- 1281 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Paslı Tenekelerin Sırrı
3.Bölüm
Kampçılığa, sert zeminde uyumaya çok alışık olmamamıza rağmen, günün getirdiği yorgunluk ve ortamın verdiği ferahlıktan olsa gerek, inanılmaz güzel bir gece geçiriyoruz güneyin ılık rüzgarlarını kocaman dallarının genç sürgünleri ile sarıp sarmalayan o anaç çam ağacının gölgesinde. Sabah mahmurluğundan sıyrılış, Akdeniz sahillerinin beyaz, temiz ve incecik kumları üzerinde keyifli bir yürüyüş, yörenin turfanda ve leziz ürünlerinden oluşan nefis bir kahvaltı, etrafın toplanması ve yoğun gezi programının uygulanması derken unutulup gidiyor, hiç kimsenin aklına akşamleyin yarım kalan hikaye gelmiyor o gün. Erdemliden Kızkalesi’ne, Silifke’den Cennet-cehenneme koşuştururken akşam oluveriyor farkına varmadan, bize da doğal olarak, yönümüzü gerisin geriye çevirerek, aheste aheste evimizin yoluna düşmek kalıyor.
Erzin’e, yaşadığımız bu küçük ve sevimli Doğu Akdeniz ilçesine dönüşümüzün ikinci günüydü galiba. Yoğun hafta sonu gezimizin yorgunluğunu tamamen üzerimizden atmış, güneyin hoş gecelerini birlikte yaşadığımız küçük balkonumuzda, çay,kahve ve daha bir çok sıcak-soğuk nevale eşliğinde yeni bir akşam sefasına hazırlanmaktaydık. Balkonun mutfağa ve salona açılan kapılarından uzak, hiç rahatsız edilemeyecek bir köşesine yerleştirdiğim koltuğuma gömülmüş, günlük gazetenin moral bozucu haberlerini es geçerek, sevimli bölümlerini ayıklamak sureti ile, küçücük aklımın mütevazi penceresinden, dünya realitesinin enginliğini bir bukle seyretme gayretindeydim.
Hayatım boyunca en sevdiğim tarafım, mesai saati bitip, yolumu evime, çoluk çocuğumun yanına düşürdüğümde, iş ile ilgili bütün sorunlar bir sünger çekmem, ertesi sabah yeniden fabrikaya ulaşıncaya kadar tamamını unutmayı başarabilmemdir. Bu sayede, hayatımızı dolduran sevimsiz sorunları yuvanıza, aile ortamına taşımamış oluyorsunuz; bu sayede de, mutluluk dediğimiz o sihirli formülün ana malzemesine sahip oluyorsunuz en kestirme yoldan.
Ben, gazetem ile günlük olağan muharebeme olanca şiddeti ile devam ederken, tepeleme kısır dolu kocaman bir tepsiyi sıkı sıkı kavramış vaziyette küçük kızım giriyor balkona. Şu zalim diyabet nedeni ile, her zaman mecburen yaptığım gibi hafiften bir akşam yemeği atıştırmış, hiç bir öğünde asla tatmin edemediğim açlığımı az buçuk bastırmış durumdayım ama, gördüğüm bu olağan üstü manzara karşısında dizlerimin bağının çözülmesi, gözlerimim kararması, midemdeki zillerin yerlerini davullara terk eylemesi çok zaman almıyor hani.
Yeri geldiğinde, Karadeniz coğrafyasının insana sunduğu yaşama koşullarının zorlukları nedeni ile, evinden çok arazi ile uğraşmak zorunda kalan yöre kadınlarının, sofra konusunda biraz zayıf kaldıklarını belirtmişimdir yazılarımda. Yadırganacak bir durum değildir bu. Hem şartlar, hem de gelenek-görenekler onları böyle yönlendirmiştir. Önceliği her zaman pratik, çok zaman işgal etmeyen yemekler almıştır burada. Öyle ince, sırım gibi ama, sağlıklı olmalarının nedeni belki de budur. Biliyorsunuz, Türkiye’nin en uzun yaşayan insanları Karadeniz’dedir.
Mesleğim gereği, ülkenin dört bir yanını dolaşmak zorunda kaldığımız için , tüm o bölge insanlarını ve de dolayısı ile mutfaklarını tanıma fırsatı yakaladık eşimle. İç Anadolu’da tahılı, Egede ot çeşitlerini, Akdeniz’de ve Güneydoğuda kebabı öğrendik. Lahmacunu, patlıcan kebabını, Hatay tavasını, yuvarlamayı, Antep baklavasını, çeşit çeşit dürümü öğrendik. Sözün kısası, müthiş zenginleşti mutfağımız ve şu aralar eşim, tütünün tarladan çekildiği bu kısır zaman diliminde, çiftçilikten ağırdan ağıra uzaklaşan komşu kadınlarına bildiklerini öğretmekte, onlara da değişik damak lezzetleri aşılamakta.
