- 1423 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
Tramvayda Özel Bir Şair
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Günlerden Salıydı. Beyoğlu’nun arka yakasında kalan soğuk bir gündü. Kabataş tramvay durağına yürüyordum. Tek başıma. Bedbin ve bir sokak kedisi kadar avare. Üzerimde tanımadığım insanların bakışları geziniyordu. Paltomun içinde gittikçe küçülüyordum sanki. Şarkı mırıldanmak istiyordum, ama hafızam müsaade etmiyordu bir türlü. Giydiğim botların çıkardıklar sesten bile rahatsızlık duymaya başlamıştım. Yolda birbirine sımsıkı sarılan çiftler. Karşıdan karşıya kırmızı ışıkları hiçe sayarak geçen insanlara çalınan korna sesleriyle durağa vardım. Tramvay bekleme modundaydı. Kapı açılınca birden karşımda O’nu. Şair. İsmet Özel’i gördüm. Gördüm ki ne gördüm. Kırk yaşında da değildi üstelik. Saçları ağarmış, yüzü kalınlaşmış bir vaziyette çöküvermişti koltuğuna. O’na ait onca şiir, onca söz, onca kelime beynimde gıcırdayarak dolanıyorlardı. Kendisine sokulmak bir meczubun cine meydan okuması gibi delice olduğunun farkındaydım. O yüzden son derece ihtiyatlı davranmalıydım. Tramvayın en sakin saatleriydi zaten. Şair’in yanındaki koltuk, karlı bir havada gözümüze çarpan belediye bankları gibi ulaşılmaz ve soğuk görünüyordu, ki ben de başka bir koltuğa yöneldim hemen. Aramızda mesafe yok denecek kadar azdı oysa. Mesai saatindeki bir dedektif gibi gözlerim üzerindeydi. Kaçırmak istemiyordum. Bir anlık dalgınlık olur da onu kaybetmeme sebep olabilirdi çünkü. Hataya da düşmemeliydim.
Zira;
‘’Hata yapmak
fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda’’
Dilimde bu dizeler mırıldanıyordum. O’ nerede inerse, ben de orada ineceğim diyordum kendime. Her durak sonrası tramvay kalabalıklaşıyordu ve camlar biraz daha buğulanıyordu. Biraz daha. Biraz daha. Kimse umursamıyordu ama. Herkes memnundu halinden. Kimse tanımış gibi de durmuyordu. Gene de onca insan tecahül-ü arif yapıyor olamazdı. Her neyse işte, mevzu bu değildi. Hangi durakta inecek diye yolcuların arasından pür dikkat izliyordum kendisini. Beynimde cevabını arayan bir yığın soru, bir dizi kelime dolanıyordu. Nihayet batı cephesindeki azılı bir asker gibi ayaklandı. Çantasını omzuna aldı, dışarı çıktı. Tabi arkasında tanımadığı bir ben-i adem, yani ben. Yürüyordu. Yürüyordum. Yürüyorduk.
’yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine’’
Cesaretin canı cehenneme deyip yanına sokularak merhaba ey şair!
Dedim. Yüzüme baktı. Gözlerim kalın suratında geziniyordu. Tebessüm ederek-şairler tebessüm eder, gülümsemez- merhaba dedi O’ da. Kelimeler firar ediyormuşçasına dökülüyorlardı dilimden. Sanki susarsam başından defedecek-miş gibi geliyordu. Meşhûr Sultanüş’şüâra Baki’nin Kanuni’ye dizdiği kasideler gibi durmadan methiyeler dökülüyordu ağzımdan. Bir müddet sonra. Beklenmedik bir soru çarptı kulaklarıma.
Minarelere değen o ses gibi:
’Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere: Tanrı uludur! Tanrı uludur!’
