- 1115 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Lokman Hekim'in İlacı
“hastalandığımda O dur bana şifa veren” şuara suresi
Sabah… Uyandım. Ezan okunuyor. Ezanın lahuti sesi içime doluyor. Yüreğim bir kuş tüyü gibi hafif. O anda aklıma üç şey geliyor; oğlum, arkadaşım ve ölüm… Oğlum, Can’ım benim henüz dört yaşında. Teşhis, tanı konulamayan müzmin bir hastalığın pençesinde. Gitmediğimiz doktor, kullanmadığımız ilaç kalmadı. Geçen gün arkadaş sohbetinde şifa dağıttığı söylenen ihtiyar bir kadından bahsettiler. İhtiyarın her türlü hastalığı tedavi ettiği söyleniyordu, Bir sağlık personeli olarak böyle okuyup üfleyenlere, koca karı ilaçları hazırlayanlara, muska yazanlara pek itibar etmem ama, modern tıbbın çaresiz kaldığı o kadar çok vaka ile karşılaştım ki. Nice çaresiz insan belki bir umut diyerek bu tür sahtekârlara müracaat ediyor ve paralarını kaybetmekten başka ellerine ne geçiyordu. İkilem içindeyim. Bir yanım modern tıbba sadık kalmamı diğer yanım gitsen ne kaybedersin hem daha ihtiyarı ve tedavi şeklini görmedin diyor. Bu arada oğlum… Onun gözlerimin önünde bir mum gibi eriyip yok olmasına dayanamıyorum. Her şeye razıyım. Canımı bile Can’ım için feda etmeye razıyım. Yeter ki oğlumun ciğerlerine işlemiş o kronik öksürükleri sona ersin. Yeter ki, oğlum iyileşsin.
Arkadaşım… Bana ablalık yapan mutlu bir yuva kurmama vesile olan hayatta değer verdiğim insan. O da kanserin pençesinde. Tedavisi için yüklü miktarda paraya ihtiyacı var. Dün mesaj atmış. Para gönderebilir misin? diye. İşte böyledir benim canım ablam. Utandığından konuşamıyor, hâlini ancak mesaj ile arz ediyor. Eminim bu mesajı da sıkılarak yazmıştır. Zor zamanlarda kardeşin yardımına koşmayı, derdine derman olmayı, yaraları sarmayı sen öğretmemiş miydin bana. Gönderemem diyemedim.
Tüm bunların ötesinde ölüm… Bir bıçak gibi kesip atıyor her şeyi. Her şeyin boş ve geçici olduğunu hissettiriyor. Bu yönüyle rahatlatıyor beni. Ama hayır, şimdilik hafızamı ölüm düşüncesiyle meşgul etmek istemiyorum. Çabucak kovuyorum ölümü düşüncemden, ama o gitmemekte ısrar ediyor. Böyle gök kapılarının ardına kadar açıldığı sabahın nurani vakitlerinde beni düşünmeyeceksin de kimi düşüneceksin diyor.
Ezan bitti. Hâlâ yataktayım. İçime dolan lahuti hava yerini kasvetli havaya bırakıyor. Ruhum sıkılıyor. Şimdi ne yapacağım ben? Çocuğumun tedavisi için biriktirdiğim parayı kanserin son evresine gelmiş birisine göndermek hem de geri gelmeyeceğini bile bile… Allah’ım bana yardım et. Eşim sol tarafımda benim bu düşüncelerimden habersiz uyuyor. Tüm düşüncelerden azade uyumak… Nerede okumuştum uykuda hepimiz eşitiz diyordu. Hapishanede daracık koğuşta uyuyan mahkûm ile başkanlık sarayında uyuyan devlet başkanı arasında fark ne? Ona henüz hiç bir şey söylemedim. Onun hakkını vermeliyim. Çoğu zaman oğlumuzun hastalığı aramıza kara kedi gibi girse de bu kara kediyi çabucak kovar, fazla tutmayız aramızda. Elinden geldiği kadar bana destek olmaya çalışıyor ama sağlık konusunda ilgisizliği eminim benim bir sağlıkçı olmamdan ve bana güvenmesinden kaynaklanıyor. Akşam biraz tartıştık. Tartışmamıza her zaman ki gibi oğlumuzun hastalığı sebep oldu yine. Bana danışılmadan oğlumun tedavi süreciyle ilgili görüşmeler yapmak sinirlendirmeye yetiyor beni. Neyse şimdilik bunları anlatmanın ne yeri ne de zamanı. İşte yeni bir gün başlıyor. Bakalım bu yeni gün nelere gebe? Hep beraber göreceğiz, ama önce burada duralım ve hikâyemize en başından başlayalım. Bir kadının hayatındaki en güzel anlardan biri olan evlenme teklifi aldığı o mutlu anlara gidelim. Bir delikanlının kafeteryada utana sıkıla evlenme teklifi yaptığı o anlara…
Delikanlı tüm cesaretini toplayıp, sevdiği kızın elinden tuttu:
“benimle evlenir misin?”
Kız böyle bir teklifi beklemiyor değildi aslında. Henüz altı aydır çıkmalarına rağmen onu beğeniyor, onun ideal bir eş, iyi bir baba olacağına tüm kalbiyle inanıyordu ama yine de böyle bir teklif karşısında şaşkındı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Endişeli bakışları kahvenin telvesinde gelecekten izler arar gibiydi:
“benim için tam bir sürpriz oldu. Şaşkın bir haldeyim. Ne diyeceğimi bilemiyorum, yine de… tüm kalbimle evet başka ne diyebilirim ki.” Durdu, şimdi endişeli bakışlar yerini kararlı bakışlara bırakmıştı: “ama bir şartla.”
Delikanlı mutluluktan uçacak gibiydi. Kafeteryada onca insanın içinde kalkıp sevgilisinin boynuna sarılmak onu öpmek geçti içinden ama… evet şu ama kelimesi onun kolunu kanadını kırmış, mecalsiz bırakmıştı.
“bak göreceksin mutlu, örnek bir aile olacağız, seni asla üzmeyeceğim.”
Bu sözler kızın çok hoşuna gitti “ama” kelimesine ise bir açıklama lüzumu hissetti.
“yanlış anlama sakın, çocukların velâyetini üzerime almak istiyorum, onların tedavileri için. Biliyorsun ben bir sağlıkçıyım bu işleri senden iyi bilirim senin şimdilik düzenli bir işin ve sağlık sigortan yok, onların geleceği için yani. Beni anlıyorsun değil mi?”
