- 563 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İNCİR AĞACI
Deniz kenarında oturmuş sohbet ediyor, bir taraftan da televizyondan gelen sese kulağımız kabartıyorduk, taksimde gezi parkında çadır kuran gençler ağaçların kesimine, bina yapımına karşı pankartlarla gösterilerini tüm geçe sürdürdüler. Sonra kanalı değiştirdiler, değiştirdikleri kanalda penguen belgeseli gösterildiğini gelen seslerden anladım.
Gülgün den öğle gibi mesaj geldi, ara sıra öylesine mesajlaşırdır, mesajından hükümetin yaptıklarına yeter demek için, insanların hayatlarına müdahalesine karşı gel benimle. İnsanlar duyarsızdır pek bir şey olacağını düşünmüyorum ama sana katılırım diye karşılık mesajı attım. Gülgün ile birlikte ne sloganlar atmıştık o günlerde, çadırlarda kalmıştık. Haklar verilmez alınır demişti Gülgün. Sonraları bu sözü kendimize prensip edinmiştik, farklı şehirlerde Gülgün ile pankartlar açıyorduk, haykırıyorduk, Gülgün’le aynı ortamı paylaşmak, aynı şeyi haykırmak bir başkaydı, o polisler nereden gelecek diye tedirgin bakışlarla yan sokakları izlerken, ben ise onu izliyordum, ne güzel saçları vardı, o gamzeleri ne güzeldi. Beni gazdan korumak için sarmalaması en güzel anlardı benim için, Gülgün’e karşı olan sevgimi hiç haykıramadım. Belki haykırsaydım şimdi burada bu kadar çok saldırgan olmazdım. Bugünlerde içimdeki bunaltıdan kurtulacak bir şeyler bulmuştum. Kendimi iyi hissediyordum.
Gülgün ile Gezi olaylarında hemen her gün birlikteydik, eski çocukluk günlerin deki gibi.
Gülgün beni aramıyor, mesaj atıyordu her zamanki gibi. Yine bir gün mesaj atmıştı, eski mahalleye çağırıyordu. Gülgün de uzun zaman uzak kalmıştı mahalleden, ama boşandıktan sonra mahalleye geri dönmüştü.
Gülgün’ü iki gün sonra aradım, ben eski mahalleye gitmek istemediğimi söyledim.
Gülgün yumuşak bir ses tonu ile, biliyorum senin yaşadıklarını o mahallede ama, gel birlikte anılarımızı canlandırırız.
Kısık, ağlar gibi bir ses tonu ile tamam dedim
Gitmişken Büşra’dan anahtarı da al eski yaşadığın evi gezeriz dedi.
Niye gezeceksem, sanki dört duvarı görsem ne olacak, eski ruhundan ne kalmıştı şimdi o evde.
Büşra’dan anahtarı aldım, Gülgün ile deniz kıyısında buluştuk, eski günlerde ki gibi, biraz sahilde gezdikten sonra Gülgün’ün jipine bindik. Ehliyeti birlikte almıştık, ben hız delisi ve sık sık küçük kazalar yapan biriydim. Gülgün hiç kaza yapmamıştı.,
Doğum sancısı çektiğim mahalleye gelmiştik, Mahallemin sokaklarını gördüğümde anılarım yoğunlaştı, bir garip gelmişti şimdi, o dar kaldırımların ortasına dikilmiş akasya ağaçları, apartmanın bahçesindeki çam ağaçları, beyaz kırmızı güller, şimdi yerinde olmayan ama mahallelinin sıkça uğradığı bakkal dükkanı, benim yaşamıma şahitlik etmişlerdi, orada benden bir şeyler vardı. Şimdi farklıydılar, çöp tenekeleri değişmiş, sokak tabelaları yenilenmiş, kaldırımların ortasında ki akasya ağaçlarının yerini şimdi arabalar almış, çocukken yakar top oynadığımız asfaltta çukurlar oluşmuş, küçük bakkal dükkânı kapanmış, çocuk sesleri yoktu, Sokakta eski canlılık kalmamış, canlı olan benim duygularımdı, çocukluk aşkım buradaydı, ama bir gün apar topar ayrıldık oturduğumuz yerden, nerden bilebilirdim ki insanların bunaldıklarında ayaklanıp, kendinden olmayan bizleri göçe zorladıklarını.
