- 759 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜ..FE..K (Türk Fedaileri Kuruluşu )
BÖLÜM 7
FİNAL CİNAYET
Emniyet Müdürü sesli düşünüyordu;
“İşkence edilmiş beş ceset, bu altıncı. Duvara çivili dediklerine göre, buna da işkence etmişler. Neden işkence ediyorlar, neyin intikamını alıyorlar? Beş cesedinde kalbi çıkartılmıştı. Bunun dışında, her birine ayrı işkenceler yapmışlardı. Ha, birde hepsinin kalbini çıkartmışlardı. Bunu zaten söyledim yahu. Sahi, kalplerini neden çıkartıyorlardı Mahmut Ali Bey?”
“Öyle şeyler yapmışlar ki, kalp taşıyan bir insanın asla onaylamayacağı şeyler. Bu cinayetleri işleyenler, öldürdükleri bu adamlara, kalp gibi yumuşak, şefkatli bir organı yakıştırmamışlar. Bu yüzden çıkartmışlar kalplerini.”
Bu cevap, Emniyet Müdürünü düşündürmüştü. Önüne döndü ve dalgın bir bakışla bir süre öylece kaldı. Mahmut Ali’yi onaylıyordu. Öldürülenlerin çok büyük suçlular olduğunu, Ülkenin zenginliklerini kullanabilmek için, milleti kandırmak adına tezgâhlar düzenleyen bir mekanizmanın parçası olduklarını, kendiside düşünüyordu. Kafası yinede karışıktı. Elindeki davanın büyüklüğünün farkındaydı ve işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu. Mahmut Ali’ye dönerek;
“Bu cesetler, göğüslerine çivilenmiş fotoğraflardaki kişilerle aynı tarafta olmasın? Çözemiyoruz bir türlü, yanlış yerden mi bakıyoruz acaba? Evet, karşıdan bakıldığında bu öldürülenlerin, büyük ve kirli bir oyunun oyuncuları olduğunu anladık. Acaba diyorum, bu altı kişiyi öldürenlerle, fotoğraflardakileri öldürenler aynı adamlar olmasın? Yani demem o ki; diyemiyorum aklım karıştı. Nasıl sorsam Mahmut Ali Bey?”
“Sizi anlıyorum Ercan Bey. Biraz kafanız karışmış, sanırım başka bir şeye yoğunlaşmışsınız. Elimizdeki cesetler ve göğüslerinde bulduğumuz fotoğraflardaki kişiler, aynı tarafta olamaz. Çünkü fotoğraflarda, milleti yok yere ayaklandıran bir provokatörle, bir mafya üyesinin de resmi vardı. Diğer resimler, millet menfaati güderken şehit olanlara aitti. Buradaki mesaj, artık çok net. Hem ilk üç ceset, Türk bile değildi. Oyun ne? Ülke zararına oynanan büyük bir oyun. Ülke neresi? Türkiye, Türk’ün Türk’ten başka dostu ne zaman olmuş ki, kalkıp Sicilya’dan gelen bir adam, kendisinin olmayan topraklarda millet menfaati gütsün. Evet,Türkiye’yi ve Türk insanını seven yabancılar var ama biz onları tanıyoruz, kim olduklarını biliyoruz. Nereden tanıyoruz? Çünkü saklanmıyorlar, sarılmak için kollarını açarak, koşarak geliyorlar. Bu cesetleri tanıyor muyuz? Hayır. Neden tanımıyoruz? Çünkü yaşıyorlarken hep saklanmışlar, başkalarının kimliklerini kullanmışlar. Demek ki sıkıntılı bir işleri var, yoksa neden saklansınlar. Hem, merak etmeyin bunun son ceset olduğunu düşünüyorum.”
“Ne bileyim, hani cinayetleri işleyenler Tarikatın ismini, yanıltmak için kullanırlar falan demiştik ya, aslına bakarsanız, çok uzaklara gittim ben bu akşam, kafam çok karışık” diye mırıldanarak, arkasına yaslanıp, yine sessizce yolu izlemeye koyuldu. Emniyet Müdürünün kafası gerçekten karışmıştı ve başka bir şey düşündüğü bakışlarından belli oluyordu. Cinayetlerle ilgili kendisine sorduğu, mantık yürütmek istediği hiçbir soruya cevap bulamıyordu. Özlem Müfettiş, kaçamak bakışlarla Azap’ı seyrederken Necdet’e yakalanınca mahcup oldu ve yanakları kızardı. Emniyet Müdürü, yine sesli düşünmeye başlamıştı.”
“Demek mesleği bitirirken de duvara çivili bir ceset görmek varmış, vay be hayat.”
“Ne söyleniyorsunuz Ercan Bey, mesleğe başlarken de mi duvara çivili bir ceset gördünüz?” diye seslendi Necdet, Emniyet Müdürü büyük bir şaşkınlıkla Necdet’e baktı;
“Evet, bunu nereden bildiniz?”
“Kendiniz söylüyorsunuz ya.”
“Neyi kendim söylüyorum? ‘Mesleğe başlarken duvara çivilenmiş bir ceset gördüm’ demedim ki.”
“Yahu Ercan Bey, nereye takıldı sizin aklınız? ‘Demek mesleği bitirirken de duvara çivili bir ceset görmek varmış’ dediniz ya.”
“Evet dedim.”
“İyi işte, demek başlarken de görmüşsünüz ki, ‘bitirirken de görmek varmış’ dediniz, Çok yordunuz beni Ercan Bey.”
“Öyle ya doğru söylüyorsunuz Necdet Bey. Ben de nereden biliyorsunuz diye çok şaşırmıştım. İnanın ne söylediğimim farkında değilim, duvara çivilenmiş ceset deyince, ben nerelere gittim bilemezsiniz, çok üzüldüğüm bir anımı hatırladım.”
Azap gülümsüyordu.
“Böyle ufak bir ayrıntı, Necdet abiden kaçar mı?”
Emniyet Müdürü, Azap’ı da duymadı. Dalgın ve düşünceli bakışlarla, yine yolu izlemeye koyulmuştu. Sanki yanlarında değil gibiydi. Mahmut Ali, Emniyet Müdürüne seslendi;
“Demek ki, ilk karşılaşmanız değil böyle vahşice işlenmiş cinayetlerle Ercan Bey.”
“Ne deyim Mahmut Ali Bey, yirmi dört yıl geçmiş aradan, bu cinayetler işlenene kadar, böyle bir olayla bir daha da karşılaşmamıştım. Evet, mesleğe ilk başladığımızda da duvara çivilenmiş bir ceset görmüştüm. Bir meslektaşımızın cesediydi. Üç dört aylık komiser muaviniydim. Bir polis memurunun, evinde ailesiyle beraber öldürüldüğü anons edildi. İşe gelmeyince, arkadaşları evine gitmiş ve cesetleri bulmuşlardı. Eve gittiğimizde manzara korkunçtu. Görev arkadaşlarının feryatlarını hiç unutamıyorum, biz de ağlıyorduk, hatırlamak istemediğim, çok kötü bir gündü” dedi.
Gözlerine biriken yaşlar yanaklarına süzülünce, iki eliyle gözlerini ve yanaklarını sildi. Emniyet Müdürü çok sinirli bir adamdı. Böyle duygusallaşmasından, yaşadığı olayın onu ne kadar üzdüğünü anlamışlardı. Yola çıktıklarından bu yana, dikkat dağınıklığının da sebebi bu olayı düşünmesiydi. Hepsi, derin bir sessizliğe bürünmüştü. Kısa bir süre sonra, Emniyet Müdürü devam etti sözlerine;
“Ellerinden ve ayaklarından duvara çivilemişler, işkence etmişlerdi. Ailesinin cesetleri de tam karşısındaki duvarın önündeydi. Beş altı tane büyük fare, cesetleri yiyordu. Eşi ve iki çocuğunun yanında, genç bir kadınla, üç yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Ağabeyinin eşi ve çocuğu olduğunu öğrendik, misafirliğe gelmişlerdi. Hepsine işkence ederek öldürmüşler. Polis arkadaşımız, duvara çivilendiğinde yaşıyormuş. Ailesine işkence ederken seyretmesini istemişler. Başını sağa sola çeviremesin diye, kulaklarının içinden duvara çivi çakmışlardı. Gözlerini kapatmasın diye, göz kapaklarına balık kancası takıp geriye çekmişler, kancaların ipini, hemen başının üzerine çaktıkları çiviye sarmışlardı. Fareleri günlerdir aç bırakmış olmalılar, hayvanlar çıldırmış gibiydi. Uzaklaştırmak isteyince bize de saldırdılar, normal bir kedi yavrusu kadar vardı büyüklükleri, ateş ederek öldürdük. O stresin içinde, bir saat kadar oyalanmıştık fareler yüzünden. Odanın içinde, onların kanına basarak yürümek zorunda kalmıştık. Bir kaç arkadaşımız sinir krizi geçirdi. O çocukların halini unutamıyorum, nasıl kıymışlardı. Ya o üç yaşındaki bebek…” diyebildi.
Sesi iyice dolmuştu, tekrar ağlamaya başlayınca konuşamadı. Özlem Müfettiş’in verdiği mendille gözlerini silip, yolu izlemeye devam etti. Azap, Mahmut Ali’ye baktığında, gözlerine kan oturmuş olduğunu gördü. Çene kemikleri yanaklarında belirip kayboluyordu. Hepsi çok etkilenmişti müdürün bahsettiklerinden. Sessizlik içinde, olay yerine doğru ilerliyorlardı. Birden;
“Aman Allah’ım” dedi Emniyet Müdürü. Sırayla hepsinin gözlerine baktı. Onlar da, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki, Emniyet Müdürü, devam etti sözlerine;
“Evdekilere işkence ederken, her birini sopayla dövüp kemiklerini kırmışlar. Vücutlarını rastgele bıçaklayıp, sivri bir şeyle delmişler, dişlerini ve tırnaklarını çekip, parmaklarını kesmişlerdi. Her yerlerinde çiviler çakılıydı. Ellerini ve ayaklarını, bileklerinden kesip vücutlarından ayırmışlar, cesetlerin üzerine rastgele atmışlardı.”
“Ne diyorsunuz Müdür Bey? Bu anlattıklarınız, elimizdeki cesetlere tek tek yapılanların aynısı. Böyle bir tesadüf olamaz” dedi Özlem Müfettiş.
Emniyet Müdürü, Mahmut Ali’ye dönerek, mümkün olup olmadığını sordu.
“Anlattığınıza göre, o gün evde altı ceset varmış. Bu gittiğimiz de altıncı cinayet. İşkence şekline bakılırsa, onların hepsine yapılmış işkenceler, bu elimizdeki cesetlere, her bir ayrıntısı tek tek yapılmış. Hepsini sopayla dövmüş ve kemiklerini kırmışlar. Bizde ki cesetlerin bir tanesinde var, hepsini bıçaklamışlar, bizde ki cesetlerden sadece biri bıçaklanmış… Kesinlikle bir bağlantı var. Ben de Özlem Hanım gibi düşünüyorum. Böyle bir tesadüf imkansız, ya aynı kişiler benzer cinayetler işler, ya da intikam almak isteyen biri aynı cinayeti işler. Bu cesedi görünce daha net anlarız” diye cevapladı.
Azap hariç, hepsinin telefonlarından mesaj sinyali sesi gelince, bir birlerine ve merakla telefonlarına baktılar. Hepsinin telefonun ekranında, dinleme yapmak için müdahale olduğu yazıyordu.
Emniyet Müdürü, telefonu Azap’a doğru uzatarak;
“Şimdi, biri bizi dinlemek mi istemiş?”
“Evet müdürüm.”
“Dinleyebilir mi?”
“Hayır, kesinlikle dinleyemezler.”
“Aferin Azap, nerede alengirli alet var, elinin altında be oğlum, peki biz öğrenebilir miyiz, hattımıza kimin müdahale ettiğini?”
“Sanırım bu biraz zor müdürüm, hatta mümkün olmaya bilir.”
“Nedenmiş o?”
“Bu teknoloji işleri biraz karışık, bilinmeyen merkezlerden dinleme yapıyorlar. Bulmaya kalksanız, onlarca ülke dolaşmanız gerekebilir, tabii takip edebilirseniz.”
“Nasıl yani?”
“Bende anlamıyorum müdürüm. Telefonu dinleyenler, başka ülkeler üzerinden yapıyorlar bunu, dinlendiğiniz adres belli ama sahte isimler çıkıyor karşınıza. Zaten, dinlemenin yapıldığı adresi buldunuz mu, buranın da başka bir ülkeden yönetildiğini görüyorsunuz, oraya gitseniz aynı şey. Bilgisayar dehaları var, görüşme sağlayan vericilerden, istasyonlardan bilgi çalıyorlar. En büyük sorun, başka ülkelerin başka yasaları var, şu adres bizi dinliyor deseniz kim umursar, karışık işler müdürüm, fakat dinlemeyi önlemek mümkün.”
“Sen anlatırken bile kafam karıştı. Neyse canım, en azından bizi dinleyemiyorlar.”
İhbarın yapıldığı sokağa gelmişlerdi. 607 numaralı evin önünde durdular. Olay yeri inceleme ve asayiş ekip arabaları evin önündeydi. İki arabanın içinde de birer memur vardı.
“Demek bunlar, yirmi dört yıl öncesinin intikamıymış, ne dersiniz Mahmut Ali Bey? diyerek indi Emniyet Müdürü. Diğerleri içeri girerken, Mahmut Ali ve Emniyet Müdürü, kısa bir süre evi seyrettiler.
“Şimdi netleşir her şey Ercan Bey” dedi Mahmut Ali ve içeri girdiler.
Onları, cesedin olduğu odaya yönlendiren memur, kapının önüne gelince, ayaklarına takmaları için galoş verince;
“Bu sefer delil çok galiba, delillere basmayalı değil mi?” dedi Emniyet Müdürü.
“Oda zemininin yarısı kan gölü, ayakkabılarınıza kan bulaşmasın efendim” diye cevapladı, galoşları uzatan memur.
Mahmut Ali’yle bakışarak içeri girdiler. Diğerleri odanın içinde geziniyor ve şaşkın bakışlarla etrafı inceliyorlardı.
“Bu neyin nesi Mahmut Ali Bey” diye söylendi Emniyet Müdürü.
Gerçekten de, oda zemininin yarısı kanla kaplanmıştı. Kanlara basmamaya özen göstererek, odanın ortasına kadar geldi ve kendi etrafında yavaşça dönerek, duvarlara bakmaya başladı. Odanın bütün duvarlarına, fotoğraflar, bir takım belge ve raporlar, teknik resim ve krokiler çizilmiş kağıtlar, dosyalar halinde asılmıştı. Bütün duvarlar bunlarla kaplanmıştı. Olay yeri inceleme de orada olduğu için, odanın içi hayli kalabalıktı. Gördüğü manzara karşısında strese giren Emniyet Müdürü, sırayla arkadaşlarına baktı.
Onların da şaşkınlıklarının halen geçmediği belliydi. Ne olduğunu anlamaya çalışan bakışlarla, odayı izlemeye devam ediyorlardı. Olay yeri incele ekibine, çalışmalarına ara verip dışarı çıkmalarını söyleyen Emniyet Müdürü, kalabalık azalınca biraz rahatladı.
Cesedin karşısına geçti ve izlemeye başladı. Kolları yukarı doğru dik uzatılmış ve iki yana doğru biraz açılarak, bileklerinden çivilenmişti. Ayakları da iki yana doğru açılmış ve ayak bileklerinden çivilenmişti. Üzerinde, bütün düğmeleri açılmış gömleğinden vücudu görünüyordu. Göğsünün kalbi üzerine gelen yerinde, uzun ve açık bir kesik izi vardı. Bu cesedinde kalbini çıkarmışlardı. Gömleği ve vücudu kan içindeydi. Pantolonunun dizden aşağısı kesilmiş, kumaş parçaları rastgele kanlı zeminin üzerine atılmıştı. Başını sağa sola oynatmasını engellemek için, kulaklarının içinden duvara çivi çakılmıştı. Göz kapaklarının üzerinden balık kancaları takılarak geriye çekilmiş, kancaların ipi, hemen başının üzerine çaktıkları çiviye sarılmıştı.
Emniyet Müdürü, Mahmut Ali ile bakışıp başını sallayarak, yirmi dört yıl önceki cesedin aynısı olduğunu onaylıyordu. Cesedin hemen bir metre kadar önünde, yerde duran ve içinde dört tane çok büyük farenin olduğu kafese, tiksinerek baktı. Fareler bir birlerine saldırarak, kafesin içindeki insan kalplerini yemeye çalışıyorlardı. Sayamadılar ama cesetlerden çıkarılan kalpler olduğunu anlamışlardı. Mahmut Ali’ye döndü;
“Fareler bile aynı, hiç şüphem yok” dedi.
Kafesin hemen yanındaki sehpanın üzerinde, kalın bir evrak klasörü vardı. Kapağını açıp biraz karıştırdı.
“Duvarlara sığmayanları mı koymuşlar Ercan Bey?” diyen Necdet’e;
“Öyle görünüyor” diyerek cevap verdi.
Özlem Müfettiş söze girerek;
“Menderes’in asılmasına zemin hazırlayan altı-yedi Eylül olaylarının nasıl başlatıldığını ya da Cudi Dağındaki petrol arama istasyonunun kroki çizimlerini, nasıl ve hangi saatte baskın yapılacağını, altı mühendisimizin nasıl öldürüldüğünün planlarını görmek ister misiniz? Şuna bakın, Türkiye’de hayvancılığın nasıl bitirileceği yazıyor. Buradaki de Isparta hava alanının resimleri, bu duvarlarda neler var böyle inanılmaz” dedi.
Odanın diğer duvarının önünden Adem Baş Komiser girdi söze;
“1950 yılında IMF’nin, ülkemizdeki şeker üretimine ve fiyatlandırmasına, gerçekte ne için müdahale ettiğini söylüyorum beni dinleyin. Verdiği borç paranın inanılmaz faizini almayı garantilemek için, her gün tüketilen ama aslında ülkemiz şeker pancarı cenneti olduğu için, çok ucuz olması gereken şekere zam yaptırarak ve rekabet olmasın diye girişimcilerin fabrika açmasını yasayla engelleterek. Buna inanabiliyor musunuz? Zira bu şeker niye bu kadar pahalı diyorum. Halende öyle, hiç bir şey değişmemiş. Bu millete hizmet etmek isteyen bir kişi çıkıp da ne oluyor dememiş yahu, hep millete binmeye zorlamışlar. Şaşkın millet, her fırsatta bir birine düşüyor, birlik olup da, şu ülkeyi karıştırmak isteyenlerin ümüğüne çökmüyorlar. IMF ile bu anlaşmayı imzalamaktan kimlerin zengin olduğu da yazıyor, tabii ya, kendi cukkası doldu, millet umurunda mı şerefsizlerin, millet sevgisi yok, halka şefkat yok, ahlak yok, seçersen bu adamları, böyle yaparlar işte. Eyvah benim ülkeme, burada da domates tohumunun nasıl yok edildiği yazıyor. Çuvallar dolusu domates tohumu depolarda dururken, genetiği oynanmış tohumları nasıl ve kimlerin kanalıyla ülkeye satılacağının planları bunlar, esas hainler bunlara çanak tutanlar, teröristin hası bu şerefsizler.”
