- 575 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
saylakkaya-1900
Necip-
Bazen kendime neden yazmak yerine hikaye okumaktan hoşlandığımı sorarım;öyle ya okuduğunuz zaman kimse size para vermez,ama yazarsanız ve de popüler olursanız maddi açıdan güzel günler sizi bekliyordur.Okumak belki daha çekicidir tamam da hele okuduğum hikayeleri neden tekrar tekrar okurum,onu anlamış değilim,neden Sait Faik Abasıyanık ve Aziz Nesin kitaplarını tekrar tekrar okurum?
Galiba hikaye denen şey bende psikanaliz etkisi yapıyor,hem daha hesaplı!Başım çok ağrıdı yada o gün kendimi çok bunalmış hissettiysem ,hemen aç bir Nesin öyküsü ,mesela her açılışa davet edilen imam efendinin öyküsünü okuyunca sıkıntı yerini kahkahalara bırakıyor,ruhum tatlanıyor,sonra hayatın katı gerçekliğine sıkıcı günlerine devam ediyorum.Hepsi olmasada kimi Nesin hikayelerini tekrar tekrar okurum.Bu hikayeleri okuduğum zaman yetmişli yılların sıkıntılı günlerine geri dönerim,onun bu ülkenin yazarı olduğunu ve bu toprağın yarattığı insanların esaslı bir parçası olduğunu düşünüyorum.Aziz Nesin öleli yirmi yıl oldu,onun kırk yıl önce yazdığı öyküleri okuduktan sonra kendime "Ne değişti?"derim;galiba yanlızca öykü yazım tarzı ve kullanılan kelimeler değişti,yoksulluk,gericilik,devlet aynı kimi zaman komik bir durumla karşılaştığımız zaman tam Nesinlik bir öykü deriz açıkça söylemek gerekirse yoksulluk umutsuzluk ve insan haklarının yerinde sayması gibi durumlar (ki - bunu 13 yasında bir cocugun derste tutuklanmasını örnek verebiliriz)günümüzde sıradan demode duygu sömürüsüne açık çok işlenmiş konular oldu.Atatürk’ü savunanlar yobaz basma kalıp düşünen örümcek kafalı insanlar etiketine sahip olurken hilafeti geri getirmeye çalışmak yada en azından meyilli olmak ilericilik oldu!İşte bu durum da gerçekten NEsinlik bir durum!
Nesin hikayeleri,nde derin bir yoksulluğu bu yoksulluğun yanlızlaştırdığı ,umutsuz insanların bu durumdan kurtulmak için -kimi zaman da kurtulmamak için-yaşadıklarını mizahi bir dille anlatır.Ezilenler ile birlikte ezen portrelerindeki sağlamcılık,kolaycılık da dikkat çekicidir.Eğer ezenin gücünü anlarsak yoksulluğu da anlarız.Ülkemizde ezilenlerin hiçbir zaman örgütlenemeyeceği - ki ben bunun genlerimize aykırı olduğunu düşünüyorum- ve hakkını aramayacağını bilir bu nedenle gereksiz pembe tablo çizmez.Palvracılık dolandırıcılık konularında "usta" bir toplum olduğumuzu bütünü kavramak yerine günü kurtarmanın daha karlı olduğunu düşünen insanların büyük bir tesadüf sonucu tamanın bu coğrafyada toplandığını okurken şaşarsınız.İnsanlarımız iyi niyetli yoksul insanlar olsalar da altın kalpli değildir.Kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde aynı partinin üyelerinin menfaatleri uğruna toplandıkları partide bir anlık karanlıkta nasıl eski hesapları açıp birbirlerinin kafalarını yardıkları ,aydınlanmaya yeniliğe ne kadar kapalı olduklarını etkileyici bir şekilde ve en güçlü silahı olan mizahı kullanarak adeta aklımıza kazır,işte bu tozlu karanlık tavan arasında bu nedenle onun kitaplarını tekrar okuyorum ve satır aralarında kimi hikayeler beni hayatımda uzun zaman önce tanıdığım birini hatırlattı.
Onu tanıdığımda eşim ikinci çocuğumuza hamileydi,staja yeni başlamış ,yaka derinliği uzun olan beyaz önlüğü ile sık sık eğildiği için gözlerimin sık sık takıldığı ve galiba onun da bu çapkın bakışları farkederek-ertesi gün önlüğünün yaka derinliğini azalltığı günlerdi.Otuzlu yaşlara kadar bekarlık hayatı yaşayan mesleğinde başarılı olamayan ,ekonomik sıkıntılarla boğuşurken hayatındaki en büyük hedefine ulaşamadan ,hep küçümsediği bir şehirde çalışmaya başlayan ben aynı zamanda anti depresan ilaçlarla yeni tanışmıştım.Rumumun perişanlığını size sezdirmiş olmalıyım sanırım, Aslında bu geceyi size çok daha sonra yazmak istiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum -telaş ve heyecandan herhalde- araya sıkıştı galiba. Fakat şurasını belirtmeliyim ki, sizi üzmek istemem ama, o gece bir bakıma hayatımı altüst etti.Eşimin uyku hazırlıkları yaptığı sırada tam on yıl sonra ondan mesaj almıştım Burada onu suçlamak, hatta gücenmek aklımın köşesinden geçmez. Yalnız, o geceden sonra, günlük hayatıma girmiş birçok ayrıntıdan nefret etmeye başladım. O günlerde evimi biraz düzenlemeye niyetliydim; bu yeni çıkan duvar boyalarından alıp, eve yeni renkler vermek istiyordum. Sahaflar çarşısından bir mobilya dergisi alarak sayfaları arasından bir iki oda seçmiş ve yatak odamın da iki duvarını boyamaya başlamıştım. Gerçi ilk kat boya biraz dalgalı olmuş ve biraz da tavana bulaşmıştı; fakat bu işlerden anlayan bir tanıdığım, ikinci katta bunların kapanacağını söylemiş ve bana biraz yardım ederek cesaretimi artırmıştı. Pencerenin altındaki küçük duvar parçasını tamamen bitirince benim de bu işe aklım yatmaya başlamıştı. Bu arada tabii, sevgilimin -bu münasebetsiz kadına da sizin yanınızda sevgilim demeye utanıyorum- sanki evlilik hazırlıkları yapıyormuşum gibi düşündüğünü belli eden mesajları ortada dolaşıyordu. Bir bakıma onu güzel bulduğum anlar da oluyordu. Ne bileyim, biraz karanlıkta, belirli bir açıdan bakıldığı zaman ona belki güzel denebilirdi. Bazen de hiç öyle görünmüyordu. Sonra, belki hemşire olduğu için-plastik cerrahi ile hep şikayetçi olduğu burnunu küçültüp yeni yüz yaptırmak gibi sözler ederek beni çileden çıkarıyordu. Onun evinde geçirdiğim anları unutamadığımı da ifade edeyim . Sözün kısası, sabah kalktığım zaman yan boyalı duvarlar ve dolayısıyla sevgilim olacak şimdiden heyacanla bekliyorum.
Tam on yıl sonra onunla yeniden yazışmak -çok kısa da olsa-güzeldi her ne kadar onun cevap olarak yazdıkları olumsuz ifadeler olsa da geçmişe gittim gece yarısının ilk anlarında,Urfaya geri döndüm.
Onu Urfada tanıdım,peygamberler diyarında,bu şehirin benim hayatımda ayrı bir yeri var,birincisi babamın köyü olan Cibin yada yeni ismi Saylakkaya köyü bu şehire bağlıdır,bunula birlikte ilk kez köye gitme sebebim taziye amaçlı olup meslekte onuncu seneyi tamamlarken nasip oldu.Bu şehirin ikinci özelliği ise ilk defa şehirler arası otobüse binmeme vesile olmasıdır.Birinci körfez savaşının yeni başladığı yıl küçük ablamın evlenip bu şehirde yuva kurması nedeni ile sık sık yapılan ziyaretlerde büyük ablam ve annemin yanında refakatçi vazifesi ile elimize tutuşturulan kısıtlı miktarda para ile kasabanın çıkışındaki şehirler arası yola çıkar beklemeye başlardık,yaklaşık on dakika sonra bir ayağını kaybetmiş simsar yanımıza gelir,hep aynı soruyu sorardı,bu adamın sol ayağının yerinde kalın tahta çarpası ve bu tahta parçasının ucunda çivilenmiş bir lastik parçası vardı,topal simsar gelmezse hiç bir otobüs durmazdı,kasaba zaten Urfaya yakın oldugundan vereceğimiz para için düşük rampaya inmeyi gerreksiz bulurdu şöförler ama topalı görenn şöför hemen dururdu,bu nedenle bu topal simsar ile üniversitedeki İzmirli kız benim için eşdeğerdi,parasızlıktan otostop yaptığım talebelik yıllarımda sınıf arkadaşım olan bu güzel İzmirli kızı görenler hemen durur ben de arka koltuğa geçer "yancı"olurdum,bu nedenle topal simsar yanımıza geldiği zaman çok mutlu olurdum.O yıllarda 302 denilen yeni nesilin tanışma şansı bulamadığı araçlar vardı,bu araçlarda çoğu zaman boş olurdu,bu nedenle şöför dün geceden başlayıp ertesi gün öğleye doğru tamamladığı yolculuğun son kilometrelerinde yorgunluk atmak amacı ile yol kenarından roman vatandaşları alırdı ve yolculuk "canlı müzik"eşliğinde devam ederdi
bununla birlikte bu canlı müzik annemin hoşuna gitmediği için muavini yanına çağırdı,başında şiddetli bir ağrı olduğunu ve bu gürültüye son vermelerini söyledi böylece benim keman ve darbuka eşliğinde başlayan yolculuğum Suruç ilçesine varmadan bitti.Bu şehire öğretmen olarak atandığımda 302S’lerin yerini koltuklarının arkasında mini televizyonların olduğu otobüsler almıştı.Şanlıurfa’da bir kaç kişi ile edindiğim tecrübelerin neticesinde doğum yerim olan kasabayı söylemek yerine babamın köyünü kendi memleketim olarak belirtmenin daha yararlı olacağı kanaatine ulaştım.Beni bu davranışa iten olay ise urfasporun ligden düşmesine sebep olan takımın antepspor olmasıydı,ikinci sebep de fıstığa anteplilerin sahip çıkmasıydı.Halfetili olmak benim için de bir gizeme kapıları açmak demekti,kenarı sararmış babamdan yadigar o siyah beyaz fotoğrafda umutsuzca geleceğe bakan o kadının doğup büyüdüğü köye biraz daha yaklaşmıştım ama bu daha çok manevi bir yaklaşımdı.Babamın köyünde ilk dikkatimi çeken şey insanların İskandinav ülkelerinden gelen turistlere benzemeleriydi.Bu köye taziye amaçlı gelmiştik,babamın eski nişanlısının babası vefat etmişti.Taziye evinin avlusunda temmuz ayına rağmen serin bir gölge vardı.Babam çay servisi yapmak amacı ile erkekler tarafına kapı girişinden tepsiyi uzatan ve bu işi her defasında farklı bir kadının yapmasından bulduğu cesaret ile eski nişanlıyı görme umudu ile ;bir yandan elham okurken bir yandan da çay servisine bakan hanımları incelemekteydi.Ben babama eski nişanlıyı dünya gözü ile yeniden görme konusunda pek şans tanımadım çünkü o kaadr genç kız varken babasını kaybetmiş yaşlı bir hanımın kalkıp avlunun diğer yanındaki erkekler tarafına bir tepsi dolusu çay servisi yapması kınanacak bir olaydır.