Asfaltta mahallenin çocukları ile ne oyunlar oynardık. Gerçi beni pek dahil etmezlerdi oyunlarına ama.
Gülgün ve mahallenin diğer çocukları ile yakar top oynardık, Gülgün’den başka kimse beni takımına almak istemezdi. Anne babamın ırkından ötürümüydü, yoksa bedenim bacaklarıma ağır geldiğinden hareketlerim kıvrak olmadığından mı takımlarında görmek istemezlerdi. Gülgün bir keresinde, benim yüzümdeki yanıkla dalga geçen erkekleri öyle güzel sözlerle kovalamıştı ki. Beni küçükken babamın koruduğu gibi koruyordu.
Hala apartmanın önündeki incir ağacı duruyordu, o benim için sadece ağaç değildi, o benim dışarı sı ile bağımı sağlayan hayat ağacıydı, yapraklarını döktüğünde mevsim değişti diyordum, kuşları bu ağaç yüzünden sevmeye başlamıştım, o ağacın üzerine konarlar bana serenat yaparlardı.
Apartman yıllar içince yıpranmıştı, duvarların boyası kalkmış, balkon demirliklerde boya kalmamıştı, camların yarısı ahşaptan yarısı pimapen idi, bende apartmana benziyordum, ipeksi saçlarım dökülmüş, gözlerimin altı kırış kırış olmuş, dişlerimin yarısından çoğu dökülmüş, göğüslerimin dikliği gitmişti. Ama ben oyuna dâhil olmak için saçlarımı yaptırmış, göğüslerimi dikleştirici silikon sutyen kullanmaya başlamış, dişlerimin hepsini çakma dişlerle yaptırmış, yüzüme maskeler yaptırıyordum. Şimdi sahteydim ben, yapaydım.
Apartmanın içine adımımı attım, Posta kutuları aynı yerlerinde duruyordu, içlerinde her zaman ki gibi bir şeyler olurdu, 6 numaraları posta kutusunun içine bakmaya korkardım. Şimdi içim burkuldu.
Yan kapı komşunun zili değişmiş, eskiden kapının dışında tokmağı yoktu, şimdi desenli altın gibi parlayan bir tokmak vardı. Eskiden ben Hunt’un resmettiği tabloya benzetirdim bu kapıyı, dışarıda kapı kolu olmayan sadece içeriden açılan bir kapı, çoğu zaman kaynana zili çalar çağlar açan olmazdı. Bir şey yapamazdım. Hele o küçük kızın durumu benim gözyaşı dökmeme neden olurdu, küçük kızın öğretmenlerine, eğitim sistemine küfür ederdim, kendime küfür ettiğim gibi. bir hayat daha kaynana gelin patırtısında yok oluyordu sesiz sedasız, kimse aldırmadan.
O zamanlarda çevreme uyum sağlayamadığımdan, sahteliklere katlanamadığımdan kendimi kapardım dış dünyaya. Şimdi ise bedenimi oyun içinde tutup ruhumun derinliklerinde kendimi arayan bir yaşam sürüyordum.