Kısırın müthiş manzarası, neşemi iyice yerine getirdi, alel acele gazeteyi katlayarak, biraz sonra girişeceğim icraata ayak bağı olmasın diye uzak bir köşeye postaladım. Yani, gözlerimin önünde inanılmaz bir şaheser tablo güzelliğinde sergilenen bu durum varken, küçücük kelimelerin oluşturduğu anlamsız cümleler arasında, üstelik de gözlerimi yorarak sörf yapmaya çalışmanın ne anlamı var değil mi efendim?
Hımmm!... Anlaşılan yine komşudaydı eşim bu gün. Beraberce kısır yapmışlar yine. Kendileri Kahramanmaraşlıdır ve inanılmaz güzel kısır yapar evin hanımı. Öyle kolay yoğurayım dile sulandırmaz, zahmetine katlanarak kuru kuruya güreşir özel olarak öğüttürdükleri bulgurla. Malzemeyi su ile değil, bu amansız güreş esnasında bulgurun saldığı ter ile yumuşatır, şişirir. Diğer gerekli malzemeleri de tas tamam, kıvamında koyar ve nihayetinde eklediği nar ekşisi ile de olayı sonlandırır. Sonra... Yiyene, parmaklarına mukayyet olmak kalır artık.
Kimseye çaktırmadan, kenarından bir bukle götürme çabasına girişmiştim ki, eşim hemen belirdi kapının eşiğinde. Bilir huyumu suyumu, kimseyi beklemeden otlama icraatına başlayacağımı. Anında önünü alıyor, hevesimi kursağımda bırakıyor her zamanki gibi.
-Sabret biraz. Boşuna değil bunca hazırlık. İşin tadını kaçırma her zaman yaptığın gibi.
-Hayrola yahu! Özel bir gün mü bu gün? Kimsenin doğum günü flan da değil. Bizim evde yaz çocuğu yoktur, hepimiz güz ve bahar mevsimlerine dağılmışız genelin aksine. Neden bu hazırlık?
Oğlum başını uzatıyor hemen salon kapısının aralığından, çarpık ön üst dişinin bütün anatomik bozukluğunu sergileme çabasındaymış gibi yayvan bir sırıtışla söz alıyor ötekilere fırsat vermeden:
-Hikaye baba, hikaye.
-Ne hikayesi?
-Gezide yarım kalan hikaye var ya, onun devamını anlatacaksın bu akşam. O nedenle tüm bu hazırlık.
Böylece öğrenmiş oluyoruz işin aslını-astarını. Demek tüm bu hazırlığın sebebi, o güzel kamp gecesinde yarım kalan hikayemiz. Nazlanmıyorum tabi ki; tüm hazırlıklar tamamlanıp, demli Rize çayı eşliğinde ziyafet başlayınca, usuldan usula hikayeyi kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum.
......................
Şehri bombalayan Rus gemileri, gün boyunca bir daha görünmediler denizde. Köyün yaşlı imamı ve ömür denizinin sonsuzluk sahillerine doğru son kulaçlarını sallamakta olan bir kaç cesur ihtiyarın, öğlen namazını kılmak gayesi ile sahildeki camiye yönelmeleri dışında, ta ikindi vaktine kadar hiç kimse sığındığı kuytudan başını çıkarmadı. Köyün yüksek kesimlerinde yaşayanlar, ya da o tarafa doğru kaçanlar, sahile yakın vadilere sığınanlara nazaran daha şanslı idiler. En azından bulundukları yerden olana biteni gözetleyebiliyorlar, duman içinde kalan Trabzon’u ve denizin geniş ufkunu, savaş gemilerinin hareketini izleyebiliyorlardı.
Köy camisinin alçak minaresinin ahşap şerefesinde imam efendi tekrar gözüküp, yanık sesi ile ikindi ezanını okumaya başladığında, önce delikanlılar, ardından da tüm köy halkı, yavaş yavaş, ürkek bir tavşan çekingenliğinde saklandıkları yerlerden çıktılar; çeşme başlarında, Karayemiş gölgelerinde küçük öbekler yaparak toplanmaya, olay hakkında fikir alışverişi yapmaya başladılar. Zeytin ağaçlarının çevrelediği, mahallenin ana ulaşım arteri konumundaki daracık ve dolambaçlı patikayı takiben, ilk önce çocuklar koşar adım, ardından da erkekler seri ve telaşlı adımlarla sahile, top mermisinin patladığı bölgeye doğru akıp gittiler. Kadınlar ise, hemen evlerine dönmediler, yol kenarında, çeşme başında oturdular, durum hakkında bilgi edinebilmek için erkeklerin dönmesini beklediler.