Kel Müslüm’ün evine misafir olduk. Allah rahmet etsin, Müslüm Bey, çok misafirperver bir insandı. Bizi, en iyi şekilde ağırladı. Taziye günü ile aynı anda yabancı bir ülkeden dönen bir hemşireleri de vardı,bu nedenle köyde ziyaretçi sayısı artmıştı.Bu arada köyde “Arogilin oğlu gelmiş” diye duyan herkes Müslüm Bey’in evine doldu. Kimisi Armen’e dokundu, kimisi isim verip, tanıyıp tanımadığını sordu. Cibinlilerin Müslüm Bey’in evine doluşup, Armen’e aşırı ilgi göstermelerinin hikayesi şu idi:
Armen’in ismini aldığı dedesi, Armenag Aroyan 1878’de Cibin’de doğup büyümüştü. Çok sayıda ağaçtan oluşan bir fıstıklıkları vardı, hali vakti yerinde insanlardı yani. Hovannese Aroyan pek ileri görüşlü birisi olduğu için, oğlu Armenağ’ı yürüme mesafesi birkaç gün olan Merkezi Türkiye Koleji’ne Antep’e göndermişti. Armenag, Merkezi Türkiye Kolejine giden ilk Cibinli olmanın yanısıra, başarı ile Koleji bitirmiş, öğretmen olmuş, köyüne geri dönmüş ve öğretmenlik yapmıştı. Tarih bu sırada 1898’zi gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda, Armenag çalışmak üzere Mısır’a gidecek, orada Antepli Gülenla ile tanışıp evlenecekti. Bir çocukları olunca, bebeği anne ve babasına göstermek için Armenag tekrar yollara düşecek ve Cibin’e gelecekti. Ancak, burada büyük bir talihsizlik eseri tifüse yakalanacak ve Dr. Shepard’ın tavsiyesi üzerine ailesi ile geri Mısır’a dönmeyecek, Antep’te kalıp, ölümünü bekleyecekti.
Bütün bunlar 1915’den önce olmuştu. 1915’te tehcir kararı çıkınca Cibindeki Ermeni ailelerin büyük kısmı, kızlarını bilemedikleri, tehlikelerle dolu çöl yollarına götürmek istemediler. Müslüman komşularıyla araları gayet iyiydi. Tahminen 30 kadar Ermeni kız çocuğu bu şekilde geride kaldı. Müslüman aileler tarafından büyütüldüler ve o ailelerin erkek çocukları ile de evlendirildiler. Böylece, çoğu Cibinlinin annesi Ermeni olmuş oldu. Tabii, bu kızların hepsi Müslüman oldular ve Türkçe isimler aldılar... Cibin’de Ermeni bir anneye sahip olmak, utanılacak bir şey olmadığı gibi, suçlanacak veya dedikodu konusu olacak bir olay da değil. Amerika’da görme şansım olmuştu ve baba Aroyan, gözleri, bakışları ve sarışınlığığla tipik bir Cibinliydi.
Evet, Armen Aroyan’ın Cibin’le bağı işte buradan geliyordu. Cibinlilerin deyişiyle “Arogil’in oğlu” neredeyse yüz sene sonra onları ziyarete gelmişti, çok önemsiyorlardı. Müslüm Bey, bizi Arogil’in fıstıklığına götürdü önce... Armen pek heyecanlandı: “yahu burası tıpkı ailemin bana anlattığı gibi... Kırmızı ve verimli toprak. Üzerine otursanız, sonra üzerinizi silkeleseniz, toprak katiyen yapışmıyor. Hava güzel, gökyüzü masmavi, insanlar güzel... Ne şanslı insanım ben, Allah, burayı görmeyi kısmet etti bana...” dedi.Gerçekten güneş bütün gücü ile kırmızı verimli toprağı ısıtırken,babam ile mezar ziyaretlerine başladık.
Haziran ayında Cibinde ki diğer bir durağımız nüfus cüzdanına ismi “Hanım” olarak kaydedilen Satenik Kırkıryan’dı. Satenik o zaman, 88 yaşında, kınalı saçlı, son derece konuşkan, muhteşem bir hafızaya sahip çok şeker bir kadındı. Etrafındakiler Satenik’e “Arogil’in oğlu gelmiş, seni görmek istedi” dediler. Konuşmaya başlarken Armen’i yanına otutturdu. Onun kolunu tutarak, “ senin deden benim öğretmenimdi. Bana neler neler öğretti” dedi. Ve, öğrendiği “Rab çobanımdır” cümlesi ile başlayan İncil’den bir parçayı okumaya başladı. Armen bu sırada gözyaşlarına boğulmuş, kendisini kontrol etmeden özgürce ağlıyordu. Bir süre konuşmaya devam ettiler. Derken, Nuri Güngören’i getirdiler odaya. Nuri Bey, Annesi Ermeni olan bir başka Cibinliydi. Gözleri doğuştan kördü. Ermeni dayısının yardımıyla Beyrut’ta ve Halep’te körler okuluna gitmişti. Öğrendiği ama hiç konuşmadığı Ermeniceyi Armen’in köye gelişiyle yeniden hatırladı. Başladı Ermenice konuşmaya, eski şarkılar söylemeye... Armen’in kendinden geçip, “bir tane daha söyle, biraz daha konuş” diye rica ettiğini hatırlıyorum. Ben ise, hiç de farkında olmadığım bir kültürle, olaylarla karşılaşmış olmaktan son derece şaşkın, meraklı bakışlarla etrafı süzüp, mümkün mertebe olayları hafızama kaydetmeye çalışıyordum bir kaç yıl sonra tekrar Cibin’e gittik. Benim, Cibinli olarak tanıdığım insanların hepsi ölmüştü.
Bu duyguyu ilerde gene hissedecektim,huzurevinde müdür yardımcısı olarak çalıştığım zaman tanıdığım tüm yaşlıların beş yıl sonraki ziyaretimde hayatta hiçbirinin kalmaması gibi....
Arogil’in fıstıklığına yine gittik,giderken mezarlığın yakınından geçtik. Orada yatan ne çok insanı tanıyordum ben... Hüzünlendim tabii... Ama, hayat böyle değil miydi? Satenik gözümün önüne geldi.
Yakup bize, babasının kendisine söylediği bir cümleyi nakletti: “şu ağaç var ya, işte onu Arogil’in babası eliyle dikmiş. Ben çocukken çok büyük bir ağaçtı bu. Zamanla yaşlandı, dallarını rüzgar kırdı ve sadece bu gördüğünüz gövdesi kaldı. Hatıra diye, kesmek istemiyoruz ağacı...”
Eski sevgilime geri dönersek;
On yıl önce bu şehirde tanıdım onu ;onsekizine yeni girmiş mesleğinin başlangıcında bir gençti,ilk zamanlar bir çok mesajını görmezden geldim,ya geç cevapladım yada hiç yazmadım,evli ve çocuklu olduğumu anlattım ama pes etmedi ve kazandı ama tayinimle beraber ordan ayrıldm.
İnce ince yağan yağmur altında tanışmamız okul avlusunda oldu. Hemen hemen onyedi yada onsekizli yaşlarda olmalıydı. Gençliğin ve çizgilerin hoşluğunun yalnızca bulanık bir vaat olarak ortaya koyduğu şeyi başarmak için sanki saçlarının ağarmasını beklemiş bir yüzü vardı . Geç kalmaktan korktuğu için koşmuş gibi nefes nefeseydi. Önsezilere inanmam, ama uzun zamandır inançsızlıklarıma olan inancımı da yitirdim. "İnanmıyorum artık," gibi kesinlemelerden daha aldatıcı bir şey yoktur. Ayaklarımın altındaki yiyeceklerden kalanları (tost kırıntıları)toplamaya çalışırken az kalsın düşüyordum. Hayli gülünç olmuştum. "Bırakın." "Üzgünüm, üzüldüm, affedersiniz..." Gülüyordu.Genç yaşına rağmen gülümsediği zaman gözlerinin çevresinde ihtiyarladaki gibi kırışıklıklar oluşuyordu "Hasar o kadar önemli değil, daha beterleri de olur..." diyerek bir espri yapmaya çalıştım yerden plastik çay bardağını alırken;arkasını dönmüştü bile, ben en kötü şeyden korktum: görgü ve saygı kurallarından yoksun biri gibi tanınmak, ’kaba’ bir insan izlenimi uyandırmak.
Bu okulda hoca olmak tavırları ile örnek olmak demekti..imdama yetişen anatomi hocası oldu. Dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana doğru eğildi. "Affedersiniz hocam,müdüre hanım ders proğramını vermek üzere sizi odasına bekliyor",Odası nerdedir, söyleyebilir misiniz lütfen?"
Gri renkte bol bir manto giymişti. Ciddi ve kaygılı olmaktan çok alaycı bir tavırla: "Fen lisesinde çalışan bir matematik öğretmenin sağlık meslek lisesinde görevlendirilmesi sizin için kötü galiba..." dedi. Dışarıdan bakıldığında pek göze batmayan biri olduğumu sanıyordum. Damatlık takımımı giymiştim.öğrencilerin gözünde sorumluluk duygusu taşıyan ve okuma alışkanlığı olan sakin görünüşümü korumayı düşünüyordum.. Etkileyici bir fiziki görünümüm vardı: güçlü omuzlar ve insanın içine işleyen bakışlar.Geçen her dakika beni benden alıyordu,gözlük camlarının altındaki iri mavi gözleri etkilemişti.Okuldaki ilk günümden sonra bu şehirde tekrar bekarlık günlerine mecburen döndüğüm için erkenden ablamın evine dönmek yerine merkezdeki beyaz yüksek binanın teras katındaki kafede urfa manzarası eşliğinde çay içmenin uygun olacağını düşündüm.
Oturak kısmındaki hasır liflerden birkaçı kırılmış olan bir İskemle aldım.. Bir kül tablası vardı sadece masada,sipariş için bir garson yaklaştı Yakası kalkık beyaz önlük vardı üstünde, çapkınca sağ göz üstüne yıkılmış geniş kenarlı eski bir gözlük , şakaklardan aşağı bırakılarak özenle taranmış saçlara sahipti.Kafenin yanında sinemada Gina Manes ve Jean Smith isimli oyuncuları rol aldığı bir aksiyon filmi için gençler bilet kuyruğuna girmişti.Afişte aktörün tutarlı, şeytansı bir burnu vardı, burun delikleri şahaneydi. Siyah zeytin rengi gözlerinde Casanova’nın bilmem hangi çapkınlığı okunuyordu. Ve sıkıntılı bakışlarıyla çelişkili burnu yardım aramak için öne doğru atılmıştı;sanki sirkte hayvan eğitimi numarası yapıyordu.. Dünyaca tanınmış bir ünlü olmak kimbilir insanda nasıl bir ruh hali yaratıyodu?Bu düşüncelere dalmışken nazik bir merhaba ile irkildim.Sabah avluda çayımın ve az kaşarlı tostumun kırıntılarıının yere dökülmesine neden olan sevgili son sınıf öğrencisi ve arkadaş grubu,onlara zamanları varsa oturmalarını birlikte çay içmeyi önerdim bu nazik davetim yaklaşık üç ay sonra kabul edildi,aynı kafede bu kez sadece ikimiz çayımızı yudumlarken yeşil gözleri ile en azından bir kerede olsa bana bakması için ona ısrar edecektim.
