Rafadan Yumurta
RAFADAN YUMURTA
6 Kasım 2013
Güneş geceyi devirip hükmünü sürmeye başladığında, Ahmet bey de gözlerini yeni aralamıştı. Yatağından kalkmadan önce yanında yatan eşine baktı. Her gün ondan önce uyanmak, Ahmet Bey için emekli olduğu günden bu yana devam ettirdiği yegâne alışkanlığıydı. Ona kahvaltı hazırlamak ve mutlu bir güne başlatmak, günün geri kalanına da sirayet ediyordu. Eşi yeni güne gülümseyerek başladığında onun da sabahı şenleniyor, akşama kadar da bu neşe bir an olsun kaybolmuyordu. Bir de özel bir durum vardı tabi. Eğer kahvaltı sofrasında rafadan yumurta olmazsa, akşama kadar bir parça dahi gülmez, masum bir çocuk gibi yüzünü asıp, kollarını göğsünde birleştirir, ona küser, gönlünü almak için de epeyce uğraştırırdı.
Yalnızca bunun için arka bahçelerinde dört adet tavuk beslemeye başlamıştı. Ona her sabah taze, rafadan yumurtalar sunmak için görevlendirilmiş, dört mutluluk bekçisiydi bunlar. Ahmet Bey rafadan yumurtayı sevmez, aksine kahvaltıda omlet yemeğe bayılırdı. Nergis Hanım yirmi yıl boyunca her sabah ondan önce kalkıp çok sevdiği omletini, bir gün bile aksatmadan hazır etmişti. Emekli olduktan sonrada bu görevi Ahmet Bey üstlenmiş, son on seneden bu yana eşini içinde rafadan yumurtası da bulunan kahvaltı ile yeni güne hazırlamıştı.
Eşini uyandırmamak için dikkat etmesine rağmen ve henüz sol ayağını yere bile koymamışken Nergis Hanım gözlerini açtı;
“Bu gün geç kalmışsın”
Ahmet bey, işi pişkinliğe vurarak cevap verdi;
“Bana diyene bak, sanki sen bir saat önce uyandın da. Hem saatin ne önemi var? Bir yere mi yetişeceğiz? Haydi sen biraz daha keyif yap, ben kahvaltıyı hazırlayınca haber veririm sana.”
Nergis hanım uyku mahmuru gözlerini ovuşturup, boylu boyunca gerindikten sonra, yeniden uykuya dalmak için sırtını kocasına döndü.
“Tamam tamam kızma. Ama rafadan yumurtamı unutayım deme sakın”
“Seninki de laf. Bu güne kadar hiç unuttum mu?”
Usulca yataktan doğrulup, terliklerini ayaklarına geçirdikten sonra, hemen yatak odasının yan tarafında ki banyoya geçti. Musluğu açıp yüzünü yıkadıktan sonra, parmaklarından damlayan su ile saçlarını düzeltirken, bir yandan da her gün daha da yabancılaştığı, o solmuş ve eskimiş bir kayış gibi görünen yüzüne baktı.
“İyice yaşlandın be Ahmet’im.”
Bu anı neredeyse her sabah yaşıyor, her aynaya bakışında kendisine, daha çok eskidiğini itiraf ediyordu.
Sebepsiz yere, aniden beliriveren hastalıklar da bu durumun birer emaresi olarak her gün kendini hatırlatıyordu. Özellikle kalbinin artık eskisi kadar sağlam olmadığını biliyordu.
Banyodan çıktıktan sonra arka bahçeye giderek kümeste her sabah olduğu gibi onu bekleyen taze yumurtaları aldı. Tavukların yemlerinin ve sularının tam olup olmadığını kontrol etti. Tam çıkacakken onlara takılmadan da edemedi:
“Benden de çok yiyorsunuz köftehorlar, size yem dayanmıyor vallahi, bak bu kadar yemeye devam ederseniz keserim sizi ha.”