Ne diyebilirdi. Yerden göğe kadar haklıydı. Şimdilik düzenli bir işi ve sigortası yoktu, henüz ortada olmayan çocukların sağlıkları ise her şeyden önemliydi. Çocukların sağlık sorunlarıyla sağlıkçı bir annenin ilgilenmesinden daha doğal ne olabilirdi ki, yine de yeni bir hayata “şartlı evet” ler ile başlamak canını sıktı.
“elbette aşkım senin gibi mesleğinde başarılı bir sağlıkçının çocuklarımızın sağlık sorunlarıyla mükemmel bir şekilde ilgileneceğinden eminim.”
***
Düğün, dernek, balayı derken zaman ne çabuk geçivermiş. Şimdi beyaz çarşaflarla kaplı doğum yatağında, beyaz floranslar altında ilk çocuklarını dünyaya getirmek üzereydi. Sabaha karşı aniden sancılanmıştı. Beklenenden çok erken bir doğumdu. Apar topar evden çıkmışlardı, trafik lambaları aceleci misafir için hep yeşil yandı. On dakika sonra hastanedeydiler. Tüm ısrarlara rağmen sezeryanı reddetmiş, normal doğum istemişti. Bununla ilgili onam formunu doldurmuştu bile. Ancak içeride bir şeylerin ters gittiğini anladı. Doğumhanenin kanatlı kapısı bir açılıyor bir kapanıyor, hemşirelerin telaşlı koşuşturmalarına şahit oluyordu. Az sonra ağlama sesleri yankılandı doğumhane koridorlarında, hatta sesler doğumhanenin kanatlı kapılarından koridorlara taştı. Bu feryat dolu ağlama sesleri hayata gözlerini henüz açmış bir bebeğin çığlıkları değil, yavrusunu kaybetmiş bir annenin yürek paralayan hıçkırıkları idi. Minik bebek ise doktorun kucağında yeşil örtüler arasında hemen kuveze alındı.
O yeşil örtülere bürünmüş, minik bebeğin kanlı bedenini bir an gördü. Gördü ve gözpınarlarına hakim olamadı, hüngür hüngür ağladı ama kendini çabucak toparladı çünkü içeride teselli bekleyen gözü yaşlı bir kadın vardı.
Bir ay boyunca bebeği küvezde kollarına, bacaklarına ve tıraş edilmiş başına hortumcuklar takılmış bir şekilde gözleri yaşlı, yürekleri buruk seyrettiler. İlk bebeklerini kucaklarına alamamamın, onu doyasıya öpüp koklayamamanın acısını bir ömür boyu yüreklerinde hissedeceklerdi.
Doğum esnasında bebek on, on beş saniye oksijensiz kalmış bu da bebeğin beyin hücrelerine zarar vermişti. Yaşaması bir mucizeymiş ve ileride özürlü ya da spastik olma ihtimali yüksekmiş. Böyle söylemişti doktorlar.
İşte yaşıyordu ya… minik kalbi tıp tıp atıyordu ya… o koyu kahve gözleriyle hayata masum masum bakıyordu ya… minik kollarını bacaklarını kabuğu üzerinde ters dönmüş kaplumbağa gibi bir aşağı bir yukarı indirip kaldırıyordu ya… buna da şükür.
Minik bebek… sen doğum esnasında ağlamadın biz gözümüzden kanlar gelinceye kadar ağladık. Allah şahidim olsun ileride herhangi bir sebepten dolayı senin o güzelim gözlerine o tuzlu, acımsı sıvı hücum ettiğinde sana hiçbir zaman “oğlum niye ağlıyorsun” demeyeceğim.
.
***
Her sabah olduğu gibi eşi, bakıcıya yine günlük talimatları sıralıyordu. Bakıcı da her sabah bildik talimatları dinlemenin sıkıntısı içindeydi;
“önce aç karına ilacını alacak, yarım saat sonra kahvaltısını yapacak sonra tok karına şurupları ve çiğneme tabletini verirsin. Saat 12’00 de buharını alsın. Öğleden sonra 14.00 gibi çocuğu almaya geleceğim önce fiziki tedaviye oradan da konuşma terapistine gideceğiz. Sen yemeği yaptıktan sonra çıkabilirsin.”
Korkulan olmamış küçük bebek yaşam savaşını kazanmıştı. Ne spastik ne de özürlüydü. Düztaban olduğundan yürüme ve denge problemi yaşıyordu. Bunun için haftada üç gün fizyoterapiye gidiyordu. Artikülasyon problemi için iki gün konuşma terapistine gidiyordu. Sıkı bir çalışmayla ilkokula kadar bülbül gibi şakıyacak ve Messi gibi futbol oynayabilecekti. Bir de Can’ın nahiv, kırılgan bedeni sık sık hastalanmaya müsaitti. Ateşi hep otuz dokuzlarda geziyordu. İdrar yolları enfeksiyonu oldu, bademcikleri alındı, geniz eti ameliyatı oldu. Sürekli öksürüyordu. Öksürünce balgam çıkartıyor, burnu kanıyordu. Alerjik dediler, astım, bronşit dediler, akciğerlerinde yabancı bir cisim var dediler, kalbi delik üfürümlü dediler. Şehrin pis havasındandır dediler. Röntgenler, ultrsonlar, müşahede altına almalar, şuruplar, ventolinler, buharlar, antibiyotikler, ateş düşürücü iğneler, ardı arkası gelmeyen testler… ama uzmanlar bir teşhis, tanı koyamadı. Kimseler derde çare olamadı.
Küçük Can şurupları içe içe küçük bir şurup barajına döndü. İğneleri yiye yiye bacakları kolları hedef tahtası gibi delik deşik oldu. Buharları ala ala adeta buharlaştı ancak ne ateşi düştü ne de o ciğerlerine işleyen öksürükleri sona erdi.