Özlem Müfettiş, duvarların önünde yürüyerek, asılı dosyaları hızlıca gözden geçirdi ve;
“Bunların hepsi fotokopi, asılları nerede acaba, kimlerin elinde?” deyince;
Sehpanın üzerindeki klasörü işaret eden Emniyet Müdürü;
“Asıl bomba burada. Türkiye büyük bir zenginliğin üzerinde oturuyor, biz ekonomik krizle boğuşuyoruz. Çıkartılmayan madenler hakkında evraklar var burada. Rakamlarla, değerleriyle, neden çıkartılamadıklarıyla alakalı, bunlar da fotokopi. Bu klasörün içinde, Yeryüzü Krallığı Tarikatı’nın hizmetkarlık tapusu da var, cesede ait olmalı” dedi.
Mahmut Ali, kapının önündeki yerinden hiç ayrılmamıştı ve büyük bir dikkatle odayı izliyordu. Ceset, zeminden yarım metre civarı yüksekte duvara çivilenmişti. Ayaklarının hemen altında yere koyulmuş, çorba kasesi büyüklüğünde, beş tane metal kase vardı. Cesedin ayaklarından sızan kan, iki tanesinin içine damlıyordu ve birikmişti.
“Bunların içine ne koymuşlar” diyen Emniyet Müdürü, zemindeki kanlara ayakuçlarıyla basarak yaklaştı ve eğilerek incelemeye başladı.
Kaselerden birinin içine, siyah renkli ve koyu kıvamlı bir sıvı koymuşlardı.
İkinci kasenin içinde, kaya tuzu kristallerine benzeyen, yumruk büyüklüğünde parlak ve beyaz, şekilsiz bir taş vardı.
Üçüncüde, yumruktan biraz büyük, koyu yeşil, siyah, gri ve oksit renklerin görüldüğü, yer üstü taşlarına benzemeyen ve yeraltından çıktığı anlaşılan, yine şekilsiz, mat bir taş vardı.
Dördüncü ve beşinci kaselerin içine kan birikmişti ama kaselerin içindekiler büyük ve kaselerin ağız hizasından yüksekte olduğu için görülebiliyorlardı. Dördüncü kasenin içindeki taş parçasının kan bulaşmamış kısımları, nokta gibi parlak grilikler görünse de, sarı ve ışığı yansıtan parlaklıktaydı.
Emniyet Müdürü, iyice yaklaşarak daha dikkatli bakınca, altın parçacıkları olduğunu düşünerek;
“Arkadaşlar zengin olduk. Yanılmıyorsam altın madeni buldum, bunların ne olduğu hakkında bilgisi olan varsa söylesin” diyerek, diğerlerine seslendi.
Hepsi, ilgiyle başına toplandılar.
“Evet, haklısınız” dedi Necdet ve devam etti sözlerine;
“Altın madeni bulmuşsunuz, toprağın içindeki altın damarından alınmış bir parça bu. Bu siyah sıvıda ham petrol, işlenmemiş haliyle koymuşlar kasenin içine, kaya tuzuna benzeyen bu beyaz parçada Bor madeni, şu ikisini biraz düşünmek lazım. Üçüncü kasedeki üzerinde gri, koyu yeşil, siyah ve oksit renklerin olduğu bu parça, uranyum madeni olabilir. Son kasenin içindekini bilemiyorum” diyerek bitirdi sözlerini.
Emniyet Müdürü şaşkın ve etkilenmiş bir bakışla Necdet’e, sonra Mahmut Ali’ye baktı;
“Uranyum mu? Arkadaş, sizin bilmediğiniz bir şey var mı? Uranyum böylemi olur Necdet Bey?”
“Uranyum, doğada serbest halde bulunmaz, çeşitli elementlerle bir aradadır. İşlenerek ayrıştırılır.”
“Tabii bizim teknolojimiz buna yeterli olmadığı için, bir işimize yaramıyor. Nükleer reaktörümüz yok, uzay sanayimiz yok.”
“Aynen öyle Ercan Bey. Biz başörtüsüyle, yok Kürt, Alevi, Sünni meseleleriyle, saçma sapan işlerle uğraşırken, atı alıp Üsküdar’ı geçemezken, başka milletler uzay mekiğiyle turistlik tur düzenliyor. Bırakın uranyum çekirdeklerini parçalayarak, zenginleştirilmiş uranyum elde edip enerji üretmeyi, sizin de dediğiniz gibi, uranyumu diğer elementlerden ayrıştırmaya yönelik bir tesisimiz bile yok.”
“Hiç bir şey bilmiyorsan bunu yap, ayrıştırdığın uranyumu sat. Hani hep derler ya, bu teknolojileri kurmak kolay değil, sanki teknolojide ilerlemiş devletler uzaylılardan destek aldılar. Demek ki yapılabiliyormuş. Hadi bu büyük teknoloji, az önce Adem Baş Komiser ne diye bağırdı. ‘Türkiye’de domates tohumunun nasıl yok edildiğini öğrenmek ister misiniz?’ dedi. O kadar duyarsız bir millet olmuşuz ki kanserin çığ gibi büyüdüğünü göremiyoruz. Kanser, ülkenin her köşesine girmiş, biz halen genetiği oynanmış tohumlar satın alıp ekiyoruz tarlalarımıza, buda mı ülkeye oynanan uyun diye gelir akla. Alıp ekme kardeşim, silah zoruyla mı?” dedi Ercan Bey.
Necdet söze girdi;
“Evet, dolaylı olarak ülkeye oynanan oyunlardan birisi de bu. Yasalar uygun hale getirilerek, bu tohumların satışı onaylanıyor. Sonra enstitülere alım yaptırılıyor, hainler bu işlere çanak tutuyorlar, zenginlik uğruna milletini hasta etmekten çekinmiyorlar, iyi bir şeyler yapmak isteyenler engelleniyor, piyasadaki ucuz ve sağlıksız ürünler yüzünden rekabet güçleri düşüyor ve yok olup gidiyorlar.”
“İyi de, almayalım kardeşim. Ama almak zorunda kalıyoruz almak istemesek bile, ayırt etmek imkansız. Nasıl bileceğiz bize ne sattıklarını, iyi malı, kötü malı, hileli malı nasıl bileceğiz?” diye çıkıştı Ercan Bey. Yine sinirlenmişti ve devam etti sözlerine;
“Böyle işleri konunun uzmanları takip etmeli ve milleti haberdar etmeli, yapanları cezalandırmalı. Nerede o günler efendim, binlerce askerin polisin, öğretmenin, masumun katilini besliyor bu ülke, kime ceza verecek. Sistematik olarak, yabancı ürünlerin tüketilmesine özendiriliyoruz, bu her konuda böyle. Devlet büyüklerimiz bile yabancı markalar giyinip, binlerce liraya satılmasının önünü açıyorlar, sonuçta arz-talep meselesi tabii, alanda satanda memnun.”
Necdet, beşinci kaseyi işaret ederek, Mahmut Ali’ye döndü ve fikrini sordu.
Cesedin ayaklarından sızan kan, beşinci kasenin içine de damlamış ve birikmişti ama içindeki maden, kasenin ağzından yüksek olduğu için görülebiliyordu. Madenin yapısı çok ilginç ve farklıydı. Kuvars kristallerine benziyordu ama ışığı yansıtmasına rağmen, ışığı geçirgen değildi. İçinde, eflatun, bordo, beyaz, sarı renklerin parladığı damarlar olan, güzel görünümlü bir taş parçasıydı. Mahmut Ali, maden parçasının normal bir taşa benzeyen dış kısmını göstererek başladı sözlerine;
“Bu taşı kesmişler, normal görüntüsü doğal bir taşa benziyormuş. Gelişmiş ülkelerin peşinde olduğu bir maden var, ismi Contoryum. Biz bu madeni, toryum olarak biliyoruz. Bin sekiz yüzlü yıllarda fark edilmesine rağmen, işlenebilmesi için gereken teknolojiye, son yıllarda ulaşılabilmiş durumda. Halen ticari amaçlı üretimi mümkün değil diye biliyoruz ama zaten mümkün olduğunda da, bizim bu pastadan yememiz zor görünüyor. Aslında pastanın ta kendisi bizde, Dünya Toryum yatakları açısından en zengin ülkeyiz. Daha fazlası olduğu bilinmekle beraber, belirlenen rezerv sekiz yüz bin ton kaydedilmiş. Açıklamalara göre, Dünya’yı dört yüz elli yıl, Türkiye’yi sonsuza kadar ısıtacak bir rezerve sahibiz. Çok dikkatli olmalıyız ve bir an önce doğal kaynaklarımıza sahip çıkmalıyız. Yoksa bir ülkenin yer altı kaynaklarının çok değerli olduğu fark edilince, o ülkeyi fakirleştirmeye başlarlar. Millet gözünü açmasın diye türlü oyunlar tezgahlarlar. Petrol ve Altın yataklarımız yüzünden yeterince çile çektirdiler bu millete, kim bilir daha ne cevherlerimiz var? Şimdi de toryum değer kazandıkça, bu millet çok çeker, uyanıyım da ne olduğunu anlayım diyene kadar, çok zaman geçer beyler. Afrika ülkelerine bakın, elmas gibi değerli madenleri var, altın var, o var bu var, açlıktan ölüyorlar. Beyaz adamın kışkırtmasıyla kabileler bir birini öldürürken, beyaz adam saltanat sürüyor. Dönelim toryuma, bu konuda az kalsın bir şeyler yapmak üzereydik. İnanılmaz bir atağa geçerek, zengin ve gelişmiş ülkelerin arasında yer alabilirdik. Prof.Dr. Engin Arık ve ekibi, bu konuda bir şeyler yapmak üzereydiler. Toryum çalışmaları yürütüyorlardı. Bir ton Toryumun, bir milyon varil petrole eşdeğer olduğunu açıklamışlar ve ülkeyi kalkındırmak adına proje yürütüyorlardı. Ne yazık ki, üzücü bir uçak kazasıyla, Engin Arık ve ekibini kaybettik, bizim toryum hayalleri de suya düştü. Çünkü nadiren bilim adamı yetiştiren bir ülkeyiz, yetişeni de bir şekilde kaybediyoruz, ya öldürülüyorlar, kaza süsü intihar süsü veriyorlar, ya da yurt dışına kaçırıyoruz, kovalıyoruz adeta. Allah rahmet eylesin, bu güzel insanlarda şehit oldu. Sonuçta, bilim adamı olmayan ya da olanların bir şey yaptırılmadığı ülkelerle aynı kaderi paylaşmaktan kurtulamayız. Ümit ediyorum bu millet uyanacak…”
“Ne güzel söyledin Mahmut Ali Bey, hay ağzını seveyim. Şimdi sizi, ülke yönetmeye, millet yönetmeye talibim diyen angutlar dinleyecekti de, biraz feyiz alacaktı. Adam görsünler adam, belki kendilerine bakarlar da, insanlıklarından utanırlar” dedi Emniyet Müdürü.
Odanın kapısı önünde bir polis memuru belirdi. Kapıdan bir adım içeri girdi ve elleri arkasındaydı. Azap, polisi gördüğü anda, silahının kılıfında olmadığını fark etmişti. Kendi silahını çok hızlı çekti ve bir anda kızağı sürüp, mermiyi namluya verdi. O kadar hızlı davrandı ki silahı hazırlayıp karşısındakine doğrultması birkaç saniye sürdü.
“Sakın kımıldama” diye bağırdı.
Mahmut Ali ve Necdet çok imalı bakıştılar. Gözlerinin içi gülümsedi bir birlerine.
“Efendim bir konu vardı, sakin olun” dedi, kapıdaki memur, elleri halen arkasındaydı.
“Silahın nerede?” diye sordu Azap.
“Silahım arkadaşta, tutukluk sorunu vardı ona bakıyor.”
“Silah tamiri yerimi burası, ellerini yavaşça iki yana doğru açarak göster” dedi Azap.
Adem Baş Komiserde silahını çekmiş ve doğrultmuştu. Özlem Müfettiş de belindeki silahını kabzasından kavramış bekliyordu. Kapıdaki memur ellerini göstermiyordu ve bakışları değişti. Kin ve nefret dolu bakıyordu, gözlerini kıstı.
“Ne duruyorsun ellerini göster” dedi Azap.
Kapıdaki adamın polis olmadığını hepsi anlamıştı. Adam, keskin ve hırslı bir ses tonuyla cevap verdi;
“Tüfek’ten haberimiz var, kim olduklarını nerede yaşadıklarını öğrenmek üzereyiz. Kralımızın ve öldürülen arkadaşlarımızın kanı için, ailelerini ve bütün akrabalarını yok edeceğiz. Benim de intikamım alınacak, yaşasın Yeryüzü Krallığı” dedi.
Adamın bir şey yapacağı belli olmuştu.
“En ufak hareketinde tetiğe basarım” dedi Azap.
“Sakin ol, yavaş davran ve kim olduğunu söyle” diyerek araya girdi Emniyet Müdürü.
Susturuculu silahtan çıktığı anlaşılan, ardı ardına üç el ateş edildiğinin sesini duydular. Hemen sonra, adam yüzüstü yere yığıldı. Kendini vurmuştu. Elindeki tabancada susturucu takılıydı ve tam otomatik olan bu tabanca seri atış düğmesine alındığında, bir tetikle ardı ardına üç atış yapabiliyordu. Polis kıyafeti giymiş ve Yeryüzü Krallığı Tarikatı’nın hesabına çalışan bu kişi, kendilerini öldürmeye gelmiş ancak, Azap’ın dikkatine yakalanınca, sırtından kalbine doğru ateşlediği silahla intihar etmişti.
Emniyet Müdürü telaşla Azap ve Adem Baş Komisere seslendi;
“Adem, Azap, dışarıdaki çocukları kontrol edin, dikkatli olun başkaları da olabilir” dedi ve telsiz anonsu geçerek, takviye ekip ve ambülâns istedi. Sonra Mahmut Ali’ye dönerek;
“Tüfekten haberimiz var demekle neyi kastetti bu adam? Yeryüzü Krallığı Tarikatı’nı yok etmek isteyen bir gizli yapılanmadan daha haberdarız, Tüfek diye bunlarımı kastetti? Bir lakap olsa, ‘kim olduklarını öğrenmek üzereyiz’ demezdi. Demek ki bir kuruluşun ismi, ne dersiniz Mahmut Ali Bey, ne biçim bir isim koymuşlar, sembol mü yoksa?”
“Ben de sizin gibi düşünüyorum.”
“Siz ne dersiniz Necdet Bey?”
“Kesinlikle katılıyorum.”
Adem Baş Komiser, büyük bir üzüntüyle odaya geri döndü. İfadesinden, polisleri kaybettiklerini anlamışlardı. Adem Baş Komiser, yine üzüntülü bir ses tonuyla;
“Arkadaşların hepsi şehit olmuş, bu teröristten başkası görünmüyor ortalıkta. Bizden sonra gelmiş bir ekip arabası var, bu şerefsiz gelmiş olmalı, bunun polis olduğunu zannederek hazırlıksız yakalanmışlar.”
“Azap olmasaydı bizi de öldürecekti şerefsiz, yahu ne hızlı silah çekermiş, ne olduğunu anlayamadan mermiyi namluya sürdü. Resmen hayatımızı kurtardı” diyerek, dışarıda olanları görmek için odadan çıktı.
Olay yeri incelemeden üç polis salonda, bir tanesi ekip arabasının içinde, devriye ekibinden bir memur sokak kapısının önündeki koridorda, diğeri lavabonun önünde, bir memur da, ikinci polis arabasının içinde vurulmuş, hepsi şehit olmuştu. Çok sürmeden, sokağı ekip arabaları doldurdu. Bir anda ortalık, ana baba gününe dönmüştü. Emniyet müdürü perişan bir ifadeyle odaya geri döndü.
Mahmut Ali, cesedin ceplerini yoklamak için yanına eğildi. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Boynundaki, deriden yapılmış kolye ipini görünce, yakasından dışarı çıkarttı. Kolyenin ucunda, ilk üç cesette buldukları madalyondan vardı. Dört madalyonunda, ay ve güneş başlı, kral tacı giymiş, sakallı adam yüzleri aynıydı. Madalyonların diğer yüzlerinde, üzerinde buldukları kişinin görevini temsil eden resimler bulunuyordu. Bu madalyonunda arkasında, büyük bir kurt kabartması tek resmedilmişti. Mahmut Ali Emniyet Müdürüne dönerek;
“Görüyor musunuz Ercan Bey? İkinci cesette de kurt kabartması vardı. Büyük ve on bacaklı bir kurt kabartmasının yanında, normal ve küçük bir kurt kabartması vardı. İkinci cesedi, ilk maktul Mikail Berberoğlu’nun koruması olarak tanımlamıştık. Madalyondaki küçük kurt korumayı, büyük on bacaklı kurt da, komutanını temsil ediyordu. Yani bu adam, Yeryüzü Krallığı Tarikatı’nın komutanlarından. Bu yüzden bundaki madalyonda, büyük ve on bacaklı kurt, tek resmedilmiş. Vücut hatlarına bakılırsa, askeri eğitim aldığı çok açık.”
“Eğitimli olmasa, yedi memuru şehit edebilir miydi münafık, baksanıza domuz gibi sağlam görünüyor” dedi Emniyet Müdürü.
Ankara Emniyet Müdürü’nün, Baş Savcının ve Valinin geldiğini haber verdiler. Olay yerine, televizyon kanalları ve gazetecilerde yığılmıştı. Cenazeleri ambülânslara taşıyorlar, muhabirler her gördükleri polise, haber sormak için yapışıyorlardı. Meslektaşlarının şehit edilmesine üzülen polisler, muhabirlerin ısrarlı sorularından iyice gerilmişlerdi. İl Emniyet Müdürü, Vali ve Baş Savcı odaya girdiler. Ortam bir anda resmileşti. Selamlaştılar ve karşılıklı başsağlığı dilediler. Odayı seyrettiler bir süre, çok şaşırmışlardı.
“Bu fareler ne yiyor?” dedi Vali, kusacakmış gibi bakıyordu.
“Bu inanılmaz bir şey” diye söylendi Baş Savcı, Ercan Bey Vali’yi cevapladı;
“İnsan kalbi yiyorlar Sayın Valim.”
“Cesetlerin kalpleri çıkartılıyordu, o kalpler mi yoksa?”
“Öyle olduğunu düşünüyoruz.”