Tavuklarının yemini doldurduktan sonra, mutfağa dönüp hemen ocağa çay için su koydu. Yumurtaları iyice yıkayıp, ayrı bir sahana su doldurup, içine bıraktı. Onu da ateşin üzerine koyduktan sonra yeniden saatine baktı. Artık bu rafadan yumurta işinde iyice profesyonelleşmiş, değme aşçılara taş çıkartacak kadar iyi öğrenmişti. Yumurtaların kaynama süresi aşıldığında, hızla katı bir hal aldıklarını defalarca tekrar eden tecrübeler sonunda öğrenebilmişti. Çay ve yumurta ocağın üzerinde pişerken kapıya çıkıp günlük gazetesini ve bakkalın bıraktığı ekmeği aldı. Mahallenin tek bakkalı onu çok sever, sadece onun için ekmek ve gazete servisi yapar, diğer mahalle sakinleri ne kadar dil dökerse döksün onlar için aynı şeyi yapmazdı, Ahmet Bey’e neden özel muamele yaptığı sorulduğunda;
“Ahmet amcam başkadır. Karışmayın siz benim işime.” deyip konuyu geçiştirirdi.
Kahvaltı masasını hazıradıktan sonra yeniden bahçeye çıkıp dalından üç tane gül kopardı. Bu güller eşinin on sene önce diktiği, pembe sarmaşık gülleriydi. Çiceçkleri de masanın ortasına koyduktan sonra yumurtanın kıvama geldiğini düşünüp ocağın altını kapattı. Çay da hazır olmak üzereyken, tekrar bahçeye çıkıp, annesinden gizli iş çeviren küçük bir çocuk edasıyla, saklı saklı bir sigara yaktı.
Nergis Hanım, onun sigara içmesine çok kızıyor, içerken gördüğünde tavırları sertleşiyordu.
“Kırk yıllık alışkanlık canım, kolay bırakılmıyor ki” diye itiraz ettiğinde, evin dışında olmak şartıyla, günde üç tane içmek için müsaade alabilmişti.
“Haydi bakalım kraliçe Hanım, uyanın artık, kahvaltınız hazır.”
“ Uyumuyorum ki, kahvaltı hazır olana kadar şekerleme yapayım dedim.”
Ahmet Bey usulca eşin üzerinde ki yorganı çektikten sonra, dikkatli bir şekilde onu kucağına alıp mutfağa kadar götürdü ve her zaman ki sandalyesine oturttu. Çayını doldurup iki tane şeker attı.
“Benim sigarama laf ediyorsun ama şu şekeri de bir türlü bırakamadın. O da senin için zararlı.”
“Sen karışma benim şekerime, şekerden ölen duydun mu hiç ? Kendini haklı çıkaramazsın. Sigara yasak.”
Ahmet Bey, yine izin koparamayacağını anlayıp kendi kahvaltısına daldı . Bir yandan çayını yudumluyor, diğer yandan gazetesinden günlük haberlere bakıyordu. Nergis Hanımın;
“Bu gün ne yapacaksın?”
Siye sormasıyla bakışlarını gazeteden kaldırıp cevap verdi;
“Faturaların zamanı geldi, gidip onları ödeyeceğim. Sonra belki biraz kahvede otururum, eşi dostu görürüm. Akşama da balık yapalım diyorum, nasıl olur. Şimdi palamut’un tam mevsimi, şöyle baş başa bir ziyafet çekelim seninle, ne dersin?”
“Olur, salatalık malzeme de al ama, evde hiç kalmadı.”
“Tamam alırım. Sen ne yapacaksın, evde mi oturacaksın yine.”
“Aman, çıkıp da ne yapacağım? Oturur televizyon izlerim.”
“Seninle çıkalım istersen, sahilde yürürüz beraber, hem boğaz havası da iyi gelir.“
“Yok canım, sen çık kendin.”
“Zaten bir kere de tamam deyip de geliversen dişimi kıracağım.”
“Yalan konuşma, ağzında kendi dişin mi kaldı ki kıracaksın, haydi kahvaltını bitir de çık sen, ben kalırım evde.”