Üniversite hastanesi acil servisinin değişmez hastasıydı, uzman doktorların kontrolü altındaydı, her daim annesi yanı başındaydı. Teşhis tanı bir türlü konamadı. İlaçlara, şuruplara, iğnelere devam…
Can’ın bu kronik hastalıkları yüzünden bazen evde büyük kavgalar ediliyordu. Bu tartışmaların baş müsebbibi her zaman baba idi. Eşi sürekli oğluyla yeteri kadar ilgilenmediğinden şikâyet ediyordu. Dediğine göre daha rehabilitasyon merkezinin yerini ve öğretmenlerin adını bilmiyormuş. Oysa işten izin alabildiği müddetçe oğlunu terapistlere götürüyordu hatta bir seferinde Can’ın yüksek sesten, kediden, köpekten, bebekten tabir-i caiz ise hareketli her cisimden korkmasından dolayı bir psikoloğa beraber gitmişlerdi. Psikolog da korkularımızın doğuştan değil sonradan öğrenilen bir davranış olduğunu ve Can’ın bu korkularının yaşadığı bir olaydan kaynaklandığını uzun uzun anlatmıştı. Bir kere de boyama çalışmalarında hep siyah rengi kullanmasından dolayı gitmişlerdi psikoloğa. Psikolog yine o bildik beylik lafları etmişti. Annesi cuma akşamları tiyatroya gittiğinde Can ile uzmanların tavsiye ettiği zekâ geliştiren, eşleştirme becerisi sağlayan domino ve tangram gibi oyunlar oynarlar, parmaklarını daha iyi kullanması için makasla renkli kâğıtlar keserler, konuşma terapistinin verdiği dil ve damak çalışmalarını yaparlardı. Pazar günleri Can’ın en sevdiği gündü çünkü o gün babasıyla birbirinden çeşit oyunlar oynarlardı. Güreşirler, boks yaparlar, saklambaç ve satranç oynarlardı. Akşam da büyük bir alış veriş merkezin oyun parkına giderlerdi. Can orada gönlünce doyasıya oynar, dönüşte bebek koltuğunda uyur kalırdı. Daha ne yapsın oğluyla elinden geldiği kadar ilgilenmeye, onunla vakit geçirmeye çalışıyordu işte. Bir öksürüklerine çare olamıyordu bu da herhalde doktor ve sağlıkçıların işiydi.
Yataktaydı. Can elinde balgam dolu plastik kap başucuna gelmiş; “uyan baba bak Can hasta oldu” diyordu. Aslında onu duyuyor sırf oyun olsun diye gözlerini açmak istemiyordu. Can ise babasını dürtükleyerek: “uyan baba bak ben hasta oldum. Sürekli öksürüyorum baba. Sürekli balgam çıkartıyorum. Öksürünce ciğerlerim yerinden sökülecek gibi oluyor. Baba uyan bak balgam çıkartıyorum, burnumdan kanlar gelinceye, içim dışına çıkıncaya kadar öksürüyorum. Bak uyku tulumum kusmuk oldu, altıma da çiş yaptım. Annem bağıracak, kızacak yine. Kalk baba, annem görmeden uyku tulumunu değiştirelim, vücudum cehennem ateşi gibi yanıyor, ılık suyla banyo yaptır da ateşim düşsün. Uyan baba bak ben hasta oldum. Çocuklar böyle hasta olmaz değil mi? Dedeler böyle hasta olur. Yoksa zaman tersine mi döndü, yoksa ben ihtiyar mı oldum? Baba bak ben dedeler gibi ihtiyar oldum ben hasta oldum.”
Can saçı sakalı ağarmış, yanakları pörsümüş, beli kamburlaşmış bir ihtiyara dönüşüyordu ki korkuyla uyandı. Geceydi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Sadece bir kâbus dedi. Hâlâ o kâbusun etkisi altındaydı. Vücudu bir kemik kadar sertti. Öylece bir müddet hareketsiz yağan yağmurun ninniyi anımsatan şıpırtılarını sonra oğlunun gecenin dehlizlerinde yankılanan öksürüklerini dinledi. Bir ara Can: “baba baba” diye mırıldandı. Hemen hemen her gece su içmek için uyanır ve “baba” diye seslenirdi, ama bu sefer ki seslenişi yalvarırcasına hattâ korku dolu idi. “baba baba” dedi tekrar Can. Yatağından fırladığı gibi soluğu oğlunun başucunda aldı. Yavrucak bir cenin gibi kıvrılmış, dertop olmuş titriyor ve gözleri açık karanlıkta bir noktaya bakıyordu. Hemen ateşi olup olmadığını kontrol etti.
“Yanıma yatar mısın?” dedi titreyen sesiyle.
Ona doğum günü hediyesi olarak aldıkları şimşek mekkuin yatağına uzandı. Uzanır uzanmaz da Can babasına sımsıkı sarıldı. Ciğerleri bir körükten farksızdı. Kalp atışları seri, nefes alışverişi hızlı idi. Demek ki o da korkulu bir düş görmüş ve hâlâ bu korkulu düşün etkisi altındaydı.
“Su ister misin?”
“ istemem”
Bir müddet baba oğul birbirlerine sarmaşıklar gibi sarılmış halde yattılar. Biraz olsun sakinleşmiş, nefes alışverişi normale dönmüştü ama gözleri hâlâ açık ve arada başını kolları arasından kurtarıp karşıki duvara bakıyordu.
“Baba bir şey söyleyebilir miyim?” diye sordu.
Terli saçlarını okşayıp alnından öptü; “Tabii söyleyebilirsin aslan koçum.”
“Bilir misin karşıki duvarda ne var?”
Onun bu “bilir misin” ile başlayan cümleleri çok hoşlarına gider, arada “bilir misin?"li cümleler kurarak onu taklit ederlerdi. Önce arkaya dönüp dönmemekte tereddüt etti. Can’ın odasında üzerinde örümcek adam resmi olan içi oyuncak dolu bir çadır vardı. Bir gece onu yatağına yatırdığında örümcek adam resminden korktuğunu söylemişti. Onu, korkma örümcek adam iyilerin dostu, kötülerin düşmanınıdır, o senin dostun diyerek teselli etmişti. Acaba yine o örümcek adamdan mı korkmuştu?
“Karşı duvarda ne var?” diye sordu.
Anında cevapladı. “Bana bakan iri gözler.”
Gecenin böyle insanın içine korku ile karışık garip duygular pompaladığı acaip anlar… Evin içindeki tüm eşyaların şekilden şekile girip canlandığı demler… Derin sessizliğin şahlanıp insan kulağını çın çın çınlattığı zamanlar…
O anda tüm vücuduna bir titreme yayıldı. Ardına bakmadan; “o gözler şimdi ne yapıyorlar.” Diye sordu “Hâlâ bana bakıyorlar.” Dedi. Tüm cesaretini toplayıp arkaya baktı. Ama duvarda hiçbir şey göremedi. “Korkma oğlum bak orada bir şey yok” dedi. “Hayır var, sen göremiyorsun” dedi. Aklına gelen tüm duaları okumaya başladı. Hem okuyor hem oğluna bir açıklama yapma lüzumu hissediyordu. O anda aklına yağmur ve melekler geldi. “Bilir misin o gözler kimin gözleri?” diye başladı. “Onlar meleklerin güzel gözleridir. Yağan her bir yağmur damlası meleklerin nurani kanatlarında yere iner. İşte o melekler gerisin geriye gökyüzüne gitmemişler de senin odana gelmişler. Senin başını bekliyorlar, hastalanmanı istemiyorlar ve açıldığında üzerini örtüyorlar.”
