalı ki, geri döndü ve ters tarafa doğru yürümeye başladı. Çok hafif yağmur dökülüyordu. Yağmurun yağmasına seviniyordu, yüzünü okşuyordu yağmur. Yüzünü havaya doğru çeviriyodu ki yağmur iyice yüzüne gelebilsin.
Uzun caddenin sonuna doğru gelmişti ki, hızla gelen bir otomobil ayağının dibinde durdu. Arabadan inen iki kişi adama doğru geliyorlardı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, bunların kendini almaya gelecek olan kişiler olduğunu anladı...
Birşeyin değişmeyeceğini, bunun için boş uğraşlardan vazgeçmesi gerektiğini aklından geçiriyordu. Kendi kendine söz geçiremediğine de kızgındı. Kendine verdiği öğütleri, yapması gerek diye kabul ettiği doğruları, başka yapılacaklar için karar almış olması da yürümüyordu nedense. Ayağımın altındaki toprak her an kayabilir diyordu kendi kendine. Bastığı yerler nasılsa onu kabul etmiyordu. Bunun farkındayım diye düşünüyordu.
Biriyle sohbet.
Dünya insanları, topyekün bir deliliğe doğru hızla ilerliyor. Bir çöküşün içindeyiz. Bu gözle görülecek kadar kesin. Geçmiş tarihlerde, insanlık bu günün kapitalizm dönemindeki kadar hızlı bir bozulma, kirlenme ve çürüme yaşamamıştır belki, diyordu. İnsanları bu çılgınlığa iten nedenler, gerçekten itenler, bir şekil kâr etme uğruna yapıyor bunu. Pazar ekonomisi sisteminde insan, kesinlikle bir pazar malı gibi görülür ve ona öyle yaklaşılır. Diğer yandan, dünyadaki bütün basın, -tv,gazete, internet- insanları deliliğe ve çılgınlığa adeta hazırlıyorlar. İnsanları baştan çıkartıcı ve yozlaştırıcı, bağlayıcı, korkutucu ve yine yok edici niteliğiyle hiç durmaksızın zehirini yayıyorlar. Sanki o yok olan ve batan herşey kendilerinin dışında, sanki kendilerine hiç birşey dokunamaz.
Gizli bir tanrılık gücündeler, büyüklüğündeler ve herşeyi bir tanrı gibi seyrediyorlar. Delilik ve yozlaştırıcı kültür bir yarışma coşkusuyla yapılıyor. Bu işleri yürütenler yaptıklarının çok iyi farkındalar. Hizmetlerinin karşılığını da alıyorlar elbette. Umursamaz bir durumda gururlanıyorlar kirlettikleri havadan. Bütün kültür de satılık ve bir pazar değeri var. Sahibi, finansa edeni, kuruluşları, bankaları, şirketleri var. İnsanın satamayacağı birşeyi kalmamış sayılır. Herşeyini sattı insan. Şimdi insan ve onun insanlığı da para etmiyor artık.
Bir kıyamete doğru yol alınıyor. Geleceğin en büyük belası ise, diğer şeylerle beraber artan nüfus, kirlenen tabiat ve kirlenmiş insanlık olacak. Bunun karşısında önemli bir çalışma yok. Ne beklenebilir? Onlar, insanları böcekleri zehirledikleri gibi «zehirleyerek azaltırız, gerekirse yok ederiz» diye düşünüyor olmalılar.
Ne yapmalı?
Dünyanın bir çok yerinde insanlar açlıktan kıvranıyor. Geleceği olmayan çocuklar. Satılan çürüyen insanlık. Diğer yanda çılgınlık, «değer» gibi gösterilen, adeta aşılanan sapık yaşam, bütün dünya basınında aynı. Vur patlasın çal oynasın. Ölülerin üzerinde dans et. Bu kıyametin içinde olmak değil mi. İnsan haytının bir anlamı bir değeri kalmamış. İnsan artık, düşünen, ayırdeden, acıyan, soru soran, iyiliği kötülüğü anlayan, seven, değiştirmek isteyen varlık olmaktan uzaklaşmış bulunmakta. Kendi kendine soran, düşünen, yine insan olmayı sorgulayabilen, kendini sorgulayan değil o artık.
Neden bu konuları açtığını ve bu kadar konuştuğunu anlamadı. Kedine kızgındı. Ağzını o akşam birdaha hiç açmadı.
Şehir
Şehre doğru yürüyorum.
Hayalimde kurmuş olduğum ama yaşayamadığım şu hayatı düşünüyorum. Bunu sayısız düşünmüştüm.
Artık, hayalimde kurmuş olduğum ama yaşayamadığım bu hayal hayatın da bittiğini anlıyorum. Bunun yerine ne gelecek. Hiç hayal kuramasam nasıl olacak diyen soru kendiliğinden gelip geçiyor. Hayat ve hayatın içindeki canlılar, kalın bir cam duvarın arkasında ceryan ediyor. Benimle o canlılık arasındaki bu kalın cam duvar, beni hayatın dışında tutuyor.
yağmur yağmıyor
ben ıslanıyorum
yağmur yağmıyor
ben pencerden
bakıyorum yola
gelen yok
sen yoksun
yağmur yok
yağmur yağmıyor
caddeler ıslak niye
yağmur yağarken herşey uzakta
yağmur ayırıyor bizi
yağmur yok
ben yokum
Eve doğru gidyordu artık ve yorulmuştu. Şehirde bir çok mazalara girip çıkmıştı. Bazı şeylere zevkle bakmış, nerdeyse alacakken, bana birşey lazım değil, ben nasıl olsa gideceğim diye içinden geçerken eli kendiliğinden çekiliyordu. Cebindeki parayı yokladı. Yemek yapmaktansa birşey alayım diye karar verdi sonunda.
yine bir hayal.
Bu şehirden ayrılmadan önce son gün şöyle olabilir.
En son evden çıktı şehire doğru yürüdü. Bu son yürüyüşüm, bu gerçek son yürüyüşüm olduğunu biliyorum diyordu içinden. Anlamadıĝı bir hüzün dolduruyor içini. Caddede her ayrıntıya bakıyordu yürürken. Sayısız yürüyüp geçtiğim bu caddeleri sonra hatırlayacağım, düşüneceğim diyordu.
“Her gün bir öncesinin devamı» demeyi sevmiyordu, bunu sıkıca duymuştu ve hiç hoşuna gitmemişti bu sözcük. İşin gerçeği ise malesef öyleydi. Hergün bir gün öncesinin devamı gibi uzayıp gidiyordu. Değişmeyen rutin. İnsanın elinden bir şey gelmemesi, hem de kendi hayatında günlüğünde, istemeye istemeye yaşanan hayat yorucu oluyordu. Bu yabancılaşmış bir hayattı.
Artık hafif bir mutluluk duymaya başlamıştı. Bu mutluluğun nedeni açık hapisaneye benzettiği bu şehirden ve bu yerden gitmeye karar verişiydi. Buna hazırlanma ve gitme ne kadar sürecek belli değildi tabii. Yine de bu düşünce ona bir ferahlık vermeye başlamıştı. «Belki iki yıl sürer hazırlanmam» diyordu.
Tuhaf şeyler düşünüyorum yürürken. Sanki hayatım hep böyleydi. Ben hayatın içinde değil de kıyısında yaşayarak geçirmişim zamanımı. Bir seyirci gibi baktım sadece camın arkasındaki hayatıma. Ve o hayatın içine bir şekil giremiyordum. Belirsiz anlamadığım bazı şeyler engelliyorlardı bunu. Bu ben olamam diyordum kendi kendime. Sonra kendime dönüp de, «Demek böyle aptal aptal yaşadım, yürüdüm zamanım olduğunda caddelerde, boş boş, boş hayaller kurarak“.
Her yer ve her şey aynı görünmüştü bana. Bu yansımayı aynı donuk ve değişmeyen tonda gibi hissettiğimi hatırlıyorum şimdi. Hiç değişim olmuyor muydu? Hangi şehre gittiysem aynı hal vardı. Sık sık yağan yağmur ve anında çıkan şemsiyeler. Nere baksan uyumlu görüntü. Bütün caddelerde çizilmiş olan yerlerde düzgün park etmiş arabalar da aynıydı. Aynı insanlar düzgün yürüyorlardı caddelerde. Giyinmiş oldukları elbiseleri de aynıydı. Konuştukları konular, ve icabında bana soracakları soru da yine aynıydı. Tepeden tırnağa bakışlar üşütmüştü beni hep. Hatta insanın rüyasına girip de öldüren düşünceler vardı bazılarında. Eşit ve uyumlu görüntü her şeye hakimdi. Öyle kalmalıydı. Gurur, övünme, kendini üstün görme canlı tutulmalıydı. Lütfen siz de uyun sürüye artık. İnat etmeyin.