Çevremdeki insanlar her gün işe gider, işten eve gelirler, evde pek konuşmazlardı, işte de pek konuşmazlardı, robotları konuştururlardı, yalnızdılar, yorgundular, korkuları vardı. Para biriktirmekten zaman bulamazlardı bir şeylere, eş dost cenazelerinde hasret giderirlerdi. Sahte de olsa beğeni kazanmaktı çabaları. Bayramlarda büyükleri gezmek roller gereği yapılıyordu, aslında tatil yapmak istiyorlardı. Her yaş için biçilmiş görevler vardı, görevler ağır gelmeye başladığında, düşünmekten kaçmak için gürültülü yerlere giderler, can sıkıntısından şikayet ederler, oyalanacak şeyler bulmaya çalışırlardı. Biçilen rolleri oynamakla yükümlüydüler, onlardan beklenenleri yapmaya çalışırlardı. Değişimi sevmezler, değişim belirsizlik demek idi. hayat oyunu onlar için basit idi; ait olduğun yere kendini adayacaksın, inançlı olacaksın, orta yolu izleyeceksin, sürüden ayrılmayacaksın. Kendi içlerinde çelişkilerle yaşıyorlardı, ama çelişkili durumlardan uzaklaşma yolunu bulmuşlardı, maskeleri ile oyun oynuyorlardı, oyunun adı akla uydurma oyunu idi. Sonlu olan ömrün farkında değillerdi. Sığınacakları dört duvar bir evleri tam yeni olmuşken, sessiz sedasız ölüp giderdi benim çevremde ki insanlar.
Sessiz sedasız ölümü kabul edemedim, ebediyete, samimiyetsizliğe bir inanabilseydim, oyuna kendimi bir kaptırıp bilseydim, her şey farklı olurdu, ama olmadı, yapamadım. Aklıma düşmeyecesi sorular, kahredici genlerim, beni bir apartmanın küçük bir odasına mahkum etmişlerdi.
Şimdi benim küçük odamın bulunduğu evde Büşra ile erkek arkadaşı kalıyordu.
Evin içine ayağımı attığımda sol tarafımda ayakkabıları koymak için bi bölme vardı, bizim otururken de ayakkabıları konmak için yer vardı, misafirler geldiğinde ayakkabılıktan ayakkabılar alınır gidecekleri zaman kapının önüne ayakkabılar hemen giyinecek şekilde çevrilirdi, ben kaç kere azar işitmiştim bu önemsiz detaya uymadığım için kaç kere aşağılanmıştım, nasıl bir yuva kuracaksın sen, bir şey olmaz senden mi denmemişti.
Salon kapısına uzandığımda kapının orta sayılacak yerinde bir yumruk izi kadar olan çökük aklıma geldi. Eski salonla şimdiki salonun sadece dört duvar arasındaki ölçüleri aynıydı. Şimdiki salonda, Duvarlar renkli, avizeler bol ışıklı, perdelerde uğur böcekleri, halının üzerinde çiçekleri yeni açan küçük yapraklı bir ağaç ve ağacın üzerine serçeler konmuş. Duvarda iki tablo ve bir bağlama asılıydı; tablolar karşılıklı asılmıştı, bağlamanın yanındaki tabloda, yağmurlu bir havada deniz kıyısında taş desenli zeminde şemsiye altında bir birine sarılmış öpüşen bir çift vardı. Duvarın tam ortasında ki tabloda ise dağlarda derelerin aktığı çam ağaçlarının arasında küçük bir dağ evi vardı, bağlamanın üzerinde desenler vardı. Bir tane sallanır dinlenme sandalyesi, iki tane kırmızı ve beyaz rengi kanepe ve ortada ahşap masa, masanın üzeri çiçek motifleri ile kazınmıştı.
Gülgünle göz göze geldiğimizde hafif bir ses tonu ile evin kendine özgü bir ruhu oluşmuş dedim.
Onlar ruhunu yansıtmış.
Evet aynı biz otururken yansıttığımız gibi, gri perdeler, dört tekerlekli bir masa, ve kitaplardan oluşan bir vitrin vardı.
