- 1149 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YORGUN YABANCI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İçinde yaşayanların, dünyayı, sadece üzerini örten gök kubbe kadar geniş zannettikleri bir köydü. Uzaktan bakıldığında parantezi andıran kavisli iki dağın arasındaki çukurda sessiz, silik, kendi hâlinde, âdeta unutulmaya yüz tutmuş gibi görünüyordu. Kırık dökük kerpiç duvarların kuytularına çömelmiş yumuk gözlü kediler, toprak evlerin dam başlarına serilmiş çamaşırlar, köy kuyusundan eşeklerle su çeken kadınlar da olmasa, hayat var mı yok mu belirsizdi sanki…
Sıcaklığın kumlu yolları titrettiği bir ağustos günüydü. Öğleden sonra saat üç sularında bu köye garip bir adam geldi. Otuz beş kırk yaşlarında boylu poslu birisiydi. Ama oldukça yorgun ve perişan bir hâli vardı. Hatta ilk bakışta, arada bir köye uğrayan ve bazı yaramaz çocukların “İsteci... İsteci...” diye takılmalarına maruz kalan pejmürde giyimli dilencileri hatırlatıyordu.
Sırtına keten çuvalından bozma askerî üniformayı andıran yırtık pırtık bir mintan giymiş, ayağına lime lime dökülen diz altı kara bir don geçirmişti. Kafa derisi üstten alaca bulaca kavlamış, kalan kırçıllaşmış saçları ile sakalları iyice birbirine karışmıştı. Siyah plastik çerçeveli ve kalın camlı gözlüğünün altından beyaz kısmı kaynamış bir yumurta akı kadar geniş görünen sol gözü biraz şaşı bakıyordu.
Keklik gibi seken adımlarla kâh hızlanacak kâh düşecekmiş izlenimi veren ve yüzüne biraz acı, biraz nefret, biraz da özlem mamulü bir çeşit tuhaf bir ifade sıvanmış olan bu esrarengiz adam kimdi? Nereden ve niçin gelmişti? Ne arıyordu âdeta yoksulluğun ve mahrumiyetin toz toz savrulduğu bu Anadolu köyünde?
Önce köy kahvesinin önüne geldi ve hafifçe durdu. Aylarca sırtından inmemiş gibi görünen kirli ve hâkî torbayı yere koydu. Kahve yönüne döndü, elini başının hizasına kadar kaldırdı, selam verdi. Kahvenin önünde tahta sandalyelere oturmuş üç dört yaşlı adamla seksek oynayan birkaç çocuk göze çarpıyordu.
Beş on saniye kadar hasret sarısı bir bakışla onları bir müddet öylece süzdü. Sonra cebinden çıkardığı buruşuk bir mendille yanağından sızan gözyaşlarını ve terini sildi. Ardından yoluna devam etmek için tekrar kımıldamaya başladı. Yaklaşık on beş yirmi adım daha yürüdükten sonra köy camiinin önünden yukarıya uzanan taş döşeli dikey yokuşa kıvrıldı.
Tepedeki harman yerinin yanında, akasya ağaçlarının arasında şirin bir köşk gibi gizlenen beyaz badanalı eve yaklaştıkça nahif ve uzun bacaklarına bir titreme aldı. Birkaç adım daha atınca evin önündeki avlu hafiften görünmeye başladı ve bu titreme büsbütün arttı. Sanki heyecandan bayılacak gibi olmuştu. Biraz kendini toparladı, yolun kenarına çekildi. Bir koluyla sırtındaki torbayı zar zor tutarken, diğer kolunu yol boyu uzanan tahta çitin üzerine koydu. Dirseğine dayandı, gökyüzüne baktı, gözlerini kapattı. Birkaç dakika öylece durdu, soluklandı.
Bir hamle daha yapmak, o evin avlusuna bir kez daha bakmak istiyordu. Ama bu kolay değildi. Yıllarca içinde gömülü tuttuğu bir özlemin, aniden büyük bir duygu seli hâlinde bütün benliğini sarmaladığını hissetti. Kapısı açık bir odaya birdenbire doluşan bir rüzgârın tazyikine benzer bir yoğunlaşmaydı bu. Kalbi yerinden çıkacakmışçasına çarpıyor, nabzı yüreğinin en derin noktasına indirilen bir kazmanın gümleyişi gibi atıyordu.
