- 1320 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ATKESTANESİ VE FARKINDALIK
Gülerek "O da nedir?" dediğinizi duyar gibiyim... Belki bir çoğunuz biliyordur benim gibi; en azından adını ya da şeklini...
Ama anlatmak istediğim o kirpiyi anımsatan, ismiyle aklımıza muzırlıklar getiren yemiş değil aslında. Anlatsam nedir, ne değildir diye, bir bu kadar sözcük dökülür yine kâğıtlara da; küçültülmüş büyük dünyamız “Google”, yazar yazmaz adını döküyor şeceresini bu yemişin.
Benim anlatacaklarım atkestanesi ağacı hakkında... Benim paylaşmak istediğim farkındalık hakkında aslında...
Bir yaz başı bir cumartesi öğleden sonrasıydı. Sabahın bir körü kalkıp işe gittiğim, ruhum bile yeni yeni uyanırken güne "Mesai bitti. Yarım gün neden çalışıyoruz ki..." diyen birinin sesiyle saati idrak ettiğim bir Cumartesi… Kendimi İstanbul’un her gün daha da kalabalıklaşan sokaklarına atmıştım. Tek derdim günü ziyan etmemekti, bari bu sefer… Hava nefisti. Bindiğim tramvay tepeleme insan yığını... Gençler, yüksek sesle sohbet eden İspanyol turistler, mısır çarşısından çiçek tohumu, balık alanlar, büyüklerin bacakları arasına sıkışmış, bunalmış çocuklar... Ben, cep telefonumun şarjının bittiği için biraz sıkkın dışarıyı seyrediyordum. Şarjım olsa telefonumda kayıtlı bir Frank Sinatra şarkısını açıp kulaklıklarımı takacaktım. Yüzümü ısıtan yaz güneşiyle ışıldayan yolu seyredecektim zevkle. Ama yoktu. Sonuç belliydi; uğultu korosunu dinlemek zorunda kalacaktım yine. İçlerindeki iyi sesleri ayıklamaya ve konuşulanlara kulak kabartmaya karar verdim. Aslında bunu hep yaparım. Herkes yapar ama itiraf etmez pek. Derken bulunduğum kopartmanın kokusu değişti aniden. İster istemez bu temiz kokunun yönünü tayine çalıştım. Çok sürmedi sonuca ulaşmam; çünkü koku sahibiyle birlikte tam yanımda ayaktaydı bir iki saniye sonra. Bir çiçek kokusuydu ama itiraf edeyim lavanta ve limon çiçeği hariç hiç ayırt edemem çiçek kokularını… Başımı o yöne çevirmemle kokan çiçekleri görmeye de başladım. Mis kokunun sahibi yaşlı bir hanımdı. Şöyle altmışbeş-yetmiş arası. Ama çiçek çiçek, ışıl ışıl bir hanım. Tam bir İstanbul hanımefendisi. Döpiyesi, boynundaki fuları ve başındaki zarif şapkası... Yaşlılığın en tatlı ve en kıskanılır haline bürünmüştü bu hanım. Saçları özenle fönlenmiş toplanmış, kırışmış yüzü yeşil bir far ve pembemsi bir rujla gençliğine kavuşmuş bir eski zaman prensesi. Hiç yorgun değildim doğrusu. Az evvel tramvaya bindiğimde zorlada olsa tutunabildiğim koltuğun sahibi kalkmış, bana yer vermişti. Hiç düşünmeden kalkıp yerimi verdim hanıma. Nezaketinden hiçbir şey kaybetmemiş yaşlı hanım önce kalkmamı istemedi sonra da ısrarımı tekrarlatmadan teşekkürle oturdu. Ve şöyle dedi;
"Atkestaneleri ne güzel çiçek açmış."