Gel Gülgün diğer iki küçük odaya gecelim
Salonun kapısının dışarıya doğru açıldığında tuvaletin kapısı da açılırsa çarpışacakları kadar küçük bir geçiş yeri vardı. Tuvaletin yan tarafında ki küçük rutubet kokan oda, benim odamdı, yarım metre kadar bir alan vardı hareket etmek için, benim için gerekli her şey vardı; küçük pencerenin köşesine dayanmış iki katlı yatak, iki katlı yatağın yarım metre karşısında bir insan boyu yüksekliğine kitaplık ve çalışma masası, masa ile yatak arasında demirden arkaya yaslanılacak yeri olan yemek sandalyesi, masa ile kapı arasında küçük bir kuş tablosu. Yerde küçük gri bir halı parçası vardı.
Bu oda yaşları büyümüş ama çocuk kalmış, büyük çocuklardan sıkıldığımda, sürüye sinirlendiğimde sığındığım odaydı burası Gülgün. Odanın duvarlarının dili olsa da anlatsa, Gülgün le nasıl sevişmek istemiştim bu oda da ne kadar çok yanım da olmasını istemiştim, kaç kere onun vucudunun kıvrak hatlarını hayal etmiştim, ya şimdi o kıvrak hatlardan geriye ne kalmış armut şekline dönüşmüş vücut ve ellerinin suyu çekilmiş buruşuk bir ten. Gülgün bu oda benim doğduğum oda, doğum sancılarımda seninle bile görüşmezdik pek, sana anlatırdım, sende bana kendi yaşadıklarını anlatırdın.
Ben seni o zamanlar pek anlamazdım ama şimdi daha iyi anlıyorum. Sen bu oda da, olanları anlamaya çalışırdın. Ama onlar seni anlamaya çalışmazdı dimi, saygınlık kaybetmemek, gururu incitmemek her şeydi onlar için, senin varlığın saygınlık kaybettiriyordu, konuşmaların guru kırıcı bir durum oluşturuyordu dimi.
Bu yaşadıklarımı, sen de böyle durumlar yaşayınca anladın dimi.
Evet, acılar, ayrılıklar insanları olgunlaştırıyor, büyütüyormuş.
Ben bu oda da bacaklarım kireçlenene kadar durdum Gülgün. Bu oda diğer oda dan bağrış çağrış sesleri gelmediği zamanlar sessiz sedasız dı, ama aynı zamanda sert kanlı çatışmalar cereyan ediyordu. Herkes le bu oda da yüzleşmek gerekti, en başta kendimle yüzleşmek gerekti, Beni ben yapan değerleri atıyordum, beni tanımlayan şeyleri, değer verdiğim şeyleri atınca geriye benden ne kalacaktı, bir deri bir kemik kalmaz mıydı, neye tutunacaktım şimdi, kaç kere yok olmam söylenmişti, sen artık bittin denmişti. Evet bu odadan çıktığımda artık benim hiç bir şeyim kalmamıştı, ne maskelerim ne kendimle giriştiğim oyunlar kalmıştı, nede bir değerim nede kimseye karşı bir bağlılığım, her şeyin bittiği yerde rahatlamıştım -artık uyumsuz olmuştum - artık her şeyi daha iyi görüyor ve her şeyi herkesi sınırsızca sorgulayabiliyordum, kaybedecek bir şeyim yoktu artık.
Gülgün bak sana şurada da kitapların arasında bir sayfa olacaktı oraya bir yerden not almıştım, bulabilirsem onu okuyayım. Galiba şu Jean paul Sartrenin yarı otobiyografik Özgürlük yolları üçlemesi olarak çıkardığı serinin birinin içinde olacaktı, Yaşanmayan zaman’ın içindeymiş bak.
Şöyle not almışım.
Taka takalını gösterdi ve avlandı. Diye başlıyor.