Ama ne pahasına olursa olsun, âdeta içini fokurdatan dayanılmaz duygular onun daha fazla orada beklemesine müsaade etmeyecekti. Usulca ya Allah bismillah diyerek kalktı ayağa. Tekrar evin avlusuna doğru adımlamaya başladı. İki büyük akasya ağacının gölgesiyle serinlettiği, yüzlerce yeşille bezeli dalın birbiriyle sarmaş dolaş olduğu avlu girişine varır varmaz durdu. İçini gagalayan büyük bir merakla evde kim olduğunu ve ne olup bittiğini gözetlemeye başladı.
Avluda, biri ileri diğeri orta yaşta iki kadınla, bir de dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu. Eski bir hasır parçasının üzerine konulmuş hamur teknesinin etrafına diz çökmüşler, kendi hâllerinde ekmek yapmaya çalışıyorlardı. Otuz beş-kırk yaşlarında bir kadın daha vardı birazcık ileride. O da avludaki taş fırını yakmak için çalı çırpı hazırlıyordu. Teknenin başındaki iki kadının kim olduğunu çıkaramamıştı tam olarak. Kız çocuğunu tanıması zaten mümkün değildi. Ama az ötedeki taş fırını yakmak için didinen kadın, canı kadar sevdiği karısı Hatice idi. Onu fark etmekte gecikmemişti. Selvi dalını andıran endamıyla o nergis siması bir hayli değişmiş görünse de, sesi soluğu, kıpır kıpır hâli ve işçimen tavırlarıyla âdeta ben buradayım diyordu.
Çok geçmeden ortalığa derin bir sessizlik çökmüştü. Kadınların her biri önlerindeki ekmek işine öylesine dalmış görünüyorlardı ki… Saatler durmuş, zaman donmuştu sanki...
Tam bu esnada akasya ağaçlarının arasından sarsak adımlarla bir adam çıkageldi. Birdenbire evin önünde beliriveren bu tuhaf ve esrarengiz adam, pek de tanıdık sayılabilecek kılık ve tipte biri gibi gelmemişti onlara belli ki. Bu nedenle o da avludan içeriye girer girmez sanki kendini bir fazlalık gibi hissetmeye başlamıştı. Deyim yerinde ise adam, bir tuvale kondurulmuş son derece güzel bir resmin üzerine birdenbire çekilivermiş simsiyah bir fırça darbesi gibi öylece kalakalmıştı sanki avlunun orta yerinde... Bir iki yutkunduktan sonra usulca selam verip “bereketli olsun” deyince:
— Bir şey istemeye geldi herhâlde bu! Dedi, oturan kadınlardan yaşlı olanı. Ardından Hatice söze girdi:
— Ah ağabey! El elde, baş başta değil. Eğer akçe için geldiysen Allah versin deriz. Ama karnım aç diyorsan, biraz sonra fırından ekmek çıkacak. Az beklersen bir parça alır gider, bize de dua edersin...
…
Kadınların ağzından çıkan her söz, âdeta birer bardak kaynar su gibi serpilmişti garip adamın kulaklarına. Sanki her bakış, saplanan birer kurşun gibi acıtmıştı onun hasret tüten nazik yüreğini. Hemen kaşları yıkıldı, başını bir müddet öne eğdi. Istırapla hilallenen çehresi, bir anda yerini derin bir mahcubiyete bıraktı. Kızardı bozardı, renkten renge girdi. Sonra titrek elleriyle gözlüğünü çıkardı, ekmek teknesinin önüne doğru birkaç adım daha attı, sendeler gibi oldu. Ardından buğulu gözlerle üst dudağını dişlemeye başladı.
Hatice, tam da “şöyle geç otur bari” diyecekti ki, bir an göz göze geldiler:
— Hatice’m! Beni tanıyamadın mı? Nizam... Dedi adam.
Şaşkınlıktan delirmiş gibi bakıyordu Hatice... Aradan bir saniye ancak geçmişti. Köyün göğünde şimşek gibi şaklayan bir çığlık koptu.