"Ne? O da ne? Nerede atkestanesi ağacı var? O çiçek mi açıyor?"… Ben bütün bu soruları içimden sıralarken hanım devam etti; "Ne güzeller değil mi kızım? Senin gibiler bak! Pembe beyaz giyinmiş ağaçlar." Başımı tramvayın dışına ve yukarı kaldırınca gördüm bende. İlk kez gördüm belki, bilmiyorum. Sultanahmet’ten geçiyorduk. Yolun kenarında bir dizi kestane ağacı vardı. Yeşil, pembe ve beyazla cümbüş gibiydi ağacın üstü. Dalların arasından güneş parlıyordu nokta nokta... Ama uzaklaşıverdi seyrettiğim görüntü. Tramvay o gün sanki daha hızla ilerledi o duraktan. Halbuki sayısız kez geçmiştim oradan, o ağaçların altından onlarca kez yürümüşlüğüm vardı. Ama hiç görmemiştim. Ha belki gördü gözlerim ama bilmemişti atkestanesi ağacının çiçeklerini. Bütün bunları düşündüğüm saniyeler in sonuna doğru yaşlı hanım sözlerine devam etti. "Neden kapattı bu insanlar kendilerini kızım? Gençler takıyorlar birer kulaklık, başları önde uyukluyorlar. Hiç bakmıyorlar etraflarına. Hayat akıp gidiyor ama onlar farkında değiller. Bu tramvay gibi hızla geçiyor ömür."… Çok haklıydı. Ben çoğu kez bunları düşünmüştüm. Hayat ne çabuk geçiyor… Hiç vakit kaybetmeden başımla onayladım bu güzel kadını. Yüzünün güzelliğini geçmişti dilinin güzelliği. İçimde bir çocuk kulaklığını saklamaya çalışıyordu bu bilge teyzeden. Utanmıştı. Şarjım olsaydı o kızdığı insanlardan biri de ben olacaktım. Aslında tramvaydan insan suretlerini izlemeyi severim. Duraklarda bekleyenlerin giyimlerinden, duruşlarından meslek tahmini yapmayı severim. Sokak tabelalarını, vitrinleri, önünden geçtiğim sinemanın gösterimdeki filmlerin afişlerini okumayı... Ama bunlar hafifletici sebepler değildi. Ben o koskoca ağaçları görmemiştim. Fark etmemiştim bunca zaman. Farkında olmak lazımdı. Yaşadığın hayatın, hayatı paylaştığın her şeyin farkında olmak lazımdı işte. Bir yerlerde okumuş ya da televizyonda seyretmiş olmalıydım. Biliyordum atkestanesini. Şeklini şemalini biliyordum ama o kadar…Yaşlı Hanım’a; "Bu ağacın yemişi yenir mi?" diye sordum. Sorar sormaz da utandım cehaletimden. Yaşlı hanım "İlaç yapıldığını biliyorum ama yenir mi bilmem..." diyerek anlattı biraz. Bizim sohbetimiz tramvaydaki üç-beş kişinin daha ilgisini çekmiş olmalı ki onların bakışlarını hissettim sonra. Teyze hayata sevgisi ve ilgisiyle beni kendisine hayran etmişti. Çok değil sadece bir iki dakika sonra korkunç bir şey oldu... İneceğim durak anons edildi. Eğer gidebilseydim, eğer aktarma yapıp başka bir araçla devam etmek zorunda olmasaydım yoluma, yaşlı teyzeyle devam etmek isterdim yolculuğa. Ama İstanbul… Hiçbir şey için durmaya fırsat vermiyordu ki… Yaşlı Hanım’a onunla tanıştığıma memnuniyetimi anlatamaya çalıştım bir cümleyle ve vedalaştım.
Günlerce düşündüm sonrasında atkestanesi ağacı çiçeklerini. Ne zamandır ordalardı acaba? Hangi padişah diktirmişti ağaç fidelerini o yola? Kimler toplamıştı yemişlerini yıllarca? Ve ben dâhil kaç kişi farkında değildi başının üstündeki o pembe beyaz güzelliğin? İnternetten resimlerine baktım ağacın. Nerelerde kullanılır öğrendim yemişi. Ama çok daha önemli bir şey vardı öğrendiğim;
Farkındalık...
Hayatın ve içindeki küçük renkli ince ayrıntılarının farkında olmak… Hepimizin; hayat kazanında dev bir kader kepçesiyle karıştırılırken, oradan oraya savrulup, bir şeylere çarparken kaçırdığı şey… Tramvaylarda, otobüslerde, arkadaşlarımızla sohbetlerde; yanımızdan, penceremizin hemen önünden kayıp gidiveren minicik ama belki de çok önemli renkli gölgelerin farkındalığı… Bir tramvayda tanıyabileceğiniz ve ufkunuzu açabilecek yaşlı hanımların farkındalığı.