Sonra aynı renk, aynı boy evler sırayla dizilmişti. Yeşil parklar, parklardaki çiçekler ve onların renkleri, boyları, ağaçların eşitliği aynı türleri, şehirin farklı yerlerinde polis arabalarının düzenli görüntüsü, kiliselerin zamanı şaşırmaksızın düzenli çalan çanları. Her zaman caddelerde dolaşırken fotoraf çeken bir kaç aptal turist olurdu. Radyo’da saat başı değişmeyen aynı can sıkıcı haberler. Şehrin en kalabalık caddesinde sürekli oyana bu yana yürüyen, tabancalı, coplu, bombalı ve kelepçeli polisler. Şehrin caddelerinde eksilmeyen anlamsız kalabalık. Bayilerde sırayla dizilmiş renkli gazeteler ve onların sürü için uydurulmuş, abartılmış, kışkırtıcı başlıkları. Küçük insanların küçük kalabilmeleri için uydurulmuş haberler. Diğer yandan en az kırk elli çeşit, etkileyici başlıklar ve renkler içinde illüzyon dergileri. Özellikle kadınları hedefleyen dergiler. Her şey için akıl veriyorlar. İnsan her ihtiyacını onlardan karşılayabilir. Ne iyi. İnsanları düşünme zahmetinden kurtarıyorlar. Böylece hayatları daha renkleniyor ve hafifliyor. Daha bununla da yetinmiyorlar. Evlere, posta kutularına rastgele doldurulan reklamların yanı sıra, haftalık bedeva dağıtılan şehir gazeteleri, her evin ya girişinde ya da posta kutularına, -lütfen posta kutusuna reklam atmayın- uyarısına aldırış etmeden sıkıştırılmıştır.
Neredeyse her yıl sonunu yalnız geçiriyorum. Kaç yıl olduğu aklımda bile kalmadı. Yıl sonu yeniden yaklaştı. Her yerde bunun hazırlığı olduğu görülüyor. Aslında hep aynı şeyler bütün bunlar.
Ben yalnız yaşıyorum. Hayatın her alanında yalnızım. Ara sıra bir kaç saatliğine birileriyle görüşüyorum, o kadar. Bazı akşamları televizyonu açıyorum ve kanalları zıplıyorum. Her yıl aynı şeylerin tekrar tekrar yayınlandıĝını farketmek hiç zor deĝil. Evde olduĝum zamanlar Noel hazırlıklarını televizyondan seyrediyorum. Nasıl hediyeler almalı, ünlüler ne yapmış, nereye gitmiş. Kim ne kadar milyon kazanmış. Her şey parlak ve yapmacık atmosferde. Klişe.
Yardım amaçlı gösteriler düzenleniyor. Orada tok ve zenginlerin vicdanlı davranışları, aç ve yoksullar için yapılan yardımlar, bununla beraber acıklı konuşmalar. En son Cumhurbaşkanının halka seslenirken çekilmiş tatlımsı ama içi boş sözleri. Katolik kilisesinin “din bankasının temsilcisi” Papa da, bütün dünya insanlarına senede bir, diğerlerinin yaptıkları gibi bayatlamış sözcükleri sadece zamana uyarlayarak sesleniyor. «Barış iyi olurdu» diyor. Hepsi aynısının devamı.
Bundan başka, bir çok ödüller veriliyor. Kim ne yapmış. Ne kadar iyi yapmış. Sanatçı, komedyen, yazar, ressam, müzisyen, modacı, gazteci; saymakla bitmez gibi görünen ayrıntılar. El birliği ile sürünün sürü kalabilmesi için çalışmışlar ve sürünün ürettiği baldan da bunun karşılığını almışlar. Yaptıkları eğlendirici, uyuşturucu, yozlaştırıcı ve yanıltıcı çalışmalarından dolayı ödüllendiriyor perde arkasındaki efendileri.
Hepsi de kısa aralıklarla televizyona çıkıyorlar. Gurur duydukları belli oluyor, çok gururlular. Hediyeler alınıp verilirken, hediye alan, veren ve diğer konuşmacılar, tam anlamıyla bir mastürbasyonu andıran, birbirini karşılıklı övücü konuşmalarla, mutlu gibi kahkahalarla uzayıp gidiyor. Büyük ve iyi döşenmiş lüks salonlarda, şampanyanın tonlarla tüketildiği yerlerde, herkes en parlak elbiselerini giyinmiş. Kadınlar açık dekolteleriyle neredeyse çıplaklar. Sanki göğüslerini ve götlerini açmak için bir yarış halindeler. Sanki her biri, zeus‘un kızı Athena gibi büyülü ve ölümsüzler. Halbuki bulundukları yer vahşi bir pazar ve onlar da bu pazarın orta malı.
Pazarda her şey bir yarış halinde yapılıyor. En pahalı takılarını takmışlar ve görüntüye girmek istiyorlar tabii. Sorulacağını tahmin ettikleri ya da bildikleri şeyleri, televizyon kamarasına dönük olarak söyleyecekleri en fazla iki cümleyi, mutlaka ezberlemiş ve aynanın karşısında sayısız defa denemişlerdir. Bu takımdaki sürünün en büyük tutkusu ise, yaptıklarını, taktıklarını, varlıklarını, kimlerle olduklarını birbilerine göstermek istemeleri. Bu, hastalık derecesinde bir tutku. Bunula da yetinemneyen bu orta sürüden ferdler. Yine kendi takımına gösteriş, alt sürüye ise örnek ve özenti olabilmek için, onlarca dergilerde boy gösterirler bütün yıl boyunca. Resimli ve parlak kağıda basılmış dergilerde; sözde birilerine akıl verirler çoğu da dergi yazarlarının uydurmasıdır zaten. Örneğin nasıl sex yapıllır, nerelerde heyecanlı olur, hangi krem, hangi sabun, hangi çukulata, elmayı nasıl ısırmalı gibi, köpek nasıl sevilir ve eğitilir. Hangi köpek berberi daha iyidir falan. Köpeği ne zaman bir berbere götürmeli. Böyle önemli konularda, alt sınıftaki hemcinslerini aydınlatıyorlar. Krem, sabun, şampuan firmalarından da bunun karşılığı olan çeklerini alıyorlar tabii.
Bütün bunlar olurken ben de, alt sürünün yaptığı gibi, televizyon karşısında otururken ve varsa bir bardak da şarap içerken. «Ne kadar da güzelmiş şu dünyada yaşamak» diye düşünüyorum. Ve ne kadar iyi insanlar varmış. Onlar olmasa nasıl güler, nasıl ağlarız. Zaten başka ne yapabiliriz ki. El birliğiyle birşeylerin üstü örtülmek isteniyor. Çürümüş kültürlerin insanı nasıl da yorduğu ve batmış olduğu bataklığı görmezlikten gelmeye çalışması, ya da kabul etmesi isteniyor insandan. Vur patlasın çal oynasın. Hep beraber, batan gemiyi, batmıyor gibi görmeye alışmalı ve dünyayı, bir dans, bir parti, bir eğlence ve büyük bir kerhane gibi, alınıp satılan şey gibi algılamalı. Paran kadar dünyan var. Ne kadar para, o kadar kerhane.
Her şey yarış haline getirilmeli. Çocukluktan aşılanmalı yarış ve açgözlülük. Öyle de yapılıyor. Herkes birbiriyle yarışmalı. Aileler, artisler, şarkıcılar, politikacılar. Yarış hiç bitmemeli. Sonra global yarışa geçmeli. Dünya o kadar büyük değil artık. Bir düğmeye, kabloya bağlandı dünya. Bütün bu gelişmeler kimin için? Ya da kim yararlanıyor bu hızlı gelişmeden? Bu bataklık nere varacak? Sezar bu günleri görseydi ne düşünürdü acaba?