Bunu nasıl yaptığımı hiç bilmiyorum..." "Küçük bir intihar girişimi," dedi. Gülümsemeye çalıştı. "Bu olmalı. Bana kızmamalısınız. Bazı anlar vardır ki..." "Herşeyden ve özellikle de hiçten çok. Biraz daha birlikte olabilirdik;" "Mutlu olmak için hiçbir istek duymuyorum artık ."
"Size mutluluktan söz eden kim ki Deniz?Evli olduğumu biliyordun, Yalnızca flört olarak kalacağını sanmışttım senin bu derece tehlikeli davranışlarda bulunmandan korktuğumdan söz ediyorum." "Çok iyi gördünüz ki ben lüzumsuz biri değilim." artık 18 yaşındayım "Kuşkusuz, insan bu işi kutıu kutu antidepresan ilaçlarını içiyormuş gibi yaparsa.. "O kadar katı olmayın beni yargılarken..." "Rica ederim!" Kravatı cebime tıktım. Sevişmeden sonra kravat bağlamak hep kaba bir davranıştır.
sevişirken hala karımın resmine bakıyordu... karıma karşı Hiçbir sitemde bulunamam o günlerde ikinci çocuğumuza hamileydi ve annesinin evindeydi . Belki de daha önceden bitmiştik biz ikimiz. Denize kızmak için belki de bir mazaret arıyordum onun intihar girişimini her sıkıştığımda kullanırdım evet evet ,gerekli ;bu mazeret gerekiyor bana..."
Yüzünü dizlerine dayadı Sonra başını kaldırdı. Gene sert eleştirilere uğramış biri gibi bakmaya başladı. "Böyle durumlarda uzaklara gitmek gerekir," dedim. Sonunda dudaklarında bir parça zevk duymaya hakkım oldu.
Bunlar son öpücüklerimizdi."Eskişehir?" "Eskişehir." "Çok uzak, çok çabuk gitmem ve kafede söylediğim gibi,doktoramı tamamladıktan sonra geri dönmem gerekiyor." Mutfağa gidip bir şişe su ve bardak getirdi." İçtim. Dostça bakıyordu bana. "Yeni mi bu?" "Ne?" "Bir kitabıma baktı hiçi bir şey yokmuş gibi." Saatime baktım.Bir süre birlikte kaldık, sonra terk etti beni. Kapıyı açtım:çıkarken hafif alnını okşuyordu bu onu son görüşüm oldu.Yıllar sonra onun hayatında değişen birşey yoktu,babamın köyünde de ...Ama yıllar halfetiyi değiştirmişti,artık yenilenmiş bir kasaba vardı,benim kasabamdaki tarihi mozaiklerin su altında kalması gibi eski Halfeti de artık sulara gömülmüş sadece minarenin bir kısmı su yüzeyinde kalmıştı.On yıl sonra tekrar yazıştığımızda hayatında değişen hiç bir şeyin olma<dığını yazdı ve ekledi:
"Mümkünse tekrar yazma!"
Terk edilmelerin ya da kaçınılmaz terk etmelerin acısını yıllar geçtikçe farklı yüzlerle taşımayı da öğreniyordu bir yerden sonra insan. Bazı görüntülerin ardına gizlenmenin büyüsünü de keşfedebiliyordunuz zamanla... Neleri, nerelerde bıraktığınızı arada sırada, bir yalnızlık, bir geriye dönüşsüzlük zamanında içinizdeki insana da söyleyebiliyordunuz.... İçinizdeki insana da... Kendinizi tüm ‘çoğalmalara’, beraberliklere karşın tek başınıza, tüm savunma alanlarına karşın korunmasız, tüm giysilere karşın çırılçıplak hissetseniz de... Anlatamayacağınız, o insanlarla,dilediğinizce gerçeklerinize sahip çıkarak, ayak basamayacağınızı bildiğiniz o yerleri, kendi zamanınızda, yalnızlığınızla yaşayabilmeniz için bu yolun varlığına inanmak zorundaydınız biraz da zaten. Alışılagelmiş, beylik, biraz da içi boşaltılmış bir söyleyişle, oyunun kuralıydı, bu. ‘Ötekiler’oradaydı çünkü. Ötekiler oradaydı... Tüm ‘bilinen’ hikâyelerdeki gibi... Başka zamanlarda, iklimlerde,duygu dünyalarında, hayal edildiğince yaşanamayan şehirlerde olduğu gibi... Ötekiler oradaydı... Yer değiştirseler, başka yerlere gitseler, size görünmeseler de hep orada kalacaklardı. Başka yerlere gitseniz, başka coğrafyaların keşfine içinizdeki sınırlarla çıksanız da orada kalacaklardı, sizi terketmeyeceklerdi. Oyun, sizin oyununuz, sahneyse herkesin hazırlığını özel odalarda yaptığı, özel odalarını başkalarına taşımamayı yeğlediği, aynaların çoğu kez görmezlikten gelinmek istendiği,seyircilerin oyuncu da olduğu, olmaktan kaçamayacağı sahnelerdendi. Hazırlık hep birilerinde, birileri için yapılıyordu. Hep birilerinde, gerektiği gibi doğurulan günler için... Oyunlarla çoğaltılan, daha doğru bir deyişle de biriktirilen geceler için...Küçük doğa yolculuklarıyla, küçük gidişlerle, küçük adımlarla yetinerek yaşadığınız, paylaştığınız hafta sonları için. Sessiz, herkesin bildiği, ama hiç kimsenin yüksek sesle sorgulama yürekliliğini göstermediği bir anlaşmayla...O çok eski günlerde de böyle yaşanmıştı büyük bir olasılıkla. Temelde değişen, gerçek anlamda değişen ne vardı ki, ne olabilirdi ki zaten?.. Utkuların, yenilgilerin, kırgınlıkların, pişmanlıkların, size zaman zaman farklı ölümlerle dönen ayrılıkların görüntülerini düşünebilirdiniz. Ama o anlarda herkesten çok özleyişinin, arayışının nedenini daha iyi anlayabilmek için, tüm bu olasılıkları denemenin yanı sıra, direnmeye, yaşananları, yaşanabilenleri savunmaya, doğrulamaya yönelik bir hikâyenin sınırlarına ulaşmayı da bilmek gerekiyordu.Sınırlara ulaşmayı ya da birilerine tedirgin adımlarla da olsa ilerlemeyi göze alabilmek... biraz da korkarak... O uzun yalnızlık gecelerinde, kimlerin nasıl, hangi görüntüler, kokular ya da seslerle anımsandığını, o hayatlara ancak bir yere kadar alınmış, kabul edilmiş bir konuk, bir oyuncu kimliğiyle tam anlamıyla öğrenmem, bütünün parçalarını gerektiğince, o insanların yaşadığınca,isteyebileceğince birleştirebilmem işte bu yüzden pek kolay değildi. O dehlizlere ben de inmek istemiştim ama tüm o anlama ya da anlatma çabalarına karşın, birbirlerinin engeli, gözcüsü de olabiliyordu oralarda insanlar. Bazı görüntüler ile bazı duygular, o hayatların bir başka bölgesindeydi.Bu bölgenin önemini zamanla ben de anlayacaktım. Ben de... O insanlarda ilerlemeyi bir ölçüde, tümyan çizmelerime rağmen öğrendikten sonra... Geriye bir kez daha ipuçları, ipuçlarını yakalamayı bilmek, ipuçlarının ya da ayrıntıların ardına, yeni, beklenmedik bir yerde gizlenmiş hikâyeleri yaşamayı, en azından yaşıyormuş gibi yapmayı deneyerek, bir hayalde yürümeyi göze alarak düşebilmek kalıyordu bu durumda... Yalnızca gösterilen, gösterilebilen sahneleriyle, duyurulabilen konuşmalarıyla başkalarının karşısına getirilmek istenen bir oyunun ötesine bu yoldan geçebilirdiniz.
Onun arzusunu yerine getireceğim,bir daha yazmayacağım!
cibin-1914
-Köy kahvesi-
sararmış parmaklarıyla mısır yaprağı sigarasını sardı; dudaklarına götürüp, salyasıyla yapıştırdı. Ardından, masanın üstünde duran bıçağa uzandı, alıp sevecenlikle kımna yerleştirdi. Ağzında sigara, kendi kendine usulca şarkı mırıldanmaktaydı: "...yükselir parlayarak yüreğime düşer … çalar söylerim dünyamı..." "Başım niye hiç söylemezsin ki,APO?" "Niye mi?.. Iğmm... Bir dakika ..."sigarasını kibritle tutuşturdu, keyifli keyifli tüttürerek rafta gelişigüzel duran içki şişelerine göz attı. Bakışları gaz lambasıyla karşılaştığında gözlerini kırpıştırdı; çünkü lambanın alevi canlıymışcasma, az önce biten şarkının ezgisine ayak uydurur gibi zıplıyordu gülümsemek için dudaklarını yamulttu, tezgâha yaslanıp dirseklerini işlenmemiş ağaca verdi. "Başından hoşlanmıyorum işte. Kim şarkıda yükselir de birinin kalbine düşer? Olmaz, böyle şey. nehire girip, Fırat suyuna korkusuzca dalar,balıkları kaçırtırlar..." Yeniden gülümseyip, herkesin tanıdığı o bildik narayı patlattı: "İyeyyt!" Sonra sessizce sigarasından nefes çekerek, çevresindeki yüzlere bakındı. Bir hayli olmuştu görmeyeli onları. "Yıldızlardan daha güzel şey olamaz!" diye söylendi. Uzakları görmüş Hasan aynı fikirde değildi. Kestane kırmızı bıyıklarının sert uçlarını burarak, küçümseyen bir edayla: "Denizi gördün mü hiç sen,Alp?" diye sordu. "Yoo, hiç görmedim".