İl Emniyet Müdürü, kapının önünde yüzüstü yatan, polis kıyafeti giymiş ve elinde susturuculu tabanca olan cesede baktı ve Ercan Bey’e döndü;
“Çocukları şehit eden bu mu?”
“Evet, Sayın Müdürüm.”
“Ne duruyor leşi burada, kaldırın gözümüzün önünden” diyerek, cesedin kafasına hızlıca bir tekme attı. Tekrar Ercan Bey’e dönerek;
“Neler olduğunu kısaca bir anlatında, Vali Bey’le basına bir açıklama yapalım, televizyonlar flaş haber veriyorlar olayı. Duvarlardaki evraklar neyin nesi, bu klasörde ne var?”
“Bunların, Türkiye’nin başına bela olmuş birçok olayın, faili meçhul cinayetlerin, madenler ve tarım sanayisi dâhil birçok konu üzerinde dönen oyunların ve devletin başına gelen bütün hükümetlerin aldığı kararların, perde arkası olduğunu düşünüyoruz, Cumhuriyet kurulduğundan bugüne kadar gelişmiş birçok konu olduğu görülüyor efendim. Kim bilir daha neler? İncelenmesi lazım.”
“Yapma yahu, desenize Ercan Bey, bu iş çok kelle alacak. Şimdilik bu dosyalardan bahsetmeyelim, soruşturmanız netleşene kadar muhafaza edin bunları.”
“Nasıl uygun görürseniz efendim.”
“Neyse, olayı bir anlatında, siz istirahata çekilin. Hepiniz için zor bir gece olmuş. Bu evrakları kimseye vermeyin, basına da sızmamasına dikkat edin, ucu önemli birine dokunurda kıyamet kopar, önce bir inceleyip, ne olduğunu anlayalım.”
Ercan Bey, olayın nasıl geliştiğini anlattı. İl Emniyet Müdürü, Vali ve Baş Savcı çıktılar.
“Adem, büyük bir şey bulda şu duvardakileri toplayıp içine koyalım. Bak bakalım duvardaki cesedin ceplerinde bir şey var mı? Varsa onu da alda gidelim, kimin kim olduğu iyice karıştı, deliller havaya uçmasın. Hepsini yanımıza alıp gidelim buradan” dedi Ercan Bey.
Adem Baş Komiser odadan çıktıktan az sonra, orta boy bir bavulla geldi. Azap, Adem Baş Komiser ve Özlem Müfettiş, odanın duvarlarındakileri hızlıca toplayarak bavula koymaya başladılar. Adem Baş Komiser, duvara çivilenmiş cesedin arka cebinden cüzdan çıkarttı. Kimliği ve cüzdanın içindeydi. Ercan Bey’e doğru uzatınca;
“Kim olduğu umurumda değil Adem, bavulun içine koy, hepsine sonra bakarız. Bir memur görevlendir, bu evin sahibini araştırsın. Hadi evlerimize gidelim arkadaşlar. Az kalsın ölüyorduk, karımı çocuklarımı görmek istiyorum. Bir günde üç ceset, yedi şehit, olur mu arkadaş, dedi.
Duvardaki dosyaları bavulun içine toplamışlardı. Bavulu da yanlarına alarak, dışarı çıktılar. Cenazeleri göndermişler, basın toplantısı bitmiş, çoğu muhabir dağılmıştı. Kalan bir kaç muhabir üzerlerine doğru gelince, Adem Baş Komiser polislere seslendi. Azap’ın arabasına binene kadar kimseyi yaklaştırmadılar. Olay yerinden ayrılırken, polis arabalarının yanıp sönen siren lambaları arabanın içine vuruyor ve hepsinin düşünceli bakışlarını, bir aydınlatıp, bir gölgeliyordu.
12 KASIM 2010 Saat:00.30
Bir süre, sessizlik içinde ilerlediler. Büyük bir dikkatle, etraflarını da kontrol ediyorlardı.
“Önce beni bırak Azap” dedi Emniyet Müdürü.
Necdet ve Mahmut Ali, birer çay içip yorgunluğu ve stresi atmayı teklif edince, onları kırmayarak kabul etti.
Azap, arabasının yönünü kafeteryaya doğru çevirdi.
“Bu yeryüzü Krallığı Tarikatı’nın eğitimli komandoları var ama galiba korkaklar Mahmut Ali Bey siz ne dersiniz?
“Öyle olduğunu düşünmüyorum Ercan Bey. Son derece sadık ve çok iyi eğitim almış askerleri var. Eğitimli olmasalar, tek başlarına yedi polis memurunu şehir edemezler. Polisleri şehit eden bu adam, öyle elinde silahla rast gele ateş etmemiştir. Evin oraya geldiğinde, polislerin bulundukları yerlere göre, çok hızlı bir plan yapmış olmalı. Polis arabası ve kıyafetleriyle geldiğine göre, dışarıda arabanın içindeki polislerle sohbet etmiş olmalı, eğitimli ve profesyonel olmasaydı, polis numarası yapamazdı. İçerdeki polislerin yerini de teftiş etmiş. Belki onlarla da konuştu. Bütün bunlar çok yakınımızda oldu ama fark edemedik, bence çok profesyoneller, bunların hepsi uzun bir eğitimle olur. Bu duruma bakılırsa, son derece tehlikeli oldukları çok açık.”
“Fakat odaya girdiğinde Azap’a yakalanınca, intihar etmek yerine silahını çekebilirdi. Zaten ölmekten çekinmiyormuş, hiç değilse belki birimizi öldürürdü.”
Bu sefer, Emniyet Müdürünü Necdet cevapladı;
“Bizi öldürmek için içeri girdiğinde, odadaki yerlerimizi bilmiyordu. Bu yüzden, hızlı bir keşif yapması gerekiyordu. Silahını arkasında saklayıp, kapıdan bir adım içeri girdi. Azap’ın ne kadar hızlı olduğunu görünce, çatışma riskine giremedi. Çünkü bu kadar hızlı silah çekebilen bir adam, onu iki omzundan vurabilirdi. O zaman, etkisiz hale gelirdi ve yakalanırdı. Yakalandığında da, nasıl bir sorguya alınacağını kestiremediğinden, bildiklerini söyleme riskine de girmek istemedi. Belki de, polisin eline geçince, bağlı bulunduğu tarikatı kendisini hain sayabilirdi. Bütün bunları göze alamadı ve intihar etti. Demek ki, son derece eğitimli, her türlü duruma hazırlıklı ve kesinlikle ölümü göze alacak kadar sadık adamlar.”
“Ne deyim Necdet Bey, söyledikleriniz çok mantıklı. Hayata sizin gibi baksam, acaba nasıl bir adam olurdum. Yahu, son cesede kadar, bu cinayetlerin yirmi dört yıl önceki cinayetlerin intikamını almak için işlendiğini anlamamıştım. Şuna bakın, fareler bile aynı. Ama bunların kalbi çıkartılmıştı ya, bir de işkenceler tek tek yapılmış, bağlantı kuramadım. Hem, geçmiş aradan yirmi dört yıl, hatırımda kalmamış doğrusu, yaşlandık gittik. Bunca zaman sonra intikam mı olur anlamıyorum, hadi intikam tamam, iyi de bu Yeryüzü Krallığı Tarikatı, yok Tüfek falan ne alaka hey Allah’ım ne biçim iş bu?”
“Ne yirmi dört yılı Ercan Bey, gördünüz odanın duvarlarındaki evraklarda yazanları, daha neler var kim bilir? Ülke kurulalı neredeyse doksan yıl olmuş. Oynanan bütün oyunların intikamı bu.”
“İyi tamamda Necdet Bey, o gün ailesiyle beraber öldürülmüş bir polis memurunun, hem de oldukça sevilen biriydi rahmetli, çok düzgün bir adamdı. Bu gizli örgütlerle falan ne alakası varmış. Yoksa karışmış mı diyorsunuz bu işlere? Acaba ne taraftaydı? Ülkeye oynanan oyunların intikamında mı? Yoksa ülkeye oyun oynayanların saflarında mı?”
Kafeteryaya yaklaşmışlardı.
“Evet, bir şekilde karışmış bu işlere, iyi ya da kötü tarafta yer almış. Çaylarımızı içerken şu olayı iyice bir anlatın Ercan Bey, bu cinayetleri çözmemizin şifresi, yirmi dört yıl önce yaşananlarda” dedi Necdet.
Azap, arabayı kafeteryanın tam önüne durdu ve içeri girebilmeleri için, yarım metre kadar boşluk bıraktı. Arabanın bilgisayarını açarak, kısa bir işlem yaptı. Telefonuyla da bir şeyler yaptı. Dikkatle ne yaptığını izliyor ve inmek için Azap’ı bekliyorlardı.
“Azap, arabayla içeri girseydin oldu olacak, ne diye bu kadar yaklaştın, ne işler çeviriyorsun yine, bilgisayarla, telefonla?”
“Arabanın ön ve arka gece görüş kamerasını çalıştırdım Müdürüm. Alınan görüntülerinde, kızıl ötesiyle telefona aktarılmasını sağladım. Böylece, sokağın hangi ucunda hareket olursa, uyarı sinyali alıp, görüntüyü telefondan izleyebileceğim.”
“Ne biçim oyuncakların var oğlum” diye söylendi Ercan Bey.
Hepsinin çok hoşuna gitmişti. Kafeteryaya girdiklerinde, Necdet ve Özlem Müfettiş her zamanki gibi, çay yapmak için ocağın başına geçtiler. Diğerleri, köşeli masadaki yerlerine oturmuşlardı. Emniyet Müdürü, Azap’ı şaka yollu sorguladı. Ünlü ajanlardan olup olmadığını sordu. Hepsi gülümsüyordu. Böyle teknolojik aletler bulundurmaya neden ihtiyaç duyduğunu, kayıp arama bürosu çalıştırmakla, gece görüşlü, kızıl öteli termal kameraların, kızıl ötesi iletişimlerin, bilgisayarlı aletlerin alakasını merak ediyordu. Azap, bu işlerle uğraşan bir arkadaşının olduğunu, kendisini çok sevdiği için, böyle aletler hediye ettiğini söyleyip, Emniyet Müdürünü ikna etmeye çalışıyordu. Şakayla karışık, hoş bir sohbet olmuştu. Stresleri dağılmış, kafaları biraz rahatlamıştı. Necdet ve Özlem Müfettiş çayları getirmişti. Emniyet Müdürü, yirmi dört yıl önceki cinayetleri anlatmaya başladı;
“Evet, yirmi dört yıl önce, tıpkı buna benzer cinayetler işlenmişti. 1986 yılının Ocak sonlarıydı. Eskişehir merkezde, üç dört aylık komiser muaviniydim. Doğan Salih Soysal isimli bir polis memurunun, evinde ailesiyle beraber öldürüldüğü anons edildi. Ekip arkadaşları, göreve gelmeyince merak etmişler ve evine gittiklerinde cesetlerini bulmuşlardı. Biz de gittik olay yerine, eve girdiğimizde manzara korkunçtu. Polis memurunun cesedi, tıpkı bu altıncı ceset gibi, duvara çivilenmişti. Görüntüleri aynı, evde altı kişilerdi. Polis memurunun karısı ve iki çocuğu, genç bir kadınla, üç yaşlarında bir kız çocuğu. Ağabeyinin karısı ve çocuğu olduğunu öğrendik. Yatılı misafirliğe gelmişlerdi. Evdekilere yapılan işkencelerde, tıpkı bizdeki cesetlerin aynısıydı. Hepimiz şoktaydık. Olay yerinin fotoğraflarını çeken arkadaş, cesetlerin fotoğraflarının bizden önce de çekilmiş olduğunu söyleyince çok şaşırmıştık. Neden böyle düşündüğünü sorunca, cesetleri poz için düzenlemişler demişti. Bu nasıl bir vahşetti, kim, neden böyle bir şey yapar ve fotoğrafını çekerdi? Evi araştırırken, odalardan birinin, ağabeyinin eşi ve kızı için hazırlandığını gördük. Ağabeyinin eşine ait bavulun içinde, desteler halinde çok yüklü miktarda Amerikan dolarları ve iki paketin içinde, üç yüz gram civarı eroin bulduk. Üzeri çamaşırlarla kapatılmıştı. Çantasının içinden de bir mektup çıktı. Kocasına yazmıştı. ‘Artık dayanamıyorum, çocuğumuzda perişan oldu. Bu böyle ne kadar sürer, peşini bırakmazlar, hayatımızı geri istiyorum. İstemiyorum bu kanlı parayı, ya eroini geri satın alıp adamlara iade et, ya da bu paraları ver, ne olur kurtulalım bu işten. Doğan’da seni sorup duruyor, bir şey sakladığımdan iyice şüphelendi. On ay geçti aradan, burada ne kadar daha kalabilirim, hayatımızı geri getir.’ Yazıyordu.
Mektup da yazanlar durumu açıklıyordu. Polisin ağabeyi, on ay önce mafyaya bulaşmış, bir şekilde mafyanın eroinin ele geçirmiş ve satmıştı. Bavulun içindeki dolarlar buradan geliyordu. Paketlerdeki eroinde satmadığı ya da satamadığı eroindi. Karısını ve kızını kardeşinin yanına gönderip, kayıplara karışmıştı. Evdeki araştırmamız bitince, cesetleri yolladık, evi temizletip kapattık. Olay yerine hiçbir gazeteciyi yaklaştırmamıştık. İl Emniyet Müdürü, Öldürülen polis memurunu yakinen tanıyor ve çok seviyormuş. Olayın duyulmamasını, polis memuru ve ailesinin nasıl öldürüldüğünün teşhir edilmemesini istedi. Olaya şahit olan bütün polis memurları, sessiz kalacağımıza dair, mesleğimiz ve namusumuz üzerine yemin ettik. Yinede, yıllarca konuşulmadı. Ev, öldürülen polis memurunun kendi eviydi ve ağabeyinden başka kimsesi yoktu. İl Emniyet Müdürü, evdeki işlerimiz bitince, kapıya demir bir kapak koyup, kaynakla kapattırmamızı söyledi. Ağabeyinin peşine düştük. Tabip yüzbaşıydı. On ay önce istifa etmişti. Bu on aylık sürede, nerede olduğu hakkında en ufak bir bilgiye ulaşamadık. Bakmadığımız sormadığımız yer kalmadı. Genelkurmay’a da bir yazı yazıp durumu bildirdik. Karısının mektupta yazdıkları doğruydu. İsmi, Dursun Aslan Soysal olan bu adam, on aydır kayıptı. Çünkü mafya kendisini arıyordu. Bulamayınca da, karısının peşine düşmüşlerdi. İntikam ve kendilerine yanlış yapmayı düşünenlere örnek olması için, bu şekilde cinayet işlemişlerdi.
Garip olan durum, bu işkenceleri yapmak için, bütün gece evde olmalıydılar. Bavulun ve Paranın yeri çok kolaydı. Zaten işkence etmeden bile sorsalar, bavulun yerini söylerdi ağabeyinin karısı. Parayı neden almamışlardı?
İl Emniyet Müdürü, Dursun Aslan Soysal’ı da iyi tanıyormuş. Çok değerli bir adam, asla böyle bir şey yapmaz, bu işte bir komplo var da, neyin nesi acaba diyordu. Aslan Soysal’ı, istifa ettiği birliğindeki arkadaşlarından sorduk, çok seviyorlardı. Her hangi bir suçtan aranacağına ihtimal vermemiş olmalılar ki, ne diye araştırdığımızı bile sormadılar. Soruşturmanın beşinci gününde, Genelkurmay’dan gelen bir telefonla, aranan şahsın, Eskişehir Emniyet Müdürlüğüne teslim edilmek üzere, askeri bir araçla Kayseri’den yola çıkarıldığını öğrendik. Askeriyeden istifa etmiş bir adamı, Genelkurmay neden aramış, bulmuş ve bize teslim ediyordu?
Askerler, İl Emniyet Müdürlüğüne teslim ettiklerinde, Müdür Bey odasına getirmelerini söyledi. Bir kaç arkadaşla beraber ben de oradaydım. Dursun Aslan Soysal’ı odaya getirdiklerinde, Müdür Bey ayağa kalkınca çok şaşırmıştık. Çok nazik karşıladı kendisini, oturması için yer göstererek, ne ikram edebileceğini sordu. Büyük bir üzüntüyle, cesetlerin durumunu anlattı. Aslan Soysal’ın, belli etmek istemese de, ne kadar yıkıldığı anlaşılıyordu. Müdür bey, evde karısının bavulundan çıkan dolarlar ve eroinden bahsetti.
Hiç bir şey bilmediğini, neler döndüğünü anlamadığını söyledi. Karısını, kızıyla beraber on ay önce kardeşine bıraktığını, kendisinin açılayamayacağı çok önemli bir işi olduğunu, işi bitince ailesini yanına almak için yer ayarlarken, tutuklandığını söyledi. Adalete güvendiğini, suçluların bulunacağına inandığını ekledi sözlerine. Konuşmaları bittiğinde, Müdür Bey özür dileyerek, nezarette kalması gerektiğini söyleyince, önemli olmadığını söyleyip, nezaketinden dolayı teşekkür ederek ayağa kalktı. Bize de iyi günler diledi ve memur arkadaşların eşliğinde odadan çıktı. Çok etkileyici, ağır bir adamdı. O çıktığında, Müdür Bey bize, ‘Bu adam var ya, bu olayı yaşamasaydı, ünlü bir psikolog ve devlet adamı olurdu. İnanılmaz kültürlü’ demişti.”
“Şu, istihbarat derslerinde teorileri öğretilen psikolog Dursun Aslan Soysal’dan bahsediyorsunuz değil mi Müdürüm, aynı adam?” dedi Azap.
Oldukça şaşırmış bakıyordu. Dört beş günde, birkaç kez bahsi geçmişti bu adamın, Necdet’in hayatını sır olarak tuttuğu için, Necdet Ağabeyin de arkadaşıymış diyemedi. Necdet’in gözlerine baktı kısa bir süre.
“Evet, istihbarat eğitimlerinde adı geçiyor, aynı kişiden bahsediyoruz, siz tanımıyor musunuz Mahmut Ali Bey? İnsan psikolojileri üzerine çalışmalar yapıyormuş” diye sordu Emniyet Müdürü.
“İsmini duydum ama tanımıyorum.”
Necdet söze girerek;
“Benim okuldan arkadaşımdı. Birde kitabı var bende imzalı ama yıllardır ne gördüm, ne duydum, demek ki ceza evindeymiş.”