O gece sabaha kadar yağmur yağdı. Sabaha kadar her bir yağmur damlasını bir melek indirdi yeryüzüne. Sonra melekler gerisin geriye mi döndüler, daralan ruhlara bir nefha nefes mi oldular yoksa Can’ın başında mı beklediler bilinmez zira az bir zaman sonra ikisi de uyuyakalmışlardı.
Kafaları, Can’ın hastalık süreciyle o kadar doluydu ki, geceleri sürekli rüyalara yansıyordu. Yine Can yatağın başına gelmiş şöyle sesleniyordu; anne baba, ne olur kızmayın bana. Biliyorum sizin suçunuz değil, belki de kaderin bana küçük bir oyunudur. Evet, evet aynen öyle benim talihim bu, doğum esnasında beyin hücrelerimin saniyelerle ifade edilebilecek zaman süresince oksijensiz kalması sonucu sürekli titreyen ellere sahip olmak, konuşma güçlüğü çekmek ve doğru dürüst yürüyememek kaderin bir oyunu olsa gerek. Düz yolda yürürken depremlerde olduğu gibi sanki zemin ayaklarımın altından kayıyormuş gibi düşüyorum. Hele bir yokuşu ve merdivenleri tek başıma çıkabilmek tam bir işkence benim için. Okulda arkadaşların top oynarken onları pencereden hüzünle seyrediyorum. Bazen oyuncu eksik olunca beni kaleye geçiriyorlar, çok gol yiyorum, kızıyorlar bana ne yapayım halı saha da ayaklarımın altından kayıyor gibi oluyor. Bir gün sınıfta bir tartışma çıkmıştı. İki kişi üzerine yürümüştü. Kendime güveniyorum, onlarla baş edebilirdim Çünkü siz beni karateye göndermiştiniz ve bilirsiniz solum kuvvetlidir. Baba seni az mı yumrukladım hatırlasana? İşte o sırada sıra arkadaşım Yağmur çocuklara dedi ki; dokunmayın ona o sakat. Dünyam başıma yıkıldı, içim parçalandı. Keşke o iki çocukla yaka paça olsaydım da bu sözü hiç duymasaydım. Bunun bir önemi yok aslında, hakkımda kim ne derse desin önemi yok, önemli olan anne baba, aranızda kavga ettiğiniz de hıncınızı alamayıp sinirlendiğinizde bana dönüp; sen de düzgün yürü be çocuk sakat sakat yürüme diyorsunuz ya işte o zamanlar sizin çocuğunuz olmak istemiyorum.
Yine gecenin karanlığında yankılanan öksürük ve ağlama sesleriyle uyanmıştı. Öksüren Can’dı, peki ya bu içli hıçkırıklar…
Eşini oğlunun başucunda perişan bir halde buldu. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ona sıkıca sarıldı. Gözyaşlarından öptü.
“tamam canım geçti artık.”
Eşi ağlamaya devam ediyordu:
“benim suçum, onu dünyaya sağlıklı getiremedim, yeteri kadar ıkınamadım, yavrumun bu halde olması hep benim suçum.”
“kendini suçlama lütfen, bu her ailenin başına gelebilir, daha kötüsü de olabilirdi. Biz buna karar veremeyiz. Dua edelim yatakta değil kucakta değil. Can kendini toparladı artık. Tüm ihtiyaçlarını kendi görebiliyor.”
“hiçbir zaman arkadaşları gibi olamayacak, onlar yeşil çayırlar üzerinde koşturarak top oynarken benim oğlum bir köşede mahzun onları seyredecek. Kaç seferdir diyorum oğlum düzgün yürü, yere sağlam bas, şu parmak uçlarına basarak yürüme diye. Yapamıyor, daha merdivenleri bile doğru dürüst çıkamıyor, düşüyor, başını duvarlara beton zemine çarpıyor, yara bere içinde her yanı, ne olacak böyle yere her kapaklandığında beyninde telafisi olmayan milyonlarca hücre ölüyor biliyor musun?”
“abartıyorsun. Artık dengeli bir şekilde yürüyebiliyor, derdini anlatabiliyor. Bak geçen gün oyun parkından dönerken merdivenleri kendisi çıktı, üstelik korkuluklara tutunmadan. Tüm bunlar senin gayretlerin sayesinde oldu. Bir öksürüğü kaldı ona da çare bulunur inşallah. Tıpta her derdin bir devası var diyen sen değil miydin?”
“hep fedakârlık hep fedakârlık neden tüm fedakarlıkları ben yapmak zorundayım.”
“…”
“ne biçim imtihandır bu? Şöyle etrafıma bakıyorum da tüm sağlıkçıların çocukları hasta. Doktorun, ebenin olmadığı, hijyenik koşullardan yoksun ücra bir köşede doğan bebekler daha sağlıklı, ama tıbbın tüm imkanlarıyla donatılmış modern bir hastanede doğan bebeklerin haline bak… söyler misin bu nasıl bir imtihan?”
“genelleme yapman doğru olmaz belki de siz sağlıkçılar sağlık konusunda fazla hassassınız. Hastane ortamında bulunmanız, sürekli hastalarla, hastalıklarla meşgul olmanız psikolojik olarak etkiliyor sizi. Ve haklı olarak sevdiklerinizi hasta görmek istemediğinizden tedbirli olmaya, önlemler almaya çalışıyorsunuz.”
“yoruldum artık, dayanamıyorum, bu yükü daha fazla kaldıramıyorum. Oğlumun bu hali… gözlerimin önünde… hastalığına çare olamamam mahvediyor beni. Ne olur kurtar oğlumuzu, onu bir doktora götür. Bir doktor, Allah aşkına bir doktor.”