Her ne kadar kapitülasyonlar nedeni ile, yok pahasına elden çıkarmak zorunda kalsalar da, köyün en önemli geçim kaynağı tütün tarımı idi. Yunus balığı avı da, genelde erkeklerin yaptığı ve köyün asla vazgeçemediği diğer bir gelir kapısı idi. Yılın hemen hemen her mevsimi zıpkın, ya da çakaralmaz tüfekler ile avlanan yunus balıkları sahilde toplanır, 5-6cm kadar kalınlıktaki derisi yüzülür, belli bir ücret karşılığı Fotel Mustafa’ya satılırdı. Fotel Mustafa, sahildeki büyük mazisinin(Ambar) önüne kurduğu, perçinle imal edilmiş büyük kazanının içinde bu derileri eritir, elde ettiği balık yağını ahşap varillerde depolar, genellikle yurt dışına ihraç etmek gayesi ile bu işle uğraşan ecnebi tüccarlara satardı. Bu eritme işi, o kadar sevimsiz bir koku yayardı ki çevreye, Trabzon’dan Samsun istikametine yolculuk eden insanlar, bu köye geldiklerinde kötü kokudan etkilenmemek için ağızlarını burunlarını kaparlardı. Köy halkına gelince, onlar bu duruma alışıktılar. Kazanın ne zaman boşalacağını bilen çocuklar, evlerinden birer parça mısır ekmeği kapar, apar topar sahile, kazanın bulunduğu bölgeye koşarlardı. Zira, yağı tamamen çıkarılan Yunus derisinden geriye kalan kıkırdaksı ve sıcacık artıklar, onlar için gerçekten leziz birer çerez hüviyetindedir. Mısır ekmeklerine katık eder, bol bol mideye indirirlerdi. Bu kadar sağlıklı olmalarının başlıca nedenlerinden biri de, Fotel Mustafa’nın kazanının kendilerine sunduğu bu nefis ziyafetti belki de. Kim bilebilir?
Muhtardan imama, kıçı bezli, burnu sümüklü, ağzı emzikli bebesinden, gözü görmeyen, ayağı tutmayan en yaşlı dedesine kadar tüm köy halkı, çok kısa zaman zarfında paramparça olan kazanın yanına toplanmıştı. Sahilin hemen arkasındaki yüksek yarın nihayetine sıralanan defne ağaçlarının sağı solu, önü arkası da köy kadınları ile dolmuştu. Kimsenin konuştuğu, bir tek kelam ettiği yoktu. Öylece şaşkın şaşkın gezinmekte, sağa sola saçılan kazan ve gülle parçalarını incelemekteydi her biri. Bir kısım insanlar da denizin kanarına dikilmiş, Rus gemilerinin bıraktığı tenekelerin akıbetinin ne olduğunu kestirmeye çalışıyorlardı.Tüm bu sessizliği, köy muhtarı Kalafatoğlu Mustafa’nın gür sesi bozdu.Köyün tek kahvesinin sahibi, aynı zamanda ihtiyar heyeti azası olan Kopuk Ali’ye seslendi.
-Kopuk Ali!... Senun hau yamak Ömer neredur?
-Haburadayum emice.
-Gel habule. Bak uşağum, ha şimdi goşa goşa Pulathana’ya gidecesun, Jandarma gumandani Tursun Beyi bulacasun. Olanlari ona bir bir anlatacasun. Tamam mi? Anladun mi?
-Anladum emice.
Ömer, hemen fırladı, kasabaya giden yola erişebilmek için, çevik hareketlerle yarı tırmandı, çok kısa zaman sonra da köyün girişindeki tahta köprüyü aşarak gözden kayboldu. kasabaya varması, haberi kumandana vermesi, görevlilerin buraya ulaşması bir buçuk-iki saati bulurdu. Güz mevsimi idi, kısaydı günlerin ömrü. Zaman, çoktan akşama doğru yelken açmış, güneş Yeniköy sırtlarını devireli epeyce olmuştu. Çevrede toplana halka döndü muhtar:
-Uşaklar, şimdiluk yapacağumuz bir şey yok gibi göruniy. Herkes işinın başina dönsun. Gumandan gelduğunde, gerekursa ben sizi tekrar çağururum. Habu denize döktukleri nedur, bilemiyrum. Onun içun hiç kimse baluğa çıkmasun bu gün.