Çoğumuz her gün geçtiğimiz yolda iki günde yerden bitiveren binaları görüp şaşırmıyor muyuz "Bunu ne zaman yaptılar" diye? Akşam haberlerini izlerken, zorla gözümüze sokulan görüntülerin arka planlarında olan biteni fark eden arkadaşımıza inanmaz gözlerle bakmıyor muyuz? Her akşam başka bir türlüsü yayınlanan dizilerde esas kızla esas oğlanın aşkının dışındaki her şey biraz yavan gelmiyor mu gözümüze? İşlerimize koştururken her sabah, geceyi sokakta geçirmiş insanları görmüyor muyuz kuytu köşelerde? Yüzlerine bakıyor muyuz? Hayır. Farkında olmamak işimize geliyor çünkü. Farkında olmak için vaktimiz yok çünkü. Koşuyoruz hep. Peki nereye? Neye?
Ben; bizim sokakta kaç ağaç var, mahallemde oynayan çocukların kaçı kız, çevremdeki insanlar en çok ne renk şemsiye kullanıyor, gelecek yıl devlet politikasında neler değişebilir biliyorum artık. Yaşadığım günün bana neler getirdiğini ve neleri alıp götürdüğünün farkındayım. Ve fark ettim farkında olarak yaşamanın, dikkatli bakmanın bana kazandırdıklarını.
Şu an o güzel hanıma karşı hissettiğim borcumu ödemiş ve atkestanesine yüklediğim görevimi tamamlamış olmanın huzurunu yaşıyorum.
Peki siz? Farkında mısınız; son bir kaç dakikanızı benimle paylaşıyorsunuz. Ve atkestanesi hakkında bile konuşulacak ne çok şey olduğunu düşünüyorsunuz.
YORUMLAR
At kestanesi kelimesini okuyunca önce tebessüm ettim. Sonrasında da bilgilendim yazdıklarınız düşündürdü beni ve düşünmeye devam ediyorum. At kestanesini bilirim. Ankara, Yenimahalle'de, üçer katlı o eski Yenimahalle evlerinin birinde otururken,evimizin önünde at kestanesi ağacı vardı. Rahmetli babam bu at kestanelerinden üç beş tanesini toplayıp, yıllardır ağrısını duyduğu romatizma illetinden kurtulmak, en azından acılarını hafifletmek için kaynatıp, bir bezle ayağına sarmıştı. Aşılama yapmak gerekir yemek için. Acıdır tadı. Yenmez. İlaç yapmak için kullanılır. Zaten bir çok ilaç da bitkilerden yapılır.
Hep düşünürdüm, neden adam gibi kestane ağacı dikmemişler de, acısı bol, zehir gibi, hem de yenmeyen ve adına at kestanesi denilen bu bitkiyi dikmişler diye.
Badem ağaçlarının yabani olanları da acıdır. Şifadır demek ki. Yoksa aşılamak bu kadar zor değil ki.
İnternetten bulduğum atkestanesi hakkında küçük bir bilgi de şu :
Bu kestane türü 16 . yüzyıldan beri hasta atların tedavisinde kullanıldığı için bu adı almış. Türünü önemsemeyip kestane ağacının geçmişine baktığımızda anavatanının Anadolu olduğunu görürüz. Ancak kestaneye adını veren kent Anadolu’da değil. Yunan Yarımadası’ndaki castan antik kenti bu güzel meyveye adını veren. Ayrıca kestane Avrupa’ya da ilk kez bu kentten gitmiş. İran’da çok daha önceden beri soyluların gözdesi olan kestanenin bu kadar yaygınlaşmasını sağlayan ise Romalılar olmuş. Çünkü Romalılar egemenlikleri altındaki topraklara ceviz ve kestane ağaçları dikmeyi ihmal etmemişler. Kestaneden bahsedip de ne yazık ki kestane ağaçlarının giderek azalmasına yol açan, mürekkep hastalığından ve kestane dal kanserinden bahsetmemek olmaz. Ağacın köklerinin çürümesine neden olan mürekkep hastalığı da dal kanseri de kestane ağaçlarının geleceğini tehdit etmekte.