— Herifüüüm! Herifüüüm! Yetişin kızanlar herifüüüm!
Bir anda, ana baba gününe dönmüştü Hatice kadının evi. Çığlıkları duyan hemen her köylü yukarı mahalleye üşüşmüş, patlıcan biber sulamak için sebzelik bahçesine inen Çobanlar’ın Nuri derhal elde kürek komşularına koşmuş; Toklular’ın gelini Emine, uyutmak için ayağında salladığı bebeğini kaptığı gibi soluğu Hatice’nin evinde almıştı.
Köylülerin kimi ağlıyor, kimi ne olup bittiğini soruyor, kimi de bayılan Hatice’yi ayıltmak için burnuna soğan koklatmaya çalışıyordu... Zavallı Nizam da, akasyalardan birinin gövdesine yaslanarak çömelmiş, başını iki avucunun arasına koymuş sessizce ağlıyordu.
Ortalık biraz sakinleşince, Hasipler’in Feriştah Hatun’un gür sesi çekti topluluğun dikkatini. Ne de olsa Nizam’ı çocukken emzirmiş, sütannesi olmuştu. Bir taraftan akasyanın altında sessizce hıçkıran Nizam’ın başını okşuyor, diğer taraftan da o her zamanki lafazan ve hazırcevap hâliyle iltifatlar ediyor, sorular yöneltiyordu:
— Yavrııım... Yavrım! Benim koca Nizam’ım. Hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin. Bana anlat hele olup biteni... Ne oldu sana böyle? Askerliğine giderken dalyan gibi boyun, kama gibi bıyıkların, kuzgun gibi gür ve simsiyah saçların vardı senin. Yere göğe sığmayan bir yiğit delikanlıydın. Ama bugün yara bere içinde kıvranan, pençeleri sökük bir aslan gibi bitkin ve çökük gördüm ben seni. Nereye gittin, nereden geldin, neler gördün, neler yaşadın; anlat hele olanları… Dört beş sene önce Çanakkale ve Galiçya cephelerinden sağ salim kurtulduğunu, ikinci bir seferberlikle Yemen taraflarına gideceğini söylemişti bizim rahmetlik koca adam. Kahvede, Hafız Efendi’ye mektubunu okutmuşlar, öyle haberi olmuş. Biz de Yemen’e giden gelmiyor diye üzüntüden yanmış yıkılmıştık.
Bu sırada söze giren Nizam oldu:
— Rahmetlik mi dedin, sütbabam öldü mü?
— Ah oğlum! Benim kara gözlü Nizam’ım. Kimler ölmedi ki sen buralardan gittin gideli. Ama sen şimdi bırak bütün bunları. Bir daha kim öldü kim kaldı diye sorma bana! Onu daha sonra öğrenirsin. Asıl sen anlat durumunu...
— Şey... Dedi Nizam. Ben yüzümü bir yıkasam...
Hemen koştu köyün genç kızlarından birkaçı. Bakırdan yapılmış, zarif işlemeli, ince emzikli, kalayları biraz geçkin, kızılımsı bir ibrik getirdiler. Biri suyu döktü diğeri havlu tuttu. Nizam da tam yüzünü kuruluyordu ki, Feriştah Hatun’un sesi duyuldu:
— İki tıkım da yiyecek bir şeyler hazırlayın, o kadar uzun yoldan geldi, acıkmıştır o!