-Ne zaman çıkacuk baluğ muhtar? diye seslendi Aydın Reis.
-Gaymagam, ya da gumandan bir şey soyler heralda. Bekleyelım biraz deyrum ben. Başımuza bi hal gelmesun sonra.
Köy halkı muhtarı dinledi, hiç kimse balığa çıkmaya yeltenmedi ama, bulundukları mevkilerden de ayrılmadılar, evlerine, ya da işlerinin başına dönmediler. Denize dökülen tenekelerin uyandırdığı merak duygusu, korku dahil tüm düşüncelerini silip atmıştı kafalarından, olayın nasıl gelişeceğini izlemek için bulundukları yerlere çakılıp kalmıştı her biri.
Çok zaman geçmeden başta kaymakam Sami Bey, Jandarma kumandanı Tursun bey, belediye başkanı Serdarzade Münir Bey ve kasaba müftüsü ile birlikte, bir manga Jandarma ve kalabalık bir grup köye geldiler. Önce sahildeki tahribat incelendi, daha sonra da dikkatler denizdeki tenekelere çevrildi. Kasabanın ileri gelenleri, aralarında bir fikir teatisi yaptılar ilkin, daha sonra da bir tanesinin sahile çekilerek incelenmesine karar verildi. Bir gönüllü aranınca, balığa çıkmak için sabırsızlanan Aydın Reis, tereddütsüz görevi üstlendi ve el birliği ile suya saldıkları takasına atlayarak, kısa bir zaman zarfında deniz yüzeyine yakın sıralanmış tenekelerin birine yanaştı. Üzerinde yer alan kulpuna bir ip bağlayarak yedeğine aldı ve, seri kürek darbeleri ile sahile yanaştırdı.
Sahile yanaştırılan nesnenin ne olduğunu hiç kimse anlayamadı. Patlama sesini duyan komşu köylüler de yavaştan yavaştan olay mahalline toplanmışlardı. Bunların içinde, Mersin köyünden Saraçoğlu Ahmet namında bir bahriye çavuşu da yer almakta idi. Ahmet Çavuş, herkesle birlikte sahile çekilen tenekeyi inceledi, sağını-solunu uzun bir süre kontrol etti. Daha sonra da, telaşlı bir yüz ifadesi ile kaymakamın anına seğirtti.
-Destur var ise, bir iki lafım vardır gaymakam bey.
-Söyle ne diyeceğin var ise efendi.
-Ben, habu Mersin köyündenım. Adım Ahmet. Askerde bahriye çavuşi idium. Habu görduğunuz teneke, gemileri baturmak içun denize atulan bir torpildur gaymakam bey. Çok tehlikelidur, her an patlayabilur.
-Ne yapacağız peki?
-Volla, bilemiyrum. Patlatmak gerekur buni. Yoksa takalara, insanlara zarar verabilur.
Bu durum karşısında, yeni fikir fırtınaları kopmaya başladı yine. Bir süre sonra da, jandarmaların uzaktan ateş etmeleri sonucunda, torpilin patlatılmasına karar verildi. Torpil az denize doğru salındı, ardından da jandarmalara ateş emri verildi. Yunus avı nedeni ile daima tüfeklerini yanında bulunduran halkın bir kısmı da atışa iştirak etti. Bol miktarda mermi torpile isabet etmesine rağmen, bir türlü patlatmaya muvaffak olamadılar. Bu durum karşısında, sahildeki kayalara çekilerek çarptırılması, bu şekilde patlamasının sağlanması yoluna gidildi. Bir kaç delikanlı, torpilin bağlı olduğu ipi kayalara doğru çektiler ve mayının çarparak patlaması için epeyce bir gayret sarf ettiler. Sonuç yine hüsran oldu. Belki de böyle olmasını Allah istedi. Çünkü, kayalara çarptırılan torpil ile halk arasında en fazla otuz metre kadar bir mesafe vardı ve hiç kimse bir patlamanın nelere mal olacağının o gün farkında değildi. Ama bunu, çok kısa bir zaman sonra, çok acı bir tecrübe ile öğreneceklerdi.