Ona sıkıca sarılmaktan başka ne yapabilirdi. Ona ne söyleyebilirdi. Ama eğer o duygu dolu dakikalarda söyleyebilseydi hayatın bir çeşit imtihan olduğunu söylemek isterdi. Mal, mülk, evlat imtihandı. Sağlık bir nimet, hastalıklar birer imtihandı. Ailenden daha fazla birlikte olduğun iş arkadaşının sudan sebeplerle kalbini kırması imtihandı. Ofise gelen sinirli müşterinin ana avrat küfürlerini sineye çekebilmek imtihandı. Senetler üzerinde imzanı taklit ederek evine haciz memuru getiren ortağın bir imtihandı. Güvendiğin kuyumcuya tüm sermayeni küçük kazançlar gelecek diye emanet edip sonra da kazandan olmak bir imtihandı. Uzun bir yolculukta tanıştığın dostunun iksir mesabesindeki sohbetleri imtihandı. Ve tüm tedavi yollarını tükettiğin halde sabahlara kadar öksürük denizinde boğulan evladının öksürüklerini çaresiz, ve yüreğin parça parça dinlemek imtihandı. Kısacası ona hayatın üniversite sınavı gibi 160 dakikada değil, 7/24 bir imtihandan ibaret olduğunu söylemek isterdi. Bir de çaresizlik ve acziyetten bahsetmek isterdi. Evet, çaresizlik ve acziyetten daha büyük dua olabilir mi? Kara gecede kara kayadaki kara karıncaların ayak seslerini gören işiten Rabbim, rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı şu demlerde acziyet içinde yalvaran bir kadının hıçkırıklarını, sabi bir yavrunun öksürüklerini hiç duymaz mı? Duyup ta dertlerine derman olmaz mı? Kulu hastalanınca hastalığına şifa olmaz mı?
Kolları arasında uyuyakalan eşini kucaklayıp yatağa götürdü. Yanına uzanıp perdeden sızan sokak lambasının sarımsı ışığında eşini seyretti bir süre. Her nefes alış verişinde yüzüne kederli bir ifade çöküyordu. Uykusunda bile oğlunun müzmin hastalıklarıyla boğuştuğunu anladı. Çok hırpalıyordu kendini. Bir mucizenin gerçekleşmesini bekliyordu, bir sihirbaz ortaya çıksın hokus pokus yaparak dertlere derman olsun ama bazen tüm imkânlar seferber edildikten ve tüm yollar denedikten sonra insana düşen sabır tevekkülle beklemektir. Bir hikâye anlatılır kederli baba, doktora yalvarıyormuş; “ne olur kurtar oğlumu doktor bey” diye. Doktor gözleri nemli, yüreği buruk cevaplamış: “kurtarabilseydim eğer bu sabah kaybettiğim öz evladımı kurtarırdım.”
Uyuyamayacağını anladı. Kalktı, gafletle bir sigara yaktı. Sigara dumanının Can’a zararlı olduğunu düşünerek hemen de söndürdü. Dumanları elleriyle dağıttı. Oturma odasına geçip kütüphaneden oğlunun sağlık dosyasını buldu, bir kelimesini dahi anlamadan okudu.
***
Rehabilitasyon merkezinin bulunduğu sokağa girince aracı yine çukura saplanmıştı. Her modern şehrin sahip olması gereken alt ve üst yapılar bu şehirde daha yeni yapılıyordu. Bir de adına yüzyılın muhteşem projesi diyorlar. Ne palavra ama. Kazma vurulalı altı ayı geçti, tüm sokak ve caddeler hâlâ köstebek yuvası gibi. Hemen telefona sarıldı. Önce uzun uzun çaldı telefon sonra müzik eşliğinde o duymaya alıştığımız otomatik ses: “beklettiğimiz için özür dileriz birazdan aradığınız numaraya bağlanacaksınız” dedi ve galiba telefona bakmaya karar vermiş olacaklar ki yapmacık bir nezaketle bir bayan:
“nasıl yardımcı olabiliriz?”
Burnundan soluyordu:
“olamıyorsunuz ki, bakın ikinci defadır şu lanet olası çukura düşüyorum, saplandım kaldım burada ve şu an oğlumun seansa yetişmesi lazım. Rehabilitasyon merkezinin, seansın ne demek olduğunu umarım biliyorsunuzdur. Size on dakika mühlet, eğer on dakikada aracım buradan çıkarılmaz ve oğlum seansı kaçırırsa ben yapacağımı biliyorum.”
“tabii ki hanımefendi tekrar özür dileriz ekipler verdiğiniz adrese hemen geliyor.”
Öfkesi hala geçmemişti. Kendini dağ başında kapana kısılmış yavru bir ceylan gibi hissetti. Ne aptalca bir şeydi bu. Dikiz aynasından bebek koltuğunda bir gazetenin promosyon olarak verdiği Şirin Baba maskotuyla oynayan oğluna baktı. Sonra aynada bir yabancı silueti belirdi. Elinde asası, omzunda heybesi, uzun saçlı, uzun sakallı meczubu anımsatan bir tipti. Heybe rengarenk çiçeklerle doluydu. Sanki masal kitaplarından fırlayıp çıkmıştı. Yok yok öyle değil, bazen bu ülkede böyle meczup tipler belli dönemlerde ortaya çıkar sonra da sırra kadem basarlardı. Hemen kapıları kilitledi. Yabancı aniden Can’ın yanında peydahlanıverdi. Ona manalı manalı baktı. Can da oyun dünyasından sıyrılıp gülümseyerek ona baktı. Sonra yabancı şoför mahalline yönelip:
“yardımcı olabilir miyim?”
İlerlemiş yaşına rağmen, genç diri ve nazik görünüyordu.
“teşekkür ederim zabıtalar şimdi gelir.”
“bir omuz atmayla hallolur kanaatindeyim haydi siz arabayı çalıştırın.”
“sanmam geçen sefer üç kişi çıkartamadı.”
Yabancı ısrarcıydı:
“siz kontağı çevirin hele.”
Kontağı çevirdi, motor hemen de çalıştı, daha vitesi atıp gaza basmamıştı ki araba uçtu adeta.
Nasıl olur derken yabancıyı aradı şaşkın bakışları. Önüne arkasına, sağına soluna baktı ama kimseyi göremedi. Sadece havada insanı mest eden çiçek kokuları vardı. Tuhaftı.
Rehabilitasyon merkezine geldiğinde Can âdetine muhalif olarak derin bir uykuya dalmıştı. Öyle ki hiç kimse onu bu derin uykusundan uyandıramadı. Anlaşılan bugün tuhaflıklarla dolu bir gün yaşanıyordu. Şimdi Can tatlı mı tatlı bir uykunun ellerine bırakmıştı kendini.
Şirin Baba peşimden gel dedi Can’a. Can dikkatli, sakınan adımlarla takip etti onu.
“işte geldik” dedi şirin baba eliyle işaret ederek.
Burası şirinlerin yeşillikler içindeki meşhur mantar köyüydü. Her bir mantar evden mavi renkli minik şirin çıkıyor, koşarak Şirin babanın kucağına atlıyordu. Şirin baba tek tek sevdi, öptü, okşadı, kokladı şirinlerini ve onlara misafirini tanıttı.
“köyümüze hoş geldin Can, umarım aramızda mutlu günler geçirirsin” dediler neşe ile.