…
Komşu kadınların; taze fırın ekmeği, peynir, zeytin, çökelek, yumurta, elde bulunan ne varsa üşüp çökerek hazırladıkları birkaç sinilik yemeğin ardından ortalık biraz daha sakinleşmiş, sıra Nizam’ın başından geçen acı dolu olayları pürdikkat dinlemeye gelmişti. Önce derin bir iç çekti, ardından tek tek anlatmaya başladı Nizam:
— Belki içinizde hatırlayanlar vardır. Hicri 1328 (Miladi 1910) sonbaharında ayrıldık köyden biz. İki kişiydik askerliğe giden. Biri Mollagil’in Hasan diğeri de ben. Onun durumu ne âlemde bilmiyorum. Sizden öğreneceğim. Ama ben neler yaşadığımı, nerelere gittiğimi, neler gördüğümü iyi biliyorum. Önce İzmir’e vardık, oradan da deniz yoluyla Gelibolu’ya götürdüler bizi. Daha sonra Edirne’ye intikal ettik. Edirne’de, tam usta birliğine alıştık, askerliği bitirdik derken Cihan Harbi patlak verdi. Sonra Çanakkale’ye gittik. Eceabat kıyılarından katırlarla Kabatepe ve Arıburnu’ndaki birliklere silah ve mühimmat taşıdık. Yaklaşık altı ay devam eden bu görevin ardından trenlerle Galiçya’ya hareket ettik. Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaştık. Daha sonra Sina ve Filistin Cephelerine katıldık. İkinci Kanal Harekâtı sırasında İngilizlere esir düştük. Kahire ve İsmailiye’de kurulan kamplarda üç yıla yakın içler acısı bir esaret yaşadık. Kudüs ve Şam’ın düştüğünü duyduk. Gazadan gazaya, enkazdan enkaza koştuk. Dile kolay, yirmi dört bayram geçirdim ben cephelerde. Yirmi dört bayram, on iki yıl demek...
Bu arada tekrar sözü Feriştah Hatun almıştı:
— Vah Nizam’ım vah... Hâlinden belli neler çektiklerin yavrııım...
— Aaah ah, sorma Feriştah ana! Neler çektik, ne acılar yaşadık, neler gördük neler... Esaret günlerinde dizanteriye yakalandık. Şehadetten arta kalan arkadaşlarımızın büyük bir kısmını açlık, susuzluk ve bit salgınından kaybettik. Ben de bir gün sıcak bir ramazan gecesi yatarken başımın kaşıntısıyla uyandım. Elimle şöyle bir kaşıyayım istedim, bir de ne göreyim, kafa derim elime gelivermiş... Saçlarımın dökük, kafamın alaca bulaca olması bundandır. Ayrıca erat arasında bir ara menenjit salgını peyda oldu. Hani hep bir iz bırakır derler ya menenjit için, benim de gözlerime hasar verdi. Gözümdeki kaymanın nedeni de budur…
Özellikle Sina ve Filistin cephelerinde çektiğimiz sıkıntıları sadece biz ve bir de Allah bilir. Hele Ariş Çölü’nde maruz kaldığımız susuzluk! Hiç unutmam, bir manga askerle yürüyerek yola çıkmıştık. Kırk beş saatlik bir yolculuktan sonra öyle susamıştık ki, artık hayattan ümidi kesmiş, birbirimizle helalleşmeye başlamıştık. Daha sonra her saat başı, bir arkadaşımızı açlık ve susuzluktan gözyaşlarıyla gerilerde bırakır hâle gelmiştik. Derken uzaktan, çölün ortasında küçük bir yığıntı gördük. Bir deve sürüsünün üzerine birkaç gün önce yıldırım düşmüş olmalı ki, birkaç tanesi telef olmuş ve kaburgalarının arasında iki üç litre kadar kırmızımsı bir yağmur suyu birikmişti. O yağmur suyunu içmemiş olsaydık, üç arkadaş o çöllerde kaybolup gidecek, kim bilir belki buralara dahi gelemeyecektik…
Bir de o her şeyin bittiği günlerde, dönüş için hazırlık yaptığımız sırada karşılaştığımız ve bizden daha iyi konuştuğu Türkçesine hayran kaldığımız Şamlı bir müderrisin gözyaşları içerisinde söylediği şu sözler ömür boyu aklımdan hiç çıkmayacak:
“Son günlerde, hiç de hoş şeyler duymuyorum. Büyük bir oyun tezgâhlanıyor. Üç kıtaya yayılan bu muhteşem devleti, bana göre iki sebep bugün çöküşün eşiğine getirmiştir. Birincisi, bazı önde gelen İttihatçıların çocuksu maceralarla kavmiyetçiliği hortlatmış olmaları; diğeri de, bizim bir avuç beyinsiz Arap’ın Lavrens serkeşinin tuzaklarına mal bulmuş mağribi gibi koşmalarıdır. Bu devletin üç hatası olabilir ama üç yüz tane de sevabı vardır. Adım gibi biliyorum, bu halk bir gün sizi mumla arayacak. Bizim Araplar, asıl kafalarını duvara “Basra harap olduktan sonra” vuracaklar. İmparatorlukların en talihsiz zamanlarından birisi, yönetimi altında bulundurdukları topraklardan top, tüfek veya atılan taşlarla uğurlanmalarıdır. Fakat şundan kesinlikle emin olabilirsiniz; biz sizi, gözlerimizden akıttığımız yaşlarla uğurluyoruz...”