Soru sorulduysa cevap verilmeliydi. Ama ayaklarımın kaldırım taşlarıyla temas ederken ki maruz kaldığı titreyişi damarlarımdaki aşağılık kanda bile hissediyordum. Bir süre böyle gittik, iki yabancı gibi. O’nun beni tanımadığına anlam veremiyordum. Tanımalıydı. Evet, seni bir yerde gördüm. Beni dinlemeye geliyordun demesini bekliyordum belki de. Demeyeceğini bile bile hem de. Birden nereye gidiyorsun, diye sordu. Hiçbir yere… Siz nereye, ben oraya, diye cevap verdim. Bu özgüvenden sonra malûm şairleri tramvaylarda görmeye pek alışkın değiliz, deyince, o da şairler her zaman binmelidir tramvaylara diye karşılık verdi.
Beynimde O’na ait sözcükler çarpışmaya devam ediyordu: Ne saçma. Ne budalaca! Adım attıkça bir tını sarıyordu bedenimi. ‘’Edebiyat bize burada yardım edemez. Biz yeniler alt dudağımızı ısırır ve terleriz…Saçma; ama başka ne sorulurdu ki, in misin cin misin’’ Yürüdükçe insanlar, arabalar, talebeler, yerli tramvaylar, seyyar satıcılar, işportacılar caddeler, yolcular hepsini geride bırakıyorduk. Gözlerim şairde, bir şeyler desin de konuşalım istiyordum. Öyle ki ‘’Bana soru sor artık, beni kurtarma, konuştur.’’ Diyen şair değil miydi?
Sonra beklenmedik bir soru soruldu:
Liseyi nerede okudun? O sordu ya hemen cevap vermek elzemdi. Zühtü Kurtulmuş, diye bilenen düz bir lise, dedim. Doğru lise yani, diye karşılık verince de afalladım. Ama anlamadığımı belli etmemek için başımla evet diye onaylayabildim sadece. Azeriler düze, doğru derler, yanlışa da pis, deyince her şey netlik kazandı kafamda. Sadece başka kafalardaydık. O kadar. Daha n’olsun.
Fakat ben…
Başından def’etmeden söylemem gerekenleri söylemeliydim Şair’e.
Ey sökülmüş cep! Ey ıslak yorgan!
Ey bulduğu her bahaneyle çıngar çıkaran!
Yardım et! Yardım et!
Bir Yusuf Masalı’ndan bahsetmeliydim mesela.
Naat’tan, Münaacat’tan ya da. Bu nasıl bir aşk? Bu nasıl bir masal? Söyleyin ey şair, diye haykırarak belki de. Çekiniyordum ama. Zaman durmadan akıyordu. Çıldırmamak mümkün değildi-mübalağa burada işimize yaradı-, fakat sebat ettim. Direndim… Aklımdan geçenleri söyledim.
’Anlat:
Bu bir Yusuf Masalıdır de.
Bunu söyle ve fakat
şunu da sor
Yusuf’un Masalı neden
Yusuf’la başlamıyor.’’
N’oldu bilmiyorum ama lise edebiyat kitaplarında bile görülmemiş bir mübalağa dilimden fışkırdı. Şuan bunları yazarken bile kahroluyorum, nasıl yaptım böyle bir saçmalığı, ahmaklığı diye. Haddimi aşmama sebep olan o söz sanırım şöyleydi: Eğer Kur’anı Kerim Türkçe indirilseydi. Bu şekilde olurdu-İsmet Özel’i tartıştığımız bir günde kıymetli bir arkadaşımdan dökülmüştü-. Dedim. Bütün kutsanmış, afili kelimelerle hem de. Kelimeler işte bazen başka anlamlara da geliyor-muş maalesef. Ve tekrar şair konuştu: Evet. Mübalağa etmiş arkadaşın…O benim müsveddelerim, deyince suratıma ateşten bir şamar vurulmuşçasına tarumar oldum. O ise kelimeleri dizmeye devam ediyordu: Sadece bir defa bastım. Üzerinde çalışıp tekrar yayınlayacağım. Artık söz söyleme hakkım yoktu. Mevzuu çevirmekten başka çarem yoktu, ancak bu da mümkün değildi o şartlarda.