“hadi bakalım çocuklar, şimdi herkes işinin başına, kaytarmak yok, sen de tembel şirin sen de uykucu şirin anlaşıldı mı?” diye talimatlar yağdırmaya başladı Şirin baba.
Az sonra her şirin talimli birer asker gibi hemen işinin başına geçti. Kimi elinde kazma kürek toprak kazıyor, kimi elbise dikiyor, kimi tamirat işleriyle meşgul, kimi yemek pişiriyor, kimi kitap okuyor, kimi resim çiziyor... vs, ama tembel şirin ile uykucu şirin ağacın serin gölgesinde şimdiden derin bir uykuya dalmışlardı bile
Şirin Baba Can’ı bir laboratuvardan farksız olan evine götürdü. Odanın ortasında üzerinden dumanların, kabarcıkların yükseldiği devasa bir kazan vardı. Masanın üzeri deney tüpleri, mercekler, şişecikler, cımbızlar, makaslar ve adını bilmediği onlarca alet edevatla doluydu. Ciltli kitaplar odanın her tarafına dağılmış yarı açık, okunmaya hazır vaziyetteydi.
Can’a el işaretiyle otur dedi. Can da kaynar kazanın karşısındaki sandalyeye oturdu. Hastalığını anlat dedi ciddiyetle. Can anlattı; “öksürüyorum Şirin Baba sürekli öksürüyorum. Sanki içimde bir olta var. Her öksürüşümde oltayı çekiyorlar ve iğne ciğerlerime batıyor.”
Şirin Baba beyaz sakalını sıvazlaya sıvazlaya odanın içinde volta attı. Kalın kitapları karıştırdı. Terazinin kefeleriyle oynadı. Büyüteçle kurumuş yaprak damarlarını ve panoya iğneli bir karıncanın gözlerini inceledi. “Düşündüğümden de mükemmel görme mekanizmalarına sahipler” dedi. Eline tahta bir cetvel alarak tekrar volta atıyordu ki aniden durdu, sanki kırmızı başlığı altında bir ampül yandı:
“tamam çaresini buldum, sana Lokman Hekim’in ilacını içireceğiz.”
“Lokman Hekim İlacı mı? O da kim?”
“kendine hikmet verilen, ölüme deva bulduğu söylenen ünlü hekim. Bak duvarda resmi var.”
Can duvardaki resimlere baktı. Bunlar tıbbın babalarıydı; Hipokrat, Galenus, Er-Razi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, Lokman Hekim. Lokman Hekim’im resmini görünce onun annesine yardım eden yabancı olduğunu anladı.
“gerçekten ölümsüzlük iksirini bulmuş mu?”
“rivayet edilir ki Lokman Hekim bütün dünyayı dolaşarak her bir çiçeği, otu, bitkiyi bıkmadan usanmadan incelemiş. Bitkilerden, otlardan ilaçlar damıtmış. Bu ilaçlarla dertlilere deva, hastalıklara şifa olmuş, ama yaptıklarını yetersiz görüyor ve yüreğinde derin bir boşluk hissediyormuş. Bir gece rüyasında cennet gibi bir yer görmüş. O yerde şimdiye kadar hiç bilmediği, adını sanını duymadığı şifalı bitkiler, otlar, rengârenk çiçekler varmış. O yeri aramaya karar vermiş zira yüreğindeki derin boşluğu ancak orada dolduracağına inanmış. Tekrar düşmüş yollara. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Nihayet aradığı yeri bulmuş. Çiçeklerin baş döndürücü kokusunu içine çekmiş. Onları bir anne şefkatiyle okşamış, bir sevgiliyi kucaklar gibi kucaklamış ve tekrar hummalı çalışmaya girişmiş. Çalışkan arı gibi her çiçekten öz toplayıp kazanlarda kaynatmış. Koca kazanlardan sadece küçük bir şişeciği dolduracak kadar iksir çıkmış. Şimdi iksir şişenin içinde güneş gibi pırıl pırıl parlıyormuş. Ulu bir çınarın koyu gölgesine oturup yüreğinde beliren gururla iksirin güzelliğini seyretmiş. İşte buradan sonra rivayet değişir. Kimi Lokman Hekimin ağacın altında uyuyakaldığını, kibir ve gururu hiç sevmeyen yüce yaratıcının emri ile Cebrail’in iksiri yok ettiğini kimi de köprüden geçerken düşürmüş olabileceğini anlatır. İşte o gün bu gündür insanoğlu ölümsüzlük iksirini arar, ölümsüzlük peşinde koşar durur. Tarih boyunca ölümsüzlüğe ermek için neler neler yapmadı ki insanoğlu. Ölümsüzlük fikri nice destanlara, nice nice hikâyelere konu oldu. Simyacılar, paragöz Gargamel’in şirinleri altına dönüştürmesi gibi efsanevi maddeleri iksire dönüştürmek için gece gündüz uğraştılar. Nice güçlü hükümdar, karlı sarp dağlar aştılar. Nice kıtalar fetheden fatihler hep ölümsüzlük iksirini aradılar, nice maceraperest kişiler Kaf dağını aşarak karanlıklar ülkesine doğru yola çıktılar ancak şimdiye kadar ölümsüzlük iksirini ne bulan oldu ne de ölümsüzlüğe eren.”
Şirin Baba Can’a göz attı, Can anlatılanları hayretle, pür dikkat dinliyordu.
“baban sana bir şeyler anlatmıyor galiba evlat”
“anlatmaz olur mu? Gece uyumadan önce hep masallar anlatır, mesela kuyuya düşen Yusuf’un hikâyesini, putları kıran İbrahim’in masalını ondan dinlemiştim.”
Şirin Baba gülerek;
“ne babanın anlattıkları masal ne de benim anlattıklarım. Tüm bunlar gerçek, yaşanmış olaylar. Zamanı gelince hepsini anlayacaksın. Kıskançlığın insan başına neler açtığını, geçici fani olanın neden sevilmediğini anlayacaksın.”