Ahmet Bey, kahvaltısını bitirip masayı topladıktan sonra eşini televizyon koltuğuna kadar götürdü. Kumandayı da yanına bıraktıktan sonra odasına geçip üzerini değiştirdi.
“Çıkıyorum ben, bir şey isteyecek olursan ararsın.”
Onbir yıl önce
12 Mart 2002
Saat 19:30
“Nergis, kime diyorum, bak duyuyor mu beni? Geç kalacağız, biraz çabuk ol.”
“Tamam canım, az kaldı işte, neden bağırıyorsun?”
“Duymuyorsun ki, ya Rabbim şu evden bir kere de vaktinde çıkabilsek dişimi kıracağım.”
“Tamam tamam söylenme, hem canın tatlıdır senin, dişini filan kıramazsın.”
“Madem hazırlanman uzun sürüyor, bir saat önceden başlasana şu makyajına.”
“Geldim işte geldim, sen her şeyini aldın mı?”
“Aldım,haydi çabuk ol, şimdiden geç kaldık bile, bin artık arabaya.”
“Herkes gelmiştir şimdi, yeğenim evleniyor ama ben düğününe en son gidiyorum. Bütün herkes ayıplayacak bizi.”
“Aman Ahmet, senin şu evhamın öldürecek beni bir gün, kimse laf etmez merak etme, sen yavaş git biraz.”
“Yavaş gitmesi mi kaldı Nergis. Senin yüzünden öz yeğenimin düğününe geç kaldık. Dua et de merasim başlamamış olsun, yoksa elimden çekeceğin var. Adamlar bana güvenip bir de şahit yazacaklardı. Allahtan kabul etmedim, yoksa iyice kepaze olmuştuk.”
“Düğüne gidelim derken canımızdan olmayalım, gerçekten çok süratli kullanıyorsun. Biraz yavaşla lütfen.”
“Ben sana geç kaldık, düğün başladı diyorum, sen bana yavaş kullan diyorsun. “
Saat: 20:00
Cadde kenarına savrulmuş beyaz binek otomebilin etrafında toplanan polisler, meraklı bakkışlarıyla olan biteni izleyen insanlar bir anda mahşeri bir kalabalık oluşturmuştu.
“Kaza mahaline ulaştık, burada iki yaralı var ve durumları ağır, biri bayan, ikisi de kırk yaşlarında.”
Ahmet, anonsu yapan sağlık ekibindeki hemşirenin kolunu sıkıca kavramış, yalvarır bir sesle aynı soruyu yineliyordu.
“Nergis , eşim nerede, Nergis nerede?”
Hemşire bir yandan onun yaralarıyla ilgilenmeye çalışıyor, diğer yandan da sakinleşmesi için dil döküp, muazzam bir çaba gösteriyordu.
“O iyi Beyefendi, diğer ambulansla hastaneye götürüyorlar. Lütfen sakin olun, bacaklarınızda ve kolunuzda kırıklar var, kıpırdatmamaya çalışın”
6 Kasım 2013
Ahmet Bey evden çıktıktan sonra uzunca bir süre yürüdü. Yürümek bir terapi gibiydi onun için. Bu sayede içinde biriken bütün acılardan, sol yanına saplanmış bir halde bekleyen hançerin kanattığı yaradan, içindeki ölme arzusundan kurtuluyordu. Önce sahile inip biraz martılara simit attı, şans eseri boş bulduğu bir banka oturup, kıyı şeridini boylu boyunca döven dalgaların içinde kayboldu. Acısını kimselere anlatamıyor, oturup hiç kimse ile dertleşemiyordu. Nereye gitse, nerede dursa, kiminle konuşsa hep o an aklına geliyordu. Tam onbir yıl geçmiş olmasına rağmen, o gün o düğüne gitmek için hiç evden çıkmamış olmayı o kadar çok istiyordu ki, bazen bu durum aslında kötü bir kabusmuş ve az sonra uyanacakmış gibi geliyordu. Son on yılını hayattan saymıyor, aldığı her nefesi öteki dünya için birer kefaret yerine koyuyordu.