Şehrin yaşamı hiç hızını kaybetmeden zehirliyor insanı. Daha çok da küçük insanlar zehirleniyor. Aslında sade onlar için havaya zehir katılımı yapılmış. Öldürmeden süründüren bir zehirlenme bu. Bu gizliliği, gizlice zehirlemeyi yapanlar bilir sadece. Bu zehiri ayırdetmek mümkün değildir. Ve bir tür vitamin yerine geçiyor küçük insanlara. Alışkanlık yapıyor küçük insanda. Artık o zehiri almadan yaşayamazlar. Bu dayatılan yaşam koşulları içinde yaşayan insanların, ya da başka seçeneği olmadığı için yaşayan insanın, sağlıklı kalması hemen hemen olanaksız sayılır. Söz konusu akıl sağlığıdır. Diğer yandan fiziksel olarak da sağlam olamazlar. Yaşam, tüm alanlarda, evden adımını dışarı attığın andan sonraki yaşam da, insanı çevreleyen koşullar, gönülsüz yapılan iş ve daha bir çok şeyler de insanı hasta etmeye yeter. Bu yüzden, bu zehirli kültürü üretmek çok önemli. Bu konuda sürekli, kontrollü ve uzun vadeli yatırımlar yapılmalı. Yapılıyor. Hem zehir üretilmeli, hem de bir çok aşılama yöntemi ile küçük insanlara verilmeli. Bu özgürlüğü tadmalı küçük insan. Özgür olmadan da kendini özgür gibi hissetmeli. Kültür bunun için gerekli.
Özgürlüğü sevdi mi insan bir kere, artık o kültür yaşar. Özgürce bağırır köleliğini. Çekinmeden yapar bunu. Günümüzün modern insanı artık böyle. Yani insan, gittikce insan olmanın temel özelliklerini kaybediyor. Artık o, düşünen, ayırd eden, sorgulayan, değiştiren, seven, acıyabilen biri olmaktan çıkıyor. Daha da kötüsü. İnsan, etrafında cereyan eden haksızlıklara, dünya açısından bütün insanlığı ilgilendiren durumlara, her gün kendi işini yaparken sebep olduğu haksızlığı da görmezlikten gelmeye alıştırılmış durumda. Bu aklın yozlaşması olmalı.
Başka altarnatif var mı? diye söylenirler bir şey sorulduğunda. Tabii, yoktur her halde, ona göre. Bu da kabullenmişliğin göstergesi sayılır. Kör bir ezber ile konuşurlar her konu üzerine. Ezber kültüründe düşünmek ve insanca iyi kalmaya çalışmak gerekmez. «Benim elimden birşey gelmez ki» denir sıkışınca.
Kabaca.aynı kör düşünceyle programlanmış entellektüel gevezelikler devam eder. Her şeyi bilir ve her soruyu kör düşüncesiyle yanıtlarlar. Doĝru düşündüĝünü iddia eder. Kim bilir, nelerin hesabını yapması empoze edilmiştir ona. Bu anlayışa göre yaşamak, eğlence ve parti demek anlamına geliyor. Gerisi yalan. Buna sahip çık. Sen akıllısın, entellektüelsin. Entellektüel beyninin içi etiketlenmiştir. Yanılman yada yanlış düşünmen nerdeyse imkansız. Sorulan her soruya, zahmetsiz etiketler yol gösterirler. Etiketlerin ne yeri değişir, ne de yorumları. Kim ne derse desin. İnatla ve gururla savunur entellektüel çirkinliğini. Bilgisizliğini açığa vurmaz. Zaten efendisine „paraya“ hizmet kültürünün çabası, insanları dünya gerçeğinden uzak tutmak ve aynı zamanda, gerçeği söyleyenleri de aptal ve gülünç göstermek. Toplumu yanıltmak.
İnsana, dünyayı bir izin yeri, sahil ve „birbirini düzen insanların“ kerhanası gibi gösterme kültürüyle insanın acısını hafifletmeye çalışıyorlar, dünya medyası...sorun çıkarmayan insanlardan oluşumalı toplum. Yönetmeyi kolaylaştıran insanlardan olmalı.
«Senin için öldürürüm!» yazıyor afişte. İstasyonunn önünde ve yolun kenarında. Ayrıca şehrin değişik yerlerinde de aynı afiş asılı. Arabayla veya yürüyerek geçen herkesin görebileceği yerde. Dörtçarpıdört metre boyunda olduĝunu tahmin ettiğim bir fotograf. Bir kadın resmi, masum yüzlü, bir melek gibi saf görünümlü. «Senin için öldürürüm» yazıyor resmin altında. «Bana bir dondurma alırmısın?» der gibi. Bu kafa karıştıran provakatif anlam pek önemli sayılmıyor. «Tanrı öldü» demek de öyle, basit birşey. Basit insanlar uğraşsın dursunlar böylece. Bu bir tiyatro reklamı olabilir, bilmiyorum. Altında şehir tiyatrosuna ait olduğu yazıyor.
Tiyatro binası şehrin en önemli yerinde bulunan görkemli ve tarihi bir bina. O tarihi binada balolar verilir ve uyduruk tiyatrolar oynar. Küçük ve orta zenginler için. Onların buluşma yerleri sayılır. Orada kadınlar ve erkekler kimlerle olduklarını, nerelere gittiklerini birbirlerine gösterme ve anlatma fırsatı bulurlar.Tatmin olmak için. En pahalı elbiseler ve takılan kolyeler gösterilmeli. O paranın nasıl kazanıldığı, -haksızlık, hırsızlık, sömürü, savaş, politik-yaltaklık, yalan- bunlar hiç önemli değil. Bunlar dünyaya eğlenmek ve parti yapmak için gelmişler. Tanrı bunları böyle yaratmış. Tanrı bu sevgili kullarına iyilik için hizmetçi köle de vermiş. Köle hem işini yapıyor, hem de onlara vicdanlı davranma fırsatı sağlıyor. Bu, tanrıya da pek inanmayan toplumun tek taptığı şey, para, para, para ve gösteriş. Birazcık da kendi kendilerine tapma.sade.
Yaşamın bir yerinde bir duraklama olmuş olmalı. Mutlaka. Bir yerde zaman donmuş olmalı. Bir ara olmuş. Ve ben bunca zamanı, istemediğim bir yaşamı yaşamadan yaşamışım. Aptal olarak. Sonra bu yaşam giderek yük haline gelmiş.
Yürürken kalabalık caddelerde nedense bazen her ayrıntıya bakıyorum. Yeni bir şey bulmak ister gibi. Küçük küçük şeyleri de gördüğüm oluyor. Bazen ise hiç bir şey göremiyorum. Hafifim ozaman, rahatım gibi.
«Ya gidemessen buradan ne olur?» diyen soru aklımdan çıkmıyor hiç. O an, hemen en yakın bir yere oturup da ağlamak istiyorum. Yine yürüyorum. Daha gidemedim. Ne olacak böyle. Bana öyle geliyor ki, sanki yarı uykulu uyuşuk bir halde yaşamışım. Öyle dalmışım ki derin uykuya. Rüyanın korkulu bir yerinde uyanmak istedim de, bir türlü uyanamadım gibi.
Sessizce çekilip gitti zaman. İçten içe bir çürüme hissettim. Hastalandım. Bir tür hastalıklara yakalandım. Engellenen yaşam ve toplumsal yük, insanı hasta, hem de deli de edermiş, diye düşünüyorum şimdi. Yalanlar, eğri bakışlar, sorulan sorular, açığa çıkan düşünceler çirkinleştikten sonra, birleşip de insanın üstüne gelmesi. Daralıyorum ve nefes alamıyorum o zaman. Bağıracak olsam kimse duymayacak beni, bunu biliyorum gibi.
Gidemem. Her yanınım sarılmış. İlle de başımı eğmemi ve kabullenmemi isterler. Teslim ol. İnsanın rüyasına girip de, onu öldüren düşünceler havada gizlice dolaşıyor. Beni rahatsız eden, hep rahatsız eden birşey vardı. Bunu sık sık hatırlıyorum. Hatta hiç aklımdan çıkmıyor sayılır. Fakat tuaf olan, bu düşünce hakkında detaylı olarak üzerinde durmayışımı da anlamıyorum. Bunu kendime açıklamaktan hem çekiniyorum, hem de tam açık değilmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Bu beni rahatsız eden düşünce, sürekli başımın üstünde, etrafımda, karşıma her an çıkabilecek bir insan gibi. Bu insan beni azarlayabilir, istemediğim soruları sorabilir bana, beni küçümseyebilir de. Bu düşünceden kaçma şansım hiç yok sayılır.