“Evet, mahkemede yargılandığında, ailesinin öldürülmesiyle, evde bulunan dolarlar ve eroinle bağlantısı olduğuna, bilerek suskun kalıp, katilleri koruduğuna kanaat getirilerek, ömür boyu mahkûm edilmesine hükmedilmişti. Bu yüzden haberiniz olmamıştır. Eskişehir cezaevine konulmuştu. İl Emniyet Müdürü, ‘yazık oldu adama ben bu mahkemeden bir şey anlamadım’ demişti. Mahkeme, ilk duruşmada temyiz yolu kapalı olmak üzere verdi bu kararını, Dursun Aslan Soysal’ı yakan, on aydır nerede olduğunu açıklamaması ve karısının yazdığı mektuptu. Sonrasında unutuldu gitti olay. Biz de bir daha haber almadık. Bu olaydaki en önemli tutarsızlıkta, ağabey kardeş oldukça zenginlermiş zaten, babalarından yüklü bir miras kalmış. İki kardeş, başka kimseleri yok. İkisi de çok iyi insanlar, kendisinin polisliğe, ağabeyinin asker olmaya ihtiyacı yok ama sevdikleri için yapıyorlar bu meslekleri. Evleri var, arabaları, yazlıkları, paraları… Bu adamın, mafyanın parasını çalmaya ihtiyacı yok, asla öyle bir adam olmadığını öğreniyoruz, ailesine ve kardeşine o kadar bağlı ki, asla riske atmaz. Aslında, masum olduğunu dört ay kadar sonra anladık ama bize dosyayı açtırmadılar.”
“Ne olmuştu dört ay sonra da, masum olduğunu düşündünüz?”
“Masum olduğunu en başından beri düşündüm ama soruşturmada rahat yoktu. Nasıl oldu anlamadık, suç ortada, suçlu bulundu ceza verildi, her şey oldu-bittiye getirildi. Hani, o gün eve girdiğimizde, bir memur arkadaş olay yerinin fotoğraflarını çekerken, ‘bizden öncede cesetlerin fotoğraflarını çekmişler’ dediğini söylemiştim ya, sebebini sorduğumuz da, ‘cesetleri poz için düzenlemişler’ demişti. Dediği de çıktı. Dört ay sonra, Eskişehirli, gümüş madeni işleten bir iş adamı, tehdit edildiğini söyleyerek şikâyette bulundu. Tehdit edenler, Hazineden kiralamak istediği bir araziden geri çekilmesini isteyerek, gözünü korkutmak ve sözlerini dinlemeyenin başına ne geldiğini ispat etmek için, bazı fotoğraflar göndermişler. Fotoğraflara baktığımızda, polis memuru ve ailesinin cesetleri olduğunu gördük. Evet, bizden önce evde fotoğraf çeken olmuştu. Fakat bunlar, memur arkadaşın çektiği fotoğraflar değildi. Çünkü biz fotoğraf çekilmeden önce fareleri öldürmüştük, bu fotoğraflarda fareler cesetleri yerken görülüyordu. Gazeteci de yaklaştırmadık olay yerine, fotoğrafları çeken, katillerden başkası değildi. Soruşturma başlattık ama iş adamını kimin tehdit ettiğini bulamadık. Adeta görünmez adamlardı. Sonuçta, şikâyette bulunan iş adamı kafası kesilerek öldürüldü. Faili meçhul raflarına kaldırıldı dosyası, soruşturmayı kapattılar. Acı bir şaka gibi yıllardı ve yirmi dört yıl önce yaşandı bitti.”
“Demek ki mesele kapanmamış, birileri çıkmış ve şimdi, yirmi dört yıl öncesinin intikamını alıyor. Aslan Soysal mafyayla değil ama sanırım polis memuru kardeşi, Yeryüzü Krallığı Tarikatı’yla karşılaşmış ve katledilmiş. Aslan Soysal’ın o günlerde gücü yetmemiş ama şimdi bir şekilde hesaplaşıyor olmalı.”
“Cezaevindeki bir adam ne yapsın Mahmut Ali Bey, dışarıdayken çaresiz kaldı adam.”
“Ercan Bey, bunlar bir şekilde gerçekleşiyor, elimizde altı tane ceset var. Yirmi dört yıl önce işlenen cinayetlerle bire bir uyuyor. Anlattıklarınızı araştırmalıyız. Bu sayede, ailesiyle beraber öldürülen polis memurunun, o gün tehdit ediliyorum diye şikâyette bulununca kafası kesilerek öldürülen iş adamının katillerini, bu elimizdeki altı cinayetin katillerini, bu akşam yedi polis arkadaşımızın ölüm emrini verenleri bulmakla kalmayacağız. Şehit edilen birçok kardeşimizin, bilim adamlarımızın, mühendislerimizin ve halkını şerefsizlerden haberdar etmek isterken hayatlarından olan araştırmacı yazar ve gazeteci arkadaşlarımızı katledenleri de bulacağız. Elimiz de, milletin namus davası var, bu topraklarda ki haklarını, toprağın sahiplerine yedirmemek için her türlü oyunu oynayanların tezgahlarını başlarına yıkacağız.”
“Yıkalım Mahmut Ali Bey, yıkalım sevgili dostum. Benim de kanım akacaksa, bu yolda aksın arkadaş.” dedi Emniyet Müdürü ve saatine baktı.
Saat:01.50
Eskişehir Emniyeti’nden bir arkadaşını arayarak, yirmi dört yıl önceki olaydan bahsetti. Dosyayı arşivden bulmasını ve en kısa sürede kendisine ulaştırmasını rica etti. Sonra, arkadaşlarına dönerek;
“Bu akşam bizi öldürmek istediler, yedi arkadaşımızı hiç acımadan şehit ettiler. Bunu ilk fırsatta yine yapacaklar, bu davanın çözülme aşamasına geldiğini biliyor olmalılar ve çözmemizi engellemek istiyorlar. Bu işten postu deldirmeden sıyrılmanın bir yolunu bulmalıyız, planlı hareket etmezsek bizi vururlar. Ailemizi de riske atmış durumdayız, şimdi her şey bir yana, bu gerçeğe odaklanalım, ne yapabiliriz?”
“Adem Baş Komiser ve sizin evi, tüm gün bir ekip izlesin müdürüm.”
“Yok Özlem Hanım, bu tedbir yararımıza olmaz diye düşünüyorum. Polis beklediğini görürseler, önemli bir gelişme kaydettiğimizi düşünerek saldırıya geçebilirler. Hem, polis arkadaşları da riske atamayız, herkesin ailesi var. Gördük adamların kabiliyetini, köpeklerin hepsi eğitimli. Öyle ekiple devriyeyle durdurulamaz bunlar.”
“İyi düşündünüz Ercan Bey” dedi Mahmut Ali ve devam etti;
“Bu akşam bizi öldürmeye gelen kişinin, adresi bilmesi büyük sorun, eğer fark ettirmeden arabayla peşimizden takip ettiyse başka, ama takip edilmedik. Emniyet telsizlerini zaten dinliyorlardır fakat böyle büyük bir yapılanmanın, mutlaka içerde de adamları vardır. Dolayısıyla bizim bütün adreslerimizi bildikleri kesin. Artık onlarda çok iyi biliyorlar tarikatın deşifre olacağını. Önlem almak için her şeyi yapacaklar. Bu akşam bizi öldürmeye gelen adam, son cesedin bir evin içinde olmasından dolayı bu kadar yaklaştı. Çünkü evin içinde delil olması ihtimali çok kuvvetliydi. Bunu biliyorlardı, tahmin ettikleri gibi de oldu. Ev delille doluydu, bunların bu güne kadar yaptıkları, bulaştıkları her şey o dosyaların içinde. Eğer bizi öldürebilseydi, delilleri alıp gidecekti. Tabi, fotokopi olduklarını anlayınca asıllarının peşine düşerlerdi falan… O başka iş, bizi bağlamaz çünkü biz ölmüş olurduk. Neyse, evde bulduklarımızdan şimdilik haberleri yok, ama duvarlardaki dosyaları gören polis memurları oldu. Çok sürmez duyulur. İsabetli düşünüyorsunuz Ercan Bey, devriye ve nöbetçi görevlendirirsek, ciddi bir ilerleme kaydettiğimizi düşünürler. Hem ailelerinizi, hem de memurları riske atmış oluruz. İzin verirseniz, ailelerinizin güvenliği konusuyla, Necdet ilgilensin.”
Hepsi birden Necdet’e baktı. Mahmut Ali ve Necdet gülümsüyordu. Artık bir şeyler açıklamanın vakti gelmişti.
“Necdet Bey ne yapacak ki Mahmut Ali Bey?”
“Necdet, eski istihbaratçılardan.”
“Siz de ve Necdet Bey de eskilik yok, halen aktif ve çok önemli görevlerdesiniz Mahmut Ali Bey, biz çok ilginç bir ekip olduk. Azap’a bakın, olmadık alet edevat var elinde. Bu çocukta da bir işler var, herkes sır bu gurupta. Özlem Müfettiş deseniz, yok yerden girdi bu işe, kim verdi, nasıl atandı? Müfettişti oldu polis. Beni sorarsanız, bir yere kımıldayamıyorum. Emniyet Müdürü olmuş adam, cinayet büro memuru gibi gece gündüz ceset peşinde. Aha! Bir bu garibimin bir şeyi yok, apaçık ortada.” diyerek, Adem Baş Komiseri gösterdi.
Yine hepsi gülümsüyordu, Ercan Bey devam etti sözlerine;
“Necdet Bey ve siz, devlet adamlarsınız. Dünkü memur değiliz biz efendim. Ama bu durum rahatsız etmiyor beni, daha da güvende hissettiriyor. Konumlarınızı tabii ki açıklamayacaksınız, önemli olan bir birimize değer verip önemsememiz, kardeş gibi görüp kollamamız. Bu soruşturmada bir ayara geldik ve bunu çözeceğiz, birçok kelle alacağımız bir davayla uğraşıyoruz, sizin her birinizin bu işin içinde olmanız, tüm samimiyetimle söylüyorum, benim için son derece değerli.”
Teşekkür ettiler, Emniyet Müdürü devam ediyordu sözlerine;
“Hangimizin gerçekte kim olduğu değil, bu soruşturmaya vereceği katkı önemlidir. Anlaşılıyor ki, ülkeye oyun oynayanların, yüksek makamlarda yalakaları var. Özlem Hanım’ın anlattıklarından, yine anlaşılıyor ki; Bu davayı çözmemizi, bu yapılanmayı deşifre edip bitirmemizi isteyen, milletini seven, kim olduklarını bilmesek de, bizimde yüksek mevkili, vatan evladı dostlarımız var. Kimsenin umudunu ve emeğini boşa çıkartmayacağız umuyorum, hepinize gözüm kapalı güveniyorum arkadaşlar. Şimdi, ailelerimizin güvenliği konusunu Necdet Bey’e teslim edebilirim, ne yapabiliriz Necdet Bey? Buyurun.”
“Siz, çok nadir yetişen, değerli adamlardansınız Ercan Bey, bu söyledikleriniz için teşekkür ederim” dedi Necdet ve devam etti sözlerine;
“Benim bir hukukum var, ama söylediğiniz ve anlayış gösterdiğiniz gibi, bunu açıklayamam, az önce söylediklerinize cevaben şunu bilmenizi isterim. Bizim bu soruşturmada yer almamızın sebebi Azap. Sizin ilk cinayete Azap’ı çağırmanız, benim yıllar sonra Mahmut Ali’yi bulmam, Azap’ın Mahmut Ali ile tanışması ve ilk cinayet gecesine beraber gelmeleri, bu ilişki bu şekilde oldu. Başka bir düşünceyle aklınız karışmasın. Ancak, durumun bizler ve ailelerimiz için tehlikeli bir hale gelmesinden sonra, ben kendimi açıklamak durumunda kaldım, çünkü güvenlik konusunda bir şey yapılması gerekiyordu. Eğer siz de uygun görürseniz, güvenlik konusunu ben devralacağım.”
“Nasıl uygun görmem Necdet Bey, ailelerimiz söz konusu. Biz kendi imkânlarımızla zayıf kalırız, bu aşamadan sonra soruşturmadan çekilsem de rahat bırakmazlar biliyorum. Siz devam edin lütfen, dinliyorum.”
Necdet telefonunu çıkardı ve arama yaptı. O sırada, Emniyet Müdürü Özlem Müfettişe bakıyordu.
“Ben sana demedim mi Özlem Hanım, nasıl çıkıyor sözlerim?”
“Sizden de korkulur müdürüm, büyük adamsınız.”
“Tabi kızım, polisiz biz, biliriz.”
Hepsi gülüştüler.
“Meral yanıma gel, sokağın başına girince ara.” dedi Necdet.
“Gelecek arkadaş bayan mı Necdet Bey, bu saatte?”
“Çok iyi işler çıkartan arkadaşlarımız var, benim diyen erkek rüyasında yapamaz öyle işleri, küçük ayrıntılara takılmayın siz.”
“Yoksa Tüfek siz misiniz?” diyerek gülümsedi Emniyet Müdürü.
“Bizde tabancalık tüfeklik işler kalmadı Ercan Bey, hem evet dersem beni tutuklamanız gerekecek.”
Azap’ın telefonu, sokağın başında görüntü olduğunun alarmını verdi. Hemen sonra Necdet’in telefonu çaldı.
“Meral gelmiş.”
“Çok çabuk geldi Necdet Ağabey, yakındaydı galiba?”
“Evet, Özlem Hanım, kafeteryanın civarındaydı. Adem Baş Komiserin beklediği gece fark ettiğimiz arabadan sonra ben çağırdım. Bütün gün keşif yaptılar, bir takım cihazlar yerleştirecekler.”
“Pahalı işler olmalı bunlar Necdet Bey?”
“Evet, oldukça pahalı Ercan Bey.”
“Finansı?”
“Finansını merak etmeyin, temiz para.”
Kapıya vurarak, orta boylu ve dolgun yüzlü, kırk yaşlarında bir bayan girdi içeri, selamlaştılar. Bir elektrik firmasının yağmurluğu, tulumu ve şapkası vardı üzerinde. Camları oldukça kalın, büyük çerçeveli bir gözlüğü, dağınık uzun saçları, kıyafetiyle çok alakasız, bordo renkli botlar vardı ayağında. Emniyet Müdürünün, gözlüklerine baktığını anlayınca, çıkardı ve öne doğru uzatarak;
“Sadece cam.” dedi. Gözlüğünü çıkartınca, aslında hoş bir kadın olduğunu görmüşlerdi.
“Onu anladık, zaten çok…”
Cümlesini bitiremeden, sözünü kesti Emniyet Müdürünün;
“Lütfen, ne söyleyeceğinizi tahmin edeyim, bu benim için çok önemli, doğal olunca daha iyi test ediyorum kendimi.”
Ne demek istediğini pek anlamamıştı Ercan Bey. Biraz deliye benziyor gibi diye düşündü. Necdet keyifle gülümsedi;
“Bu kız deli, yakında tamamen çıldıracak.” dedi. Yine gülümsüyordu. Ercan Bey söze girdi;
“Buyurun sizi dinliyorum, ne diyecekmişim?”
“Onu anladık, zaten çok belli oluyor diyecektiniz ya da, gözlük çok ön planda, yapmacık olduğu hemen anlaşılıyor diyecektiniz.”
“Yahu Necdet Bey, sizden olan herkes zihin mi okuyor? Sahiden de, ‘onu anladık zaten çok belli oluyor’ diyecektim.”
“Yok, herkes zihin okumaz, bu kız biraz farklı. İşi gücü küçük oyunlar oynasın.” dedi gülümseyerek ve devam etti sözlerine;
“Gel kızım yanıma otur, sizi tanıştırayım. Yüzbaşı Meral Öztürk” dedi ve hepsiyle tanıştırdı.
Tekrar selamlaştılar. Necdet, Ercan Bey ve Adem Baş Komiserin ailelerinin ve evlerinin güvenliğe alınması gerektiğini, bu konuda neler yapılabileceğinden bahsetmesini istedi. Meral Yüzbaşı, Azap’a kısa bir süre ama oldukça dikkatli baktı. Hepsi fark etmişti bu bakışını, sonra söze başladı;
“İlk olarak ailelerinizi, bizimle bağlantısı olan bir tatil köyüne yerleştireceğiz. Evlerinizin bulunduğu yeri, yüz metre çapında gözlemeye alırız, bu mesafe içinde, evlerinizin yanında, arkasında ve karşısında kalan diğer evlerdeki yaşayan bütün insanların araştırmasını yaparız. Haklarındaki bütün bilgileri edinir ve fotoğraflarını izleyiciye yükleriz. Bunun yanı sıra, ziyaretlerine gelmesi muhtemel ya da sık görüştükleri insanlarında bilgisini ve fotoğraflarını izleyiciye yükleriz.”
“Özür dilerim sözünüzü kesiyorum, bu tatil için gidilecek yer de, güvenlik programı içinde mi?” diye sordu Ercan Bey, Meral Yüzbaşı Necdet’e baktı. O da, anlatabilirsin anlamında onay verince, sözlerine devam etti;
“Evet, güvenlik programımız içinde. Sahibi, Osman Korkmaz isminde eski bir istihbaratçı. Korunması gerekli kişileri O’na emanet ederiz. Tatil köyü son derece güvenlidir. Birçok siyasetçi, iş adamı ve sanatçı aileleri orada kalır, Osman Korkmaz’ın otelindeki hiç kimseye dokunulamaz.”
“Ailelerimizi gönderecekseniz, neden evlerin civarında güvenlik alıyorsunuz?”
“Ev ve civarının izlenmesi, düşmanı tanımak içindir Müdür Bey. Sokaktaki uygun noktalara, metal yoğunluğu ölçen cihazlar yerleştiririz. Bu alıcılar, yanlara ve yerden yukarıya doğru 360 derecelik bir açıyla aralıksız olarak tarama yapar. Sokağa giren kişilerin üzerinde metal olup olmadığını anladığımız gibi, çevredeki binaların çatı pencerelerine metal obje çıkartılırsa, silah gibi mesela, derhal tespit edebiliriz. Yine, her birinde yüz yirmi adet hareket algılayıcı olan kameralar, sokaktaki her hareketi takip eder, yüzleri yakınlaştırıp fotoğrafını çeker ve izleyiciye gönderir. İzleyici de bu fotoğrafları yüz tanımlama programından geçirerek, kayıtlarındakilerle karşılaştırır ve yabancı yüzleri bildirir. Özel eğitimli iki izleyici, yirmi dört saat boyunca evin etrafında olurlar ve her hangi bir durumda, kimse geldiklerini göremez.”
Hepsi çok etkilenmişti.
“Bu cihazları nasıl yerleştiriyorsunuz, programın adı mı izleyici, güvenlik personeline mi izleyici diyorsunuz?”
“İzleyici, sistemimizin adı ama biz, bu işle görevli arkadaşlarımıza izleyici diyoruz. Cihazları yerleştireceğimiz yerler, duruma göre değişiyor. Bazen bir çatı, balkon kenarı ya da bina duvarı. Mesela en uygun yer bir bina oluyor, bina sakinlerinin araştırmasını yapıp, mali durumlarına bakıyoruz. En düşük olanına, bir reklam şirketi elamanı olarak gidip, yüksek bir ücret karşılığı balkonuna küçük bir tabela asmayı teklif ediyoruz. Bunun gibi şeyler, bu güne kadar hiç geri çevrilmedik.”