Bir müddet sessizce denizi seyrettikten sonra, oturduğu yerden kalkıp faturaları ödeyeceği bankaya doğru yola koyuldu. Bankaya geldiğinde, yan komşusu Filiz Hanım’ın oğlu Mehmet’in de sıraya girmiş olduğunu gördü. Ödeme kuyruklarındaki yalnızlık ona çok garip gelirdi. Ayrı bir havası vardı o kuyrukların. Yalnızığın bir başka çeşidini yaşatıyordu ona. Tanıdık bir yüz, tatlı bir gülümseme ya da hoş bir sohbet ile en azından bir müddet zamanın onun için bile olanca kaygısızlığı ile akmasını sağlıyordu.
“Selamün aleyküm Mehmet oğlum.”
“Ooo Ahmet amca, ve aleykümselam. Gel otur şöyle.”
“Teşekkür ederim evladım, nasılsın?”
“Bu günümüze şükürler olsun Ahmet amca, sen nasılsın, bu gün iyi gördüm seni,”
“İyiyim oğlum iyiyim. İyi olmasak ne olacak sanki, zaman farklı mı akacak. Öyle de yaşlanıyoruz böyle de. Hayırdır sen de mi fatura yatıracaksın?”
“Yok Ahmet amca, ben kardeşime para göndereceğim.”
“Üniversite de okuyordu değimli?”
“Evet, Kütahya da okuyor. Ona para göndermek için geldim. Sen faturaları mı yatıracaksın?”
“Sorma evladım, iki göz odası olan kutu kadar eve nasıl bu kadar fazla elektrik faturası geliyor anlamıyorum. Hanım’ın durumu malum, olsa olsa televizyon izler. Benim de pek bir şey kullandığım yok. Ama fatura öyle demiyor, sanırsın fabrika kurulu evde.”
“Sıkma canını Ahmet amca, herkesin öyle bu aralar. Zam gelmiş elektriğe, hem sen bekleme burada ver ben yatırayım faturanı.”
“Çok makbule geçer Mehmet oğlum, al bu fatura, bu da parası. Üstünü akşam verirsin bana, kahvede olurum büyük ihtimal. Orada olmazsam geçerken eve Nergis Hanım’a bırakıverirsin.”
“Nergis Hanıma mı?”
“Evet, ben evde olmazsam sen ona bırak.”
“Tamam Ahmet amca, sen kafanı yorma, ben bir şekilde ulaştırırım sana.”
Ahmet Bey bankadan çıkarken arkasından bakan Mehmet hayli duygulanmıştı. O daha kapıdan henüz çıkmıştı ki.
“Allah kimseyi bu duruma düşürmesin” diye geçirdi içinden.
Ahmet Bey, bankadan sonra balıkçılar çarşısına doğru yürüdü. Yolda onu gören, tanıdığı herkes halini hatırını, bir ihtiyacı olup olmadığını sorup gönül alıyordu. Neredeyse bütün mahalle severdi onu. Kimsenin işine gücüne karışmaz, genelde namaz vakitleri haricinde evinden bile çıkmaz, çıktığı zamanlarda da vaktinin çoğunu kahvede oturarak geçirirdi.
Balık pazarına geldiğinde her zaman ki balıkçısına doğru yöneldi.
“Selamün aleyküm Salih usta, nasılsın bakalım?”
“Ooo Ahmet Amcam gelmiş, hoş geldin, iyiyim çok şükür. Çoktandır gelmiyordun, hayırdır balık yemekten mi bıktın yoksa?”
“Yok be Salih, yengen salmıyor ki, sıkılıyor ben yokken evde. Ne yapayım bende onunla beraber dört duvar arasında ömür sayıyorum.”
Salih Usta da onun durumunu bilenlerdendi. Ahmet Bey emen hemen bütün mahallenin sevgisini ve saygısını fazlasıyla kazanmış, son derece terbiyeli, eski İstanbul beyefendisi bir adamdı.
“Anlıyorum Ahmet amca, ne vereyim sana, bak palamutlar taze, istersen hemen temizlettireyim sana bir tane?”