Bu yerin hayalini ne kadar çok kurmuştum, bu yere gitmek çevremde herkese ne kadar kolaydı, ne kadar kolay ulaşıyorlardı, üç dört kere bende gitmek istedim, yola çıktım ama hep aynı yerden döndüğümü anladıktan sonra vazgeçtim. Tekrar denemenin ne anlamı vardı yine aynı yerden dönecektim, sonra orasını ulaşılmaz kıldım. Yollar ne karlı ne buzlu, ne çamur, ne toz toprak, ne yokuş nede engebeli idi her şey müsaidi benim oraya gitmeme, bunu görebiliyordum, elimi uzatsam dokunacaktım o yere ama elimi o yere uzatamadım. O yere ulaşmak bir an olsun aklımdan çıkmaz oldu, o yere gidersem her şey yoluna girecekti, o yere dokunmak benim için en güç olan şeydi. Hasarlı üretilmiş balıkçı takasının su almaması için tıkaçla tıkanmış bir noktasını koruyordum devamlı, o nokta yüzünden ulaşamıyordum o yere, gemi hiç limandan açılamadığına limancılar dalga geçiyordu balıkçı takasıyla, taka balık avlama işini yapamıyorsa taka ne diye yer kaplıyordu limanda tartışılır olmuştu. Ama takanın altındaki deliği kimse bilmiyordu. Kimsede onu bakıma almıyordu. Taka dün geçe kimsenin olmadığı bir zamanda o gitmek istediği yerin hayalini kurmadan uçsuz bucaksız planını yapmadığı sonunu bilmediği o yere gitmek üzere açıldı, şimdi hiç bilmedi ama devamlı duyduğu deniz canavarları ile karşılaşabilirdi, fırtına çıkabilirdi bunları hiç düşünmedi avlanmayı düşünüyordu, aynı yerden dönmedi bu sefer o yeri kırdı ya avlanabilecek miydi bilmiyordu bilmek istemediği kaçtığı bir şey daha vardı, tıpa avlanırken açılacak mıydı acaba. Bilemezdi deneyince görecekti, bu zamana kadar açılmamıştı, şimdilik iyi gidiyordu, limanda avlanmadan gitmek istemiyordu, yerini bulmak istiyordu artık limanda, bırakıldığı yerden başka bir yere gidebilmeyi istiyordu artık, tıpa açılsa ne olur ki, zaten durduğu yerde tahta kurtları tarafından içten içe yeniyordu. Evet taka ağını atmakta tereddüt etmedi, aklına gelmedi ağını atınca olacaklar, ağ kuvetlimiydi, balıklar bu ağa takılınca ağ yırtılır mıydı hiç düşünmedi. Ağa balıklar gelmeye başladı, tutuyordu ve hiçbir şeyde olmuyordu, ama taka bir şey hissetmiyordu, ne sanıyordu ki bu balık tutmayı, nasıl yerlere oturtmuştu bu balık tutmayı. Şimdi yeni bir tutkusu daha oluşmuştu takanın, taka artık balık tutmak için uraş verecekti,
Gülgün bu oda benim için çıkılmaz bir uçurum gibiydi diğer odalar ise uçurumun dışıydı, orada oyunu kuralına göre oynamasını bilen insanlar vardı, orası gerçekti, kabul etmekte zorlandığım hayat vardı.
Bir keresinde misafir gelecekti bize kim olduğunu hatırlamıyorum ama annemin dediklerini neredeyse dün gibi hatırlıyorum, misafirler geldiğinde hiç odadan dışarı çıkma, ne diyeceğimi şaşırıyoruz, Dışarı çıktı arkadaşlarınla deriz dedi.
Ama onlara da hak vermelisin. Onlar içinde kolay olmamıştır seni bu durumda görmek, onlarda evlatlarının bir yere geldiğini görmek isterler. Bir keresinde bizim evde annenle annem konuşuyordu, annem sizin kız da evde kaldı, bak çocukları ne zaman olacak, belli yaştan sonra çocuk oldurmakta zor olur, senin ki kapıdan dışarıda pek çıkmıyor. Birde tuhaf tuhaf konuşuyormuş duyduğuma göre. Çalışmıyor da, geçen gördüm bakışları da tuhaf olmuş. Bizim kız sözlenecek bak dedi annem, tabi ben anneme sana ne dedim ama. Annenin oradaki bakışlarını, sıkılmasını görecektin.