Sonra cebinden anahtar demeti çıkarıp çelik bir kasaya yöneldi. Can böyle bir anahtar demetinin Şirin Babanın cebine nasıl sığdığını düşünürken Şirin Baba tabure üzerine çıkıp anahtarın birini çelik kasanın deliğine soktu. Kilit çın çın öterek açıldı. Alışkın elleri küçük şişeyi hemen de buldu. Tekrar kazana yönelip şişeden üç damla damlattı. Damlacıklar parlayarak kazana düşerken odanın içine insanı sermest eden tatlı bir rayiha yayıldı. Tahta kaşıkla karıştırmaya başladı:
“geçenlerde bizim tembel şirin her zamanki miskinliğiyle avare avare dolaşırken köprünün altında heyecanla bir şeyler arayan kötü kalpli Gargamel ve onun sadık kedisi Azman’ı görüp hemen saklanmış. Gargamel Azman’a sürekli; “hadi Azman kullan şu keskin koku alma duyunu, bulalım şu şişeyi” deyip duruyormuş. Gün batımına kadar aramışlar ama aradıkları her ne ise bir türlü bulamamışlar. Bizim tembel saklandığı yerde iki büklüm uykuya dalmış. Uyandığında bacakları kolları uyuşmuş bir vaziyette, dizleri üzerine doğrulmuş, bir adım atmış, ayağı bir cisme takılmış ve tekrar yere kapaklanmış. Şimdi burnunun ucunda küçük bir şeşe duruyormuş.
Şirin Baba burada sustu, ilacın kıvama geldiğine kanaat getirip kazandan bir kaşık aldı ve Can’a içirdi. İlacı içen Can’ın yüzü ekşidi, genzinde yanmalar hissetti, üç sefer öksürdü ve sonra derin bir uykuya daldı.
“şimdi uyu küçük dostum uyu. Şifa bulman biraz zaman alacak ama vakit tamam olunca ilaç tesirini gösterecek ve iyileşeceksin, çünkü sana Lokman Hekim’in kaybettiği her derde deva iksirinden içirdim” dedi Şirin Baba.
Saatler geçmesine rağmen uyanmadı. Şirinler koro halinde: “uyan Can uyan artık. Uyanma vakti geldi” diye şarkılar söylüyordu.
Can uyandığında annesi ve fizyoterapisti karşısında gördü:
“acı, çok acı, su anne” dedi öksürerek.
Anne ile terapist birbirine baktılar:
“sabah ki ilacın tadını hatırladı galiba” dedi annesi suyu uzatarak.
Can bir bardak suyu nefes almadan bitirdi.
***
Akşam yemeğinde eşine bugün yaşadığı tuhaflıkları hayretle anlatıyordu:
“arabanın tekrar çukura düştüğüne inanamıyor, belediyeye lanetler yağdırıyordum ki o meczup kılıklı yabancı peydahlanıverdi yanımda ve hafif bir dokunmayla araba uçtu sanki, onu her yanda aradım ama bir türlü bulamadım.”
“belki aynanın kör noktasına geldiğinden göremedin adamı belki çok telaşlıydın.”
“hayır hayır adamı gayet net görüyordum. Kontağı çevirince tekrar göz göze geldik. Elinde asası, omzunda heybesi hatta heybenin içinde rengârenk çiçekler dimdik duruyordu. Bir de baktım çukurdan kurtulmuştum adam ise aniden yok oluverdi”
“olmaz öyle şey”
“peki ya etrafa yayılan o doyumsuz rayihalar.”
“köşedeki parfümcüden gelmiştir.”
“yo hayır, bu koku parfümcünün o sahte, uyduruk parfümlerinden gelemez. Bu koku doyumsuz, harikulâde, eşsiz sanki asırlar ötesinden geliyor gibiydi.”
Eşinin hallüsülasyon gördüğünü anladı. Eşinin son günlerdeki sinirli davranışları, yorgun ve bitkin hali gözlerden kaçmıyordu. Acaba tatile mi çıksak diye düşündü. Uzun zamandır yıllık iznini kullanmamıştı. Şöyle deniz kenarında bir haftalık tatil çok iyi gelecekti. Hem nice zamandır fizyoterapist Can’ın denize girmesinin, kumsalda yürümesinin tedavi sürecine olumlu katkı sağlayacağını söylemişti.
“seansı kaçırmadığınıza sevindim, artık yollarda daha dikkatli olursun, ha bak sana bir haberim var. Laf lafı açtı söylemeyi unuttum. Hani benim Almanya’da bir arkadaşım vardı.”
“şu doktor olan ev arkadaşın değil miydi? Bir ara bahsetmiştin neydi adı?”
“Lokman. Biz ona Lokman Hekim diyorduk. Bunu da hak ediyordu doğrusu. Tıbbı bitirip Alman Ordusuna girmiş. Geçenlerde yeni buluşlara imza atıp ödüller aldığını gazetelerden okumuştum.”
Can, Lokman Hekim ismini duyunca başını aniden yemek tabağından kaldırdı, bakışlarını televizyon seyreder gibi karşı duvara dikti, gülümsedi “Şirin Baba, Lokman Hekim” dedi
Onun bu davranışı anne babanın gözlerinden kaçmamıştı.
Eşi gözlerini Can’dan ayırmadan konuşmaya devam etti:
“bakıyorum tüm arkadaşların mevki makam sahibi olmuşlar yalnız sen hariç.”
“başlamayalım yine, hayatta her şey mevki, makam elde etmek ya da bir meslek sahibi olmak değildir. Tüm bunlar elbette bir şeydir ama her şey değildir. Bazen tüm kapıları zorlarsın açılmaz bazen bir tercih meselesidir.”
“sakın bana meslek seçimim bir tercih meselesiydi deme inanmam.”
“ben hayatımdan memnunum.”
“ama ben senin kariyersiz bir işyerinde çalışmandan memnun değilim. Kader deyip, talih deyip kendi kendini kandırmışsın”
“bu konu üzerinde fazla konuşmayalım, anlaşamıyoruz.”
“hangi konu da anlaşıyoruz ki”
Can tekrar bakışlarını duvara çevirerek yüzünü buruşturdu:
“Lokman Hekim… Şirin baba… ilaç çok acı” dedi ve hiçbir şey olmamış gibi tekrar tabaktaki yemeğini yemeye devam etti.
“ne dedi sen de duydun mu? İkidir Şirin Babadan Lokman Hekimden bahsediyor. ”
“evet bugün seansta da söyledi. Her sabah acı ilaçları içmek bilinçaltına yerleşmiş yavrumun, ne diyordun sen.”
“Lokman diyordum. Alman eşi Pamukkale ve kırmızı suyu çok merak ediyormuş.”
“kırmızı su da hakikaten kırmızı olsa bari, bildiğin kırık fay hattından gelen sıcak su.”
Çatalla tabaktaki kerevizleri, bezelyeleri didikleyip konuşmaya devam etti; “ama ben sana danışmadan bir şey yaptım.”
Eşi sinirlenerek çatalı masaya bıraktı:
“düşündüğüm şeyi yaptın değil mi? Ona oğlumuzun hastalığından bahsettin.”