“Bir tane yeter mi bize Salih, sen iki tane şöyle orta boy olanlardan temizlettiriver sen bana.”
“Tamamdır Ahmet Amcam” dedikten sonra heen yanında bekleyen kalfasına dönerek;
“ oğlum hemen iki tane palamut temizle, halka halka kesiver bir de. Ahmet Amca gel sen de böyle otur, bir çayımı iç.”
“İçerim vallahi, hava da epey serinledi, çay ilaç gibi gelir şimdi bu havada.”
“Sorma, kuru soğuk iyice içini üşütüyor insanın.”
Salih balık pazarında alışveriş yaptığı ve yakınen tanıdığı tek balıkçıydı. Aynı mahallede oturdukları için iyi tanırdı onu.
“Salih,ben namaza gideceğim, sen çırakla bunu bizim eve gönderir misin?”
“Gönderirim de sen cami de olmayacak mısın?”
“İyi ya işte, yengene versin çocuk.”
“Tamamdır Ahmet Amca, ben hallederim. Sen git camiye, şimdiden Allah kabul etsin.”
“Amin evladım, haydi kal sağlıcakla.”
Ahmet Bey camiye gitmek için ayaklandığında, göğsünün sol yanında tarifsiz bir acı hissetti. Kalbi demirden dalgalarla dövülüyormuş gibiydi. Sol kolunun karıncalanıp uyuştuğunu hissetmiş, bir anlık baş dönmesi ile sendeleyivermişti. Salih durumu fark edip hemen koluna girerek çırağına seslendi,
“Oğlum koş hemen bir bardak su getir. Sen otur Ahmet amca, biraz daha dinlen istersen.”
Ahmet Bey ne olduğunu çok iyi biliyordu ve bu kalp meselesini epeyden beri ihmal ettiğinin farkındaydı.
“Geçer şimdi Salih, ara ara yoklar böyle namussuz.”
“Eh be Ahmet amca, ne diye inat edersin. Git artık şu doktora sende.”
“Karışma sen benim işime, bak geçti bile. Haydi ben gideyim, yoksa namaz da kaçacak.”
Ahmet Bey ayaklanıp da camiye doğru yürürken Salih de arkasından onu izliyor, bir daha sendeler ya da düşerse diye kontrol ediyordu. Çırağını yanına çağırarak,
“Oğlum, Ahmet Amcan camiye girene kadar arkasından git, ne olur ne olmaz, balıkları da eve şimdi götürme, akşam o eve gidince götürürsün.”
İkindi namazına zor zahmet yetişen Ahmet Bey hemen camiye girip imamın arkasında saf tuttu. Kendisini en huzurlu hissettiği tek yer de burasıydı. Başını secdeye götürdüğü an, bir daha oradan kalkmak istemez, her defasında cemaatin düzenini bozan tek kişi o olur, en son o başını Rabbinin huzurundan kaldırırdı. Çoğu zaman,tüm cemaat dağıldıktan sonra da orada kalır, secdeye kapanır, hıçkırıklarla ağlardı. Bu denli içten ağlayabildiği tek yer, alnının secdeye değdiği anlardı. İçindeki tüm acıyı oraya akıtır, el değmemiş, saf aşkı orada bulurdu.
Kalbinde ki sızı tam olarak geçmemişti ve bir an önce eve gidip dinlenmek istiyordu. Camiden çıkıp eve giderken, yolda karşılaştığı çiçekçiden bir buket gül aldı,
“Bir de yağmur başlasa şimdi, elimdeki çiçeklerle, sırılsıklam çıksam karşısına.”
Arada sıra aklına gelen bu ergenlik cilveleri eşinin de çok hoşuna giderdi. Elinde güller ile kapıya geldiğinde bir an duraksadı. Nergis Hanım’ın uyuyor olma ihtimalini düşünüp, sol cebinden çıkardığı anahtarı ile sessizce girdi. Karısı sabah bıraktığı yerde, televizyonun tam karşısında uyuyakalmıştı. Elinde ki gülleri onu uyandırmadan, usulca kucağına bıraktı. Kendisi de hayli yorgundu. Hemen kanepeye uzanıp derin bir uykuya daldı.
