- 656 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bunun adı olmasın diyelim mi?
Duruyordu.
Kalbinden geçenlerin okunduğu hissine kapıldı birden. Böyle bir ihtimalin mümkün olmadığını bildiği halde bunun düşüncesi bile korkutmuştu. Korkularından sıyrılalı dünya saatiyle yıllar yılları kovalamıştı. Şimdi yeniden korkunun verdiği hissiyatı yaşamak ve hissetmek onu tuhaf bir şekilde mutlu etti.
Küçük bir çocukken ona güzel hikayeler anlatılmasını günler boyu beklerdi. Anlatılmayacağını anladığı vakit kendi hikayelerini yazdı ve ardından soğuk gecelerde içini ısıtmak için ya da bir başına köşe başını dönerken kendisine durmadan anlattı. Bir yerden sonra hangisinin hikaye, hangisini gerçek olduğunu yitirdi. Korkuyu ilk o an mı hissetti yoksa annesinin elini ne ara bıraktığını bile anımsayamadığını düşündüğü o çıkmaz sokakta mı emin olamadı. İkisi de aynı korkuydu onun için.
Yaşı biraz büyüdü ama ona göre aklı zaten büyüyeli ve hatta yaşlanalı çok olmuştu. Bu yüzden güvendiği aklı ona korkularından sıyrılması için gerekli zemini hazırlamıştı. Onun mu? Elbette birazdan ayağı kayıp tepetaklak olacağından haberi yoktu.
Zemin kaygan, yüreği yangın yeri ve buz eriyor şıp şıp sesleriyle…
Düştü.
Gözleri kayıp gitti derin suların içinde. Uzaklaşan ellerini gördü ve son kez tutmak için bütün gözleriyle diledi tanrıdan. Gözlerini açtığında ay yatağının kenarına düşüyordu. Böyle bir geceye ay yakışırdı zaten. Odaya şöyle bir göz attı. Kitaplar masanın üstünde, kalem bıraktığı yerde, okuduğu not orada, şarap şişeleri öbür kenarda ve kapı hala kapalıydı.
Kapı hala kapalı…
Kaybetmek belki de tamamen bir halüsinasyon halidir. Kaybolduğunda en son nerede olduğunu hatırlamaya çalıştığın gibi kaybettiğinde de en son nerede yitirdiysen oradan peşine düşersin. Düşersin de yakalayabilir misin? Yakalarsın da durdurabilir misin? Bunların cevaplarına da ihtiyaç duymazsın. Zaten cevabını bildiğin soruların sesli dile gelmesinden de pek memnun olmazsın. Sadece peşine düşersin.
Günler günleri kovalayıp artık insanların seslerine kulak tıkamaktan yorulduğu vakit sahneye çıkmaya karar verdi. Bütün duygularını o odaya saklamayı da unutmadı. Korkuları olmadan özgürdü. Özgür olduğu kadar da kendisine tutsak. Bunu o an biliyor muydu yoksa çok sonra mı bunun farkına vardı ya da kendisine bunu ne zaman sesli dile getirdi bilemiyorum.
Belki çok mutluydu, belki o odada dökmediği gözyaşlarının faizini gece gizlice gözyaşlarını yorganına silerek ödüyordu. Bir adam sevmiş belki birden fazla adam sevmiş ve belki de yeniden aşık olmuş olabilirdi. Ama şimdi orada işlek bir caddenin başında öylece duruyodu. O an aklı çoktan emekliye ayrılmış yüreği zaten iflas etmişti.
Şimdi nereye olduğunu bile bilmeden yürüyordu. Annesinin elini bırakıp kaybolmuştu.
Dudaklarından hiçbir kelime dökülmedi. Gözleri uzun uzun konuşuyor bir es bile vermemişti. İnsanlar yanlarından geçiyordu ama onlar zaman ve mekan kavramından çoktan soyutlanmışlardı. İkisi de o anı çerçeveletip ömürlerinin en tepesine asmak isteseler de zaman hoyrattı, zaman yel estiriyordu mazide.
Yürümeye başladığında kaç dakika geçmişti bilmiyordu. Belki de saatler geçmişti. Ağlıyordu ama gözünden yaş gelmediğinden emindi. İnsanın gözünden yaş gelmeden ağlaması mümkün müdür? Peki ya unutamadığın ama hatırlamak da istemediğin dolunay? Şimdi o odada olan tüm duygular harekete geçmiş havai fişekler atıyordu. Belki dudakları soramamıştı ama gözleri tek bir soruyu sormuştu.
Neden?
Kalbi hala sıcaktı çok fazla uzaklaşmış olamaz dedi ve kaybolduğu yeri hatırlamaya çalışarak geri döndü. Oradaydı, gözleriyle meydan okuyup arkasını dönüp yürüdüğü yerde şimdi gözleri tekrar ona bakıyordu.Korkuyordu yeniden
sevdanın vuslata erememesinden.
Kaybetmekten
ve
kapının tekrar açılmasını
beklemekten.
‘fransa
‘şubat’ın sonu