"O zaman nasıl böyle söylersin? Deniz!... Ondan güzeli yok işte! Tann dünyayı elleriyle yarattı; ama denizi... onu gözleriyle …". "Saçma! Deniz ile Fırat arasında ne fark var ki?" "Nehrin sahip olduğu her şeye, hatta hatta, daha fazlasına deniz de sahiptir. Boz kumsalı vardır... dalgalan, ılık suyu... Yel sıcacıktır, esmesi de tükenmez. Bitmeyen bir türkü gibidir hep." "Fırat ’da da bu var, ya!" "Hadi ya! O, upuzun sırça bir yılandan başka şey diil! Karşılık veremedi. Yüreğinin kıpırtısı dindiğinde, şiirsel coşku da yitmişti beraberinde. Sözlerine ciddi bir endişe sinmişti artık
"Arogil geliyor" diye bağırdı Abdullah.Alp hoşnut, güldü: "İyi akşamlar, herkese!" "Hele şu potine de bak!" "Bilgiç bilgiç hava atıyor. Bi sene şehirde kalmış, az biraz İstanbul ca öğrenmiş; Ermenice tek sözcük bilmez artık!" "Eğer bunda direteceksen , hâlâ biliyoruz yani: ateriambu!" "arıenna!" diye yanıtladı Apo. Herkesçe bilmen narasını öykünerek selamlamak için elini uzattı . "İyeyyt! "
"Şimdi burda köyde kalıp, çıplak dolaşarak geceleri kahvede bezik mı oynayacaksın?" "Bilmem." "Bilmem de ne demek, seni düztaban seni? Bilmem, bilmem, bilmem! Bir adamın söyleyeceği daha akıllıca şey yok mu?" güldü. O da şimdi tezgâha dayanmıştı. 4 bardak alarak biraz içki doldurdu. "İster misin, Apo?" Dikkat et de çarpılma,bize serbest de size yasak!deyip sırıttı.
bardağa henüz yeni sarılmış eli yakaladı. "Çıldırdın mı sen ? Sofular eğer seni satarken yakalarsa, hapı yuttuğunun resmidir!" "Zevzek! Şehirden geliyo be!"
"Üstelik, bir şey değilim; hiçbir şey. Yüzüme bak bir!" Konuşurken bardağım bırakıp, hızla ufak lambayı kaptı. İşık bu yüzde, onlara göstermek istediği yerde, dalgalanarak gelip hareketsizleşti; açığa çıkardı onu. Soluğunu sıktı. Çehresi durgun ve tuhaf bir güzellikteydi; ama bu değildi göstermek istediği şey. Düşünceleri varlığının ikili karakterinin girdabında çalkalandı: "Bakın böyleyim! Bu, benim. Hiçbir şeyim. Hiç kimseyim ben. Ne renkli, ne beyaz. Hiçbir yere ait olmayan bir insan. Günahsız bir insan. Yaptığından sorumlu tutulamayacak biri. Bir melez. Ne beyaz, ne de yerli... Hiç." Yavaşça gaz lambasını yerine koydu. Yüz çizgileri mekanın loşluğunda sönüp gittiler. Bardağı kavradı, ama şimdi onu ağzına götürecek isteği yoktu artık susacağını biliyordu. Yazgısını kabullenişi akşamını zehir etmişti. Apo sessizliği bozarak, sıkıntılı havayı dağıtmaya çalıştı. "Seni hangi rüzgâr attı, ? Hanidir evden çıkmazdın?" kırmızımsı diş etleri belirdi, kurnaz küçük gözleri kırışıklar araşma gizlendi: "Özlem, belki de..."
Apo tırnağıyla tezgâhı kazıdı. "Sen ve özlemek! Şair diilsin ki sen! Hadi hadi, doğruyu söyle!" "Yemin ederim ki, özlemiştim. Nehir yükselince, Birecikten ayrıldım. Balığa Fırat’a indim. Kayığıma sordum: ’Dolaşalım mı biraz?’ diye. O da ’Evet’ dedi. Ve birlikte buraya geldik. Melekler bile nehir yukan kürek çekmezler, bilirsiniz, ama karşınızdayım işte." Sıska, pörsük derili, sarımtırak tenli, görüntüsünü bozan ve çenesine de hiç mi hiç gitmeyen birkaç tel sakallı ihtiyar sohbete karıştı: "Bir ağacı kesmek için, ötede, karşı kıyıdaydım, o sırada, nehir sapağından seslenişini işittim. Hayrola, dedim kendi kendime, gerçekten de geliyor ! Bugün meyhanede taze haberler var, gitmelisin oraya! Sakalımla balıklan ürküterek, işte bu yüzden nehirden beriye geçtim."
"Ayıpsın , sen o gümrah sakalını bir araya getirsen balıklara yem bile yaparsın!"Balıkçı düşünceli düşünceli çenesini kaşıdı: "Acele etmeyin! Acele etmeyin! Sakalım uzar elbet!"
"Ya, işte böyle, oğlum. Sen geçerken balıkçıllar bile birbirine ’Bakın, geliyor!’ diye çığrışırlar! Kimse şaşırmaz. Bense şaşırdım ve sana sormak istiyorum. Söylesene bana, ne işin var senin burda?" "Amma yaptın, ha! Tarla yapmak için. Mısır, incir zeytin, ..." neşeli neşeli ellerini oğuşturdu. "Vay canına!.. İnanılır gibi değil. Tanm yapacak, bir şeyler ekecek balıkçı ! Yakında yine zıkkımlanacak bir şeyler olacak demek o zaman.
"Hey, hey, senin şaşacağın daha bir sürü şey var burda! ’
Şişine şişine kafasını salladı " tembelliğe veda mı ?" "Şimdi bile kimse bunun olduğunu öne süremez. Buraya gelmeden önce biraz kıçını sıkıp çevreyi dolaşsaydın, kilisenin onanldığını, büyük avlunun temizlenip etrafındaki bütün yabani otlann ayıklandığım görürdün..."
Görüyorsunya , pek yakında artık Halfetiye gitmen gerekmeyecek...Apo ve Alp az önceki yerinde yoktu.Balıkçı demlenirken onlar çoktan çamurlu yola düşmüşlerdi.Bu son kez olcak ,Alp bak beni bır daha zorlama dedi Abdullah.Sen de artık Satenikten başkasını düşünmemelisin,yapamayacağını sakın söyleme,biliyorum ,yapabilirisin ,gerçi çocukluğumuzdan beri hiç bir zaman rolleri değişmemizi teklif dahi etmedin.Evlenmezsek köylünün ağzı torba değil büzesin,ikimizde erkek de olsak bunlar ahır diplerinde ne iş tutarlar diye sorarlar,artık büyüdük,bunu çocukken oynadığımız oyunlarla karıştırma!
Alpinaryan -ciddi anlamda-ilk birlikteliklerini hatırladı,sabahın il ışıklarına kadar sürmüştü,bir ara gözyaşlarına hakim olamamıştı,bununla birlikte içinde tuhaf bir mutluluk hissi de vardı,belki ilk bir kaç deneme sadece "alışmasını" sağlamıştı,gece yarısı ve sonrasında ki birleşmelerden dolayı artık içinde hissettiği ıslaklık Aponun sabaha karşı daha kolay girmesini sağlamıştı ,ayrıca yaklaşık üç saattir oynadığı role ısınmıştı,sanki sıkıntılılı geçen saatlerin ödülünü almaya başlamıştı.O günlerde çok mutluyudu ama artık "erkeğininin" devamlı ayak diremesinden yorulmuştu,yaptığı teklifler çoğu zaman reddedilmekteydi.Bir çok kez kendi inancında bu yaptıklarının cezasının ölüm olduğunundan söz edip Lut kavmini anlatmaktaydı,Abdullah;oysa iki insan arasında ten uyumu varsa cinsiyetlerinin aynı yada farklı olmasının bir anlamı olamazdı.Bununla birlikte artık yolun sonuna gelinmişti,kendisini kullanılmış hissediyordu;birden durdu Alpinaryan;"Ben eve dönüyorum,bu şeklilde olacaksa hiç olmasın "tek tük düşen kar taneleri kasketine usul usul inerken bu tepkiyi beklemeyen Abdullah donup kalmıştı,bir süre ardından baktıi,sonra o da üç evli sokağının yolunu tuttu.
Günün ilk ışıkları ile uyanıp yukardan közlenmiş odun almak amacıyla paltosuna sarıldı,hazırlıklar tamamlanmıştı .Meryem bu gece onun kadını olacaktı.Alpinaryan’ın küsmesi çok da önemli değildi ;zaten yakında o da dünya evine girdikten sonra isteseler bile görüşmeleri kısa sürmeliydi,evlilik hayatının sorumlulukları bu şekild e davranmayı gerektirirdi.Düğün yorgunluğunu atamadan Meryem iki adım arkasında olmak koşulu ile-namaz kılmaya başladılar.Mutlu olması gereken düğün gecesinde Abdullah huzursuzdu,eşini aldatmış gibi suçluluk duygusu ve arkadaşını kaybetmenini n verdiği üzüntü ile birleşmişti.Meryem ile olan birlikteliği sanki vazifeyi yerine getiren bir asker edası ile gerçekleştirdi.Kanlı bez aile büyüklerine gösterildikten sonra derin bir uykuya daldılar.Hayatında son iki gün bu şekilde geçecekti.
-ALPINARYAN-
CİBİN- 1914
Hayatınızda bir değirmenin içini gördünüz mü?Ben gördüm,belki yüz yıl sonra yeryüzünde değirmen kalmayacak ama benim gibi siz de dokuzyüzlü iseniz görmenizi tavsiye ederim.Değirmenin pencereleri tavana çok yakındır ve de çok küçüktür be nedenle içeride rahat olabilirsiniz ,sizi kolay kolay kimse göremez;yamulmuş duvarlar her an üstünüze yıkılacak gibidir.Bir kösede üst üste yığılmış duran ekin çuvallarıKARŞIDA beyaz çuvallara doldurulmuş unlar...ve yayılan mis kokusu...
Ortadaki mihenk taşının etrafında devamlı ince zerreler uçuşur diğer taraftan da kulakları tırmalayan ses varıdr ortamda.İşte bu tozlu gürültülü ortamda ilk birli,kteliğimizi yaşamıştık un çuvalları üzerinde karanlık değirmende titrek mum alevinin eşliğinde Apo ile birlikte olurken bu dünyaya kadın olarak gelmediğim için kendime lanet ediyordum artık o hayatımda olmayuacak onu geri kazanmak için elimden geleni yaptım,anamdan gizli şeker çalıp koyunlar otlarken ahıt yapıp kıllarımı bile aldım tek isteğim beni istemeseydi artık UMUDUM KALMADI yarın evleniyor ve benden istediğini yapamam..sadece kendi zevkim için eşimi harcayamam,onun bu kadar alçalacağını bilmiyordum ...demek ki başından beri tek amacı Satenikle birlikte olmaktı.İlk zamanlar ahıt yaptığım zaman Apo memnun kalmıştı gerçek karı gıbı olmuşun derdi,onun bana her dokunuşunda ruhum bendenımden ayrılır adeta bır kadının bedenıne gırerdı,Meryem’in yerinde olmak için neler vermezdim!Terk edilmek başta zor geldi gücüme gitti..ta ki o geceye kadar..
Kucuk sarı tuylerimden bir tane bile kalmayana kadar almıştım o gece ,değirmende sıcak yatağımda yorganı üstüme aldım uykuya varmak ıcın kapadım gözlerimi,kalın kalasların sallandığını hissettim,o yukardaki minik pencereler kapanıverdi de sadece sduvarlar kaldı kalın duvarlar üzerime üzerime gelmeye başladı birden üzerimde bir erkek hissettim.güçlü kolları vardı ve üstümdeydi,görmediğim halde hissettiğim güçlü kollar..işte Aponun yerini alan erkekle o gece ilk gecemdi,islamların her zaman dediği gibi tek başına ve çıplak yatma!Saten ile evlendikten sonra bu durumun sona ereceğini sandım ama yanlız gecelerimde özellikle yine tüysüz kaldığım gecelerde varlığını hissettim,Saten neden karı gibi kıllarını alıyon demişti kimi zaman,değirmendeki o geceden sonra artık Satene ilgim kalmadı ,o her yanıma geldiğinde kollarımı kaldıramaz olmuştum,etraftakiler artık çocuk yapın demeye ,Saten ise karı gibi herifsin demeye başlamıştı,Apo ise hayatından memnun zoraki selamlama ile geçiştirirdi karşılaşmalarımızı...Derdimi kime anlatacağımı bilmez oldum,inanacaklarını da sanmıyordum,ne bizim papaz efendi ne de islamların imam efendisi ...Sırrımı paylaşabileceğim tek bir kişi vardı:Abdullah.