“Peki, sokaktaki insanları araştırmanız, resimlerine ulaşmanız ne kadar sürüyor?”
“Sizin iş akşama hazır olur Adem Bey, sokak sakinlerinin arkadaşlarını araştırmak ve seyyar satıcıları, hangi günler gelecekleri belli olmadığı için, araştırmak birkaç gün sürebiliyor.”
“Kaç kişilik bir ekip bu Necdet Bey? Bu kadar kısa bir sürede bütün bunların hazırlanması nasıl mümkün?” dedi Emniyet Müdürü, Azap’a döndü ve gülümseyerek devam etti konuşmasına;
“Azap, sadece sende yokmuş böyle alengirli cihazlar, duydun işte neler anlatıyor Meral Yüzbaşı.”
Hepsi gülümsediler bu söylediklerine, Necdet söze girerek;
“Ne diyorsunuz Ercan Bey? Bunlar son derece gizli bilgiler, bu açıklamaları kimseye yapmıyoruz, konuşulanların bu odanın içinde kalacağını bildiğimden bu kadar rahatım, siz emin olun istedim. İzniniz olursa, Meral Yüzbaşı hazırlık yapsın.”
“İznim olmaz mı Necdet Bey, ailelerimizin çok iyi korunacağından emin oldum. Ev adreslerimizi verelim diyeceğim ama sanırım gerek yok.” dedi gülümseyerek, Meral Yüzbaşıya baktı.
“Gerek yok Müdür Bey.”
“Ne zaman hazır olsunlar tatil için? Çocuklar çok sevinecekler bu habere.”
“Sabah dokuzda, her ikinizin de ailesini almaya gelirim.” diye cevapladıktan sonra Necdet’e dönerek;
“Başka bir emriniz yoksa gidebilir miyim komutanım?”
Necdet, evet anlamında başını sallayınca, Azap’a bir kez daha kısa bir süre baktı. Kısa ama çok dikkatli bakmıştı yine. Özlem Müfettiş kıskanmıştı. Eleştirmek, bir şeyler söylemek istedi ama yapamadı. Meral Yüzbaşının, Necdet’e komutanım diye hitap etmesi, Azap’ı, Hacer Hanımın mağduriyetini gidermek için, Necdet ve Dağhan’la beraber, kumarhaneye baskın yaptıkları geceye götürmüştü. O gece kumarhaneye gelen ekibin komiserine gösterdiği kimliği çok merak etmişti. Komisere kimliği gösterince, dışarı çıktığında nereyi aramıştı da, döndüğünde efendim diye hitap ederek özür dilemişti. Demek askeri bir kimlikti. Fakat askeri bir kimlik olsa, rütbesi ne olursa olsun efendim diye hitap etmezdi. Beyefendi der ya da sadece özür dilerdi. Kafası yine karışmıştı, düşünmekten vazgeçti.
Emniyet Müdürü saatine baktı.
Saat: 01.30
“Evet, arkadaşlar, güvenlik konusunu da hallettiğimize göre, iyi bir istirahatı hak ettik. Eve gideyim de çocukları sevindireyim, bize uyku haram oldu hiç değilse onlar iyi bir tatil yapsınlar. Kalk Adem, Azap bizi bırakıver bir zahmet. Eskişehir’den gelecek dosya öğleden sonra elimizde olur. Bizde gerekli araştırmaları yapmış oluruz. Son cesedi ve kendini vuran köpeğin kim olduğunu öğreniriz belki. Öğleden sonra buluşuruz sizin için de uygun olursa,
Öğlenden sonrası için sözleştiler ve hep beraber kafeterya’yı kapattılar. Necdet ve Mahmut Ali vedalaşıp ayrıldı. Azap ve Özlem Müfettiş, Adem Baş Komiser ve Emniyet Müdürünü bırakmaya gittiler. Evin duvarlarından topladıkları dosyaları koydukları bavul, arabanın bagajında duruyordu. Emniyet Müdürü, bavul için en güvenli yerin bu tank gibi araba olduğunu söyleyince, Adem Baş Komiser, son cesedin üzerinden çıkan kimliği de bavula koyduğunu hatırladı ve bavula uzanıp aldı. Onları bıraktıktan sonra, dönüş yolunda Özlem Müfettiş, Meral yüzbaşı hakkında laf açınca, Azap’ın gülümsemesine mahcup oldu ve sustu. Eve dönüp, uyumak için odalarına çekildiler.
12 KASIM 2010 Saat: 11.30
Hepsi kafeteryada toplandılar. Hacer Hanım, Gizem ve Özlem Müfettiş çok güzel bir masa hazırlamışlardı. Kocaman bir aile gibi, neşe içinde ve iştahla yemeklerini yediler. Yemek faslı bittiğinde, Hacer Hanım, Gizem ve Dağhan gittiler. Adem Baş Komiser, yedi polis memurunu şehit eden ve kendini vuran adamdan bahsederek başladı söze. Üzerinde madalyondan başka bir şey çıkmadığını, kimliğini tespit edemediklerini, parmak izi taramasının da sonuçsuz kaldığını söyledi. Duvara çivilenmiş ceset hakkında bilgiyle devam etti sözlerine,
“Duvara çivilenmiş cesedin üzerinden çıkan kimliğe göre ismi, Maharet Budunlu, elli beş yaşında. Bolu Abantlı. Abant Gölü kıyısına yakın bir köyün eski muhtarıymış. Hayvan besiciliğiyle uğraşıyormuş. Maddi durumu oldukça iyiymiş,
“Ne diye ‘mış muş’ edip duruyorsun kardeşim, kulaktan duyma bilgiler mi edindin?” diyerek çıkıştı Emniyet Müdürü.
Mahmut Ali söze girdi;
“Bu bilgilerde bir yanlışlık var Adem Baş Komiserim.”
“Cesedin üzerinden çıkan kimliği araştırdık Mahmut Ali Ağabey.”
“İyi de, ceset kırk yaşlarındaydı. Başkalarının kimliklerini kullandıklarını biliyoruz, ama eğer böyle olsaydı, yaş farkını göz ardı etmezlerdi. Arada on beş yıl civarı fark var, kırk yaşında ki hiç kimse, elli beş yaşındaki bir adamın kimliğiyle gezmez. İki yüz yıla yakın gizli kalmış bir örgüt var karşımızda, böyle bir hatayı asla yapmış olamazlar. Bir terslik var bu işte.”
Adem Baş Komiser Emniyet Müdürüne bakarak;
“Mış muş diye konuşmamın sebebi bu Mahmut Ali Ağabey, durum biraz karışık.”
“Adem bana tafra yapma, ne öyle imalı bakıyorsun? Ne diye bana bakarak Mahmut Ali Bey’e konuşuyorsun kardeşim? Kime hitap ediyorsan ona bakarak konuş. Ne anlatacaksan doğru düzgün söyle, konuşmayı bilmiyor şu bakışa bak.” dedi Emniyet Müdürü, hepsi tebessüm etti. Hoşlarına gidiyordu, müdürün sinirli hali.
“Cesedin üzerinden çıkan kimlikteki resim, cesedin yüzüne uymuyor. Cesedin olduğu oda da bulduğumuz, Yeryüzü Krallığı Tarikatı’nın hizmetkârlık tapusundaki kanlı parmak izi, cesedin parmak izine uymuyor, kanın gurubu da cesetle uyuşmuyor. Yani, ceset başkasına ait. Kimlik ve Tarikat’ın hizmetkarlık tapusu da başka birine ait.”
“Ee, ceset kim o zaman Adem?”
“Cesedi parmak izinden teşhis ettik, Berduş Cüce lakaplı çok ünlü bir hırsıza ait müdürüm, yüzü de uyuyor, kesinlikle aynı kişi.”
“Şu, canının istediği müzeye girip, istediğini çalan meşhur Berduş Cüce mi? Her yakalandığında delil yetersizliğinden serbest bırakılan zengin hırsız.”
“Aynen öyle müdürüm.”
“Hayda bre, buyurun buradan yakın arkadaşlar. Hırsızın ne bağlantısı varmış krallıkla, tarikatla, muhtar ne alaka Adem?”
“Maharet Budunlu, iki bin yılında, büyük oğluyla beraber ortalardan kaybolmuş. Ailesiyle görüştüm, bir daha ikisinden de haber alamamışlar. Maharet Budunlu’nun, Bolu Emniyeti’nde kaydı var,1997 yılında birini yaralamış. Emniyetteki parmak iziyle, hizmetkârlık tapusundaki kanlı parmak izi bir birini tutuyor, sağlık raporuyla, hizmetkârlık tapusunda ki kan gurubu aynı.”
“Demek ki, eski muhtar Tarikat’ın üyesiymiş.”
“Evet, müdürüm, deliller onu gösteriyor.”
“Hangi delil Adem, delil nerede? Herkes ya ölü, ya kayıp, iyi iş çıkartmışsın ama Maharet mi nedir, on yıl önce kaybolmuş, biz on yıl sonra kimliğini buluyoruz, Yeryüzü Krallığı Tarikatı’nın hizmetkârı olduğunu öğreniyoruz, kim getirip bunun kimliğini cesedin cebine koymuş, ne diye koymuş yahu, hey Allah’ım kafayı yiyeceğim.”
Sonra Mahmut Ali’ye döndü;
“Mahmut Ali Bey, bu işe siz ne diyorsunuz? Bu hizmetkârlık tapularında adres falan yazmasın, alfabesini de çözemedik, ne yazmışlar acaba? Bakmayan dil bilimci kalmadı. Kanlı parmak izleri olmasa, cesetlere ait olduklarını da bilemeyecektik. ‘Son ceset’ dedik, ‘düğüm çözülecek dedik’ ama yine saplandık kaldık.
“Size bir çay koyayım müdürüm, gerildiniz yine, iyi gelir.”
“İyi olur Özlem Hanım.”
Bardağını Özlem Müfettişin önüne doğru uzattı. Özlem Müfettiş çayı koyarken;
“Son cesedin üzerinden çıkan kimlik de bize Bolu’yu işaret ediyor.”
“Bolu Bolu, her tarafı orman dolu Özlem Hanım” diye söyleniyordu Emniyet Müdürü, birden sustu ve hepsine sırayla baktı ve;
“Bakın aklıma ne geldi arkadaşlar. Hani yirmi dört yıl önce öldürülen polis memuru arkadaşımız vardı ya, bakın şimdi iyi dinleyin. O zaman Emniyet Müdürümüz tam olarak şöyle demişti. “Bu işin içinde başka bir iş var da, elimiz kolumuz bağlı kaldı. Aslan Soysal böyle bir şey yapmaz, çok asil, çok başka bir adam. Bu iş mafyanın eroinin çalma işi değil arkadaşlar. Neden böyle bir tezgâh kurmuşlar, kim, ne için planlamış, ne diye böyle eziyetle öldürmüşler günahsız çocukları? Hem bunların mafya parasına ihtiyaçları yok ki, zaten çok zenginler. Evleri, son model arabaları, Bolu Abant Gölü kıyısında villası bile var bunların.” demişti. Bir bağlantı olmasın Mahmut Ali Bey? Ne bu iki de bir Bolu çıkıyor karşımıza?”
Mahmut Ali, masanın üzerinde duran, dışı yıpranmış kutuyu işaret ederek;
“Eskişehir’den gelen koli bu mu?” diye sordu. Emniyet Müdürü onaylayınca;
“Şu sihirli kutuyu bir açalım Ercan Bey, soruşturmanın anahtarı bunun içinde duruyor. Demek ki saplanıp kalmamışız, yapmamız gereken, yirmi dört yıl öncesinden başlayarak günümüze gelmek.”
Azap çok düşünceli bakıyordu. Necdet, bu halinin sebebini sorduğunda Azap;
“Her şey netleşecek gibi görünüyor Necdet Ağabey, kimin ne olduğu, nerede olduğu ortaya çıkacak. Sabırla bekliyorum ama içimdeki yangın büyüdü. İçim acıyor Necdet Ağabey, hayatımı yıkan adamı yıllarca aradım, Ankara’da olduğunu öğrendim, kamerada yüzünü gördüm, çok yakınımda ama o şerefsize dair bir iz bulamıyorum yine”
Hepsi kulak misafiri olmuş ve çok üzülmüşlerdi.
“Az daha sabret Azabım, çok sürmez bulacağız” dedi Necdet.
Özlem Müfettiş şefkatle baktı Azap’a ve üzülmemesini, çok yakında bulacaklarını söyleyerek teselli etmeye çalıştı. Emniyet Müdürü de bulacaklarını ve kendi elleriyle kelepçeleyip cezaevine götüreceğini söyleyince, Azap öyle bir baktı ki Emniyet Müdürü’nün yüzüne, öldürmek istediğini hepsi anlamıştı. Bir şey söylemediler. Emniyet Müdürü kutuyu açmış, içindekileri masaya çıkartmıştı.
Soruşturma ve mahkeme evraklarıyla, fotoğraflar vardı. Mahmut Ali, küçük kız çocuğunun olduğu fotoğrafa uzanırken elleri titredi. Yine, elleri titreyerek fotoğrafı önüne doğru çekti ve bakmaya başladı. Çene kemikleri, birkaç kez yanaklarında belirip kayboldu ve gözleri dolmuştu. Bu hali, Azap’ın dikkatini çekmişti. Vahşice işlenmiş cinayetlerde, cesetlere dokunduğu halde böyle tepki vermemişti diye düşündü.
Mahmut Ali, Azap’ın kendisine baktığını fark edince, yüzünü ona döndü. Kısa bir süre bakıştılar. Sonra, fotoğrafı bırakıp, başka bir fotoğraf aldı eline. Necdet’in de gözleri dolmuştu. Azap, Necdet’i de far etmişti ama üstünde durmadı. Az sonra, Mahmut Ali’nin ilk baktığı fotoğrafı aldı eline, küçük bir çocuğun işkence edilmiş fotoğrafıydı. Çocuk çıplaktı ve kan içindeydi. Başının yarısı ezilmişti, Azap’ın elindeki fotoğrafa gözü takılan Özlem Müfettiş;
“Aman Allah’ım, nasıl bir insanmış bunu yapanlar” diyerek fotoğrafı aldı ve büyük bir acıma hissiyle seyretmeye başladı.
Azap, duvara çivilenmiş polis memurunun cesedine bakıyordu;
“Evet, altıncı cesetle aynı şekilde öldürülmüş” dedi. Sonra, biraz daha dikkatli baktı. Fotoğrafta bir ayrıntı yakalamış gibiydi. İyice yaklaştırdı gözlerine, çok yakından bakıyordu.
Emniyet Müdürü, fotoğrafa böyle baktığını görünce, söylendi;
“Ne o Azap, gözün mü seçmiyor?”
Azap, fotoğrafı masanın ortasına, hepsinin bakabileceği şekilde uzatarak;
“Sağ elinin yüzük parmağının biraz üstünde, duvarda bir leke var, bir şekle benziyor ama anlayamadım ne olduğunu.”
Hepsi dikkatle baktılar.
“Kan sıçramıştır” dedi Emniyet Müdürü, Azap cevap verdi;
“Bileğinden çivilemişler, çivi hemen ete gömülmüştür. Kan sıçratmaz, en azından parmak ucuna kadar sıçratmaz. Kulaklarındaki ve göz kapaklarındaki kan da, omuzlarına ve göğsüne akmış. Hem elleri çok yukarıda, göz kapaklarına kanca takmışlar, kan sıçramaz. Kulaklarında ki kan da o kadar yükseğe sıçramaz, zaten kulak eti çok ince, elle bastırsalar bile çivinin ucu kulağı geçip duvara dokunur. Bu çok anlamsız, başka lekelerde olması gerekmez miydi kan sıçrasa, daha çok bir çizime benzemiyor mu, iyi bakın?”
Özlem Müfettişte dikkatli bakınca Azap’ı onayladı ve Necdet’e büyüteç sordu.
Azap, büyüteç getirmek için eve gitti. Az sonra bir büyüteçle geldi ve fotoğrafa yeniden baktı. “S” biçiminde bir çizgi, ucu “V” biçiminde ayrılıyor, “V” nin içinden de bir çizgi uzanıyor ve bu çizginin ucu da, küçük “v” biçiminde ayrılıyordu.
“Kan böyle sıçramaz, bu bir yılan” dedi Azap. Fotoğrafı masanın üzerine koyup, büyüteci üzerine getirerek mesafeyi ayarladı ve hep beraber bakmaya başladılar.
“Azap doğru söylüyor, küçük bir yılan çizmiş” dedi Özlem Müfettiş.
“Evet, yılana benziyor da, kim çizmiş bu yılanı, bu adam çizemez bileklerinden çivilenmiş duvara, nasıl yapabilir bunu? diyen Emniyet Müdürü’nü, Azap cevapladı;
Ceketini çıkartıp, gömleğinin kollarını, bileklerinin gerisine kadar sıyırdı. Kolunu masaya uzatıp, avuç içi yukarı gelecek şekilde, elini masanın üzerine yatırdı. Adem Baş Komiser’den, parmağını resimdeki çivinin konumunda, bileğine koymasını istedi. Adem Baş Komiser, parmağını dik tutarak, Azap’ın bileğinin eliyle birleştiği yere koydu. Azap, parmaklarını bileğine doğru götürerek ve bileğini hafif yana doğru oynatarak; orta parmağını, Adem Baş Komiserin parmağını, bileğine dokundurduğu yere, sonra da hemen yanına masaya sürmeye başladı ve bir şekil çiziyormuş gibi hareket ettirdi.
“İşte böyle yapmış. Bileğine çakılan çivinin etine girdiği yerden, orta parmağına kan bulaştırmış ve bu kanla çizmiş duvardaki resmi” dedi. Hepsinin gözlerine sırayla baktı ve devam etti sözlerine. Büyük bir ilgiyle Azap’ı dinliyorlardı;
“Bir kerede çizmiş. İkinci deneme yapsa, göremediği için resmi bozabilirdi. Çok iyi resim çiziyormuş, kanı tırnağına bulaştırmış, küçük ve çok belirgin bir yılan resmi çizmiş. Kulaklarından çivili olduğu için başını çevirip bakması da söz konusu olamazdı. Bunu kusursuz çizdi çünkü ailesi gözlerinin önünde katlediliyordu ve bir şey yapamıyordu. Bu işkencelerden sonra kendini de öldüreceklerini biliyordu. Zaten onlar öldürmese bile, kan kaybından ölecekti. Bir işaret, bir iz bırakmak istedi. Verdiği işaret çok kolay ve anlaşılır olmalıydı. Görenin hemen anlaması lazımdı, yoksa boşa yapmış olurdu. Bir tek şansı vardı. Zamanı ve başka şansı olmayan bir adam, görmediği halde kusursuz bir yılan çizdi. Bu çok açık bir mesaj, bunu çözmeliyiz.” dedi.
Hepsi çok etkilenmişti bu tespitinden.