Gazeteler çok okunmak için ilginç şeyleri yayınlarlar bilirsin. Bir keresinde annem ağlıyordu, neden alıyorsun dedim herkes beni soruyormuş, beni sevdiklerinden değil miş dedi. işte bende ilk sayfa manşeti kadar ilginçtim.
Beni bana soran ise sadece Büşra vardı Gülgün, sende beni anlamazdın o zamanlar.
Deniz biliyor musun ben o zamanlar Büşra’nın da seninde yaşamını garipserdim.
Bir keresinde Büşra bana, parmaklarına yüzük takarak herkesin önünde karşılıklı evet demenin anlamsız olduğunu, samimi olmadığını düşündüğünden, bir birine söz vermenin yeterli olacağına bir sürü gürültü şamatayı zaman kaybı olarak gördüklerinden. Erkek arkadaşı ile herkes den uzakta, iki kişilik bir yaşam sürdürdüklerini söyledi.
Büşra ve erkek arkadaşı farklıydı, benim varlığıma değer veriyorlardı. Büşra derdi ki sen işe gider gibi her sabah kalkıyorsun, akşama kadar bir şeyler okuyorsun, sen kendine bunu iş edinmişin derdi. Büşra’nın erkek arkadaşı da bana işimi yapabilmem için kitap sağlardı. Onlar benim dışarıyla bağlantımı sağlarlardı.
Bende de kendimde garipsediklerim vardı, ben neden erkeklerin yanında rahat olamıyordum, neden erkekler bana dokunmak istediklerinde kendimi kasıyordum, ben bir kadındım, onlardan hoşlanmam gerekti, göğüslerim vardı, anne bile olmak istiyordum bazen, düzensiz adet dönemlerim dışında her şey normaldi. Bir erkekle olmak için ne kadar zorlamıştım kendimi, kaç sefer denemelerim olmuştu. Belki doğru erkek olursa olur diyordum hep. Çok iyi anımsadığım bir olay bana yeni kaygılar armağan etmişti, armağan ettiği bir şey daha vardı, ne olduğumu bilmem. Her şeyin sıradan olduğu bir Cumartesi gecesiydi, Gençlik partisi vardı, gençlik derneği gibi bir şey düzenlemişti bu partiyi, loş ve renkli ışıklar altında nerdeyse herkes çılgınlar gibi oynuyordu, oturacak yer yoktu, beş altı yerde yuvarlak masalar vardı, içkiler bu masalarda içiliyordu, bizde Gülgün ile ikinci biradan sonra bir kadeh viski daha içelim dedik, viskimizi almış içiyor bir taraftan da bir şeyler konuşuyorduk, ama gürültü çok fazlaydı. Şimdi hatırlayamadığım o zamanlar herkesin çok beğendiği romantik bir şarkı vardı herkes dans etmeye kalkmıştı. Bizi dansa kaldıran bir… sesini zor duyuyordum Gülgünün, bizi dansa kaldıran bir erkekte çıkmadı ya, gel birlikte dans edelim olmaz mı dedi, bende ya ben dans etmesini bilmem ki falan demiştim. Gel ben seni idare ederim dedi, ben kadın olmuştum, Gülgün benim belime sıkıca sarılmıştı, göğüsleri göğüslerime değiyordu, kafasını omuzlarıma koymuş nefesi kulaklarımdaydı, elleri kalçamın üzerine kadar inmişti, benim içim bir tuhaf olmuştu, hiç hissetmediğim bir şey hissediyordum, ıslanmaya başlamıştım. Gülgün’ün kulağıma bir şeyler demesiyse kendime geldim, galiba erkek arkadaşının olmaması ile ilgili bir şeyler demişti. Şarkının bitmesini beklemeden yerimize geçmek istediğimi söyledim Gülgün’e, gürültülü ortam birden sessizleşmişti benim için, Gülgün bir şey diyordu ama duymuyordum, oradan gitmek istiyordum ama geldiğimiz otobüsle gitmeliydim. O geçe baya bir içmiştim, eve zar zor götürmüşlerdi. O geceden sonraki günlerde kendimi çok suçladım, nasıl böyle bir şey olabilirdi, utanıyordum kendimden.