Radyodan, televizyondan, politik arfişlerde, konuşma toplantılarında, doğru dürüst konuştuğun bir yakınından bile, aniden çıkabilen gizemli bir hal. Yani atmosferde sürekli bulunan görülmez ama var olduğunu hissettiğim birşey. Bazen ağaçlarda, yol kenarındaki otlarda, gölde yüzen ördekte ya da uçan güvercinlerde de arıyorum o rahatsız edici şeyi. Buluyorum da. Beni bir gölge gibi takip eden ve kendini her zaman hissettiren bir düşünce. Gitmek için bavulumu hazırlarken benden ayrılacağını hissettiĝim düşünce. Başka bir yere vardıĝımda beni terketmiş olduğunu anlıyorum. Bir hafiflik başlıyor o zaman. Sohbet ederken, sokaklarda rastgele gezerken, otlara ve kuşlara o şüpheyle bakmadığımın farkına varıyorum. Ağaçların gölgesi de bir başka serin oluyor. Yani hayatı tamamlayan, bütün günlüğün içinde ufak tefek şeylerde başkalık. «Herşey bambaşka oluyor o zaman, anlıyormusun» diyorum, rastgele tanımadığım biriyle konuşurken.
Daha hareket etmemiş olan otobüsün büyük camından dışarıya bakarken, hemen yolun kenarındaki büyük ağacın dibinde toplanmış güvercinleri görüyorum. Bir sevgi ve hüzün ile bakıyorum onlara. Birinin kanadı kırık diğeri topallıyor. Bu sakat kuşları kendi halime, kendi sakatlığıma benzetiyorum. Sakat hayatıma, sakat şehre benzetiyorum. Uçamayan, uzağa gidemeyen benim gibi. İçimi bir tuaf duygular kaplıyor o zaman ve ne yapacağımı bilemiyorum.Caddede yürürken içten içe sürekli konuşuyorum kendi kendime. Hala bunu içten içe yapabiliyorsam sağlıklı sayılıyrım herhalde.
Bir çokları kendi kendine konuşuyor ve gülüyor yolda yürürken. Belki bunun hiç farkında değiller. Konuşanların içinde her yaştan insan da var.Yine şehirde gezerken, yoksullaşmış insan sayısının gözle görülür bir şekilde artmış olduğunu fark ediyorum. Onları, mutsuz yüzlerinden, donuk ve umutsuz bakışlarından, yürüyüşlerinden ve giyindikleri elbiselerden tanıyorum.
Bir yerde otururken gelip geçenleri, sohbet edenleri seyrediyorum. Demek istediğim. Kendinden emin yüzler. Boş, anlamsız yüzler. Kendini herşeyin üstünde gören ve bunu belli eden gururlu yüzler. Ağlamaklı yüzler, şımarık yüzler. Demek istediğim: yolda ya da çarşının bir yerinde yürürken yapılanlar. Kalabalığa aldırış etmeden yere tükürenler. Kalabalıkta öpüşmekten öte birbirini yalayanlar. Ellerinde çeşitli yiyecekleri yiyerek gidenler. Duranlar. Ellerinde bira içerek gezenler. Rastgele resim çeken aptal turistler. Grup halinde bir köşeye oturmuş bira içerken, yüksek sesle bağırarak konuşanlar.
Bazı ara caddelerde, tek veya bir kaç kişi, köpekleriyle birlikte oturdukları halde gelip geçenleri süzerek, belki de sadece seçtiklerine, çok nazikce «Bir kaç kuruş bozuk paranız var mı?» diye soranlar. Yerde yatanlar. Ayaklar altında olmayı umursamadan, uyuyanlar. Birşeyler satmak için gelenlerden, gözüne kestirdiğini durdurmaya ve onu ezberlediği bir kaç yalanla ikna etmeye çalışanlar. Yine bazı yerlerde tezgâh açmış politik partiler, «kibarca» yol keserek balon ve değersiz kalem hediye ediyorlar. Hemen hemen her iki caddenin birinde inşaat var. Makine gürültüsü duyuluyor her yerde. Her yönden değişik sesler, gürültüler yoğunlaşarak caddeleri ele geçiriyor. Bunun farkına vardıkca…
Şehirde yüzlerce eğlendirici, zaman geçirici irili-ufaklı dükkanlar var. Bazen büyük bir kitapçıya girip, kitaplara dalıyorum. Kitap arayanlara, satın alınan kitaplara ve kitap alanlara bakıyorum. Orda burda süslenerek yığılmış renkli kitaplara bakıyorum ve hemen aklıma gelen şey; bunların hepsinin sürü için bir yem olduğu düşüncesi. Sürü böylece renkli hayeller ve yalanlarla besleniyor. Her dönemin yemi farklı olmuştur. Geçmiş çağlarda da sürü, türlü türlü yemlerle beslenmiş olmalı. Yönetici güç, -görülmez gibi gizlidir, bütün işleri parayla kiraladığı, kiralık insanlar, çanak yalayıcıları yapar- , kendini tanrı, bir yaratıcı sayan bu güçler, kullarını böyle besletiyor ve hazırlatıyor. Çoğu kitapların isimleri düşünülerek seçilmiş olmalı “suni yaratılmış pazara uygun” Bazı rastlantısal şeyler olsa da, esas olarak bütün hareketler, solunan hava, hepsi de üst kesimin istekleri, ihtiyaçları doğrultusunda el birliği ile yapılmaktadır. Küçük kırıntılar, ödüller ve hayat hikayesi karşısında neler yapmaz ki insanlar. «Sen büyük insansın, değerli sanatçısın“. Sanatçılar galası, film ödülleri. Uluslararası ödüller. Evet, sen de...
Her kitapçıda binlerce Kitap okunmak ya da hediye verilmek için satın alınmakta. Eczanelerde rafları dolduran, ama insanı iyileştirmekten çok, daha da hasta ve bağımlı eden ilaçlar gibi. Her gün sadece bu şehirde bile binlerce kitap satın alınmakta. Kim bilir.
Kitapların konuları hep aynı. Moda da olduĝu gibi, kitabın rengi ve şekli pazarın durumuna göre deĝişiyor. Bunu bazıları kutsal bir şeymiş gibi ele alıyor. İnsanlara birşeyleri kabul ettirebilmek, hatta sevdirmek, nerdeyse tanrısal bir şey. Kitap pazarı için nerdeyse her iki-üç ayda, yeni bir konu seçiliyor. Onu sevdirmeye çalışıyorlar sürüye. Yazılı ve görsel medyada nereye baksan hep ayni konu. Televizyona açıkoturuma davet ediyorlar o yılın moda konusunun yazarını. Radyolarda konuşturuyorlar.
Modacı anlatıyor; bir avrupalı kadının, can sıkıntısından kalkıp da, Afrika’ya gittikten sonra neler öğrenebileceğini. Günah çıkartır gibi, daha önceki bilgisizliğininden yanlış düşünmüş olduğunu da ekliyor. Vicdanlı olunmasını öneriyor. Hatta neredeyse o kıtanın açlık sebebi sömürü diyecek, demiyor. Veya şımarık bir genç kadın, gençliğinde, yetişirken, sex ile nasıl tanıştığını ve ne praktikler yapmış olduğunu, kirlenmişliğini, şımarık bir gururla anlatıyor. Belki de gerçekten inanıyor iyi yaptığına. Tabi ki,onun pazarlayıcısı ayarlıyor bu işleri.
İşte seçilen bu moda konular her yıl, ya da bir kaç ayda bir icad ediliyor. Kitap yazmak, ya da birine yazdırmak moda oldu. Medyada bir kaç defa görünen biri, hemencecik bir kitap yazıyor, olmadı başkasına yazdırıyor. Modacı, artist, pornocu, işadamı, politikacı, sporcu. Hiç farketmiyor.
Bundan başka etnik kökenle ilgili kitaplar moda oldu. Bir zavallı kadını nasıl kaçırmışlar. Nasıl zorla evlendirmişler kızcağızı. Bunun gerçek sebebi ne? Nasıl oldu? Neden kaynaklandığı hiç konu edilmez. Ödülü hak etti bu. Eşitlik çok önemli ve sürekli aktüel tutulmalı. Yine de bazıları eşitliği hak etmiyorlar. Hatta bozuyorlar eşitliği.
Göçmen hikayeleri de çok konuşulan ve satan kitaplar arasına girdi. Göçmen “Migrant” deniyor, eskiden yabancıydı. Irkçılık, kılık değişerek varlığını sürdürüyor. Bu migrantlardan öne çıkanlara ara sıra ödülverilmeli. Yaptıkları işle kültüre katkı yapmışlardır. Evet. Aşağılanmanın bile kötü olmadığını, hatta insanın kendi kendini aşağılaması bile gururlanacak bir şey. Alkış.