Eski günlerdeki gibi onların ahırında buluştuk,beni yanlış anlamış gene kendisi ile birlikte olmak istediğimi sanmıştı.Durumu anlattığımda alay eder bir ifade takınmadı,panik yapan bir yüz ifadesi de yoktu,sizin inancınızı bilmem dedi aapo ama bizde buna karabasan derler cinlerin de bzim gibi kafiri islamı ve hatta oğlancısı vardır,sen bana parlak görünmek için tüysüz yattığın gece oğlancı inblislerden biri sana musallat olmuş Alp! dedi.Bu işler hep benim yüzümden başına geldi,kardeşim,seni okutmamız lazım ama hocasya ad gıtsek dedikodu alır gider,yarın gece değirmende bulusalım ben abdest alıp kuran la gelcem sen de İncil al gel yanına birlikte okuyalım,olmadı birecikteki hocayha gider derdini alatırız"
Ertesi gece geç saatler ksadar kahvede oturduk,soınrada ikimiz değirmenin yolunu tuttuk ;vakit gece yarısına yaklaşmıştı,devamlı arkamıza dönüp baktık,değirnene varmadan İslamların mezarlığından geçtik Apo geçerken ellerini iki yana açmış mırıldanıyordu,hafif ay ışığı ile birlikte elimizdeki gaz lambası ancak bir adım ötesini aydınlatmaya yaramıştı .Değirmeninin kapısı gıcırtı ile açıldı ;
"SAna burda musallat oldu değil mi,İblis ?"O nedenlen gene b urda onu kovmaya çalışacağız,Allah muvaffak etsin, kardeşim,dedi.Apo.,ve sonra elindeki bez torbanını askılı iplerini aşağı sarkıtarak anasının iğne ile tutturduğu baağı çözdü,değirmenin yukardaki küçük pencerelerinden ay ışığı az da olsa yüzüne vurdu ,Aponun,o anda ürperdim birden yüzü kireç gib olmuştu,sanki hiç kan yoktu, zavallı arkadaşım bneim gibi uzaktan gelen kurt ulumaları ve baykuş seslerimnden kireç gibi olmuştu.
Sonra Arapça okumaya başladı,çocukken her sabah erken camiye giderdi Apo,ordan çıkışta göle yüzmeye giderdik,gölde dibe dalıp minik sürtünmelerimizin devamı ise ya ahuırda ya da bu değirmende ateşli git gel hareketlerine dönerdi,bitirdikten sonra Amin deyip iki avucunu alından başlayara çenesimne doğru adeta sürüpürdü,ne okuduğunu sordum,
- Kul e’ûzü birabbinnâs
Melikinnâs
İlâhinnâs
Min şerrilvesvâsilhannâs
Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi
Minelcinneti ven nas
her cümleden sonra duraklamıştı,sanki boğulur gibiydi balgam boğazına yapıştı sandım ,sırtına vurmak içşn yaklaştığımda küçük gözbebeklerinde kırmımzı rengi gördüm;eli ile yaklaşmamaı işaret etti,sonra Türkçe yine her cümleden sonra derin nefes alarak ve daha az öksürerek;
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle.
De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
İsanların hükümdârına,
İnsanların ilâhına,
O sinsi vesvesecinin şerrinden.
O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar.
Gerek cinlerden, gerek insanlardan
şimdi de hoca efendinin türbesine gisidp mum yakalım dedi,Apo.Türbe,değirmeninn ardındaki tepedeydi,nedense duası bittikten sonrsa nefesi düzelmiş yüzüne bir parça renk gelmişti ,ama gözlerindeki küçük kırmızı noktalara anlama veremdim,değirmenin karanlığında bana öyle gelmdi diyerek düşüncelere dalmıştım,bazen burda ben un çuvallarında destel alıp eğildiğim zaman Apo arkamdan erkekliğini açıp sertçe girdiğinde inlemelerimiz ve nefesleirmiz biribirne karışırdı,daha ç0ok tahriik olmak için gölgelerimiz izlerdim,ve onun gölgesine baktığım zaman değirmendeki ışık oyularından olacak sanki tırnakları bir aslanın pençeleri gibi uzardı;ellerini omuzlarıma bastırırken ,onun önünde cok aciz zavallı bir gölgem vardı.Elbetteki benim inancımda da cin kavramı mevcuttu,size biraz bilgi vermem gerekirse;
O gece sadece cinsel ilişkiye girmemiştik belki de o iblis yada adı herneyse içime girmiş olabili,rdi benim inancım olana Hristiyanlıkta bir cin, hatta birçok cin bir kişinin içine girebilir. Bu cinler içine girdikleri kişinin içinden çıkarılabilirler; Hıristiyanlık’ta cin çıkarma " elbette vardı; insanlara cinsel yaklaşımları (seks), sahte tapınmayı desteklemeleri (dinsel) ve insanlara eziyet etmeleri (sadizm-şiddet).farklı yaklaşım tarzlarıydı.Yeni ahitte insanları falcılık, büyücülük, ruh çağırma, sihirbazlık, ölülerden medet umarak onlara yaklaşmak gibi cinlerle ilgili faaliyetlere karışmak konusunda uyarılar vardı. Cinlerin üstün yetenekleriyle insanların beyinlerini etkileme güçleri olduğuna inanıyorduk ve Cinlerin rüyaları kendi mesajlarını vermek amacıyla kullanabileceğine.....
Hıristiyanlık inancında cinler kudretli varlıklardır, insanları aldatırlar ve bazı insanları aracı -medyum- olarak kullanırlar. Buna göre bu medyumun söyledikleri eğer bu cinler medyuma doğruyu söylüyorlarsa doğru olabilir. Zira Kitabı Mukaddes cinlerin İblis gibi yalan söylediklerini belirtir. Ayrıca insanlara zarar verebilirler, bu nedenle Kutsal Metin onlarla ilgili şeylerden, ruhçuluğun her türünden uzak durulması gerektiğini söyler. İblis şeytan ile aynı kişiliktir,şimdiye kadar papaz efendiden cinlerin kadınlara musallat olduğunu duymuştum ama bir cinin oğlancı olabilecğiini düşünmemiştim.Oğlancılık deyi nce hep aklıma padişahlar gelir,çoğu zaman köyümüzdeki İslamların gücüne gitsede kimi padişahların oğlanlara düşkün olduğu söylenir.Bu konuyu açtığım zaman Apo dışındaki tüm islamlar bana kızar sen kendi dedlerine bak!deyip ben eski yunanadan gelmilşşim gibi konuyu kapatırlardı.Aslında cin çıkarmak bizim inancımızda da vardı. Cin çıkartmak (cinlere insanların içinden çıkmalarını emretmek), Müjdeler’de ve Elçilerin İşleri Kitabı’nda çeşitli kişiler tarafından uygulanıyordu: Mesih’in talimatlarını (Matta 10) yerine getirmenin bir parçası olarak İsa’nın öğrencileri tarafından; Mesih’in ismini kullanan başkaları tarafından (Markos 9:38); Ferisiler’in çocukları tarafından (Luka 11:18-19); Pavlus (Elçilerin İşleri 16) ve cin çıkaran bazı kişiler tarafından (Elçilerin İşleri 19:11-16).
İsa’nın öğrencilerinin cin çıkartmalarının amacının Mesih’in cinler üzerindeki egemenliğini göstermek (Luka 10:17) ve öğrencilerin de O’nun ismiyle ve O’nun yetkisiyle hareket ettiklerini kanıtlamak olduğu anlaşılmaktadır. Bu olay ayrıca onların imanını ya da imanlarının eksikliğini de ortaya koyuyordu (Matta 17:14-21). Cinleri kovma etkinliğinin öğrencilerin hizmeti için önemli olduğu açıktır. Ancak, cinleri kovmanın öğrencilik sürecinde gerçekte nasıl bir rol oynadığı açık değildir.
İlginçtir ki, Yeni Antlaşma’nın son kısımlarında cinlerle savaş konusunda bir değişiklik gözlenmektedir. Yeni Antlaşma’nın öğretici kısımları (Romalılar’dan Yahuda’nın sonuna kadar) cinlerin etkinliklerinden söz eder ancak onları kovma etkinliklerini ele almaz ve inanlılara böyle bir şey yapmaları da öğütlenmemektedir. Bize onlara karşı durmak için Tanrı’nın silahlarını kuşanmamız gerektiği söylenmiştir (Efesliler 6:10-18). Bize iblise karşı durmamız (Yakup 4:7), ona karşı dikkatli olmamız (1 Petrus 5:8) ve hayatlarımızda ona yer vermememiz (Efesliler 4:27) söylenmiştir. Ancak bize o ve cinlerini başkalarının içinden nasıl çıkartmamız gerektiği, hatta böyle bir şeyi düşünmemiz gerektiği bile söylenmemiştir.
Efesliler Kitabı, kötülüğün güçlerine karşı savaşta yaşamlarımızda zaferli olma konusunda bize açık talimatlar verir. İlk adım, Mesih’e iman etmektir (2:8-9) ki bu, “havadaki hükümranlığın egemeni”nin üzerimizdeki yönetimine son verir (2:2). Bundan sonra yine Tanrı’nın lütfuyla, Tanrı yolundan uzak alışkanlıkları üzerimizden sıyırıp atıp Tanrı yolunda olan alışkanlıklar giyinmeliyiz (4:17-24). Bu cinlerin kovulmasını değil, düşüncelerimizin yenilenmesini gerektirir (4:23). Tanrı’nın çocukları olarak O’na nasıl itaat etmemiz gerektiği konusunda birkaç pratik talimattan sonra ruhsal bir savaşın var olduğu bize hatırlatılmaktadır. Bu savaş, cinleri kovarak değil, cinler dünyasının hilelerine karşı durabilmemize yardım eden belirli silahlarla savaşılır (6:10). Cinlere karşı, gerçek, doğruluk, müjde, iman, kurtuluş, Tanrı Sözü ve duayla dururuz (6:10-18).
Tanrı Sözü tamamlandıkça, Hristiyanlar’ın ruh dünyasıyla savaşmak için ilk Hristiyanlar’dan daha fazla silahları olduğu görülmektedir. Cinleri kovma rolünün yerini büyük ölçüde, Tanrı Sözü aracılığıyla müjdeleme ve öğrencilik almıştır. Yeni Antlaşma’da ruhsal savaş yöntemleri cin kovmayı içermediğinden, böyle bir şeyi yapma konusundaki talimatların ne olduğunu belirlemek zordur. Eğer böyle bir şey gerekiyorsa, kişiyi Tanrı Sözü’ne ve İsa Mesih’in ismine maruz bırakmanın en iyisi olduğu barizdir.
