- 844 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
PUZZLE 5
PUZZLE 5
Çocukluğum dâhil, uykularım hep düzensiz oldu. Gözümü kapatıp, sabah açtığım geceler sayılıdır. Herkes bir kez uykuya dalmaya çalışır, ben ise, birkaç kez. Türlü taktikler geliştirdim. Koyun saymak artık yeterli gelmiyor. Alfabe sırası takip ederek isim bulmak, denize dalıp suyun altındaymışım gibi hissetmek, sanki başım dönüyormuş algısı yaratmak, uyku uyumakla ilgili akupunktur noktalarını bulup, her birini yedi kez uyarmak, bütün bunları yaparken de uykumu iyice kaçırmak…
Çocukken korkularım vardı. Belki de babasız büyümenin güvensiz ortamı idi sebebi, ama bütün kardeşlerim mışıl mışıl uyurken, ben anneme sıkıca sarılır, aynı zamanda da elini tutardım. Koridora asılmış çamaşırların karanlıktaki görüntüleri beni hayaletler dünyasına taşır, askıdaki siyah palto ise, beni kaçırmaya gelen cadılar gibi görünürdü. Seneler sonra artık bunlardan korkmuyordum ama korkularım şekil değiştirmişti. Korkulacak bir şey illâki bulurdum.
Şimdilerde kaçta yatarsam yatayım, kurulmuş saat gibi sabaha karşı üçte gözlerim otomatikman açılıyor. Sanki uyuma işlemi benim için bitmiş gibi. İşte o zaman ‘’sessizliğin sesini’’ dinlemeye başlıyorum. Bilir misiniz sessizliğin sesini? Sanki hiç ses yokmuş gibidir ama etrafınızı saran havaya, derinden derinden, çok uzaklardan, kayalara düşen şelale sesini andıran bir mırıltı, bir uğultu sinmiştir. Sanki uyuyan bütün canlıların, doğanın ritmine uyup, alıp verdikleri nefes sesleri gibi. Bu sesin armonisine kendimi kaptırıp uyumaya çalışırım. Çoğu kez de başarırım. Ama bu defa sessizliğin sesinin büyülü salıncağı beni uykunun kucağına atmayı başaramadı. Ben de yatakta amaçsız dönüp durmaktansa, sandığın başına gitmeye karar verdim. Ama önce kendime bir bardak çay yapmalıyım. Güneşin doğuşu eşliğinde, yalnızlığımı paylaşan vefakâr kuşumun yanında üzerimden sabah mahmurluğunu atmalıyım.
Sandığın diplerinden elime küçük bir bohça geldi. . Şöyle bir baktım. . Bana çağrışım yapmadı. Bohçanın üste gelen köşesine renkli iplerle rengârenk hercai menekşeleri işlenmişti. Renkleri ilk günkü gibi canlı ve parlaktı. Muhtemelen büyük ablamın el eseriydi. Bahçe içindeki küçücük evimizin arka duvarına yaslanıp, ‘’Annelerini Beklerken’’ öyküsünü okuyup, biz kardeşleri hüngür hüngür ağlatmadığı zamanlar, yaptığı şey bembeyaz patiskalara güzel motifler işlemekti.
‘’Annelerini Beklerken’’ sanırım o zamanların ilk okul dergisinde yayımlanmış bir öyküydü. Biz, küçük kardeşler, daha okula başlamadığımızdan, öyküleri hep ablamdan dinlerdik. Bu öyküyü ısrarla ister, ablama hemen her gün okutur ağlardık. Öykünün üstünde, çalılardan örülmüş, içinde ağızlarını yukarıya açmış annelerinden yiyecek bekleyen dört adet yavru kuşun bulunduğu yuva resmi vardı. Muhtemelen de anneleri yavrularına yiyecek bulmaya gitmişti. Öyküden aklımda kalan tek bir cümle var. Beş yaşındaki çocuk hafızama kazınmış, bugün bile tazeliğini koruyan tek cümle:
‘’Anne kuş şimdi yeşil dallar arasında değil, bir avcının torbasında cansız yatıyor. Yavruların ötüşü gittikçe zayıflıyor.’’
Bohçayı açtığım zaman içinden bir ‘’bez bebek’’ çıktı. Göğsünün üstünde de ablamın renkli ipliklerle işlediği ‘’DUYGU’’ ismi yazılıydı. Duygu’yu hemen hatırladım. Karşı komşunun benim yaşımdaki kızıydı. Hatırladığım kadarıyla, kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü, bembeyaz tenli dünya güzeli bir kızdı. Annem her ikimize de birer bez bebek dikmiş, ona verilen bebeğe de ablam ‘’Ayten’’ ismini işlemişti. İkimiz bazen onların bahçesinde bazen bizim bahçemizde bebeklerimizle oynardık. Çoğunlulukla sırt üstü yatar, bulutların, gökyüzünde dans edişlerini izler, onları türlü türlü şekillere benzetirdik. Bazen o bulutlar yavrularına yiyecek getiren ‘’Anne Kuş’’ bazen, bahçemizde koşuşturan küçük köpeğimiz ‘’Bobi’’bazen de bizi kucaklamaya çalışan kanatlı melekler olurdu. Ama son zamanlarda her ikimiz de bütün bulutları, yavruyken büyüttüğümüz, bağdaki üzümler arasında göğsümüzde uyuttuğumuz, boynuna kırmızı kurdeleli ziller taktığımız, büyüyünce de bir kurban bayramında bizden habersiz kesiliveren bembeyaz ‘’küçük kuzumuza’’ benzetiyorduk. O kuzunun bağrımda yaktığı ateşin külleri halen sıcaktır.