Artık kitapçılar, kitaptan başka hediyelik eşyalar da satmaktalar. Ayrıca bazı kitapçıların içinde bir yerde caffe bulunmakta. Çok rahat ve sakin. Kitaplara bakma ve hatta rahat rahat biraz okumak için de bazı köşelere kanapeler yerleştirilmiş. Yine de en rahat ettiğim yerin kitapçı dükkanı olduğunu biliyorum.
Bir kaç gün sonra...
Şu an yine şehre doğru yürümeyi düşünüyorum. Daha bu düşünce aklımdayken gözümün önüne geliyor şehrin caddeleri. Kalabalık, deli deli yürüyenler, köşelerde dilenenler. Çöp karıştıranlar, kokanlar, orayaburaya yürüyen ve rastgele resim çeken bir kaç aptal turist. Türlü renklerle süslenmiş vitrinler. Birşeyler satmak için yol kesenler.
Ve birden
elimdeki vazo hızla kayıyor.
Paramparça oluyor.
Bu kırılan vazo aslında benim.
Benim hayatım kırılıyor.
Parçalarımı toparlayamam artık.
Ağlamak boş.
seni bulamadım
yoktun
hiç olmadın
uydurdum seni
varlığını uydurdum
avunmak için
ben yoktum
Kaldırım taşlarının arasından zamanı geldiğinde tek tek çıkan otlar da aynıydı. Kökünden sökülse, zehir sıkılsa, yakılsa da yine çıkıyorlardı. Onları farkediyordum. Bu otlara bir sempatim olduğunu anlamıştım. Birde onların yalnızlığını kendime benzetiyordum. Ben de öyleydim. Küçük otlar önemsenmez, üstüne basılır, sebepsiz yere kökünden çekilip atılırlardı. Bazen de küçük yapraklarında bir arı gezinirdi.
İçim tuhaf
hava tuhaf
bir kuş çırpınıyor içimde
çırpınıyor
çırpınıyor
çırpınıyor.
Tuhafım
çok tuafım
açılıyorum birden
açılıyorum
çırpınıyorum.
Sonra
kuş,
kuş kanatlarını açıyor
dalga dalga
açıyor kanatlarını
açılıyor
açılıyor
açılıyor.
ben kalıyorum olduğum yerde
kalıyorum
gözlerimde yaşlar birikiyor
uçamam
gidemem
bu belli.
Bağışla beni.
Şimdi şehrin bir yerindeyim yine. Bunu söylemesem de olurdu. Nasıl olsa gidip kurtulamayacağım bu şehirden. Hayır. Bu düşünceyi beğenmedim. Ne olursa olsun gideceğime inanmalıyım yine de, yoksa çok daha zorlaşır yaşamak.
Yaşama uğraşı ile zamanımı geçirdiğim, bana göre ise geçirmek zorunda kaldığım şehrin bir yerindeyim şimdi. Oturduğum evin sokağının sakinliĝini bırakıp, yürüdüm geldim buraya kadar. Şehrin merkezine yaklaşıyorum. Güneş var ve hava hafif serin ama soğuk değil. Uçacakmışım gibi bir hal alıyor içim, bir tuaflık var üstümde. Anlaşılmaz bir sevinç.
Günlerden dokuzuncu ayın onaltısı bu gün, evde iken bir yerde görmüştüm. Köprüye geldiğimde durdum. Orada sıra sıra dizilmiş sebze meyve satıcılarına yaklaşıyorum. Dometesleri, soğanları seyrediyorum biraz. Köprüyü geçtim. Hemen sağköşede bir inşaat var. Makineler çalışıyorlar ve gürültü çıkartıyorlar. Yol yukarı kiliseye doğru dikleşiyor.
Bu gün kederli değilim, sevinçli de değilim. İkisinin arası bie şey. Biraz dalgınlık var. Altın ve pahalı elmaslar satan dükkanın önünde durdum. Gelen geçenlere dikkatle bakıyorum. Bazılarının ardından da bakmayı sürdürüyorum. Aklıma yeni birşeyler gelmeye başlıyor. Yeni bir şey bu. Hoşuma gidiyor, hafif seviniyorum buna.
Bir kaç adım daha atıyorum ve tekrar düşünüyorum. Hikayemin buradan başlamasını istiyorum. Beni mutlu eden bir düşünce bu. Yürüyorum ve duruyorum tekrar. Nasıl olacak bu diye soruyorum kendime. Sıkıntılı olduğumu hatırlıyorum tekrar. Yeniden bakmayı sürdürüyorum gelip geçenlere.
Neyapıyorum ben? Ne arıyorum ki? Ne olacak böyle? Böyle düşünceler kendiliğinden gelip geçiyor aklımdan. Aldırmamaya çalışıyorm. Büyük kilisenin yanındayım. Kapısı açık. Girip çıkanlar oluyor tek tek. Girip çıkanlara bakmak için duruyorum. Ben de girsem mi, sorusuna yanıt veremiyorum. Kiliseye girip çıkanların çoğunun tanrıya inanmadığını düşünüyorum. Birden kilisenin çanı vurmaya başlıyor. Piyanoda olduğu gibi tek tek yankı yapan vuruşlar. Bir rahatlama hissediyorum. Çanın her vuruşu dertlerimi benden alıyor, ferahlatıyor içimi. Hafifliyorum.
Sonra ise yeniden çöküyor içimde birşeyler. Hep aynı çöküş. Dudaklarım kuruyor. Bir yorgunluk hissediyorum.
Bir yerde, bir dakika.
Yolun kenarında ezilmiş bir kuş duruyor. Gelip geçenlerin ayağının dibinde. Kuşun bir kanadı karnının altına kaymış, diğer kanadı açık ve biraz kan lekesi var yerde. Kuşun ölüsüne aldıran yok. Şişko bir kadın ağlayan kücük bir çocuğu sürükleyerek götürüyor.
Hava çok sıcak. Sıcaklık dayanılmayacak kadar artıyor. Bazen güneş bulutların arasına girince az bir şey serinlik oluyor. Et pişiren adamın yüzü dumandan aralandıkca görülüyor. Kalabalık artmaya devam ediyor. O geniş yol artık dar gelmeye başlıyor kalabalığa. Yoğun gürltü var.Yolun kenarında küçük bir kız çocuğu ağlayarak baba baba diye bağırıyor.
Küba barında çalışan orta yaşlı güzel bir bayan adını bilmediği biriyle flört ediyor. Adam, adını bilmediği o kadına duyduğu yakınlıktan sarhoş oluyor ve devamlı içki alarak içiyor o kadının elinden. Öylesine yürüyenlerin içinde sarhoş olduğu belli olan kişilerin arttığı göze çarpıyor.
Güneşin ateş gibi göz kamaştıran ışınları yayılmış etrafa.Yine yarı sarhoş halde olduğu belli olan bir adam, yolun ortasında durmuş olduğu halde kafasını oynatmadan bir istikamete doğru bakıyor. Ne birini aradığı, ne de birşey beklediği belli olmayan bu kişi yolun ortasında, gelip geçenlerin kendine çarptığı halde, dikilmeye devam ediyor.
Vakit akşama doğru ilerliyor. Ben yerimden kalkamıyorum. Dalıp gidiyorum. Gittikçe sesler kayboluyor, ışıklar soluyor ve uyuyakaldığımı anlıyorum üşüdüğümde.
Şimdi roman denemesi.
„Güney denizinin küçük bir adasında yaşamımı sürdürüyorum» diye başlıyor adam anlatmaya. Avrupaya altıbin kilometre uzaktayım. Bu küçük adaya, dünyanın değişik yerlerinden insanlar, çalışıp yorulduktan sonra, gelip yerleşiyorlar. Burda bulunların çoğunluğu sanatçıdır. İnsanlık için yararlı birşeyler yapmış olmanın mutluluğunu yaşamak için buraya gelmişler. Kendileri buna inanıyorlar en azından. Kazandıkları milyonlara yeni milyonları eklemek ise buradan daha kolay oluyor. Sanatçının birinci milyonu kazandıktan sonra, ikinci, üçüncü, derken yukarıya doğru daha rahat çıkabiliyor rakamlar. Burada bir kaçını tanıyabildim. Yine onlarla değişik konuları konuştuk. Ne düşündüklerini merak etmiştim. Biri filmden milyonlar kazanmış. Diğer biri ilk kitaptan onbeş milyon dolar elde etmiş. Neden insanlar bu yukarıya doğru sınır tanımayan kazaçlarıyla, kendi kendini cezalandırırlar anlamak zor.