Fark ettim ki yolun sonuna gelmişiz. Yorgundu bakışları. Ürkütücüydü. Romanlarda, filmlerde, hikâyelerde rastladığımız o kahramanlar misali parktaki pespaye bir bankı işaret ederek: Ben şimdi burada biraz dinleneceğim, demesiyle her şey alaşağı olmuşçasına devrildi zihnimde. Bu cümlenin Türkçesi artık başımdan git demekti. Ve iblis. Durma. Hadi sen de git onunla dediyse de dinlemedim; çünkü daha evvel
‘’Hiç deneme
Cibril’i düşünmeden
Asla yaşayamazsın’’
diye haykırmıştı Şair. Elimi uzatarak vedalaştım ve sonra uzaklaştım. Uzaklaştı. Uzaklaştıkça küçülüyordu şair. Sonra kayboldu. Sonra. Sonra.
‘’Ah bu hep zaten böyle oluyor
İnsanlar tabiatı her zaman heyecana boğuyor.’’
Sonra…
YORUMLAR
İsmet Özel'i hiç okumadığım için hakkında bir yorum yapmak ne kadar doğru olur emin değilim...sadece birkaç şiirini yine burda forumlarda okumuştum...insanları düşüncelerine ve ideolojilerine göre ayırmasam da, eski şiirlerine göz atınca daha iyi buluyorum yazdıklarını...mesela yine senin açmış olduğun forumda okuduğum "partizan" isimli şiiri başka güzel...
ve yine bir röportajında kadınlar üzerine bişeyler söylemişti yanılmıyorsam "kadın erkeğinin kölesi olmalı ve bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması gerektiği" yönünde bir söylemi olmuştu...
açık konuşacağım çok yakından tanımadığım halde -yakından kastım hiçbir kitabını okumadığımdır, ha okuyunca çok mu iyi tanırsın? hayır ama en azından hakkında birkaç fikir yürütür veya bişeyleri izah edecek kıvama gelir insan-, okuyacağım varsa da sildi süpürdü hepsini kadınları küçümseyen tavrıyla şair...
galiba bazı sözleri duyunca da her iki kulağını ustura gibi kesilivermiş sanıyorsun hemen... bazen her iki ucu keskin bıçak gibi bileyli, bazen de tırtıklı bir jiletin acemi vuruşlarıyla kanatılabiliyor yüreğini ademoğlu...
ancak senin o anki hissettiklerin ve duyguların hakkında birkaç fikir yürütebilirim belki...muhtemelen İsmet Özel' li bir tramvayda göreceğini daha önce hiç kestirmemişti aklın...paldur-küldür karşına bir anda çıktı diye belki ona sitem bile ediyorsundur içinden...hatta olduğundan daha farklı bir havaya bürünüp, belki de kendini yersizce kasarak; bildiklerini de unuttun gitti, hepsi havaya kül gibi savrulup uçtu o an veya kurduğun cümleleri gereksiz ve saçma da buluyor olabilirsin sonradan hafızanda canlanınca tekrar yeniden...tam anlamıyla kim bilebilir içinden nelerin geçtiğini?
yalnız yazının dile gelişi ve kurduğun sözcükler yine sana has, sana özeldi...yani güzeldi, sürükleyici ve etkiliydi bir kadar onu diyebilirim...
özledik Harun...arada bir yaz...sesini duyur...zira güzel sesin var, ziyan etme boşuna...
sevgimle...
Harun Aktaş
İsmet Özel'i çamura batır, çıkar tekrar batır, bendeki kıymeti değişmez. amenna.
ki bu arada İsmet Özel de olsa bu eleştirilmelidir. hem de acımadan. zira eleştirdiğim yanlarını şimdi saymaya kalkışsam bırak sıkılmayı daha da nefret edersin ondan- bu magazinel bir laf değildir bilmelisin, sadece yeri olmadığı gibi, yeri de değil. o zaman niye söyledim, sen bir örnek verdin diye-zaten nefretle beslenen bir şahıs, emin ol. bir nevi kendi itirafıdır...