31.12.2014
ESKİŞEHİR
Ben ARKA balkondoyım kitapların arasındayım sevgilim!" diye bağırdı delikten aşağı doğru. "Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara." Son sözlerimi duydu mu? "Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim." iyi. Durgun bir gün. Bütün hayatımca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. "Bir yerini kırarsın karanlıkta." Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rasgele, önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi: Gene mi dü-şünüyor?
Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korktu; fakat, yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yere tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini? Ölecekler diye öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için. Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerim hiç değişmemiş. Utandı; gene de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra rejimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de, kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda
onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında... saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım. Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara aşamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar! Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını dü-şünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçir-memeliyim bunu. Aceleyle resimleri yere yaydı", el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış ola-bilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kadar uzunmuş etekler. Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç. Kim bilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur ol-du, sonra... ilk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi! bir zamanlar evliydim ben de... sonra gene evliydim. İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce, nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiştim. Sonra ne olmuştu? Sonra... buradasın ya... bu evde. Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: Demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki... Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin... Bununla ne ilgisi var? Fakat ben... ondan kaçarken, nasıl oldu da birden başımı çevirip bu resmi çektirdim?
Kardeş apartmanında çocuk olmak demek kavgalarla büyümek demekti.Dört kardeş ve dört daire ve altı farklı "küsme"ihtimali,en üst kat en alt katla,ikinci kat birinci katla ikinci kat üçüncü katla üçüncü kat dördüncü katla...vs..vs..en üst katta gümüştaş ailesinin en büyük ferdi yaşardı yani teyzem,Cumhuriyet ilkokulunda okuyan ailenin en büyük ferdi,okulun ne kadar eski olduğunu düşünürdü hep Necip,teyzesi ile aynı okuldan mezun olduğu için,dördüncü katta yanlz yaşardı,yaşamının yarısına yanlız yaşayarak geçirdi,ayrıldığı eşinin gece geç saatlerde elinde içki şişesi ile sokak lambasının altında bağırıp mahalleyi ayağa kaldırdığı günler olurdu,bu adamın çok ünlü bir hafız olduğu söylenirdi bir zamanlar,ancak belirli zamanlarda akli dengesini kaybeden ileri derecede hasta bir haafız,kimine göre askerdeyken attan düşüp kafasından yara aldığı kimine göre doğuştan olduğu söylenen bir akıl hastası,ancak bin dokuzlü yıllaraının Türkiyesindeki bir güney doğu kasabasında elbette tanışarak evlenilmezdi.İlk zamanlarda ruhsal dengesiiniin yerinde olduğu zamanlarda çok zeki olduğu Kuranı defalarac hatim ettiği gür sesiyle dinleyenlere bir ziyafet veren bu din alimi köylerde ünlü bir hoca olarak nam salmıştı,ancak yaz mevsiminde elli dereceye dayanan sıcakların etkisinden belki ruh sağlığı bozulduğu zamanlarda bir elinde ayetler diğer elinde içki şişesi ile kasabanın meydanında bağırırdı.Bu kişi iile evlilik hayatını yürütmek çileye katlanmak demekti teyze için,dört çocuğunu büyüttükten sonra varın yoğunu satıp savuran bu akli dengesi bozuk hafızdan boşanmayı başaran teyze tek başına hem anne hem baba olmanın zorluğunu yaşadı,parasızlıktan Osmanın en büyük ağabeyi Hakan’a baktı,yokluk içinde hayata tutundu ve ikibinonlu yıllrda hayata veda etti,yaşamının son yıllarında bir anne için mümkün olabilecek en büyük acıyı yaşadı ,ilk evladını kırklı yaşlarda akciğer kanserinden kaybetti,bu darbeyi ilerleyen yaşında kaldırmak zordu,yanlız yaşadığüı hayatında yanlız başına veda etti yaşama,necip defalarca çıktığı teras katında anneannesinin yakınlığını yaşadı ancak Osmanla koşup oynadıkları zaman fdazla gürültü çıkardıkları için teyzeleri tarafından sık sık uyarılırlardı,yıllar sonra ilkbaharın kendini hissettirmeye başladığı bir pazar günü anneanne bir hafta boyunca iki dünya arasında gidip geldikten sonra hayat gözlerini yumduğunda artık ailenin en büyüğü teyze olmuştu,o pazar günü teyzenin küçük ve büyük dayının ve annnesinin ağladığı gündü,bir asırlık ömrünü noktalamaya çalışan anneannenin "diğer tarafa"huzur içinde gitmesi için kasabanın ünlü din alimlerinden görüşler alınmıştı,çocukları barışmalı ve can çeken bu yaşlı kadının kulağına en büyük çocuk "Ana,çocukların barıştı"demesi gerekirdi ve barışın gelmesinden bir kaç gün sonra anneanne gerçekten yaşama veda etmişti.bir anne için ruhunu teslim etmeden önce bu cümleyi işitmek önemliydi elbet,ergenlik yaşına yeni girdiği yıllarda aklında kalan ise annesinin büyük ağabeyinin elini öpmesi ve "benim babam sensin" demesiydi,Osmanın babasının bir çocuk gibi ağlaması onun duygularının olması ve ölümün her yaştaki insan için acı olduğunun farkına varmıştı necip.Anneanne öldüğünde Osman kasabada yoktu,Tıp eğitimi almak için ayrıldığı kasabaya bir daha dönmedi,ağabeyleri Teoman ve Hakanda üniversite eğitimi almak için gittikleri şehirlere yerleştiler,seksenli yıllarda her dairede en az üç çocuğun olduğu apartman yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı,gurbete gidenler ve ahirete gidenlerle...
Okuduğu her kitabı yaşama yeteneği veren gizemli adam beyaz kürelerin bir araya gelerek oluşturduğu şekille son kattan sarkan ablasının üstünde belirdiği günden bu yana tekrar görünmedi Necip’e ama bu kabiliyet kitapların dünyasını açmıştı.Cumhuriyet ilkokulunda mızıka çalan öğretmeninin hediye ettiği kitap okuduğu ilk kitaptı ve kısa düz siyah saçlı esmer kız da ilk aşkı,okul bahçesinde "yağ satarım bal satarım ustam ölmüş ben satarım "oyunu oynanırken hep mendili Özlemin arkasına bırakırdı Necip ,onun kendisini kovalaması için ve yakalaması için ,hayatındaki en mutlu anları onun yanında oturup plastik fasulyelerle birlikte oynadıkları,defterlerine defalarca "Ali gel"yazdıkları andı,ve sekiz yaşına girdiğinde okul kapısında beklediği beyaz arabanın gelmediği an ise en üzücü andı,ileriki yaşlarda yine aşık oldu elbet ama çocukluk gibi ilk aşk da sadece bir kere yaşanırdı.Yıllar sonra evlenip baba olduktan sonra aşktan gözü kör olunca karısını ve oğlunu terk etmeye karar vardiği zaman okudu "Beyaz Gemi"yi.Babasız büyüyen bir çocuğun yanlızlığı anlatılıyordu,sayfalar ilerledikçe kendini kitapta buldu Necip.Yüksek bir tepeden denize bakarken...
İlerden kuğu gibi süzülen beyaz gemiyi gördü,acaba babası o geminin kaptanımıydı?birgün dönecek sıcaklığını hissettirecekmiydi?baba yeri gelince arkadas yada ağabey olabilirmiydi yoksa asık suratlı sık sık azarlayan kimi zaman döven anlayıştan uzak bir adam olabilirdi,aslında baba ne demekti?sözlük anlamını bildiği halde bu kelimenin anlamı zihnine yerleşmiyordu,kitaptan sıyrılıp hayatına döndüğünde ekmek almak için babasından aldığı parayı haracyıp eve döndüğünde babsının kulağından tutup parayı geri almak için harcadığı mağazada yediği dayağı hatırladı,onsekizizne bastığında sabah erkenden kalkıp babasından para çalıp deniz kıyısına garsonluk için kaçmayı planladığı günü hatırladı,son anda yakalnışı ve kapı önünde tekrar yediği dayağı.."Adam olduğunu mu sanıyorsun ?"sorusunu yanıtsız bırakmıştı,adam olmak belki de onsekizine basmak değildi,kendi ayakları üzerinde durmak,o deniz kasabasında garsonluk yaparken sadece bir gün çalışıp ikinci gün kaçmak değildi adam olmak ve ititiraf etmek gerekirse adam olmak çok zordu,bu uçsuz bucaksız maviliği izlemenin dalgaların sesini dinlemenın bir bedeli vardı.Bu bedeli ödemek için yeterli gücünün olmadığını hissetti Necip,osmanın her yaz anlattığı yaz tatili öykülerinde bıkarak dinlerken bir taraftan da merak ederdi,deniz ne kadar büyüktü ve ne kadar derindi?Osmanın babasının fabrikasındaki mercimek yıkama havuzunadn büyük müydü ve su sarı mıydı acaba ,her yaz tatilinde dayısının Osman’ı kucağına alıp havaya kaldırdıktan sonra denize fırlattığını biliyordu artık,kırmızı renkli arkası geniş arabanın içine yığdıkları eşyalarla sabahınerken saatlerinde yola çıkarlardı,yaz tatili kuzeni için kum ve güneşti ama Necip için farklı işyerlerinde çalışmaktı,hayatı öğrenmek için rica ile akrqaba çocukları yakınlardan birinin işyerine çırak olarak veriilrdi.
LİBYA,1915
-Alpinaryan Kırkıryan-
DAR SOKAKLARI kerpiç evleri olan bir sokakta çarşaflı kadınların bir köşede dedikodu yaptığı bir topluluk içindeydi ,parası yoktu.dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte,şarkılar söyleyip başkaları adına sevap işleyemezdi;
konuşamadığı için, bu bakımdan da başarı kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran-ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözlerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paralan kapadı. Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kara cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni şadırvana kadar götürüver," diye söylendi ihtiyar, aksi bir seste. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya. Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti. "Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?" Şişman bir adam duruyordu yanıbaşında: "Bir iş verilse çalışmazsın." Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda. Yolda, "İki buçuk liradan fazla vermem," dedi ince sesiyle şişman. Yan yana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acınmıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarım yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince caddeye doğru itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filan (rıhtıma kadar). Onu sağlam sayanlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy
aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş ve binaların üst katlan kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin. Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı; elini cebine soktu. "Dur bakalım, bir giydirelim hele." Çevresine bakındı satıcı, oyuna katılacak birilerini aradı. Karşı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu onları; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu. Başka ilgilenen yoktu.