Kapı zili ile ikisi brlikte aynı anda gözlerini araladı. Birazcık dinlenmek için uzandığı kanepede tam üç saat geçirmişti. Hemen yerinden doğrulup ışığı açtı. Söylene söylene kapıyı açtı. Elindeki balık poşeti ile kapıda onu bekleyen çırağı gördü.
“Ahmet amca, ustam kusura bakmasın, dalgınlıkla unutmuşuz dedi. Ancak şimdi gönderebildi.”
“Ziyanı yok, teşekkür ettiğimi söyle ustana.”
Çırağın elinde ki poşeti alıp odaya geçtiğinde, eşini kucağında ki güllere sarılmış halde ağlarken buldu.
“Ne oldu Nergis, neyin var?”
“Yok bir şey, duygulandım işte. Gelen kimmiş?”
“Balıkçı çırağı, palamutları getirmiş.”
“Ahmet Bey, ben hiç aç değilim. Sen ye istersen. Ben uyuyacağım.”
“Saat geç olmuş zaten, hem benim de iştahım kalmadı. Haydi odaya geçelim de bende yatayım.”
Eşini kollarının arasına alıp yatağına yatırdı, üzerini iyice örtüp, alnına sıcak bir buse kondurduktan sonra,
“İyi geceler kraliçe hazretleri” diyerek kendisi de yanına kıvrılıp uyudu.
4
Gözlerini açtığında müezzin, sesinde ki olanca kuvvetle tüm mahalleyi inletiyordu. “Muhakkak ki namaz uykudan daha hayırlıdır.”
Ahmet Bey en çok sabah ezanını severdi. Özellikle bu kısmı onu derinden etkiler, her işittiğinde içi acırdı. Uyanmışken sabah namazını da kılmak istedi ve kalkarken eşini de kontrol etmeyi unutmadı. Onun, yüzünde ki eşsiz güzellikteki yüzüne kondurduğu öldürücü gülümseme, uykusunda bile kaybolmuyordu. Müsaade etse saatlerce onu uyurken seyredebilirdi.
Banyoya geçip abdestini aldı, hemen sabah namazına durdu. Sünnetini henüz bitirmişti ki bir gün önce balıkçı da kalbine saplanan ağrı, katlanarak tekrar yokladı.
“Şimdi olmaz, daha farzı kılmadım” Ağzından sessizce çıkan bu cümleleri söylerken sanki bir dua yerine geçmesini diliyor gibiydi. Hemen namazın farzını da eda edip, ellerini koltuk altları görünecek kadar açarak dua etmeye başladı.
Hıçkırıklarını eşinin duymaması için adeta inler gibi, yürekten akıtıyordu göz yaşlarını. Duasını bitirdikten sonra, güneşin her zamankinden daha parlak bir gün için yükseldiğini hissetti. Bir müddet camdan o kızıl bir dalga gibi gecenin üstünü örten doğuşu seyretti. Güneş ışıklarını birer nur tanesi gibi onun gözlerine doğru göndermeye başladığında “Vakti geldi” diye düşündü. Bu sefer her zamankinden daha aceleciydi. Hızla arka bahçeye çıkıp kümesten yumurtaları aldı, içeriye gelip çay suyunu koydu, yumurtaları da aynı sahanın içine attı. Masayı her zamanki düzeniyle eksiksiz bir şekilde donattı. Bir yandan saatini kontrol ediyor, diğer yandan stresten sallanan sol bacağına hakim olmaya çalışıyordu. Yumurtaların kıvama geldiğini anladığında eşini kaldırmak için yatak odasına doğru yöneldi. Nergis Hanım halen uyuyordu. Usulca kulağına yaklaşıp “Uyanma vakti kraliçe hazretleri, kahvaltınız hazır” dediği anda, zaten beyaz teninde mucizevi birer ay perdesi gibi duran kirpikleri bir anda havaya kalktı. Ahmet Bey onun konuşmasına bile fırsat vermeden, kollarının arasına alıp hemen mutfakta ki sandalyesine götürdü. Sanki bir randevuya geç kalıyormuş gibi acele ediyordu. Çayı doldururken elleri titriyor, eşinin yumurtasının üst kısmını soyarken daha da heyecanlanıyordu. Nergis Hanım durumu fark edip de “Ahmet, çok hızlı gidiyorsun, biraz yavaşla” dediğinde eli yumurtanın üzerinde iken donup kalıverdi. Gözlerinden süzülen gözyaşları tane tane masaya çarpıyordu. Nergis Hanım, eşinin bu halinden az sonra neler yaşanacağını anlamış gibi bakıyor ancak yüzündeki gülümsemeyi de saklamıyordu.