Kitapları giderken götürmemişsin.
Okuduğum kitaplar bunlar, götürmeye gerek duymadım, birilerine veririm diye bıraktım burada ama, alanda olmadı öyle kaldı işte.
Birkaç kitaba göz attı. İstersen alabilirsin hepsini.
İçlerinden ilgimi çeken olursa alırım .
Eline bir kitabı aldı, kitap parçalara ayrılmıştı, sayfaları düzgün takip ediyor muydu acaba diye aklımdan geçirdim. Nevrozlar ve İnsan Gelişimi: Kendini Gerçekleştirme Mücadelesi idi kitabın ismi, kitapları bazı kişiler müzeye koyacakmış gibi korurdu, ben ise her tarafını çizer, üzerine o anda o okuduğum yer ile ilgili düşüncelerimi bile yazardım, bu kitabı da çok karalamışım, kapağına bile bir şeyler yazmışım, kitabı daha başlarında turuncu renkle altını çizmişim, okumaya başladı Gülgün. Kendimizi gerçekleştirmek yerine bizi zorlantılı davranışlarla pek istemediğimiz bir hayata mahkum kılan modelleri tanımlar: Etrafına baskı kuran genişlemeci tip, içe kapanarak ortamdan kendini silen tip; başkalarına bağlanan tip ve insan ilişkilerinden kendini çeken kopuk tip… neyi anlatıyor bu kitap tam olarak, al oku Gülgün şimdi anlatırsam eksik kalır birçok şey, zamanı değil hem şimdi.
Hadi gel annemlerin oda ya geçelim istersen, kitabı almayacak mısın, daha sonra belki alırım.
Beni doğuran ve ihtiyaçları için beni büyüten anne ve babamın odasıydı burası. Beklentilerine karşılık veremediğim için hayatlarını çalmış olmakla suçlandım kişilerin odasıydı. Evin en geniş odası burası gördüğün gibi, ama aynı zamanda en az ışık alan oda, baştan başa iki adım atsan üçüncü adımın yarıda kaldığı bir oda burası işte, ama bu odaya kaç kere başı uçlarındaki duvara aydınlık olsun diye bir pencere açmayı düşünmüşlerdi, ama hiç gerçekleştiremediler, ertelediler sınırlı ömürlerinde ki her şeyi. Cinsellikten ikmale kalmış bir ülkenin insanları değimliydi, 31 kuşağının insanları değimliydi, kuralların erkeğin sikine göre şekillendirdi bir toplum değimliydi, kadını yatak odasına sıkıştıran, nüfus sayımlarında kadınların başlarını bile saymayan bir soyun çocukları değiller miydi anne ve babalarımız. Bu oda aynı zamanda benim tohumlarımın atıldığı oda, nasıl bir sevişmenin ürünüydüm acaba, kafayı bulmuş bir babanın zorla sahip olduğu bir kadının çocuğu muydum. Yoksa kötü giden ilişkilerini sağlamlaştırmak için atılan bir tohumuydum. Bir keresinde bu oda da iken annem bana ağlayarak, seni düşünmekten babanla birlikte yatınca birlikte olamıyoruz, bunu hiç unutma dedi. Konuşurken açık olamıyordu bana karşı. Şimdi bunları sana söylediğimi duysa çok kızar. Ve benim tohumlarımın atılmasından pişmanlık duyduklarını ilk dillendirdikleri odaydı burası.