Köy sahiline karanlık iyice çökmüş, hava iyiden iyiye soğumuştu. Kaymakamın talimatı ile, akıbetine sonradan karar vermek kaydı ile torpil sahile çekildi o akşam. Kimsenin dokunmaması için, çevresinde emniyet tedbirleri alındı. Validen gelen mesaj gereğince, o gece tüm yörede karatma uygulandı. Gaz yağı tedariki oldukça zordu o günlerde; kullanılmak zorunda kalınan zeytin ve balık yağı nedeni ile zaten güç bela yanan, insanlara kör bir aydınlığı ancak sunabilen kandiller, insanların aksine, o gece oldukça sakin ve rahat bir gece geçirdiler. (Devam edecek)
Bir tutam hayat-07.03.2915-Trabzon
YORUMLAR
kalem usta olunca uzun yazı hiç sıkmıyor canımı sıkan tel şey reklamlar diyor ya işe bu ... saygılarımla
Bir tutam hayat
inanın biz de pek hoşlanmıyoruz o reklam aralarından ama,
taktir edersiniz ki insanımız, hele de bu defterin müdavimlerinin çoğunluğu,
öyle uzunca nesirlere pek ilgi göstermiyorlar.
Nerede sizler gibi hikayeyi kulağından yakalayıp, ayak parmağına kadar irdeleyen okurlar.
Bu nedenledir tefrikalar halinde yayınlamamızın sebebi.
Bir de, hikayenin tamamen yazılmamış olması olayı var.
Yayınlayacağım zaman yazıyorum hikayeyi ben.
Yani devamı henüz kaleme alınmamış.
Bu konuda oldukça tembel olduğumu itiraf etmeliyim.
İlginize ve güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
Oldukça ilginç ve tabii ki senin kaleminden olunca bir solukta okunan çok çok güzel bir yazı. Sanırım tamamen gerçek bir olay. Heyecanla devamını bekliyorum.
Selam ve sevgilerimle.
Unutmadan: Can boğazdan gelir eyvallah ama yine boğazdan gider)))))))Dikkat biraz.
Bir tutam hayat
Gerçek bir olaydan alınmış bir hikaye bu.
Gelecek bölümlerde.
bu konuda usulünce bir açıklama yapacağız.
Hikayenin tamamı yazılmadı henüz.
yayınlayacağım zaman oturup yazıyorum.
Bu Çanakkale Zaferi haftasında bitirmeye çalışacağım ama,
biraz zor gibi.
Güzel yorumuna teşekkür ediyorum.
Bu boğaz meselesi ince konu.
Yalnız yaşarken iyiydi, dikkat ediyorduk az buçuk yediğimize içtiğimize.
Şimdi,
durum vahim.
Leziz yemeklere hayır diyemiyor insan, şeker de alıp başını gidiyor maalesef.
Değerli Gökhan hocam
Beğeniyle okuduğum gezi ve anı yazınızda, kaleme aldığınız detayları, yer ve mekanları, insan diyaloglarını ince bir anlatım ifadesiyle sunmanıza hayranlık duyuyorum. Tebrik ederim
Kaleminize emeğinize sağlık
Saygı sevgilerimle
Bir tutam hayat
Aslında ana gayemiz, tarihin karanlık sayfaları arasında unutulmuş bir kahramanlık hikayesini aktarmak.
Arada, kendi yaşantımızı da katıyoruz olayın içine.
İyi mi oluyor, kötü mü oluyor bilemiyorum.
Umarım okuyucuların dikkati dağılmıyordur.
Çok güzel yazıyorsunuz, Bir tutam hayat... Anlattığınız yerleri geziyormuşuz gibi hissettiriyorsunuz; o denli canlı ve gerçek... Dilinizin akıcılığı, konularınızın ilginçliği, bunları güzel bir üslupla sunmanız... Tebrik ve teşekkür ediyorum.
Selâm ile.
Bir tutam hayat
Hikaye yazmayı, ya da okumayı bir kenara bırakalım,
bu sayfalarda oluşan bu güzel kelime arkadaşlığı gerçekten çok hoş bir olay.
Edebiyatın güzelliklerini paylaşmak güzel.
Yüreklendirici, onore edici yorumunuz için bir kez daha teşekkür ediyorum.
Bir tutam hayat
umarım eski sağlığına kavuşmuşsundur.
Şu maskeli adam resmini kaldır oradan lütfen.
İnsanın moralini bozuyor gerçekten.
Tebessüm eden resmini koy oraya bence.
Çünkü biz hep öyle hayal ediyoruz seni.
Bir tutam hayat
Eğer yazdığımız bir yazının finalinde,
Ayşe Karan yorumu yer almamışsa,
o yazı yarım kalmış anlamına geliyor.
Buraların önemli ve değerli bir rengisiniz.