Gurur ve hüzün karışımı duygularla gözleri dolan Nizam konuşmasını şöyle sürdürdü:
— İşte biz böyle veda ettik o topraklara. Büyük bozgundan sonra âdeta anaçsız kalan birer civciv gibi dağıldık ve perişan olduk. Ovalardan çöllere, kıtalardan cephelere savrulduk. Kırk yıl düşünsek, başımıza böyle umulmadık gaile ve musibetler geleceği aklımızın ucundan bile geçmezdi. İsyancı Araplar, kendilerine götürdüğümüz Hicaz demiryolunu İngilizlerle bir olup paramparça ettiler. Yürüyerek Kudüs’ten Şam’a, oradan Humus, Hama ve Halep üzerinden Antep’e, oradan da buralara dört ayda geldik... Kısacası, koca Osmanlı’yla birlikte biz de bittik...
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Köylülerin birçoğu olanları öğrenmiş, Hatice’ye gözün aydın olsun deyip bir müddet daha hoşbeş ettikten sonra yavaş yavaş evlerine çekilmişlerdi. Hatice Hanımın evinde ise sadece Feriştah ana, Hafız Efendi, muhtar Salih, bir de yakın akrabalardan oluşan dört beş kişilik küçük bir topluluk kalmıştı.
Şimdi de, köyde olup bitenleri öğrenme ve soru sorma sırası Nizam’a gelmişti.
— Hani anne babamı göremiyorum? Dedi, senin üzüntüne dayanamayıp öldü dediler.
— Mollagil’in Hasan’dan haber var mı? Diye sordu, Çanakkale’de kaldı dediler.
— Hani dayım, amcam, halam görünmüyor? Dedi, veremden sizlere ömür dediler.
…
Nizam’ın; hem gönlünden ve köyünden ibaret küçük dünyası, hem bu zamana kadar yaşadığı ve kaç bucak olduğunu yakinen gördüğü koca dünyası allak bullak olmuştu. Hayat çok tuhaftı. Bir zamanlar bu köyün sokaklarında oynayan küçücük bir çocuktu Nizam. İnsanların çoğu ona oğlum veya yavrum diye hitap ediyordu. Şimdi bu kelimeleri ona, Feriştah Hatun’dan başka söyleyecek kimse kalmamıştı dünyada. Durum sadece bundan ibaret değildi. Tarih, miadını dolduran koca bir imparatorluğun çöküşüne tanık oluyordu.
Bütün bu sorular ve sorgular günlerce, aylarca ve hatta yıllarca devam etti. Köyde ve memlekette hemen herkes, aynı şeylerden bahseder olmuştu. Kahvelerde, cami önlerinde, dost ve akraba sohbetlerinde konu hep Çanakkale’den, Yemen’den, Mısır’dan, Şam’dan ve Trablusgarp’tan açılıyor; ninni söyleyen ağızlardan ağıtlar, dumansız kalan bacalardan dramlar yükseliyordu. Gülen gözlerden yaş, bal damlayan dillerden savaş eksik olmuyordu. Memleketin bağ ve bahçelerinde, Anadolu’nun bozkırlarında hep Çanakkale yasları duyuluyor; kızlar, gelinler ve anneler Yemen türküleriyle ağlıyordu.
...
Hayatının baharını, en güçlü ve en verimli yıllarını vatan uğruna feda etmişti Nizam. Evlendikten yaklaşık bir yıl sonra askerliğe çağrılmıştı. Gitmeden birkaç ay önce bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş, fakat doğduğu günlerde sebebi bilinmeyen ani bir ateş basması sonucu hayatını kaybetmişti. Köyüne döndükten sonra iki çocuğu daha olmuştu. Ancak eşi Hatice, ikinci çocuğunu doğurduktan hemen sonra vefat etmişti. Dünyası âdeta başına yıkılmıştı Nizam’ın. Üzüntüden günlerce uyuyamıyordu. Canı yemek, hatta su bile içmek istemiyordu. Sadece “Hatice’m!” diyor, sürekli çocuklarını bağrına basarak gözyaşı döküyordu.