Gel mutfakta karşılıklı bi kahve içelim. Kahvelerimizi yaptık, dikdörtgen kırmızı masanın karşılıklı duran beyaz sandalyelerine oturduk. Nasıl iyi oldu mu evi gördüğün. Pek canlılığını yitirmeyen anılarım, burada daha da bir yoğunlaştı, eski den olan şeyler aklıma geldi, benim için yaşananların eski de kaldığını söylemem zor ama. Şu mutfak ta bile nice görmek duymak istemediğim şeyler oldu, biliyor musun o zamanlar küçük yarım ay şeklinde bir masa vardı, hatırladın mı, evet gri bir masaydı. Bu masada yemek yemek için resmi protokollerdeki hassasiyet olurdu, gelin kaynana arasında mutlaka ben oturur, babam ile annesi ay şeklindeki masanın iki uçuna karşılıklı otururdu. Bunları yazılı kurallar haline getirip mutfak girişine asmalıydık aslında, ya ben olmadığım bir gün bir misafir gelirde gelin kaynana yan yana veya karşılıklı yüzlerine bakacak şekilde oturursa nasıl olurdu, olurdu belki ama ağızlarının tadı bozulur ne yediklerini anlamazlardı.
Umutsuzluk hakim idi evde genelde, umutsuzluk nedir diye düşündüm uzun süre. Umutsuzluk genelde beklentiler gerçekleşmediği zaman ortaya çıkan bir yok olma duygusuydu, umutsuzluk gelecek ile ilgili kaygılar yaşamamıza neden olmaktaydı. Ailem beklentilerini oluştururken kendi dışındaki birçok değişkeni dikkate almadan kendi arzularına ve isteklerine göre gelecek zamanı şekillendirmeye kalkıyor, adeta ’zamanı hapsetmeye’ kalkıyordu, olaylar zaman içinde değişiyordu, bunu dikkate almıyorlardı, kişilerde zaman içinde değişiyordu. Değişimden hoşlanmazlardı bizimkiler. Gülgün şu düşünce çok saçma değil mi, birçok anne ve baba yeni doğmuş çocukları hakkında bile gelecek ile ilgili birçok beklentiye giriyor, bir insan üzerinde beklentiye girmek ve o kişi üzerinden kendini tanımlamak saçma değil mi. ve bizim dışımızda gelişen birçok olayı da kontrol altına almaya çalışmak, böyle beklenti oluşturulduğunda genelde beklentiler gerçekleşmiyordu ve sonucunda umutsuzluk yaşanmakta idi. Şunu öğrenemedi ailem; İstediğimiz, arzuladığımız, gerçekleştirmek istediğimiz bir durum karşısında, elimizden geleni yapmak, yani elimizdeki verilerle hareket etmesini öğrenmek gerektiğini, sonuçların kişinin eyleminin ve birçok etkenin meydana gelmesi sonucu oluştuğunu, kişinin kendi eylemleriyle ilgilenmesini öğrenmesi gerektiğini.
Senin gezi parkında söylediğin bir şey vardı, haklar verilmez alınır demiştin. Ben bunun anlamını çok geç anladım. Gülgün. Evet bana kimse kişiliğimi yaşamam için bir şey sunmayacaktı önüme, ben kendi kişiliğim, bütünlüğüm için, bağımsızlığım için, ben buyum demek için, balta girmemiş ormanlarda yolu kendim açman gerekiyordu, buda her an belirsizlik ve kaygı veren bir durum demekti, ama bu benim demek için bu gerekliydi. Normal sıradan insanın düşüncesi kaygısız bir yaşam yaşamaktı. Sıradan insanların tek yaptığı özgür olmaktan kaçmak idi, yollarını bulmuşlardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.