“Olanların hepsi bu kutunun içinde, yılanın ne anlama geldiğini nasıl çözeceğiz?” dedi Emniyet Müdürü.
“Nasıl bu kadar küçük ve net çizebilmiş,sen nasıl fark ettin Azap?” diyen Özlem Müfettiş’e;
“Ben de gözün mü seçmiyor diyorum adama, meğer şahin gibi bakıyormuş” diye, Emniyet Müdürü cevap verdi.
“Polis memurunun evi ne oldu müdürüm?”
“Ne biliyim Adem, kapıyı kalın bir demir sacla kapatıp, kaynaklattık. Bilmiyorum sonra ne oldu. Bunca zaman geçmiş.”
“Öğrenebilir misiniz müdürüm?”
“Bir deneyelim” dedi ve Eskişehir’deki arkadaşını aradı. Yarım saat kadar sonra öğreneceklerdi.
“Çocukları gönderdiniz mi Ercan Bey?”
“Sahi, söylemeyi unuttum Necdet Bey, sabah geldi Meral Yüzbaşı. Bizimkiler nasıl sevindiler görseniz. Çoluk çocuk doldurdu minibüse götürdü. Evin anahtarlarını da verdim. Adem’in eve gittiler. Sonra Adem de gelip beni aldı.”
“Bizimkilerde Gitti Necdet Ağabey.” diye söze girdi Adem Baş Komiser.
“Bilmiyorlar ya, cesetlerin hatırına tatil yapacaklar” dedi Emniyet Müdürü ve devam etti sözlerine;
“Sabah il Emniyet Müdürü çağırdı beni, içişlerinden arandığını söyledi. Yedi polis memurunun şehit edilmesi ve orada gelişen olaylar hakkında basına konuşulmamasını ve bu soruşturmaya bizden başka bir ekip görevlendirilmemesi talimatını bildirmişler. ‘Neler dönüyor ortalıkta, hiçbir şeyden haberim yok’ dedi. Soruşturma çok büyüyor dedim, üstelemedi. ‘Emekliliğin geçti, kendini yakma’ diye söyleniyordu ben çıkarken, çok iyi bir adam bizim İl Müdürü, severim kendisini.”
Ercan Bey’in telefonu çaldı. Görüşmesinden sonra, Eskişehir’deki evin kapısının, o gün demirle kaynak yaptırdıkları gibi durduğunu söyledi.
“O eve gitmemiz lazım müdürüm” dedi Özlem Müfettiş. Emniyet Müdürü, Mahmut Ali ve Necdet’e baktı. Özlem Müfettişe hak verdiklerini söylediler.
“Madem öyle, burada durduğumuz hata” dedi Emniyet Müdürü, hep beraber hazırlandılar ve Eskişehir’e doğru yola çıktılar. Emniyet Müdürü, Eskişehir’den gelen kutunun içini karıştırıyordu. Fotoğrafları bir köşesine toparladı ve dosyaları eline alıp incelemeye başladı. Az sonra;
“Kocaman bir aileyi yok etmiş namussuzlar” dedi ve devam etti sözlerine;
“Şuna bakın, polis memuru Doğan Soysal, eşi Rengin Soysal, Çocukları Mine ve Fatih, ağabeyinin eşi Lalezar Soysal ve kızı Sinem, Zaten başka da kimseleri yokmuş. Bu sülaleden, Bir tek Dursun Aslan Soysal kalmış geriye, O da yaşıyorsa?”
“Eğer yaşıyorsa O’nun la da görüşmek istiyorum Ercan Bey, buluruz değil mi?”
“Yaşıyorsa buluruz, Eskişehir cezaevindeydi ama bunca zaman geçmiş aradan” dedi ve arabanın bagajına doğru, bavula baktı;
“Bunları ne yapacağız, incelemek için de kimse istemedi. Fotokopide olsalar, çok değerli belgeler, azimli bir devlet adamı bu işlerin üzerine gitse, çok adamın başını yakar bunlarda yazanlar. Türkiye’yi sallar bu belgeler Mahmut Ali Bey, asılları kimin elinde acaba?”
“Onları şimdilik bekleteceğiz Ercan Bey, kimsenin bilmemesi daha güvenli, öncelikli olarak elimizdeki işi takip edeceğiz. Dosyalara gelince, ister fotokopi ister asılları olsun, bunları değerlendirecek ve peşine düşecek cesaretli adamlar lazım, var mutlaka ama bunları öldürürler. Ya bu cesur insanları korumak, ya da bunlara saldıracak olanları etkisiz hale getirmek lazım, bir kişi her zaman koruyamazsınız, en doğrusu, bunlara saldıracak olanları etkisiz hale getirmek olacaktır. Bu sebeple beklemeliyiz, cinayetleri araştırıp, kim kimmiş bir anlamalıyız.”
“Doğru söylüyorsunuz” dedi Emniyet Müdürü, bagaja doğru uzanarak, bavulun içinden bir dosya çıkardı ve okumaya başladı. Eskişehir’e yaklaşıyorlardı.
“Şuna bakın, beni dinleyin arkadaşlar. Devrim arabalarımız vardı ya, hani yerli araba üretecektik de başaramamıştık. Bu dosya onunla ilgili, neden başaramamışız, kimler ne amaçla engel olmuşlar. O dönemin medyasının kasıtlı olarak Devrim arabalarında kusurlar aradığı, yabancı arabaları ne kadar övdüklerinden bahsediliyor. Yahu, bu ülkenin dalına her alanda çökmüşler arkadaş.”
Dosyayı okudukça, onları da bilgilendiriyordu;
“Ne zaman uyanacak bu millet arkadaş, yazık günah bu asil millete. Yapay gündemlerle kandırıp duruyorlar bizi. Şuna bakın yahu, o zamanın devlet büyüklerinin Türk markası bir arabanın yapımına ve geliştirilmesine katkı sağlayıp, milli sermayeyi koruyacağına, ne diye Amerikan arabalarına binip de milleti de özendirdiklerinin sebeplerini sıralamışlar. Bakın o zamanın güya ülkenin kalkınmasına büyük faydaları dokunan bazı iş adamları, nasıl engel olmuşlar ve siyasilere nasıl etki etmişler. Arkadaş, ne salak adamlar yönetmiş bu ülkeyi, bir halttan anlamayıp, büyük iş adamlarının kuklalığını, yurt dışından getirdikleri ürünlerin reklamını yapmış kansızlar. Ülke kalkındırmak değilmiş yahu bunların niyeti. Durum ortada, halen bir Türk markasıyla otomobil bile üretemiyoruz, neyimiz eksik. Demek ki; bu dosyaların içinde, Ülke kurulduğundan bu yana dönen dolaplar var. Bunları halkın bilgisine sunmalıyız Mahmut Ali Bey.”
“Haklısınız da, az önce de dediğim gibi, şimdi bir siyasetçi çıksa, savcı çıksa yâda gazeteci, ‘ey halkım uyanın da bakın şu oyunlara’ dese, bu kişiyi öldü bilin. Beklemek lazım biraz daha, bunların kolu bacağı nasıl zayıflatılır Ercan Bey. Öyle kolay çözülse bu işler, bunlar bu kadar büyüyemezlerdi. Güvendikleri dalı kesmeden, bunları halka açıklayamazsınız. Zaten herkes her şeyin farkında ama cesurları yok ederek sindiriyorlar. Birliği dirliği bozmuşlar, millet birbirine düşmekten başını kaldırıp bakmıyor hiçbir şeye, biraz sabır.”
Hepsi onayladılar Mahmut Ali’nin bu sözlerini. Eskişehir’e gelmişlerdi. Kendilerine eşlik eden bir ekiple beraber, Doğan Soysal’ın evine geldiler. Kaynaklı demir kapıyı açtırarak eve girdiler. Evin kasvetli bir havası vardı ve yıllarca kapalı kaldığından çok kötü kokuyordu. Odaları dolaştılar, birçok eşya çürümeye yüz tutmuş ve eskimişti. Mahmul Ali, çok dalgın ve efkârlı duruyordu salonu seyrederken. Azap, bu halini fark edip yanına yaklaştı;
“Bu gün biraz duygusalsın Mahmut Ali Ağabey.”
“Evet Azap. Geçmişe takıldım biraz. Bu aile tamamen yok edilmiş, düşündüm de, benim de kimsem yok hayatta, yalnız hissetmek kötü bir duyguymuş meğer.”
“Biz varız Ağabey, asıl şimdi yalnız değilsin, Necdet Ağabey’i buldun kaç yıl sonra.”
“Haklısın da, hanım dursaydı, çocuk dursaydı, başka olurdu hayat be Azap.”
“Benden istediğin bir şey var mı? Ne yapabilirim senin bu hüznünü dağıtmak için?”
“Sağ ol Azap, bizim bundan sonra isteğimiz, Yaratan’dan olur ancak. Zira ölüm yakın, yaşımız malum. Bağışlanmayı dileriz, yoksa dünyalığımız tamam çok şükür.”
Evin her yerini, yarım saat kadar aradılar. Yılana benzeyen ya da bağlantısı olabilecek hiçbir şey bulamamışlardı. Yatak odasını araştıran Özlem Müfettiş, aile albümünü buldu ve fotoğraflara bakmaya başladı.
Fotoğrafların birinde, ağaçlıklar içinde güzel bir villa karşıdan görünüyordu. Villanın, büyük demir kapısı da görünüyordu ve demir kapının üzerinde kocaman bir yılan arması vardı. Tıpkı, Salih Soysal’ın, duvara kanıyla çizdiği yılana benziyordu. Fotoğrafı albümden çıkardı ve salona doğru giderken, arkadaşlarına seslenince, hepsi başına toplandılar.
“Aradığımız ipucunu buldum” diyerek, fotoğrafı gösterdi ve yılanlı kapıyı işaret etti.
“Bizim aradığımız evde değil arkadaşlar, resimdeki bu villada” dedi Emniyet Müdürü.
Hepsi onayladılar. Evden çıkıp, yanlarında getirdikleri demirciye, kapıyı yine demirle kapattırıp kaynak yaptırdılar. Tapu kayıtlarından, ailenin mal varlığına baktırıp, Bolu Abant Gölü kıyısında olduğunu öğrendikleri villanın, adresini aldılar. Abant İlçe Jandarmayı arayıp, karakol komutanıyla görüştüler. Bölge hakkında bilgi isteyip, villadan bahsedince, karakol komutanı, villayı bildiğini ve devriye görevleri sırasında, villanın bakıcısı oradaysa, uğrayıp çayını içtiklerini söyledi. Villa bakıcısın Abant’ta yaşayan Ergin isimli bir bahçıvan olduğunu öğrendikten ve telefonunu aldıktan sonra Emniyet Müdürü, Bahçıvan Ergin’i arayarak en kısa zamanda villaya geleceklerini, orada olması gerektiğini söyledi. Eskişehir Cezaevi’nden, Dursun Aslan Soysal’ın burada üç yıl yatıp, 1989 Yılı’nda Sinop ağır cezaevine nakledildiğini öğrendiler. Sinop Cezaevi kapatıldığından, mahkûm kayıtlarının tutulduğu arşivin nerede olduğunu araştırdılar ve Ankara Arşivler Müdürlüğü’ne taşındığını öğrendiler. Eskişehir’de işleri kalmamıştı. Ankara’ya doğru yola çıktılar.
Ankara’ya döndüklerinde, gece yarısı olmuştu. Necdet ve Mahmut Ali’yi, sabah kahvaltıda buluşmak üzere sözleşip, evlerine bıraktılar. Adem Baş Komiser ve Emniyet Müdürü, ailelerinin olmaması ve güvenlik sebebiyle Azap’ın evinde misafir oldular. Herkese odasını gösterip, kendiside istirahata çekildi. Yatağa uzandığında, Nüket yanına geldi. Dudağını büzmüş ve çok üzgün bakıyordu.
“Küsmüş mü babasının güzel kızı?”
“Ben konuşmuyorum seninle, oh olsun sana, bende Özlem Abla’yla uyuyacağım işte.”
“İşlerim vardı güzel kızım, babaya bir öpücük ver, bu gece bir güzel sarılıp uyuyalım.”
“Önceden de işin vardı ama beni öpmeden uyumazdın. Ben Özlem Abla’nın yanına gidiyorum, sen yalnız uyu.”
“Tamam, özür dilerim. Bir daha nereye gidersem götüreceğim cadı kızımı.”
“Oldu o zaman, seninle uyurum bu gece babacığım.” diyerek, neşeyle yatağın üzerine atladı ve öptü babasını. Baba-kız sarılıp uykuya daldılar.
13 KASIM 2010 Saat: 08.30
Evdeki herkes, Hacer hanımın sesiyle uyandı.
“Kalkın bakalım, yeter bu kadar uyku, herkes kafeteryaya” diye bağırarak, koridor da volta atıyordu. Bir süre sonra herkes kafeteryadaydı. Meral Yüzbaşı da gelmişti kahvaltıya, evlerin civarında bir hareket olmadığını söyledi ve kahvaltıdan sonra gitti. Adem Baş Komiser ve Ercan Bey, Emniyet Müdürlüğü’ne gitmek için ayrıldı. Azap ve Özlem Müfettiş, Ankara Arşivler Müdürlüğü’ne gittiler.
Sinop Cezaevi mahkûmları için tutulan kayıtları ve Dursun Aslan Soysal’ın dosyasını bulmuşlardı. Kayıtlara göre, 1989 yılında, ömür boyu hapis cezasını yatmak için nakledildiği Sinop Cezaevi’nden, 1999 yılında, Hamza Şahan Karasu isimli on dokuz yaşında bir mahkûmla beraber firar etmişti. O tarihten sonra, ikisi de bir daha bulunamamışlardı. Bu firardan sonra, Dursun Aslan Soysal’la arkadaşlığı yüzünden, mahkûmla yakınlık kurarak ve yetkisini kullanarak, mahkûmun cezaevinde serbestçe dolaşmasını sağlayan, cezaevi müdürü Nezih Özdemir sorumlu tutulmuş ve görevinden alınmıştı.
Arkadaşı olduğuna göre, hakkında da bilgi sahibi olmalıydı. Aslan soysal hakkında bilgi alabilmek için, cezaevi müdürünü araştırdılar. Ankara’da özel bir bakım evinde olduğunu öğrenince ziyaretine gittiler.
Saat: 10.05 – 11.50 (arası)
Tatil köyü gibi bir yere gelmişler ve ikisi de, burada kalabilmek için yüklü miktarda para yatırılması gerektiğini düşünmüşlerdi. İdareyle görüşüp odasına çıktılar. Havanın yumuşamasından fırsatla, balkonda oturuyordu. Görevli seslenince, balkona gelmelerini söyledi. Odanın içinden geçerken, karşılıklı iki koltuğun ortasındaki sehpanın üzerinde duran, yarım kalmış satranç oyununa baktı Azap. Balkonda, yetmiş yaşlarında, sevimli bir adam oturuyordu. Selamlaşıp, kendilerini tanıttılar. Ziyaretçisi olmasına çok sevinen adam, Dursun Aslan Soysal’ı sordukların da, yüzü biraz değişti.
“Neden soruyorsunuz?”
“Tanıdığınız ve arkadaşı olduğunuz için size geldik, onu sorabileceğimiz başka birini tanımıyoruz henüz” dedi Azap.
“Evet, iyi tanırım, satrançta yenemediğim tek kişiydi.”
“Siz Sinop Cezaevi müdürüyken, genç bir çocukla beraber firar etmişler.”
“Evet, o delikanlıyı da tanıyorum, Hamza Şahan Karasu, hiç konuşmayan bir kader mahkûmuydu. O günden sonra ne oldular bilmiyorum. Firarları benim başımı yaktı. Bir daha da ne gördüm ne duydum, siz neden arıyorsunuz?”
“Bazı cinayetler işlediğini düşünüyoruz, bize biraz anlatır mısınız? İyi arkadaşmışsınız ve sık vakit geçiriyormuşsunuz.”
“Nasıl vakit geçirmem, sürekli yenmeye uğraşıyordum.”
“Onun hakkında bilgi edinmemiz çok önemli, biliyorsunuz ailesi işkence edilerek öldürülmüştü ve bundan sorumlu tutularak ceza evine koyuldu. Biz, ailesinin ölümünden sorumlu olmadığını düşünüyoruz ancak, sorumlu tuttuğumuz altı cinayet var. Hakkında bilgi edinmek istememizin asıl sebebi, bu olayları çözersek, ülkesine hizmet etmek isterken öldürülen birçok değerli insanın faillerini de bulacağımıza inanıyoruz.”
Nezih Bey, Azap’ a dikkatle baktı kısa bir süre. Oturmaları için yer gösterdi ve görevliden üç tane kahve istedi. Hemen getireceğini söyleyen görevli, başka bir istekleri var mı diye sorunca, teşekkür ettiler ve gitti.
“Burası tatil köyü gibi, oda ve hizmette beş yıldızlı otellerinkine benziyor. Buraya iyi para yatırmış olmalısınız?”
“Evet, buraya iki bin üçte geldim. Beş yüz bin lira para yatırdım o zaman. Hastalanmasaydım gelmezdim ama iyi ki gelmişim. Burası, insanın ölebileceği en güzel yer.”
“İyi paraymış, aileniz var mı?
“Bir oğlum var, yurt dışında yaşıyor, götürmek istedi ama sol tarafımı pek kullanamıyorum, buradan başka yerde rahat edemem.”
“Çok ziyaretçiniz olmuyordur herhalde?”
“Burada çok ziyaretçimiz olur, sürekli etkinlik düzenliyor müdüre hanım, çocuklar çok sık gelir, aileler gelir piknik yaparlar eğlenirler, hep bir arada oluruz, sizde gelin delikanlı. Hani Aslan Soysal’dan soracaktınız, benimi sorguluyorsun sen, ne soracaksan doğrudan sor? Ne insanlar geldi geçti benim elimden. Bakma yaşlandığımıza, anlarım ben insanın hasından, sizin iyi niyetli olduğunuz belli, yoksa gitmenizi isterdim.”
Azap ve Özlem Müfettiş birbirlerine bakıp gülümseyince, Nezih Bey’de tebessüm etti. Görevli kahvelerini getirmişti. Kahvesinden bir yudum alan Azap;
“ İçerde yarım kalmış bir satranç var” diye sordu.
“1999 yılından bu yana duruyor. Aslan Soysal’a son oyunumuz, firar edince yarım kaldı.”
Özlem Müfettişin rica etmesi üzere, Dursun Aslan Soysal’ı anlatmaya başladı.