Manto vücuduna yapıştı. Satıcı hızla çevirdi onu; etekler dönerek açıldı. Meyhanedeki adam bu kadarını beklemiyordu; birden gülmek zorunda kaldığı için ağzındaki bütün birayı ileri
püskürttü. Satıcı kendine geldi: "bu palto uymaz sana , bu,kırık dökük ermeni lisanı biliyordu; sana olmaz." Satıcının elini itti yavaşça; mantonun içinde, telaşla pantolonunun cebini aradı. "Çok pahalı, sen alamazsın," dedi satıcı son bir çabayla. " Satıcıyı dinlemiyordu. Bütün parasını uzattı bir top halinde. Satıcı yığını açtı istemeden; önce içindeki bozuk paralan ayırdı, sonra kâğıt paralan saydı. Eteklerinin nereye kadar indiğine bakıyordu: Ayak bileklerine geliyordu neredeyse. "Komik olursun,demek için el kol hareketleri yaptı, satıcı. Meyhanedeki adam kendine gelmişti. Göğsündeki sancı geçmişti. Fakat gülmek de gittikçe zorlaşıyordu. Bununla birlikte, satıcıyı tuttuğunu belirten göz-lerle izliyordu olayı. Satıcının neşesi kaçmıştı; sadece, dur-durulması güç inadı kalmıştı ortada. "Başına geleceklere de karışmam." çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden. Meyhanedeki müşteri, olaya sırtını çevirdi. Satıcı yalnız kalmıştı. "Allah belanı versin," dedi. "Şimdi artık inanmazsın ama, bu sabah ihtiyar bir kadın getirmişti; . Kadın eşyası bu, kolay satılmaz ki." Sesi öfkeliydi.kalabalığa karıştı, Tentelerin bittiği yerde gökyüzüne baktı. Yerdeki bir su birikintisinden güneşle birlikte yansıdı. Sonra su birikintisi kalabalıklaştı; lekesiz görüntüsünü,
irili ufaklı gölgeler çevirdi. kendini seyretmek için eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılamak gerektiğini bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. eteklerini kirletmemek için su birikintisinin çevresinden dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar. Arkasına bakmıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Konuşulmuyordu; fakat ne de olsa topluluğa katılanlar gittikçe arttığı için hafif bir uğultu geliyordu peşinden. Yüksek duvarlarla çevrili küçük bir cami avlusunu geçtiler. Meydandaki kahvenin gölgesinde serinlemek için kalanlar olduysa da, çaylarını çoktan bitirerek ne yapacağım bilemeyenler onların yerini aldı. Çok kalabalık sayılmazlardı; gene de, avlunun kemerli kapısını geçerken hafif bir itişme oldu. Sonra, karşılarına çıkan beklenmedik birkaç basamaktan inilirken yaşlıca bir adam, iki çocuğun üstüne düştü. Küçük bir karışıklık çıktı. Bazıları da duvarlardaki, işçi arayan yüzlerce ilana kapıldı bir süre. Kısa bir duraklama dönemi geçirildi. İki duvar arasına sıkışmış basamaklardan kurtularak genişledikleri zaman biraz ferahladılar doğrusu; fakat, mantolu adamı bulamadılar. Gitmişti. Bazı küçük tartışmalar çıktı; iş arayanlara ve henüz, düştüğü basamaktan kalkma fırsatını bulamayan ihtiyara çatıldı. Bir sonuç alınamadığı için kalabalık dağıldı.
Yakıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yaran dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanma yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dilden
bildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. "Bu adam turist değil," dedi birisi. "Kendini yutturmaya çalışıyor." Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, "Yok yahu, bu herif ingiliz," dedi. O dilden de küfür edildi. Sonra ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler; canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı. Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hatta bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan. Mantosunun üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken terleri mantosunun geniş yakasıyla sildi. Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada. Mantosunu ilikledi, eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
Yüksek binaların, koruduğu dar bir sokakta bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. "Baksana sen buraya," diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. "Nereden buldun onu" Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanına, kolundan tuttu. "Hey mister!" dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sanlı gömlekler çıkardı içinden ve mantolu adamın eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, "Sen turist," dedi.
Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra , göğsünün kıllan gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: "How much?" dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. "Herif esrarkeş," diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanma yaklaşarak, "Sağırdır," dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağım onun ağzına dayadı.
"Ben dilinden anlarım."
"İçeri gelsene biraz." Durdu, düşündü: "Öyle ya, anlamaz." Bavullu Satıcının yolunu denedi: "Sen gelmek dükkân burda," dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikte bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. "Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!" Bir süre daha çevresinde dönüldü. "Manken," dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler "Manken, manken," diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de "Canlı manken!" diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracaktan sırada, "Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle," diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz
beyaz bez sarıldı. örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. "Böyle put gibi durmasın," dedi tezgâhtar. "Güzel bir poz verelim ona." Gene düşündüler. "Kollarını açalım," dedi patron. "Vitrini doldursun." "Yorulur, kollarını oynatıp durur." Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kollan. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. "Cansız bu, kukla," diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: "Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün, işte, büyük fedakârlıklarla Kuzey Kutbu’ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı isveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. işte, koca manto, onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. ’Saran Kumaşları’ yalnız mağazamızda. Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!" Önce, onu yakından görmek isteyenler içeri girdi. Bir kadın, ağlayan çocuğunu omzuna çıkararak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sonra kumaşlara da baktılar. Genç kadınlar onun mantosunu da tuttular, aynı kumaştan olup olmadığını anlamak için. Mantonun etekleri açıldı, pantolonun yırtık dizleri göründü. Tezgâhtar, müşterinin az olduğu bir sırada onun iki bacağına bir kumaş daha sardı. Patron da kloş etekleri açarak ona yardım etti. Eteklerin bu durumu ikisinin de hoşuna gitti ve yelpaze gibi açılmış uçları iğneyle oraya buraya tutturdular. Mantolu adam bütün vitrini kaplamıştı. Ondan başka hiçbir şey görünmüyordu. Bunun üzerine, omzundan, kollarından biraz kumaş sarkıttılar.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, "Ona da bir şeyler vermeli," dedi patron. "Yığılır kalır sonra." Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına biraz humus koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu^sırtını tezgâha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, "İşimize yaradı, değil mi?" diyerek güldü. "Yoruldun mu?" dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsun işte." Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sanlı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı yürürken, üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş
çıkmaya başladı kaldırımın içinden,baktı: Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini dilenci,düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikte. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek, cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarapla çıktı birkaç yudum içtikten sonra adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanı ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir teneke kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler.
, biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda.
Kafasına bir iki top attılar. Bir toptan kaçmak isterken sandalyesiyle birlikte yere yıkıldı. Çevresine toplandılar. Çıplak bacakların duvarından ürktü, gözlerini kapadı. "Sarası var," dedi öndeki gençlerden biri. "Ayaklan da sargılı dedi dik burunlu bir genç kız. Kalabalık büyüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için itiştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı. "Nefes alsın rahat bırakın adamı," diyerek ön sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı. Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı.
Burada anlatılanların ya da kendini yavaş yavaş yazdırmış bu uzun hikâyede yaşananların kimi insanları rahatsız edeceğini biliyorum.Bu hikayeyi
kabul ettirmek isteyenlerden elimden geldiğince uzaklaşarak anlamaya, daha da önemlisi sorgulamaya
çalıştım.
Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen gecelerde de böylesi bir duyguya kapılmıştım. Bana
duyurulanları, hayatımın bir yerlerine koymaya çalıştığım gecelerdi o geceler... Beni ben yapan, beni,
başka bir sesle, içimdeki o sesle taşımaya çalıştığım halde, bulduğum tüm gizli köşelere ve
oyunlara karşın benden kurtaramayan, köklerini çok uzaklarda, bana kalan bir mirasta arayabileceğim
bir duyguydu bu...
ben kimim ?nerden geliyorum?
Bir iş yerineyeni atanan memura sorulan ilk soruyu bilirsiniz ,yörük müsün,çerkez mi?
Tatar mısın ?laz mısın?
Kürt müsün yoksa?
araP?
Hıc ermenimisin diye soran olmaz ,yada ben ermeniyim denmez..
Bu mirası yaşamanın hikâyesini anlatmalıydım, bu olasılığın,
hayatımdaki, doğduğum, yaşadığım şehirdeki uzantısını, yeteneklerimin, elverdiği
ölçüde görmeli ve göstermeliydim elbet. Bu inancın bana verdiği güçle, daha sakin olmalıydım bu durumda.
bu durum, yaşadığım, tutunmak istediğim olasılıklardan biriydi ama sadece.
Yaşadığım, tutunmak istediğim olasılıklardan biri... Beni, o sakin sularda yüzmeye çalıştığım
günlerde, başka sesler de çağırmıştı oysa. Bir tek yerde kalma, bir tek yer için yaşama ve ölme
korkusu, başka yerlere, uzun süre kalamadığım, yaşayamadığım o yerlere gitmenin yolunu içimde
biraz da bu yüzden, bu olasılığa sonuna kadar inanamadığım için açmıştı. O hayallere bu yüzden
kapılmıştım. Bu yüzden yalan söylemiş, yalanlarla da yaşamayı öğrenmiş, sevdiklerime ihanet
etmiştim.
Kendimi, oluşturmaya kimliğimi oluşturmaya çalıştığım bu hikâye adına, kendime bir kez daha sormam gerekiyor Kendimi, kendime bir kez daha sormam gerekiyor...
Başkalarını, söylediklerimle rahatsız
edebileceğim duygusunun, başkalarından istesem de istemesem de taşığıdım o duygulardan olup
olmadığını anlamaya çalışmam gerekiyor. O tarihte yaşadıklarım, bana susmam, öfkemi içime
gömerek susmam gerektiğini de öğretti çünkü. Birilerini, birilerine bir ayna tutarak rahatsız etmenin,
farklı bir yerden düşünmeye çağırmanın kolay olmadığı bir iklimde doğdum ben de sonuçta. O iklimin
‘dilleri’ benim sığınağımdı. O iklimin ‘dilleri’ benim de tutsaklığımdı...
Yola çıktığım günlerde, tüm yaşadıklarıma karşın, başkalarını, varlığım, söylemek ve hatırlatmak
istediklerimle rahatsız etmek gibi bir amacım yoktu oysa. O günlerde benim de ‘anlatmak’, yalnızca
‘anlatmak’ istediğim bir masalım vardı.
Nerede,
ne zaman, kim için?.. Ertelemek, umut etmeyi sürdürmek, yaşamak, sonuna kadar, ‘onlara’ karşın
yaşamak ve göstermek ya da ‘anlatarak yaşamak’, uzun, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir geceden
sonra, yepyeni bir sabahı doğurmak için korumaya çalıştığımız o hikâyelerden miydi bu hikâye de?..
Anlattığımız, daha da önemlisi anlattığımızı sandığımız geçmiş, hangi dilin ya da sözcüklerin
geçmişiydi aslında?.. Sorulması kendince bir yürekliliği gerektiren, yanıtları sessiz sedasız küçük
cinayetlere, bir şeylerin, adını bir türlü koyamadığımız bir şeylerin bir yerlerde öldürülmesine yol
açabilecek sorular biraz da bunlar. O ilişkilerde, tıpkı o aşkın yolcusu gibi, her geçen gün, her insanda,
biraz daha çok tükendiğimizi boşuna düşünmemiştik... O ilişkiler, o yılların akışında, bizim belki de
daha çok yalnızlığımız olmuştu... Sözcükler, o sözcükler, her zaman bizim sözcüklerimiz değildi
çünkü. Sözcükler her zaman bizim sözcüklerimiz değildi... O sözcükler bizim çıplaklığımız,
kendimizi yeniden keşfetmemiz de olabilirdi ama, biz ‘aslımızdan’, bize yalnızca kendi sözcüklerini
vermek isteyenler tarafından yavaş yavaş, sinsice koparılmıştık... O sözcüklerin hangi sözcükler
olduğunu sorabilir miyiz şimdi birbirimize?.. O sözcükleri birbirimizden isteyebilir miyiz, birbirimize
hatırlatabilir miyiz?.. Biz yeniden o sözcükler olabilir miyiz?.. Biz yeniden o sözcükler olabilir
miyiz?..Polikicaların kuran kursu öğrencileri gibi hafif salınarak söyledikleri kalıplaşmış popülist cümleleri hepimiz biliriz,bu ülkede etnik ayrımcılık yapanın karşısına ilk ben dikilirim!!Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık!!