Sınırsız kazanç, ya da başka bir deyişle gereğinden ve ihtiyacından fazla kazanç, sonunda insanı zehirliyor. Bu kesin. Paranın zehirleyemeyeceği insan var mıdır? Olması mümkün mü? Bütün bu para kazanma işleri öyle tek başına yürümüyor tabii. Bu çok para kazanma batağına insanı iten şirketler bulunmakta. Paranın sınırtanımayan gücünün çekiciliğine kapılan insanın, bundan kurtulma şansı nerdeyse yok sayılır. Bunu bilen şirketler kurbanlarını ölünceye kadar yalnız bırakmazlar. Daha doğrusu ipi boyunlarından çıkartmazlar. Ta ki ölünceye kadar.
Bu ölüm meselesi de pek karışık doğrusu. Bu pazar malının ölmesi ve ölümünden sonrada kazanç var, olmalı, ölümü yeni kazanç getirebilir. Ne değerli bir insandı. İnsanlar için neler yapmıştı.Tanınmış bir zavallının ölümünden de şirketlerin kazanç sağladıkları biliniyor. Biraz samimi görüştüğüm avrupalı biri var, o, çocuklardan kazanıyor. Bütün dünya çocuklarından kazanıyor.Çocuk kitapları yazıyor. Her kitabı en az birkaç milyon satıyor.
Diğer bir durum da, çok satan bir kitabın içerdiği konunun doğruluğu, insana yararlılığı değil de, o malın alıcı bulması ve çok satmasıdır. Ne ona duyulan ihtiyaçtan ne de onun değerinden kaynaklanıyor durum. Sedece pazarlayıcının onu pazara nasıl sunmasından ve tanıtmasından sonra, yaratılan suni «değer» ve çekicilik, durumu belirlliyor. Yani, zengin pazarcı belirliyor neyin satılıp satılmayacağını. Hatta bu pazarcı yayınevleri «değeri» değerlendirmeyi pazar durumuna göre yapmak zorunda olduklarını, bunun ise normal olduğunu söylüyorlar. Diğer düşünceler onları hiç ilgilendirmiyor.
Para kazanmadan en az yirmi yıl boyunca çeşitli dergilere, gazetelere hikaye, şiir, yorum, köşe yazısı, araştırma, taşlama yazdım. Bundan başka dört tane şiir kitabı, altı tane de küçük roman yazmıştım ve kendi gücümle bunları finansa ettim. Önemli bir ilgi gördüğümü söyleyemem. Ne basın ne de okuyucu ilgi göstermedi.Tanınmış bir el, «pazarlayıcı» olmadan hiçbir şey olmayacağını anladım sonunda. Ne yapmam gerek diye uzun uzun düşündüm. Kırmam gereken tabu olacak bir konu bulmam lazım diye düşündüm. Ve onu bulduktan sonra, yazarken mümkün olduğunca bütün gizli-yasak kuralları kaldırmam gerek diye düşünüyordum. Sonunda başladım yazmaya, rastgele yazıyordum. Küfrediyordum önemli «değer» sayılacak şeylere. Düpedüz küfür ediyordum. Az birşey çekiniyordum ama, diğer bir düşünce: «Olacak ne kaldı ki, korkacak birşey yok, boşver» diyordu.
Sonuda, yazdıklarım elli sayfa tuttu. Bunları on defa kopya yaptırdım ve Almanya’da çıkan ve yine en önemli sayılan sekiz on dergi tesbit ettim. Onlara bu kopyalardan bir nüshasını gönderdim. Postaya verirken «İşte şimdi mahvoldun. Boku yedin. Seni kimse kurtaramaz artık.» diyordum kendi kendime.
Ve nihayet yayın evlerinden haberler gelmeye başladı. En az altı tane yayın evi bu yazıyı kitap olarak yayınlamayı kabul ediyordu. Ben en çok para ve imkan sunan yayınevini tercih ettim sonunda. İşte böylece para kazanmaya ve önemli bir kişi olmayı başarmıştım.
Bilseydim çok önce ederdim bu küfürleri. Televiyzyonlar ve gazeteler beni davet ediyorlar devamlı. Ben yine en ses getirecekleri tercih ediyordum. Televizyona çıktığımda çok rahattım. Bana bu küfürleri ne de iyi yapabildiğimi soruyorlardı. Nasıl aç ve perişan yaşamış olduğumu soran yoktu. İyi bir reklam malı bulduklarına sevindikleri belliydi...
Yıllar sonra adamın yaşamı.
Avrupa’ya çok uzakta bulunan bu palmiye adasında zaman öyle sonrasına yaklaşıyordu. Burada güneş ne yakıyor, ne de üşütecek kadar soğuk oluyordu. Karibik denizinde bulunan bu küçük palmiye adası, biraz cenneti andırıyordu. En azından para ve güç sahibi olanlar için böyleydi durum. Küçük villanın salonunda koltuğa uzanmış belki de hafif dalmış olan adam uyanmak üzereydi. Hayatın bu kadar uzun olmasını sıkıcı buluyordu bazan. Yaşının söylenmesini sevmeyen bu adamın yaşını söylemiyelim. İleride bir yerde belki kendi söyleyebilir bunu.
Yalnız yaşıyordu. Zengindi, çok zengindi. Yazarlıktan zengin olmuştu. Hizmetçisi vardı evini düzene sokan ve istediğinde yemeğini ve kahvesini yapan. Genç ve kahve derili güzel kız, günde bir kaç saat gelip gidiyordu. Ne zaman geleceğini ise zengin adam belirliyordu. Aslında güzel hizmetçi zengin adamın kölesiydi. O istendiğinde yirmidört saat hazırdı. Bu resmi olmayan yanıydı işin. Bunu da herkes biliyordu. Hatta çoğu köle sahipleri, bir insanın aç kalmasını önledikleri için vicdan rahatlığı bile duyuyorlardı bu yaptıkları işten dolayı. Hayat kurtardıklarını düşünüyorlardı.
Adam birşey söylemediği zaman, ondokuz yaşındaki güzel köle sabah onda geliyordu villaya. Patron uyanmışsa ona bol sütlü bir kahve yapıyor ve yanında da bir bardak da su getiriyordu. Adamın canı istemişse hizmetçi kızı çağırıyordu ve üstüne atlayıp işini bitiriveriyordu. Genç ve güzel köle hiç bir şeye itiraz etmiyordu. Sonra yine hiç bir şey konuşmadan biraz uzanıyordu adam. Daha sonra ise duşa giriyordu. İstediği herşeyin, nerdeyse herşeyin olurluğu onu mutlu etmiyordu. Ne varsa tam anlamadığı bu duruma ne diyeceğini de bilmiyordu. Elinin altındaki telefonla nerdeyse her istediğini evine ayağına kadar getirtebilirdi.
İşte böyle, bunun farkında olan düşüncelerle başlardı günü çoğu zaman onun için. Küçük palmiye adasında her yenilik göze çarpardı. Ada’da binüçyüzelli zengin dünyalı ve onlara hizmet eden insanlar yaşıyorlardı.Toplam üçbinikiyüz dü nüfusu adanın. Adamın zenginliği, istediği herşeyi yapabilmesi, istediği anda uçağa atlayarak yine istediği bir yere de gidebileceğini bilmesi bile onu mutlu etmeye yetmiyordu. Sıkıntısı gün geçtikce artıyordu. Ne yaparsa yapsın, içini birşey devamlı ısırıyordu. Buna engel olamıyordu. Bu içini ısıran ve onu anlaşılmaz derin bir musuzluğa iten şeyi, bir böceğin yerde duran küçük bir ekmek kırıntısını daha küçük parçalara bölme uğraşına benzetiyordu.
Kendi kendine, «Zenginim, her şeyim var, hizmetçi kölem var bana herşeyi sunan, ada da yaşayan zenginler için her yaşta bulunan orospular var. İstediğim an en çekici biriyle evime gidebilirim. Ödeme sorunum yok. Parasal sorunum hiç yok. İstediğim her an, bir saatlik bir bot yolundan sonra. Hava alanına varır ve dünyanın her yerine gidebilirim. Sadece bankalardaki paramın faizi bana aylık ellidörtbin dolar gelir getiriyor. Bankada dört milyon yediyüz bin dolarım var. Tanrım! Herşeyim var. Neden hala mutlu olamıyorum ki?