“Otur lütfen”
Bu kez konuşma sırası Nergis Hanımdaydı.
“Bütün bunları her sabah yapmak zorunda değilsin, yeter artık. Bak kendini ne hale getirdin. Yüreğinin yandığını, içinin acıdığını biliyorum. Ama artık kabul et Ahmet, en azından kendin için kabul et.”
Ahmet Bey başını kaldırıp eşinin yüzüne bakamıyor, göz yaşlarını görsün istemiyordu. Hem utanıyordu da.
“Bırak artık beni Ahmet, bırak da gideyim.”
Bu son sözü onun kendisine gelmesi için yeterli olmuş, eşinin öfkeleneceğini bildiği halde, masada duran sigara paketinden hızlıca bir tane alıp hemen yakıvermişti. Daha ilk nefesten çeyreğini ciğerlerine doldurmuş, elleri titrer halde ucunda kalan külü önünde ki çay bardağının içine düşürmüştü. Gözlerini hafifçe sildikten sonra başını kaldırdı,
“Bırak da ne demek Nergis, senden başka kimim var ki benim, ömrümün şu son zamanında, balıkçı çırağından başka kapımı kim çalar, koskocaman evde bir başıma ne yaparım. Hayır, seni bırakmak ancak son nefesimle olur.”
Bu son sözünden sonra ellerindeki titremenin iyice arttığını, sabahki ağrının kaldığı yerden işine devam ettiğini fark etti. Sigarasını, önünde ki çay bardağının içinde söndürdükten sonra buğulu gözlerle onun yüzüne baktı. Bu defa konuşurken daha da zorlanıyordu. Kürek kemiğinin altından başlayan sızı, hiç tatmadığı bir sıcaklıkla tüm vücuduna yayılıyor, nefesi hırıltılı çıkmaya başlıyordu.
“Sende biliyorsun Ahmet, artık zamanı geldi.”
“Böyle olsun istemedim, özür dilerim, beni affetmen için her gün dua ettim, bir gün bile o lanet günü aklımdan çıkarmadım.”
“Biliyorum Ahmet, ben seni çoktan affettim.”
“Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum aşkım, çok iyi biliyorum. Ben de seni çok seviyorum.”
Ahmet Bey, eşinden duyduğu bu son sözlerin ardından, yüreğine saplanan ağrının artık dönülemeyecek noktaya geldiğini anladı. Başını yavaşça masaya koyduğunda, eşi Nergis Hanım yüzünde ki gülümsemeyi bir an bile bozmadan halen onu seyrediyordu.
İki gün sonra kapıda ki gazete ve ekmeklerin alınmadığını fark eden bakkal, defalarca zile basmasına rağmen içeriden cevap alamayınca polise haber verdi. Kapıyı çilingir yardımıyla açmak zorunda kalan polis, eve girdiğinde karşılaştığı manzara karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Mutfakta masasının üzerine başını koymuş olan Ahmet Bey’in cansız bedeninin tam karşısında, on yıl önce trafik kazasında hayatını kaybeden eşi Nergis Hanımın gülümseyen fotoğrafı ve onun önünde duran, yenilmemiş rafadan yumurtaya bir türlü anlam veremediler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.