“1989 yılında bir mahkûm getirdiler. Görevinden istifa etmiş tabip yüzbaşıymış. Görüşmek için odama çağırdım. Heybetli bir delikanlıydı. Psikologmuş, biraz sohbet ettik, çok zeki olduğu belliydi. Görüşmemizde, değerli ve suçsuz bir adam olduğunu anlamıştım. Dosyasında yazanları sorunca, kızından bahsetti. Büyük bir acı çektiği belliydi ama sakin görünüyordu. Sonra koğuşuna gönderdik, birinci ayını doldurmadan, diğer mahkûmlardan hürmet görmeye başlamıştı. Sağlıktan aile işlerine kadar birçok soru soruyorlardı. Ben de çok şey öğrendim kendisinden, O’nun la konuşmak, ansiklopediye bakmak gibiydi. Çok bilgili bir adamdı ve cezaevine yakışmıyordu. Ben satranç tutkunuyum, satranç bildiğini öğrendiğimde dostluğumuz başladı. Bir kaç yıl sonra, cezaevinin en saygın mahkûmu oldu. Sürekli okuyor ve spor yapıyordu. Dostluğumuz da iyice ilerledi, birçok şey paylaştık ama bunlardan size bahsedemem. Gardiyanlara talimat verdim, O’na hiç karışmıyorlardı. Zaten gardiyanlarda çok severdi kendisini. Ne zaman istese, koğuşundan çıkıyor ve istediği koğuşa yada bahçeye çıkabiliyordu. Hiç bir sorun yaşamadık kendisiyle, gördüğü saygıyı bir kez bile suiistimal etmedi. Hiç bir mahkûm O’nun serbestliğinden yakınmadı. Çok başka bir adamdı Aslan Soysal.1998 yılı ortalarında, azılı bir çetenin iki reisi geldi mahkûm olarak. Aslan Soysal’ın koğuşuna verdik. Aslında ben kasten yapmıştım bunu, kendisini örnek alır ve biraz adam olurlar diye ummuştum. Tam tersi oldu. Adamların uslanacağı yoktu ve birkaç ayda birçok mahkûmu kendilerine benzettiler. Maddi durumları da iyiydi ve parayla göz boyuyorlardı. Biriyle tartışırsalar, dışarıdaki adamları, tartıştıkları kişinin ailesine zarar veriyorlardı. Buna beş altı sefer şahit olunca, gardiyanlarda çekinmeye başladılar. Anlayacağınız, mahkûmlar arasında en korkulanı olmuşlardı. Çok geçmeden, bir düzüne fedai edindiler. Aslan Soysal’ı sevmiyor, onun gördüğü ilgiden rahatsız oluyorlardı. Yanlarına çekmek istediler ama yiğidin doru atı, namerdin köpeğini yanına yaklaştırmadı. Koğuşlarını değiştirecektim, kalsınlar belki bir faydamız olur dedi. Bir kaç kez saygısızlıkları oldu ama mahkûmların büyük bölümü rahatsızlık duyunca, fazla ileri gidemediler. Fakat rahat durmayacaklarını biliyordum. Aslan Soysal’ı kafaya takmışlardı.1998 yılında, ıslah evinde yaşını dolduran bir çocuk getirmişlerdi. Hamza Şahan Karasu, babayiğit, asık suratlı ama çok sessiz bir çocuktu. Hiç konuşmuyordu. Yaşı gençti ama işlediği cinayetler neredeyse yaşını geçiyordu.
On dört yaşındayken, bir gece evlerini basıp, anne babası ve kız kardeşini öldürmüşler. Pencereden kaçıp kurtulmuş ve ne olduğunu anlayana kadar, birkaç gün amcasında kalmış. Baskını yaptıkları ihbar edilen, köydeki başka bir aileyi jandarmanın sorguladığını duymuşlar. Amcasının silahını alarak, bu ailenin konağını basmış ve iki yaşında bir kız çocuğu hariç, tam on üç kişiyi öldürmüş. Islah evine gönderildiğinin ikinci günü, bana yeni sevgili geldi diyen, on yedi yaşındaki mahkûmun boynunu kırarak öldürmüş. On altı yaşına geldiğinde, koğuşunda yatan bir çocuk yüzünden, gardiyanın biriyle atışmış, öldüresiye dövmüş ve hücreye atmışlar. Hücreden çıktığında, o çocuğun kendini astığını öğrenince, gardiyanı ilk gördüğü yerde boğazından ısırarak öldürmüş. Gardiyanın, kendini asan çocuğa tecavüz ettiğini, diğer çocuklarda doğrulamışlar. Hiçte cani bir çocuğa benzemiyordu. Sakin ve çok efendiydi. O’nu da Aslan Soysal’ın koğuşuna vermiştim. Aslan’ın yanından hiç ayrılmıyor, bir tek O’nun la konuşuyordu. Çok faydası oldu çocuğa, eğitti, ders verdi. Bahçeye Hamza’yı da çıkartıyor ve karate öğretiyordu. Bir gün, yine sohbet ediyorduk Aslan Soysal’la, çocuğun anlattıklarından olayı çözmüş. Amcası yapmış her şeyi, evi basıp ailesini öldüren amcasıymış. Hamza’yı kasten öldürmemiş. O gece camdan atlayıp kaçarken, maskeli bir kişi görmüş evde ama on üç kişiyi vurmuş. Mahkemede söylememiş ama ailesini öldürenin kim olduğunu söyleyen ve silahı eline veren amcasıymış. Atış yapmasını, şarjör değiştirmesini öğretmiş. Hepsini öldürmesini, yoksa intikam almak isteyeceklerini söyleyen de amcasıymış. Babası arazi zengini bir adammış ve bütün mal Hamza’ya kalmış. Hamza cezaevinde olduğu için velayeti amcasında. Islah evindeki üçüncü yılında, İzmir’deki avukat oğlunun yanına gelen bir köylüsü, ziyaretine gelmiş Hamza’nın, öldürdüğü ailenin de çok arazisi varmış ve geriye kimse kalmadığı için, arazileri mirasçılarına kalmış, onlarda üçe beşe satmışlar ve hepsini amcasının satın aldığını söylemiş Hamza’ya. Durum çok açık, amcası her şeyi planlamış demişti Aslan Soysal. Zaten bir kere bile ziyaretine gelmemiş. Çocuğun hiçbir şeyden haberi yok, onca zenginlik içinde sefil yaşıyor cezaevinde. Arayanı soranı yok, bir başına garip. Varı yoğu Aslan Soysal’dı.
Aslan Soysal hastalanmıştı. Bir hafta yattı, ölecek zannettik, neredeyse Hamza’da ölecekti uykusuzluktan. Bir an bile ayrılmadı başından, Aslan Soysal’ı çocuğun sevgisi iyi etti.
Sonra, bu çete reisleri çocuğa sardılar. Hakaret ediyorlar, aşağılıyorlar, Aslan Soysal’ı kışkırtmaya çalışıyorlardı. Bir ay kadar sürdü bu terbiyesizlikleri, Hamza çok güçlü, karate de biliyor, ikisini de parçalar ama beş altı tane köpekleri var etraflarında. Çocuğa sabretmesini söyleyip, bir delilik yapmasını engelliyordu. Bir gün çok kötü dövmüşler garibi, yerde kanlar içinde yatıyordu. Gardiyanlarla koğuşa gittim, Aslan Soysal kütüphanedeydi. Koğuştan içeri girdiğinde, çakılıp kaldı kapının önünde. Yüzü karardı sinirden, gözlerine kan oturmuştu. Gelip çocuğu kaldırdı, yine sakin durmaya çalışıyordu ama O’nu hiç böyle öfkeli görmemiştim. Korkutucu bir ifadeyle bakıyordu. Üç gün sonra, koğuştakiler sabah uyandıklarında, iki çete reisinin de ölüsünü bulmuşlar. Gece uyurlarken enselerine, inceltilmiş ve ucu sivriltilmiş, kürdana benzeyen tahta parçaları saplanmış. Boğuşma izi yoktu. Yataklarında, normal uyuyan bir insanın yapacağı dağınıklıktan fazlası yoktu ve kimsede bir şey duymamış, görmemişti. Doktor raporunda, enselerine sokulan tahta parçası yüzünden, önce felç oldukları, sonrada beyinlerine oksijen gitmediği için öldükleri yazıyordu. Felç olduklarından, karşı koyamadıkları için boğuşma izi yoktu. İkisinin de ensesinde, aynı şekilde ölecekleri yere tahta parçaları sokulması tesadüf olamazdı ve koğuşta bunu yapacak bir tek kişi vardı. Neyse ki, delil yoktu.
Öldürülen iki çete reisinin kardeşleri, Dursun Aslan Soysal’ı biliyorlardı. Ziyaretlerinde konuşmuş olmalılar. Cezaevine bir haber yayıldı. Aslan Soysal’ı öldürenin ailesine, çok yüklü miktarda para verilecekmiş. Mahkûmların kafası karışmış, bazılarının gözleri parlıyordu.
Hamza’yla beraber, ayrı bir koğuşa yerleştirmeyi teklif ettim. ‘Ailemi öldürenleri bulmadan ölmem, merak etmeyin dedi.’ Ömür boyu hapis cezası almış bir adam, ailesini öldürenleri nasıl bulacaktı?Af gelir diye umudu var sandım. Bu değerli adamın öldürülmesine rızam yoktu. Bir gün sonra odama geldi. Ölmeye niyeti olmadığını biliyordum ama ailemi öldürenleri bulmadan ölmem dediğinde, bir plan yaptığını anlayamamıştım.
Hamza’yı da getirmişti yanında, birazdan yapacağım şey için çok üzgünüm dedi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Boğazıma bir bıçak dayadı ve koridora çıktık. Cezaevi alarma geçti. Yaklaşan bir gardiyanı da Hamza yakaladı ve boğazına bıçak dayadı. Kaçamayacağını söyledim. Sinop’un giriş ve çıkışı aynı yoldan bilirsiniz. Bahçeye çıktık, deniz kıyısına açılan kapının oraya gelip, açtırmamı söyledi.
Gardiyanlara, ne diyorsa yapmalarını söyledim. Açılan kapıdan, denizin kıyısındaki kayalıkların oraya kadar geldik. Ne bir sandal, ne bir bot, hiçbir şey yoktu. Buradan sonra ne yapmayı düşündüğünü sordum. ‘Sen iyi bir adamsın, mecbur olmasam bunu yapmazdım dedi.’
Bizi bıraktılar ve kayalıklardan suya atladılar. Bir daha da çıkmadılar sudan, ne olduğunu anlamadık, suyun içinde kayboldular.
Beni müdürlükten attılar, emeklimi geciktirip duruyordum emeklimizde yandı. Canı sağ olsun ikisinin de. Umarım iyilerdir. İşte böyle, söyleyeceklerimin hepsi bu kadar.
Vedalaşmak için ayağa kalktıklarında,
“Emekli ikramiyenizi vermemişler ama hiç değilse durumunuz iyiyiymiş, burası pahalı bir yer” dedi Azap, Nezih bey gülümsedi.
Tekrar odanın içinden geçerken, satrancın olduğu sehpanın yanına gitti Azap, bir süre seyretti.
“Siyah taşlar kimin?” diye sordu, balkona bakarak ve yüksek bir sesle.
“Aslan Soysal’ın.”
“Yine sıkıştırmış sizi, üç hamle sonra şansınız yok.”
“Çok biliyorsan, arada bir gel oynamaya, yeni takım getir gelirken.”
Gülümseyerek çıktılar odadan. Azap, kendilerine eşlik eden görevli kadına;
“Şey’e de selam söyleyin, neydi ismi unuttum birden, hani Nezih beyle satranç oynamaya geliyor ya?”
“Muttalip Beyimi söylüyorsunuz?”
“Hah, Muttalip Bey, Azap’ın selamı var der misiniz? Bir dahaki gelmesine.”
“Ne zaman geleceği belli olmaz, zaten tek ziyaretçisi Muttalip Bey, sabah gelir ve akşama kadar satranç oynar sohbet ederler. Unutmazsam söylerim, bazen birkaç ay gelmez.”
Görevli kadınla da vedalaşıp, arabaya binerek, kafeteryaya doğru yola çıktılar.
“Nereden bildin ziyaretçisinin geldiğini ve satranç oynadıklarını?”
“Şansımı denedim. Yeni satranç takımı getir dedi. Sehpanın üzerindeki yarım kalmış satranca, Aslan Soysal firar edince öylece kaldı dedi. Belki de, son oyundan bu yana çok zaman geçmedi.?
“İyi tahmin, ziyaretçisi kim dersin?”
“İçimden bir ses, O’nu bu bakım evine yatıranın da, ziyaretine gelenin de, Dursun Aslan Soysal olduğunu söylüyor.”
“Bende öyle düşünüyorum, suçlu mu suçsuz mu bilmem ama çok etkileyici bir hikâyesi varmış. Elimizdeki altı cinayeti de işleyen, kesinlikle Dursun Alan Soysal, Fakat anlayamıyorum, öldürülenlerin hepsi zengin insanlar, ailesinin katledilmesiyle ne alakaları olabilir?”
“Sanırım bunun cevabını, fotoğraftaki villada bulacağız.”
“Haklısın Azap, hapishane müdürü Aslan Soysal’dan bahsederken, Mahmut Ali Ağabeyin anlattığı hikâyeyi hatırladım.”
“Ne anlattı Mahmut Ali Ağabey?”
“Senin işim var diye gittiğin gündü. Üçüncü cesedin bulunduğu olay yerinden dönüyorduk. Seni çekiştirdik biraz, aslına bakarsan ben çekiştirdim. Müdür Bey ve Mahmut Ali Ağabey seni savundu. İşim var diye gitmeni, Ferda Durusöz’ün tahliye olmasına bağladım. Azap birkaç gün sonra gelir, peşinden de, 169 kayıp çocuğun davasından tutuklu bulunan ve tahliye edilen Ferda Durusöz’ün, öldürüldüğü haberini duyarız dedim.”
“Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi?”
“Bu konuya hiç girmeyeceğim Azap, sen geldikten sonra Ferda Durusöz’ün öldürüldüğünü öğrendim ama bu konuda hiçbir şey söyledim mi? Hayır. Artık karışmayacağım.”
“Ne anlattı Mahmut Ali Ağabey, iyice meraklandım.”
“Bir adam varmış dedi. Onurlu, karakteri çok sağlam bir adam, vergilerini düzgün ödüyor, kimseye ihanet etmeden yaşayıp gidiyormuş. Karısını ve evini de çok seviyormuş. Çocukları olmuyormuş ama karısını hiç incitmemiş, Bir kız çocuğunu evlat edinmişler. Bu adam, devletini ve milletini de çok seviyormuş. Devletine hizmet ettiği, önemli ve çok gizli bir görevi varmış.
“Necdet Ağabeyi anlatmış.” diye söylendi Azap.
“Ne söyledin Azap?”
“Necdet Ağabeyden söz etmiş size.”
“Mahmut Ali Ağabeyin hikâyesinde, Müdür Bey ve ben de varım. Seni de anlattı.”
“Nasıl yani?”
“Anlatıyorum, dinlersen” dedi ve devam etti Özlem Müfettiş;
“Bu adam bir gün, makamca kendisinden çok yüksek bir konumdaki, devlet düzeyinde bir yetkiliyle ters düşmüş, üstelik bu yetkili sarhoşmuş. Neler söylemiş bizimkine, hakaretler etmiş. Bu hakaretleri karşısında susmamış, işinden olabileceği ve işsiz kalıp karısına, kızına sıkıntı verebileceğini bildiği halde, onurunu çiğnetmemiş. Azarlamış bu yüksek mevkili kişiyi, çok fena şeyler söylemiş.”
“Sahiden doğru söylüyorsun, Müdür Beyden bahsetmiş. Eğer tesadüf değilse, Mahmut Ali Ağabeyin hikâyesi yeni değil, Müdür Beyin sarhoş bir milletvekilin azarladığını ben söylemiştim kendisine. Önce Necdet Ağabeyle girmiş hikâyeye, sonra Müdür Beyle devam etmiş. Neden böyle bir hikâye anlatma gereği duydu acaba?”
“Dur be adam, anlatmama izin ver. Devamı var” diye çıkıştı Özlem Müfettiş ve devam etti sözlerine;
“Bir gün, eşine benzerine rastlanmamış bir görev başarmış. Başardığı bu iş, dillere destan olmuş, televizyonlar, gazeteler övgüyle bahsetmiş, halkın sevgilisi olmuş. Halk alkışladı diye, görev emirleri de alkışlamışlar. Sonra, başarı gösterdiği bu görevdeki bir ayrıntı yüzünden, gerçek suçluları savunmak adına, kendi devletinde ki aynı amaca hizmet ettiği görevliler tarafından günlerce sorgulanmış. Bizimkinin üstüne gitmişler, yormuşlar, üzüp, mesleğine küstürmüşler.”
“Görevi neymiş söylemedi mi?”
“Söylemedi Azap, hikâyeyi bize anlattığı gibi anlatmaya çalışıyorum sana.”
“Çok garip, ikimizden bahsetmiş. Hikâyesine hepimizi kattı demek ki. İyi güzel de, ne demek istedi acaba?”
“Ne demek isteyecek Azap, seni savundu o gün. Yüz altmış dokuz kayıp çocuğun davasından tutuklu bulunan kim tahliye olsa, çok sürmeden öldürülüyor. Azap yapıyor dedim. Mahmut Ali Ağabeyde seni savundu ve bu hikâyeyi anlattı. Sözümü kesmeden dinlesen.”
“Tamam, bu hikâyesini beni savunmak için anlattı. Sadece ikimizden bahsetse anlarım, Necdet Ağabey ve Müdür Bey ne alaka?”
“Dinlemek istemiyorsan anlatmayım.”
“Yok, devam et çok ilgimi çekti.”
“Bir gün devleti görev vermiş, zorlu ve çok gizli bir görev, yerine getirmek için gitmiş. Uzun sürmüş gidişi, karısı ve kızı yalnız kalmış. Herkes unutmuş karısı ve kızını, devlet, akrabaları, komşular… Yalnız ve kimsesiz kalmışlar. Bir gün kızı düşmüş, bel kemiğini ve beyninini zedelemiş. Aylarca yatmış çocuk, karısı ise çaresiz.”
Azap, Özlem Müfettişe baktı. Kafası karışmış ve çok düşünceli bakıyordu.
“Ne oldu Azap?” dedi Özlem Müfettiş.
“Hacer anne ve Gizem’den bahsetmiş size. Anlattıkların, onların yaşadıklarıyla aynı, Gizem’de düşmüş ve bel kemiği ile beynini zedelemiş, daha yeni iyileşiyor. Çok çekmiş Hacer anne, ne diye herkesi katmış hikâyeye, çok dağınık, kopuk ve anlamsız. Bir adamın hikâyesiyle başlamış, aynı adamı Necdet Ağabey yapmış, sonra Müdür Beye benzemiş adam. Ben ve Sen varız, ailesi de Hacer anne ve Gizem. Çok anlamsız fakat Mahmut Ali Ağabey saçmalayacak bir adam değil. Bir bildiği vardır bu hikâyeyi anlatırken, bize göre çok bilge bir adam olduğundan anlamayabiliriz. İyi de, hapishane müdürünün anlattığı Dursun Aslan Soysal’ın hayatıyla, Mahmut Ali Ağabeyin anlattığı hikâye arasında nasıl bir bağ kurdun?”