Ne yazık ki ;bu söylem gel zaman git zaman afedersiniz benim için ermeni dahi dediler söylemine dönüşür,sonuç olarak gösterişli sahte sevgi dokunuşlarının yerini gerçek faaliyetler almalıdır,her iki tarafda geçmişi unutmalı,geleceğe umutla bakmalıdır..
-Bir küçük epigraf-
10 Ekim 2012
1988 yılında Armen Aroyan, tanışmak, Antep’i yakından tanımak ve diyalog başlatmak üzere bir arkadaşı ile Gaziantep’e geldi. Bana, sadece üç gün kalacağını yazdığı için, ona göre bir proğram yapmıştım. Bir gün Rotary Kulüp’de konuştu.-O tarihte sadece bir kulüp vardı ve ona da sadece erkekler üye idi.- Bir başka gün Kavaklığa götürdük. Bir günde şehri gezdik, özellikle Kiliseler hakkında çok bilgi vermişti, hatırlıyorum. Dördüncü gün oldu. Ben, ayrılacak, gidecek diye beklerken, “ben gitmek istemiyorum, birkaç gün daha kalacağım. Beni Cibin’e götürmenizi rica ediyorum” dedi. Allah Allah, Cibin neresiydi? Hayatımda ilk defa duyuyordum bu ismi. Kadir Maz, o tarihlerde Seç Otobüslerinde çalışıyordu. Armen Aroyan’ı ağırlamamda da çok katkısı olmuştu. Ona telefon edip, Cibin’in neresi olduğunu sordum. “Yanıma gelin, bir Cibinli çağırayım size anlatsın” dedi. Cibin’e gideceğimiz şoförü de yanımıza alıp, hep birlikte Otogar’a Kadir Maz’ın yanına gittik. Şimdi ismini hatırlamadığım bir beyi çağırdı. Cibinli olan o bey, şoförümüze oraya nasıl gidileceğini anlattı. Ertesi gün erken vakitte düştük yola...
Cibin’in ismi, Saylakkaya olarak değişmiş, önce onu öğrendik. Birecik köprüsünü geçtikten sonra gidilen, Halfeti’ye bağlı bir köy Cibin. Fotoğraflarda göreceksiniz, çok bozkır bir görünümü var. Köyün orta yerinde çok sayıda kayadan oyulmuş sarnıç var. Bugün sarnıçlar, emniyet gerekçesi nedeniyle taşla doldurulmuş. Ben 1988’de gittiğimde o sarnıçlarda halen su vardı...
Otogardaki Cibinli’nin tavsiyesi üzerine Kel Müslüm’ün evine misafir olduk. Allah rahmet etsin, Müslüm Bey, çok misafirperver bir insandı. Bizi, en iyi şekilde ağırladı. Bu arada köyde “Arogilin oğlu gelmiş” diye duyan herkes Müslüm Bey’in evine doldu. Kimisi Armen’e dokundu, kimisi isim verip, tanıyıp tanımadığını sordu. Cibinlilerin Müslüm Bey’in evine doluşup, Armen’e aşırı ilgi göstermelerinin hikayesi şu idi:
Armen’in ismini aldığı dedesi, Armenag Aroyan 1878’de Cibin’de doğup büyümüştü. Çok sayıda ağaçtan oluşan bir fıstıklıkları vardı, hali vakti yerinde insanlardı yani. Hovannese Aroyan pek ileri görüşlü birisi olduğu için, oğlu Armenağ’ı yürüme mesafesi birkaç gün olan Merkezi Türkiye Koleji’ne Antep’e göndermişti. Armenag, Merkezi Türkiye Kolejine giden ilk Cibinli olmanın yanısıra, başarı ile Koleji bitirmiş, öğretmen olmuş, köyüne geri dönmüş ve öğretmenlik yapmıştı. Tarih bu sırada 1898’zi gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda, Armenag çalışmak üzere Mısır’a gidecek, orada Antepli Gülenla ile tanışıp evlenecekti. Bir çocukları olunca, bebeği anne ve babasına göstermek için Armenag tekrar yollara düşecek ve Cibin’e gelecekti. Ancak, burada büyük bir talihsizlik eseri tifüse yakalanacak ve Dr. Shepard’ın tavsiyesi üzerine ailesi ile geri Mısır’a dönmeyecek, Antep’te kalıp, ölümünü bekleyecekti.
Bütün bunlar 1915’den önce olmuştu. 1915’te tehcir kararı çıkınca Cibindeki Ermeni ailelerin büyük kısmı, kızlarını bilemedikleri, tehlikelerle dolu çöl yollarına götürmek istemediler. Müslüman komşularıyla araları gayet iyiydi. Tahminen 30 kadar Ermeni kız çocuğu bu şekilde geride kaldı. Müslüman aileler tarafından büyütüldüler ve o ailelerin erkek çocukları ile de evlendirildiler. Böylece, çoğu Cibinlinin annesi Ermeni olmuş oldu. Tabii, bu kızların hepsi Müslüman oldular ve Türkçe isimler aldılar... Cibin’de Ermeni bir anneye sahip olmak, utanılacak bir şey olmadığı gibi, suçlanacak veya dedikodu konusu olacak bir olay da değil. Üstelik melezlik pek de yakışmış! Cibinli deyince benim aklıma sarışın yeşil veya mavi gözlü güzel bir kadın veya erkek geliyor. Armen’in babası, Albert Aroyan’ı –bebekken Cibn’i ziyaret etmişti- Amerika’da görme şansım olmuştu ve baba Aroyan, gözleri, bakışları ve sarışınlığığla tipik bir Cibinliydi.
Evet, Armen Aroyan’ın Cibin’le bağı işte buradan geliyordu. Cibinlilerin deyişiyle “Arogil’in oğlu” neredeyse yüz sene sonra onları ziyarete gelmişti, çok önemsiyorlardı. Müslüm Bey, bizi Arogil’in fıstıklığına götürdü önce... Armen pek heyecanlandı: “yahu burası tıpkı ailemin bana anlattığı gibi... Kırmızı ve verimli toprak. Üzerine otursanız, sonra üzerinizi silkeleseniz, toprak katiyen yapışmıyor. Hava güzel, gökyüzü masmavi, insanlar güzel... Ne şanslı insanım ben, Allah, burayı görmeyi kısmet etti bana...” dedi.
Haziran ayında Cibinde ki diğer bir durağımız nüfus cüzdanına ismi “Hanım” olarak kaydedilen Satenik Kırkıryan’dı. Satenik o zaman, 88 yaşında, kınalı saçlı, son derece konuşkan, muhteşem bir hafızaya sahip çok şeker bir kadındı. Etrafındakiler Satenik’e “Arogil’in oğlu gelmiş, seni görmek istedi” dediler. Konuşmaya başlarken Armen’i yanına otutturdu. Onun kolunu tutarak, “kele, senin deden benim öğretmenimdi. Bana neler neler öğretti” dedi. Ve, öğrendiği “Rab çobanımdır” cümlesi ile başlayan İncil’den bir parçayı okumaya başladı. Armen bu sırada gözyaşlarına boğulmuş, kendisini kontrol etmeden özgürce ağlıyordu. Bir süre konuşmaya devam ettiler. Derken, Nuri Güngören’i getirdiler odaya. Nuri Bey, Annesi Ermeni olan bir başka Cibinliydi. Gözleri doğuştan kördü. Ermeni dayısının yardımıyla Beyrut’ta ve Halep’te körler okuluna gitmişti. Öğrendiği ama hiç konuşmadığı Ermeniceyi Armen’in köye gelişiyle yeniden hatırladı. Başladı Ermenice konuşmaya, eski şarkılar söylemeye... Armen’in kendinden geçip, “bir tane daha söyle, biraz daha konuş” diye Nuri Göngören’e rica ettiğini hatırlıyorum. Ben ise, hiç de farkında olmadığım bir kültürle, olaylarla karşılaşmış olmaktan son derece şaşkın, meraklı bakışlarla etrafı süzüp, mümkün mertebe olayları hafızama kaydetmeye çalışıyordum.
2012 senesinin Eylül ayında tekrar Cibin’e gittik. Benim, Cibinli olarak tanıdığım insanların hepsi ölmüştü. Zaten çocukları ve torunlarıyla haberleştiğim için öldüklerini biliyordum... Arogil’in fıstıklığına yine gittik, bu sefer oranın sahiplerinden birisi, Yakup Çetinkaya götürdü bizi oraya. Giderken mezarlığın yakınından geçtik. Orada yatan ne çok insanı tanıyordum ben... Hüzünlendim tabii... Ama, hayat böyle değil miydi? Satenik gözümün önüne geldi. Acaba, torunları, torunlarının çocukları kendisi gibi güzel ve zekimiydi?
Yakup bize, babasının kendisine söylediği bir cümleyi nakletti: “şu ağaç var ya, işte onu Arogil’in babası eliyle dikmiş. Ben çocukken çok büyük bir ağaçtı bu. Zamanla yaşlandı, dallarını rüzgar kırdı ve sadece bu gördüğünüz gövdesi kaldı. Hatıra diye, kesmek istemiyoruz ağacı...”
Cibinliler’in kızlarının hemen hepsinin okuduğunu, köyün son derece temiz olduğunu, su, kıt olmasına rağmen, misafir olduğum evlerin de çok temiz olduğunu, Cibin’in ziyaret ettiğim diğer köylerden farklı olduğunu da bir başka sefere yazayım.
hıkaye bu mkaalden olusacaktır..cııbnlı satenık ın hılayesı ...cııbnlı ıkı aıle ermenı ve muslumandır zamanla bu ıkı aıleden musluman adam ve ermenı kadın arasında yasak ask olur bu askın meyvesı olan erkek cocuk musluman aıleye teslım edılır .bırıncı kısım burda bıter.
ikinci kısımda erkek cocuk anlatılır,yanlız bu yakısıkılı cocuk musluman olan uvey annesının tacızlerı ıle buyur kadın kocasından ıntıkam almak ıcıcn bunu yapar,cocuk olyaın farlına vardıgında bbabsına danısırı
burda gecmısıe bır yolculuk yapılır vehersey okuyucuya ve de yakısıklı easa soglana acıklanır
sonuc kısmında ıse surpırız vardır easas ogalnınıan musslumana bababsı aslınad uc harflıdıdr..
anaghtar keleımelr:tehcır ,cıcnıbın sayalakakaya 19165 1925 ,uc harflıler,
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.