Adaya yeni gelmiş bir bayan ile sohbet.
Küçükten başlamıştım işe, çok küçükken. Mini mini adımlarla uzun yolların katedileceğini duymuştum ama bunun nasıl olacağını bilemezdim. Hemen konuşmaya başlamama biraz şaştınız değil mi. Hani avrupada yalnız yaşayan yaşlı insanlar var ya, yalnızlıktan sıkıntılı olurlar, küçük bir şey alırken bile satıcıyı hemen sohbete tutar ve hayatını anlatmaya başlar, işte ben de öyle oldum galiba. Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Kaç yıl yaptığımı, yaşım belli olmasın diye söylemek istemiyorum, kusura bakmayın. Avrupa’dan altıbin kilometre uzakta bulunan bu kaçakların adası diye anılan yerde, sizin ne işiniz var diye sorma merağımdan dolayı beni bağışlayın. Eski bir gatzeteci olduğumdan etrafta olup bitene merakla bakma refleksi hala canlılığını koruyor bende. Hem sizin tek başınıza buraya gelmiş olduğunuzu bir kaç günlük gözlemlerimden anladım. Eğer gelecek başka birini beklemiyorsanız, o zaman ya gazetecisiniz yada gizli servisten olabilirsiniz diye düşünüyorum. Bir de beni tanımak istermişiniz gibi davranışlarınız gözümden kaçmadı.
Aslında bu kadar meraklı olmam beni de rahatsız ediyor ama, yine de kendimi alamıyorum bu meraktan. Bundan başka, bana fırsat verildiği zaman çenem hiç kapanmayı bilmez. Ben ise kendi hakkımda içe dönük masum biriyim diye düşünüyorum. Ne safca değil mi? Ama sizin gibi genç ve güzel bir bayan yalnız olduğu halde ne arar buralarda diye düşünmekten kendimi alamıyorum doğrusu. «Yalınızlık güzeli çirkini ayırd etmez mi?» İlk defa konuştunuz ve böyle anlamlı bir söz. Buna cevap yok doğrusu. Siz hep böyle az mı konuşursunuz? Yoksa benim gibi bir çenesiz birinin size konuşma fırsatı vermediğinden mi, kim bilir.
Gelin sizinle dışarıya hemen denizin yakınındaki masaya gidelim. Denizin sesini duyarak sohbet edelim. Seyredelim o güzel maviliği. Bütün dertlerimi bu mavi deniz çözecek sanısına kapılıyorum bazan. Aslında kederli olduğum zamanlarda da denizi seyretmeyi seviyorum. Denizle konuşuyorum ve bütün sırlarımı denize çekinmeden anlatıyorum. O ise bana sadece gülümsüyor.
İşte hayat burda her zaman canlı ve siz hiç bir şey yapmak zorunda değil siniz. Kabul ederseniz bu gün benden olsun her şey. Yani davetlim. İşte bakın şu denize, sonsuzmuş gibi değil mi? Balık ve tuz kokusu, hafif serin rüzgar, hiç üşümez insan bu adacıkta. Bana burada yaşamak bir ceza mı, yoksa cennette miyim bilmiyorum. Ama bazen bu cennet, cehennem gibi oluveriyor nasılsa. Yaşamak istemiyorum o zaman inanın. Ama korkağın biri olduğumu bile söylemekten çekinmiyorum size.
Denizi seyrederken hep aklıma istemeden gelen bir şey var. Kıyıdan çok uzakta kimsenin bana yetişemiyeceği bir yerde tek başıma olsaydım ne olurdu diye düşünürüm. Bu düşünce aklımda olduğunda ise bir an sersemlerim ve hemen başka konuya geçmek için uğraşırım.
düşünmekle ilgili...
Hep yeniden başlayan düşünme bir yerde kesiliyor. Yürümüyor. Bir bocalama. Bazan yeniden dönüp bakıyorum, yaptıklarıma, yapamadıklarıma. Devam etme işi, nasıl? Sonunda teslim olmak mı? Evet, gitmiyor.
Bu ara bir boşluk. Koşmak istiyorum soluğum kesilene kadar. Kaçmak. Bilincimi yitiriyorum. Olduğum yerde kalakalıyorum. İşin kötüsü, ne bir adım ileri, ne bir adım geri. Aynı yerdeyim. Boyun eğiyorum. Midem bulanıyor buna.
Güzel döşenmiş yüksek tavanlı bir oda, sıcak. Ortada beyaz temiz masa, masanın ortasında usule uygun bir tepsi, içinde içecekler duruyor. Dışarısı çok soğuk. Kaç gündür durmadan kar yağıyor. Senenin son ayı. Erkenden karanlık başlıyor. Hüzünlü bir karanlık bu. Sokaklarda koşuşturmalar herşeye rağmen devam ediyor.Suç işleyen memurlar çoktan evlerine dönmüş olmalılar. İşledikleri suçta kendi kendilerini masum görmeleri, normal. Her gün işssiz olanlardan en az bir kaç kişiyi köle ticareti yapan firmalara gönderiyorlar. Ne var bunda. Diğer memur, elektrik parasını ödeyemeyenlerin elektiriğini kesilmesi için imza atıyor. Bir başka memur, kirasını ödeyemeyen üç çocuklu kadnın evden atılmasına karar verip imza atıyor. Kalacak yeri olmayan genç bir sığınmacı, sıkılarak, «sizde bir kaç gün kalabilir miyim?» diye sorduğu kişiden haber bekliyor. Onbir yaşındaki bir çocuk, annesinin parası olmadığı için, arkadaşlarıyla birlikte okul gezisine gidemiyecek. Ne var bunda!
Okulda yaramazlık eden bir göçmen çocuğu, fena halde döven bir öğretmeni mahkeme suçsuz buluyor. Ne var bunda! Memurlar yine de rahat uyuyorlar geceleri yattıklarında. Onların hiç suçu yok ki. Ellerinden başka bir şey gelmez. Mecburdurlar. Ne yapsınlar? Daha yüzlerce insanlara şurda burda memurlardan haksız muamele var. Ve bu yüzden bir çok insanın hayatı daha zorlaşmakta. Avukatlar, haksızları haklı olanlara karşı savunurlar genellikle. Güçsüzler darbe üstüne darbe yiyorlar. Avukatlar güçsüz insanlara karşı terör estiriyor. Herşey legal.
Bu işte memurların suçu var mı? Aynı memurlar, büyük yatırımcıya kredi açıyorlar ve hiç bir riziko göz önüne alınmaksızın büyük krediler hediye ediliyor. Bankalar küçük insanlar için, «10 dolar» bile kredi hakkı tanımıyor. Bankalar, sadece milyonlarca küçüklerin parasını toplayıp da büyük yatırımcıya satıyor ,kiraya veriyor, hediye ediyor ya da batırıyor.
Bunların hepsi de legal. Bütün bu hırsızlık ve haksız kazanç elde etme işi, diğer yanda ise, kölelerin paragraflarla kanunlarla ellerini ayaklarını bağlama, bu da legal. Ne var bunda!
Şehrin gazeteleri, şehrin güzelliğinden, çekiciliğinden etkilenen turistlerin düşüncelerini yazıyor. Ve şehirlerinin insan hakları ödülüne layık görüldüğünden haber yazıyor. Ne güzel. Ve bir sürü küçük renkli magazin haberleriyle süslenmiş gazeteler. Kim nerde ne yapmış, kim ne demiş falan. Yine de başka şeyler gizliliği delerek duyuluyor nasılsa. Örneğin: Şehirde gezmekte olan bir gurup hindistanlı turiste ırkçılık içeren hakarette bunulmuş. Yine bir başka söylenti, her dört kişiden birinin ırkçılığa meyilli olduğu sölenmekte. Bunların ne önemi olabilir ki. Kültürlü kişiler, kültür çalışmaları sırasında kendi kendilerini ve sponsorları överken, (karşılıklı mastürbasyon yaparken) diğer olumsuz şeylerin üzeri güzel bir örtüyle örtülüyor zaten. Konuşmanın ardından, kültürel atmosferde, şampanya ve şaraplar içiliyor. Bunun böyle olduğunu, bir sene boyunca çeşitli kültür faliyetleri sırasında, film, muzik, edebiyat, resim.. Sanat ileilgili toplantılarda da güzel bir örtüyle olumsuzlukların örtüldüğünü görmemek mümkün değil.