şair ve şimdilik işimiz şiir.
söylediğin gibi şiirleri jilet gibidir. yetmedi. okudukça kanar bir yerlerin, sancılanır. kendinle yüzleşirsin. nettir. sahicidir. kışkırtıcıdır. kibirlidir. namusludur en önemlisi. ve bir yerde yanıldın. İsmet Özel'i tramvayda göreceğime şaşırmadım. bekliyordum, çünkü daha önce kıl payı kurtulmuştu elimden. çok gaddardır bir de. iyi tebessüm eder. anlayacağın, o kadar iyi bir şair ki, ancak o kendini devirebilir, başkası asla. işte bu da kibirdir.
toparlanın, gitmiyoruz.*
kısaca bir not: e vallahi de yazıyoruz.
dün ilk ziyaretimde de film izler gibiydim
İsmet Özel'i severim Özel'i seveni de hep ayrı tuttum
son zamanlardaki çıkışlarını acaba ben mi yanlış anlıyorum muhtemeln benim kaçırdığım çözemediğim örtülü cümlelerdir düşüncesiyle bakmaya çalışsamda beşeriz yapacak bir şey yok
her şeye rağmen Özel'dir o
“İnsanlar ikiye ayrılır; tanıdıkça büyüyenler, tanıdıkça küçülenler.” Denis Diderot
neyse neyse
tebrik ederim selam ve saygı sunarım
saygımla
Ne kadar doğal, ne kadar samimi bir anıydı şair.
Bence siz öykü yazın, hatta roman yazın; soluksuz okudum.Dilinize hayran kaldım.Harun Aktaş dili çok uzamış :)) Şaka tabi, çok güzelleşmiş.Kurgu nefisti.Adeta sizi bir kamerayla izledim, her şeyi gördüm.
Gelelim şaire:
Onca yazar şair okuduk, çoğu sanatçının kişiliği yazılarına yansır.Sadece bu adam, bu büyük şair, televizyonlara çıkıp saçma sapan konuştukça, bütün hayallerim yıkıldı.Yahu nasıl olur, onca güzel şiirin şairi, temeli komunist, imanı tırnaklarıyla ispatlayarak kavileşmiş bir şair adeta mahallede "Demirel-Ecevit geyiği"yapan ihtiyarlar gibi:
"Müslümanlık demek Türk demek, Türk yoksa İslam da yoktur..." tütünden nevi şahsına münhasır absürt cümleler kuruyordu...
Yıllar önce hasbelkader bir tatil kasabasında aynı otelde tesadüf ettiğim Ataol Behramoğlu'na:
"Yahu üstad, malum hani bir şiiriniz var:
"Amcam Şair Ben Şair
Gidip şarap almalı beş kuruşluk da fülüt
içip içip sonra da bir güzel ağlamalı
Topal ulviye var ya, hani gecekondulu
Genelevin üstüne şıp diye damlamalı "
"--Bu şiirdeki "fülüt"le imlenen nedir?" dediğimde, bıyıksız ve gevrek dudaklarıyla "Lee Van Cleef" (İyi-Kötü- Çirkin" filmindeki çirkin) gibi sırıttı:
"--Bilmem, atmışızdır öylesine.." dedi...
Vay anasını sayın seyirciler...
"Ne demek la atmışızdır?
Ah ah...Erzurum'un gıcı boran gecelerinde dışarıda kar bir metreyi bulurken, biz üç beş şiir heveslisi edebiyat talebesi, sabahlara kadar uyumamış, "fülüt"ü tartışmıştık gece boyu.Şahin:"ıslık"a tekabül ediyor" derken, İmam Hatip kökenli İsmail :"Olur mu ya, bu şiirde "fülüt" büyük melek İsrafil'in "sur"düdüğüdür.Benim de aklıma çingene Mirzanın zuranası gelmişti ya "Ülen köylülüğünü burada da belli ediyorsun köftehor!" derler diye, yutmuştum cümlelerimi...
Vay keko demek sallamıştın ha!
Ez cümle, bu şair kısmına aziz muamelesi yapmaya da gerek yok.
Bakın ben hiç öyle şeyler istiyor muyum sizden:))
Kutluyorum Harun Dost, sen de mi bencileyin "kitapsız" şairlerdensin hâlâ :))
Dostlukla kal...
Çağan Armağan tarafından 2/27/2015 9:05:08 AM zamanında düzenlenmiştir.
Çağan Armağan tarafından 2/27/2015 9:06:11 AM zamanında düzenlenmiştir.