Çoğunlukla beklediklerinizi değil de, hayatın size sunduklarını almak zorundasınızdır. Ömer Hayyam’ın dediği gibi;
‘’Felek kuklacı ustası, bizler de kukla. Oyun bitince sandıktayız hepimiz’’
Sözünde olduğu gibi, bize yazılan oyunlarımı oynuyoruz? Yaşamlarımız bir plânlama mıdır? Biz de bu rolleri oynayan kuklalar mıyız?
Eğer, planlanmış bir hayatı yaşıyorsak, Duygu için yapılan plânlamayı bugün bile aklım almıyor.
O sabah Duygu bize gelecek, annesi ile benim annem birlikte çarşı pazar yapacaklardı. Sevinçle kilimleri bahçenin en güzel yerine serdim. Bebeklerimi ve diğer oyuncaklarımı çıkardım. Uzanarak bulutları seyrederken başımızın altına koyduğumuz, küçük yastıkları yerleştirdim. Yiyecek mi? Onlara lüzum yoktu. Üzümler asmada, meyveler dallarında emrimize amadeydi. Birden annemin telaşla evden çıktığını, Duyguların evine koşarak gittiğini gördüm. Ayakları çıplaktı. Çocuk kafamla kötü bir şeyler olduğunu sezdim ve annemin arkasından ben de çıplak ayak koşturmaya başladım. Tam Duygu’ların bahçe kapısına gelmiştim ki babam beni kucakladığı gibi eve götürdü, dışarı çıkmamamı tembihledi.
O gün, Duygu’yu bir daha göremeyeceğim, onu ebediyete kadar kaybettiğim bir gündü. Küçük kuzumdan sonra tattığım ikinci ölüm acısıydı. Ağabeyi, babasının av tüfeği ile oynarken Duygu’yu yanlışlıkla vurmuş, kendisi de ne yaptığını anlamadan, küçük kardeşi kollarında ölmüştü. Aile bu acıyı içlerinden hiç atamadılar. O başarılı delikanlı ise o günden sonra serpilemedi. Sarı yüzlü, mutsuz bakışlı, sık sık astım krizleri yaşayarak ölümlerden dönen hastalıklı bir insan olup çıktı. İşte ‘’kuklacı ustası’’ yine gösterisini yapmış, iki güzel insandan biri sandıktaki yerini almış, diğeri ise yaşarken sandığa yerleştirilmişti.
O günden sonra bulutlarda hep Duygu’yu gördüm. Bazen kendi gibiydi, bazen melek ama çoğunlukla küçük kuzumla oynayan mutlu bir çocuk.
Şimdilerde de bulutlarla böyle oyunlar oynamayı seviyorum. Çoğunlukla sevgililerimi bana geri getiriyorlar.
Bez bebekteki Duygu yazısını itina ile kestim, sandık kapağında küçük kuzumun anısının yanına gözyaşları ile yapıştırdım.
Gün doğmuştu. Yüreğim büyümüş, göğsüme sığmıyordu. Sabah yürüyüşünün bana iyi geleceğini düşündüm ve üstüme bir şeyler takıp çıkmağa karar verdiğim an, en güzel giysimi giymek istediğimi hissettim.
‘’Güzellikleri sona saklamak doğru değildi, planlamaları ben yapmadığına göre, o güzellikleri kullanmak için zamanım olmayabilirdi.’’
AYTEN TEKİN
YORUMLAR
böyle geçmişe dair anı yazılarını çok seviyorum..sizde ne güzel anlatmışsınız..duygunun kaderi beni çok üzdü, abisi de ölmeden mezara girmiş..ne acı bir son..evde tüfek bulundurmak, birde doluysa içi, önce kendine isabet ediyor değil mi? tebrik ederim, duygu yüklü yazınız için..
Ayten Tekin
Bence bir yazının güzelliği, okuyucunun gönlünde dönüştüğü anlamlar ve duygularla ölçülür. Orada yazılanlar alır sizi geçmişe götürür, kendinizden bir şeyler bulursunuz. Bilinçaltınızın bilmem kaç kat altında kalmış anılarınız bütün parlaklığı ile ortaya çıkar, duygulanırsınız. Babasız büyümenin ezikliğini paylaşır, yavru kuşlar için üzülür, Duygu için gözlerinizdeki nemi silmek zorunda kalırsınız. Oysa hiç tanımamışsınızdır Duyguyu... İnsan olduğunuzu hatırlarsınız. Sahip olduklarınızdan çok olamadıklarınıza hayıflandığınız için utanırsınız. Satır aralarında verilen mesajları özümser, hiç görmeden sevdiğiniz yazarın tecrübelerini aklınızın en mutena köşesine yerleştirirsiniz.
İşte bir sayfalık yazınızın ben de bıraktıkları...
Fazla söze gerek yok, iyi ki varsınız...