“Ne demek nasıl bir bağ kurdun?”
“Demedin mi hapishane müdürü, Dursun Aslan Soysal’ın hayatından bahsederken, Mahmut Ali Ağabeyin anlattığı hikâyeyi hatırladım diye?”
“Azap, dinlemiyorsun ki sözümü bitireyim. Devam edeceğim, iki de bir konuşmamı kesmesen, az sabırlı ol.”
“Kafamı iyice karıştırdın, devam et dinliyorum.”
“Kızı sakatlanıp, karsı da zor duruma düşünce, bir akrabaları yanlarına almış bunları. Akrabaları da, anne baba ve iki çocuk, Evlerine gittikleri adam, bir örgütle ters düşmüş ve örgüt bunu öldürme kararı almış. Fakat öyle böyle bir öldürmek değil, ailesiyle beraber çok kötü cezalandıracaklarmış ki, örgüte yanlış yapmayı düşünenlere ders olsun. Öyle de yapmışlar, hepsini feci şekilde öldürmüşler.
Nasıl planlı yaptıysalar, suç kalmış bizimkinin üstüne. Polisler bunu arıyor ama bulamıyorlar. Bizimki gizli görevde ya, hiçbir şeyden haberi yok. Polisler, görev amirlerinden de soruyorlar nerede olduğunu, gizli görev verdik, şurada diyemedikleri için, bilmiyoruz bizimle çalışmıyor istifa etti diyorlar. Fakat deliller o kadar sağlam ki, amirleri de inanıyor bizimkinin suçlu olduğuna. Gizli görevini başarıyla tamamlayan bizim ki, ne olduğunu öğrendiğin de, kendini suçlu kabul eden bir mahkemenin kararıyla hapishaneye gönderiliyor. Yıllarca yatıyor ve bir gün, bir şekilde çıkıp adamları buluyor, ailesine yaptıklarının aynısını onlara yapıyor. Onları konuşturmuş olmalı ki, örgütün diğer elamanlarının peşine düşüyor.
Böyle anlattı ve şimdi bu adam suçlu mu suçsuz mu dedi. Yani, bizi hikâyesine niye kattı bilmem ama seni savundu. Yüz altmış dokuz kayıp çocuğun davasından tutuklu bulunanlar kesin suçlumu dedi. Evet deyince, bunları öldüren Azap bile olsa, sizce suçlu mu? Değil mi? Bence suçsuz dedi. Ama anlattığı hikâye, Dursun Aslan Soysal’ın hayatıyla ne kadar benziyor değil mi?”
Azap, bir süre sessiz kaldı. Çok düşünceli bakıyordu yola, Özlem Müfettiş, bir kez daha kendisine seslenince cevap verdi;
“Benzemiyor Özlem, aynısı. Bu anlattıklarına hiçbir anlam veremedim. Mahmut Ali Ağabey bu, anlattıysa vardır bir sebebi. Bu hikâyesinin, Aslan Soysal’ın hayatına benzemesi, tesadüf gibi durmuyor ama nasıl olsa anlarız, şimdilik kafa yormayalım.
Kafeteryaya yaklaşmışlardı.
Saat: 11.00 – 11.50 (arası)
Adem Baş Komiser ve Emniyet Müdürü bir yere uğramışlar, işleri bitince kafeteryaya doğru yola çıkmışlardı. Çevre yolundan ilerliyorlardı. Yanlarına, siyah ve büyük bir minibüs yaklaştı ve bir süre aynı hizada yol alınca, ikisi de biraz endişelendiler. Silahlarını çıkartıp, atışa hazırladılar.
“Adem, bu soruşturma bitmeden bizim postu delecekler, hakkını helal et oğlum.”
“Allah’ın dediği olur müdürüm.”
“Onu biliyoruz başka bir şey söyle, sen şu hakkını helal et zamanımız varken, yanlışlıkla hakkın falan vardır üzerimde, bir de seninle uğraşmayım öbür tarafta.”
“Helal olsun müdürüm, günah denizine düşerseniz, bir de ben uğraştırmayım sizi.”
“Ne o, kalbin mi kırıldı? Benim hakkım da helal olsun, az emeğim yok sende.”
İkisi de gülümsüyordu.
“Aferin Adem, iyi yetiştirmişim seni. Ölüme giderken bile gülmek yakışır bize.”
“Kafeteryaya gidiyoruz müdürüm.”
“Zevzeklenme, nereye gittiğimizi biliyorum, seninle çatışmaya da girilmez Adem, çenen mermiden sağlam be, bu minibüste bir iş var oğlum, bize yazılıyor bu, gaza bas.”
Daha hızlı gitmeye başladılar, minibüste hızlanıp, önlerine geçti. Minibüsün arka camı açıldı ve kendilerine bakan bir kadın gördüler.
“Nasıl minibüsmüş bu, bagaj kapısının camına bak, yan kapı camı gibi aşağı sıyrıldı. Adem kadını gördün mü, bize bakıyor.”
“Gördüm müdürüm, on -onbeş metre önümde.”
“Ha, gözlerin iyi görüyor yani, Adem bir şey yapmasın bu kadın.”
“Ne yapacak müdürüm, yolunda giden bir araba.”
“Araba yolunda gidiyor da, yolunda gitmeyen bir şeyle var sanki.”
Minibüsteki kadın, çekilin anlamında işaret yapmaya başladı.
“Adem, kadın çekilin diyor bize.”
“Nereye çekiliyim müdürüm, önde olan onlar. Arkamız da olsalar çekiliyim de geçsinler diyeceğim ama zaten önde gidiyorlar.”
“Adem bir terslik var yahu, zırvalama bende biliyorum yol istemiyor, arkada olsaymış da çekilecekmiş…”
Emniyet Müdürü birden sustu. Ne olduğunu anlamıştı ve arkasına dönerek, hemen arkalarında ki arabaya baktı. O arabada koyu renkli ve büyük bir arabaydı. Şoför ve yanındaki kendilerine bakıyordu.
“Adem, arkamızdaki arabadan da bizi kesiyorlar, makasa gelmeyelim oğlum.”
Tekrar minibüse baktı, kadın halen çekilin işareti yapıyordu. Hızlıca arkasına dönüp, hemen arkalarındaki arabaya tekrar baktı. Yine önüne dönüp, minibüsteki kadına baktı. Kadın, çekilin anlamında işaret yapmaya devam ediyordu.
“Adem, arkadaki arabayla aralarından çekilmemizi işaret ediyor bu kadın.”
Minibüsteki kadın bir ara kayboldu. Minibüsün arkasının tavanı da açılıyordu. Hemen sonra, açılan tavandan, elinde bir roket atarla göründü. Roket atarı omzuna yerleştirip, nişan almaya başladı.
“Adem, roket atacak kaç sola.”
Adem Baş Komiserin, direksiyonu sola kırmasından hemen sonra roket ateşlendi. Kendilerine isabet etmesine ramak kalmıştı. Islık çalarak geçti yanlarından ve arkadaki arabaya isabet etti. Büyük bir patlamayla, araba üç dört metre kadar havalandı ve hurdaya döndü. Bu sefer de, devam edin anlamında işaret yapmaya başlayan minibüsteki kadın, bir yandan da başındaki kızıl renkli peruğu çıkartıyordu. Minibüse yaklaştıklarında, kendilerine gülümseyen kadının, Meral yüzbaşı olduğunu gördüler. Minibüs hızlanarak uzaklaşmaya başlayınca, Onlar da durmayarak, kafeteryaya doğru devam ettiler.
Saat:12.05
Azap ve Özlem Müfettiş kafeteryaya geldiler. Selamlaşıp, Necdet ve Mahmut Ali’nin yanına oturdular. Hacer Hanım ikisine de çay getirdi. Henüz bir şey konuşmamışlardı ki, Adem Baş Komiser geldi. Peşinden de Emniyet Müdürü telaşla içeri girdi. Adem Baş Komiseri kolundan kenarı doğru çekerek önüne geçti ve masaya doğru yaklaştı;
“Necdet Bey, bu senin kız var ya, tam bir deli.”
“Ne oldu Ercan Bey?” diye sordu gülümseyerek.
“Daha ne olsun efendim, az kaldı camdan içeri roket mermisi sokuyordu. Arkamız da ki arabayı havaya uçurdu. Resmen terör estirdi hem de gündüz gözüne” dedi ve Hacer hanıma seslenip, kendine gelmesi gerektiğini söyleyerek, demli bir çay vermesini rica etti. Sonra, büyük bir heyecanla olayı anlattı ve telsizle merkeze bağlanıp, roketin isabet ettiği arabanın olduğu yere giden polis ekibini öğrenip, telsiz kodlarını aldı. Olay yerindeki ekiple görüşüp, arabanın içinde üç kişi ve beş uzun namlulu tam otomatik silahla, bunlara ait çok sayıda dolu şarjör bulunduğunu öğrenince, gözleri kocaman açıldı.
“Bizi kevgire çevireceklermiş efendi” diye söylenerek, hepsine sırayla baktı ve derin bir düşünceye daldı.
“Yeryüzü Krallığı Tarikatı, üyelerini kimin öldürdüğünü araştırmayı ertelemiş, tarikatın deşifre olacağını bildiklerinden dolayı, öncelikli olarak bunu engellemeye çalışıyorlar” diyen Özlem Müfettişin konuşmasını, Adem Baş Komiser tamamladı;
“Yani, soruşturmayı biz yürüttüğümüz için ölmemiz gerekiyor.”
“Öyle kolay değil Adem” dedi Emniyet Müdürü, kararlı bakıyordu. Devam etti sözlerine;
“Öttürürüm ben o Yeryüzü Krallığını, öyle kolay değil Ercan müdürü alt etmesi, alışmış bu şerefsizler adam öldürüp üzerini ört bas ettirmeye, neler öğrendik bak, kaç tane bilim adamını, mühendisi, vatan evladını öldürmüşler. Bizi de kaldıracaklar akılları sıra, Ne yargı gitmiş üstülerine, ne asker, ne de hükümetler. Alkışlayarak göreve getirip, Vatan Millet teslim ettiklerimizin birçoğunun ansını, demek ki bu Yeryüzü Kralları döllemiş. Babalarını yargılamaya yanaşmamışlar. Ülkeyi batırmalarına göz yumup, her türlü pisliklerine çanak tutmuşlar. Bu şerefsizlerin alayının anası birde beni görsün efendiler, bizim çoluk çocuğumuz yok mu? Bak, takılmışlar peşimize, arabalarının içini makineli tüfekle doldurmuşlar tarayacaklar bizi, çoluk çocuğumuza ne olacak acıyan var mı? Kaç tane ananın yüreğini parçalamış bunlar, öyle kolay bırakmam peşlerini, bu memleketin yakasında, bit gibi ezmek lazım bunları, ne dedim Mahmut Ali Bey?”
“Ne güzel dedin, ne iyi dedin Ercan Bey, silelim bu şerefsizleri haritamızdan. Yaşımız toprağa yaklaşmış, hastalıktan öleceğimize, gerekirse bu köpeklerle vuruşarak ölelim, yeter ki devletin memuru kararlı olsun, ben peşindeyim Ercan Bey.”
“Bizim yaşımız geldi de Mahmut Ali Bey, Adem genç, Özlem Müfettiş, Azap genç, bu iş raydan çıktı. Gençleri gönderelim, riske sokmayalım” dedi gülümseyerek.
“Nereye gidecekler Ercan Bey, hainler sarmaşık gibi dolanmış topraklarımıza, bir an önce gerçekleri görmezsek, bu gençler, bu çocuklar, bu anneler babalar nereye gidecekler. Kendi vatanında vatandaş olamayanı kimse kabul etmez, aşağılık bir yaratık gibi davranır. O zaman anlar bu millet, bir biriyle boşuna kavga ettiğini, kavgayı başlatanların gerçek hainler olduğunu görür de, artık o hainlere gücü yetmez. O günleri görmeden, biz elimizden geleni yapalım. Bir hain yok etsek, yüzlerce çocuk kurtarırız.”
Yüzlerce çocuk kurtarırız deyince, Mahmut Ali’nin gözlerine derin bir düşünceyle baktı Azap. Zaten, bundan sonraki hayatını, haksızlığa uğramış çocuklara adamıştı. Çocukların mutlu olacağı bir dünya için her şeyi yapacağından, bu savaşta bende varım der gibi bir ifadeyle, başını salladı Mahmut Ali’ye, O’da, ne demek istediğini anladı ve memnun bir ifadeyle tebessüm etti.
“Sende iyi dedin Mahmut Ali Bey” dedi Emniyet Müdürü.
Çok ciddi bir meseleyi, gülümseyerek ve neşe içinde konuşmalarının sebebi, ciddiye almadıklarından değildi. Vatan Millet sevdası yüreklerini coşturmuş, galeyana gelmişlerdi.
“Şimdi siz genç olsaydınız, yaşınız toprağa yaklaşmış olmasaydı, bu mücadeleyi vermez miydiniz?”
“Nasıl konuşuyorsun Adem, Vatanı için ölmeyecek adam, adam mı sayılır?”
“Niye gençleri gönderelim, riske sokmayalım diyorsunuz müdürüm. Sorun bakalım biz gidecek miyiz? Benim çocuğum, madenlerini başka ülkelerin çıkardığı topraklarda yaşayacaksa, dağları yeşillikten ve çayırdan görünmeyen ülkesinde dört kilo eti, bir çeyrek altın parasına yiyecekse… Benim çocuğum, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede balıktan gıdasını alamayacaksa, dört mevsim gören arazileri varken, sebze meyvenin hormonlusuna mahkûm edilecekse, kendi ülkesinin ürettiği bir arabaya binemeyecekse, karısının yıkadığı çamaşırın deterjanı bile ithal edilecekse, yabancı güçlere uşaklık eden yöneticilerden kurtulamayacaksa, ben baba sayılır mıyım? Hepimiz için, hepimizin çocukları için, bu soruşturmanın peşini ben de bırakmam.”
“Aferin be Adem, Adem’de güzel söyledi arkadaşlar.”
“Beyler, beyler iyi güzel söylüyorsunuz da, artık işler Çanakkale savaşlarında ki gibi yürümüyor. Hazır iyice odaklanmışken, bozmayalım lütfen. Vatanını milletini bu kadar düşünen, bu kadar seven bir bizler değiliz. Hepimizin bildiği ve soruşturmanın başından beri de şahit olduğu gibi, kaç tane bilim adamı, mühendis, devlet adamı, siyasetçi, gazeteci, öğretmen, polis, asker, memleket için iyi bir şey yapmak isterken canından olmuş. Nasıl mücadele edeceğiz bunlarla, iyi gizlenmiş ve çok güçlüler, yüksek mevkiler de adamları var, kolları her yere uzanıyor. Böyle özgürlük türküleri söyleyerek olmaz. Özgürlük türküleri söyleyerek can veren gençlerimizin sayısı çok fazla, hem siz, bu vatan hainlerini yok edelim derken, yok etmekten kastınız, öldürmek mi? Önce bu konuda anlaşalım aramızda, eğer öldürecekseniz, önce bulmak zorundasınız. Yok, eğer adalete teslim edeceksiniz, yine bunları bulmamız lazım. Elimizde birileri var mı? Yok.”
“Bu kız doğru söylüyor arkadaşlar, önce bulalım şerefsizleri, sonra karar verelim ne yapacağımıza. Hem acil bulmamız şart oldu. Son cesedin olduğu evde, Azap olmasaydı ölmüştük. Bu gün, Meral yüzbaşı olmasaydı ölmüştük. Nereden geleceklerini, kim olduklarını bilmiyoruz. Ne kadar savunabiliriz kendimizi?”
“Hah şöyle müdürüm, nihayet soruşturmaya döndük.”
“Sen bize bakma Özlem Hanım, Türk Milletiyiz biz, severiz öyle kafamızı bozanı tartaklamayı, Vatan dedim mi coşarız da, gâvur işi çözmüş. Bu milleti bir birine düşürelim, aç bırakalım ama ölmeyecek kadar besleyelim hesabı yapmış, tutmuşta namerdin hesabı, karnımız tok olsa güç yetmez bize, ne yaptınız siz, Dursun Aslan Soysal hakkında?”
“Bu altı cinayeti de işleyen, kesinlikle Dursun Aslan Soysal,1999 yılında Sinop cezaevinden firar etmiş. Yirmi dört yıl önce ailesini öldüren Yeryüzü Krallığı Tarikatından, Sekiz Kasım gecesi intikam almaya başladı. Altı cinayet işledi ve her cesette bize mesaj verdi. Son cesedin olduğu evin duvarlarında bulduğumuz dosyaları O koydu. Asılları da elinde olmalı. Tarikat hakkında bizi, bizimde milleti haberdar etmemizi istiyor. Anlamadığım nokta, bu kanlı gösteriyi yapmadan da bizi, hatta bizim çok yukarımızda ki mevkileri haberdar edebilir, olmadı medyaya yollar elindeki dosyaları. Neden seri cinayetler ve mesajlarla uğraşıp, işi ağırdan alıyor? Kime ne göstermek istiyor? Emin olduğumuz tek şey, yalnız olmadığı ve çok güçlü olduğu, aksi takdirde, tehlikeli ve gizli bir örgütle uğraşamazdı. Tüfek ismi, içinde olduğu yapılanmanın adı olabilir. Asıl önemli sorular, Yeryüzü Krallığı Tarikatıyla nasıl karşılaştı? Ailesini neden öldürdüler? Tarikatı nasıl buldu ve kim olduklarını nasıl öğrendi? Ülkeye oynanmış oyunların ve öldürülen değerli insanların faillerinin olduğu bu dosaları nasıl ele geçirdi bilmiyorum. Bildiğim, O bulduysa bizde buluruz. Tek yapmamız gereken, izinden gitmek. Benim şüphem, ailesinin katledildiği resimleri gördü ve kardeşinin duvara çizdiği yılan resmini, tıpkı Azap gibi fark etti ve Abant gölündeki villaya gitti. Çünkü kardeşi ne olduğunu biliyordu ve ölmeden önce ipucu bıraktı. İpucuna göre harekete geçti. Eğer, kardeşi kanlı parmağıyla yılan resmi çizmeseydi, Aslan Soysal’da ne olduğunu çözemeyecekti. Ne olduğundan haberi olsaydı, nasıl olsa ağabeyim anlar diye, kardeşi duvara yılan resmi çizme gereği duymazdı. Yani, ailesinin katledilmesiyle bir alakası yok, kesinlikle suçsuz yere cezaevindeydi. Bir an önce villaya gideceğiz, Aslan Soysal gitti ve olayları çözdü. Bizde öyle yapacağız ve burada boşuna vakit geçiriyoruz.”
Saat: 13.25
Özlem Müfettişi hepsi onayladı. Hazırlandılar ve Abant gölü kıyısındaki villaya doğru yola çıktılar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.