Bütün zorluklar üst üste gelmişti. Büyük acılarla boğuşuyordu Nizam. Ancak köylüleri, onun derdine ortak olmak ve yarasını sarmak için ellerinden geleni yapıyordu. Nizam denince akan sular duruyordu. Her şeyden önce o, köyün tek kahramanı ve gazisi idi. Cuma akşamları birçok köylü onun evinde toplanır, bazen sabahlara kadar süren ocak başı sohbetleri yapardı.
Onun sohbetine doyum olmazdı. On iki yılda onca diyar gezmiş, savaştan savaşa koşmuş, yüzlerce tip ve kılıkta yerli yabancı insanla karşılaşmıştı. Esaret günlerinde, her hafta sonu “allright, allright/ pekâlâ, pekâlâ” diyerek kendilerini denetleyen İngiliz subaylarından, “Gelin Almanlarla savaşalım” denilerek kandırılan ve Keşmir’in dağlarından Çanakkale sahillerine getirilip bizimle savaşa tutuşturulan Müslüman askerlere kadar çok sayıda kişiyi yakından tanımıştı.
Okuma yazması olmadığı hâlde, geniş bir birikime ve müthiş bir donanıma sahipti Nizam. Üç yıl süren esaretin, o insanı illallah dedirten çileli günlerinde Türkçeyi unutmamak ve vaktini boş geçirmemek için mektep medrese görmüş çok sayıda arkadaşından -fısıltıyla da olsa- yüzlerce edebî söz, şiir ve mâni öğrenmiş, su gibi ezberlemişti.
Herkes sever, sayar ve takdir ederdi kahraman Nizam’ı. Büyük küçük, yerli yabancı, dost düşman… O, insani ilişkilere ve muhabbete büyük önem veren, saatlerce iki dizinin üzerinde oturarak sohbet eden; dürüst, ciddi, insan ve vatan sevgisiyle dopdolu, kadirşinas bir Osmanlı adamıydı. O benim dedemdi.
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Bugünlerimizi borçlu olduğumuz kıymetli insanların acı dolu hikayeleri var. Zaten savaş demek aynı zamanda acı demek. Gerçekten ibret alınası bir hikaye, güzel bir anlatım ve paylaşım olmuş.
Teşekkür ve tebriklerimi bıraktım sayfanıza.
Saygılarımla.
Mesut Özünlü
Öyküme dair paylaştığınız sözler ve mültefit cümleler için çok teşekkür ediyorum. Bu iç açıcı ifadeleriniz, daha iyiye ve daha güzele erişmenin, en güçlü teşviklerinden birisi olacaktır. Selam ve saygıyla.
Gerçekten çok güzel bir hikaye.
Zevkle okudum, duygulandım...
Yazarın sunuşu da enfesti.
Kısa ve anlamlı cümleler,
bir sanat eseri estetiğinde idi.
Ancak,
hakkı ile güne geldiği halde,
görüyorum ki ilk yorumcusu ben oluyorum.
İnsanımız,
okumayı çok sevmiyor gerçekten.
Bu parlak camın renkli sayfalarına yelken açmış kısacık şiirleri bir çırpıda okumak ve hoş bir iki cümlecikle yorumlamak yetiyor onlara.
Bu tür uzun hikayeleri okuman zor geliyor maalesef.
Eeee.
Zaman hız devri.
Vakit nakit oluyor, zaman kaybetmek istemiyorlar karşılarındaki mükemmel bir çalışma olsa da.
Anadolu'nun gerçek yaşama biçimini ve tarihimizin realitesini hoş bir üslupla sunan bu hikayeyi çok beğendim.
Kutluyorum yazarını.
Güne seçenleri de.
Mesut Özünlü
Mültefit cümleleriniz öykümü onurlandırdı. Daha güzele erişme noktasında şevk ve heyecanımı artırdı. Teşekkür eder, selam ve saygılarımı sunarım.