Konuşularak gizleniyor gerçekler. Ara sıra bir yaramaz, kıskanç bir kişi, ille de gizlenmekte olan şeyi ortaya çıkartmaya çalışsa da, bir şey olmaz. Herkes bir olup da bu olumsuzluğun üstüne gidince, üstü örtülünce durum kurtarılıyor o zaman. Şehir kendi imajını geliştirmek için düzenli olarak yüzlerce kültür eğlenceleri düzenlenmekte. Bu çalışmalar hassasiyetle yapılmakta. Şurda burda olmuş ve ya olmakta olan olumsuz hareketlerin kapatılması ve dışarı sızmaması gerekli. Çünkü imaj çok önemlidir. İmajı geliştirici her faliyet desteklenmelidir. İnsanları, gördükleri şeyleri görmemeye alıştırmalı.
İltica etmiş kişilerin çektikleri bürokratik çileler olsun, uğradıkları hakaretler, aşağılamalar olsun, sayısı belli olmamakla birlikte, yine bilinen bir çok ilticacı üç-beş, hatta sekiz on yılılı aşkın kesinleşmeyen mahkeme kararları sonucu hastalanmış olsun. Sade bürokratik işlemler için gelen mektuplar ve diğer işlemler için ordan oraya gönderiliş, her sağlıklı kişiyi hasta etmeye yeter. Memurlar bir savaş esirine davranır gibi davranıyorlar çoğunlukla.
İltica etmeye gelmiş kişiler, mermurların gözünde sanki suç işlemeye gelmiş cani. Sanki hırsız duruyor karşında. İlticası reddeldikten sonra gidecek yeri olmayan kişiler, yıllarca süren gizli yaşamlarında, şehrin hangi caddesinde ne zaman polis olabilir, nerede ne zaman bulunmamak gerekir. Nerelerde kontrol sık olmakta. Süpriz de olabilir, herşeye rağmen. Polisin gözaltına aldığı bir bir siyahın ölümü ve ölüm nedeni yanlış anlaşılmamalı. Doğru anlaşılmasına da gerek yok. Gözaltına alınırken ya da gözaltı sırasında ölenler olabilir. Ne var bunda.
Irkçı öğretmenlerin yardımıyla köle çocukaları ve göçmen çocuklarının gelecekte tehlikeli olmayacak yerlere gönderilmesi sağlanmıştır. Bu öğretmenler, kişi olarak, biraz tatmin olsalar da yaptıkları bu işte, esas olarak kanunlar onları yönlendiriyor şüphesiz. Bu şehirde,-şehirlerde- bazı yerlere, bazı dans lokallerine, başka bazı eğlence yerlerine, yine bazı insanlar kimliğinden veya tipinden dolayı alınmadığı biliniyor. Ne var bunda.
Bu önemli birşey değil. Bunların hiç biri de önemli değil. Esas önemli olan bir göçmenin hayat hikayesinin ve şehri nasıl sevdiğini anlatmasının medyada yer alması. Yoksa bu şehirde ne kadar insan sosyal yardım almak zorunda kalıyor, onu alırken ona bir hırsızmış gibi, bir suçlu imiş gibi davranıldıĝını kim bilmek ister. Bu şehirde yılda kaç kişi daha işsiz kalmış. Ne kadar insan evsiz ya da sokağa atılmış. Neden hayat bu kadar pahalı. Bir insanın bütün uğraşından sonra, ne kadar zamanı ve parası var. Ne yapabilir? Nerdeyse yaşamını kiraya, elektiriğe ve yediği ekmeğe harcamak zorundalar. Herşeyin fiyatı arta arta nereye gidecek bu durum? Ne için yaşadığı ortada değil mi?
Beşyüzbinlik bu şehirde, işsizlikten ve yoksulluktan en az binbeşyüzün üzerinde insan evden atılmış, evsiz durumdalar. Ama bunun ne önemi var ki? Hiç önemi yok bütün bunların. En önemlisi dar kafalı olanlar kendini iyi yüce bir yerde hissetmek.
enternasyonal
Güler yüzlü sarışın bayan «hoş geldiniz, ne de iyi ettiniz gelmekle» diye konuşmayı açıyor. Beyaz masa etrafına oturanların yüzlerine gülümsüyerek. Hemen ardından yine gülümseyerek «lütfen içecek alın» diye ekliyor.
Kurulmuş yeni bir derneğin ne olduğunu, amaçlarını ve görevlerini anlatıyor. Ana dilini çok iyi kullanıyor. Konuşurken hep gülümsüyor. Biraz da utangaç davranıyor.Diğer konuşmacı, -yine bir kadın- daha başta, kuruculardan biri olduğunu söyledikten sonra, gülümseyerek ve gururlu gururlu çok iyi şeyler yapmak istediklerini anlatıyor. Ana dili olmayan almancayı iyi konuşuyor. Fakat anlattığı şeyler, çok söylenen, çok duyulan içi boş, bayat sözcükleri sadece söylerken daha iyi vurgulamaya çalışıyordu.
Ben dalmıştım.
Bu şehirde doğmuş, yıllar sonra geri geldiğinde burada kalmak istemiş ve kabul edilmeyince iltica etmeyi denemiş birisini hatırlıyorum. Yirmialtı yaşında genç bir üniversite öğrencisi. İki defa ilticasının reddedilmesinden sonra kaçak durumuna düşmüştü. O zamanlar bir tanıdığı kişinin, ona kilerde kalabilecek bir yer gösterdiĝini anlatmıştı. Bu genç üniversitelinin ön dişinin birtanesi iyice çürümüştü ama yaptırma imkanı yoktu. Sık sık, konuşurken ya da güleceği zaman, bazen de belki sırf alışkanlıktan olacak, eliyle ağzını kapatıyordu. Bu genç adam çok küfrediyordu. Küfretmeden önce özür diliyor ve artık küfürbaz olduğunu, eskiden hiç bu kadar küfretmediğini söylüyordu. «İnsan olmanın günümüzde ne anlamı kalmış ki, diye soruyor ve. «Hiç bir anlamı yok» diyordu. «Herşey ortada işte, ben bir katil değilim, kimseyi dolandırmadım, hırsızlık
etmedim, ama bir suçlu gibi gizlenmek zorundayım» diyordu. Ara sıra şurda burda karşılaşırdık. Ben ona hiç bir şey sormazdım. Ondan sıkca duyduğum şey, «Burdan gideceğim» sözcüğüydü. İlk fırsatta dişini yaptıracağını da ekliyordu.
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. İngiltere Cornwall’dan aldığım bir mektupda, birbuçuk yıldır burdayım, burada kaçak sayılmıyorum. Yabancı demiyorlar kimseye. Diğer insanlar gibi muamele görüyorum. Çalışıyorum, dişimi de yaptırdım, iyi sayılırım diye yazıyordu.
Deniz kenarında küçük bir kasabada kalıyorum. Kasaba bir kaç tepeden oluşuyor. Bu kasabayı çok sevdim. Ayrıca buranın inanılmaz bir güzel iklimi var. Bu yüzden palmiye ağaçları yetişiyor şehrin her yerinde. Bu ayrı bir sıcaklık duygusu veriyor bana. Ve martılar uçuyor her yana. Zamanım olduğunda yüksek bir yere oturup uzun uzun denizi seyrediyorum. O zaman içimde bir hafiflik oluşmakta olduğunu hissediyorum. Sonra çocukluğum, gençliğim ve şu hayat hakkında dalıp gidiyorum.
Sanki bir martı hayaliyle uçuyorum denizin üstüne üstüne.
İşte o zaman, ne olacak sorusu kayboluyor.
Tepemden denize doğru uçan martılar alıp da götürüyorlar bu
soruyu.
En son cümlesi şöyleydi «Sade özlemini çektiğim bazı şeyler ve bazı insanlar var, buna da katlanmam gerek» diye yazıyordu.
Kendime geldiğimde bana birşey sormuş olduklarını ve cevap beklediklerini anladım. Ama ne sormuş olduklarını duymamıştım. Rastgele konuşmaya başladım. Konuşuyordum, sanki konuşan ben değildim de içimden başka biri benim yerime konuşuyordu. Konuşmamın hiç anlaşılmadığını yüz ifadelerinde anlıyordum.
Bir ara sustum. Başımı dışarı doğru çevirdim. Sokak lambası çok küçük bir yeri ışıtıyordu. Hala kar yağıyordu ve başka bir şey seçmek mümkün değildi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.