Suçlu çocuk gibi başını öne eğdi:
“daha da fazlasını, raporları faksladım.”
“bu meseleyi aramızda çözdüğümüzü sanmıştım, hani oğlumuzun hastalıklarını yabancılara anlatmayacaktık.”
“o gece senin perişan halini görünce dayanamadım, bir çıkış yolu aradım bir çare diye yalvardım Rabbime. O gün de bizim Lokman aramaz mı? Bunu bir işaret olarak düşündüm ve ona Can’ın hastalığından bahsettim. Sağ olsun yakından ilgilendi. Tatil için Türkiye’ye geleceğini söyledi. Can’ı muhakkak görmeliyim dedi ve raporları istedi benden.”
“bir ay önce de İstanbul’da bir klinikte çalışan uzak akrabana göndermiştin raporları. Hani ne oldu? Tedavi sürecine bir katkı sağladı mı? Sırlarımızı ifşa etmekten başka elimize ne geçti söyler misin?”
“bu sefer öyle olmayacak göreceksin bak Lokman çok farklı biri, tedaviye yönelik muhakkak bir görüşü olacaktır, ona güvenebiliriz.”
“peki ne zaman geliyorlar”
“Üç gündür Türkiye’deler. Yarın buraya geliyorlar.”
***
Birazdan gün ışıyacak. Bense hâlâ yataktayım. Bir o yana bir bu dönüp duruyorum. Eşim öğleden sonra misafirleri almaya gidecek. Ben de fırsattan istifade şu koca karıya gitmeyi düşünüyorum. Marifeti, hüneri neymiş bir göreyim. Bankaya da uğramalı, şu kasadaki altınları bozdurmalı ve arkadaşıma göndermeliyim. Ama her şeyden önce güzel bir kahvaltı hazırlamalı eşimin gönlünü almalıyım.
…
İhtiyar kadının çok konuştuğu söylenemez. Hep suskun. Yer minderi üzerinde gözleri kapalı bir Buda heykeli gibi hep oturuyor. Bazen nefes almadığını düşünüyorum. Suskunluğu canımı sıkıyor. Etrafıma bakınıyorum. Daracık bir oda. Eşya namına şu oturduğumuz minderlerden başka hiçbir şey görünmüyor. Yan odadan ise tuhaf bitki kokuları geliyor burnuma. Galiba tedaviyi içeride yapıyor. Ne işim varsa bu izbe yerde, ama geldik bir sefer. Kimi zaman önündeki rahlede açık duran kitaba dalıyor. Acaba benim varlığımdan haberdar değil mi bu kadın? Şu an karşısında iki büklüm vaziyette oturduğumu bilmiyor mu? Öksürsem mi?
“çocuğu niye getirmedin?” diyor aniden
Şaşa kalıyorum Bu ihtiyar benim evladımın hasta olduğunu nereden biliyor. Daha şurada iki kelam etmedik. Bana niçin geldin, derdin nedir diye sormadı bile.
“çocuğu al öyle gel, onu görmem lazım yoksa tedavide sana yardımcı olamam.” Deyip tekrar murakabeye dalar gibi gözlerini kapatıyor. Saatime bakıyorum. Can’ı almak ve tekrar buraya gelmek, daha zamanım var ama kararsızım. Odadan fırlıyorum. Ne olacaksa olsun artık misafirler gelmeden bu işi bitirmem lazım. Can’ı hazırlaması için bakıcıyı arıyorum.
Arabayı sürerken geri dönmek istemiyor bir yanım. Nasıl güveneceğim bu kadına. Büyücü müdür nedir? Kararından dönme diyor diğer yanım. Bir bildiği var ki çocuğu görmek istiyor. Boş birine benzemiyor.
Nasıl bir güç beni tekrar buraya getirdi hâlâ inanamıyorum. Can ile birlikte kadının karşısında sessizce oturuyoruz. Oğlum korkacak diye telaşlanıyorum ama üzerinde korkudan en ufak bir emare görünmüyor, üstelik neşeli. Kadın gözlerini açıyor. Yaşından beklenmedik bir çeviklikle yerinden kalkarak “beni takip edin” diyor. Yan odaya geçiyoruz. Bir aktardan farksız burası. Kavanozlar içinde karışımlar, şimdiye kadar varlığından habersiz olduğum enva-i çeşit bitkiler, kurutulmuş otlar, çiçekler… Köşede ocak üzerinde küçük bir tencere kaynıyor. Yerde serili bir yer yatağı var.
“ çocuğu yatağa yatır” diyor.
Aklım, şuurum tamamen ihtiyar kadının kontrolü altında. Anında itaat ediyorum, yalnız yatağın temiz ve hijyenik olup olmadığından kararsızım.
Kadın benim kararsızlığımı hemen anlıyor;
“her hastam için ayrı çarşaf, ayrı bardak, kaşık ve tabak kullanırım, ve her hastaya tedavi yöntemim farklıdır belki bilmek istersin diye düşündüm.”
Kendini bir oyunda sanan yavrum hiç ses çıkarmadan yatağa uzanıyor. Sanki daha önce bu sahneyi yaşamış gibi ilgiyle kadının tedavi yöntemini izliyor. Bense endişeliyim. Kadının benli elleri oğlumun bedeni üzerinde bir salyangoz gibi usul usul dolaşıyor. Ağzıyla bir şeyler mırıldanıyor. Dini ayinlerde okunan dualar gibi. Kulak kabartıyorum, anlamıyorum. Bu tuhaf ritüel on dakika sürüyor. Sonra ona toprak tencerede kaynayan ilaçtan içiriyor. İlaç acı olacak ki oğlum yine yüzünü buruşturuyor.
“Çocuğu kaldır” diyor. Bir çırpıda kaldırıyorum oğlumu. Elim cüzdana gidiyor. “İstemez” diyor. “Allah şifasını verecek. Ona el verdim. Bu el Fatma anamızın mübarek elidir. Allah şifasını verecek.” “Allah şifasını verecek” diyor tekrar. “Bu ilaç ölüm hariç her derde deva kadim zamanların Lokman Hekim ilacıdır. Haydi selametle gidin.”
***
Tabiatın eşsiz mucizesi beyaz travertenlerin kar altındaki manzarası bir başka güzeldi, yazın pırıl pırıl parlayan güneşin altında bir başka güzel. Travertenler üzerinde çıplak ayakla gezinirken hayretlerini gizleyemediler. Dünyada böyle tarihle içi içe olağanüstü güzellikte başka bir köşe var mıydı acaba? Travertenlerin hemen üstünde bir zamanların ünlü ticaret merkezi Laodikya antik şehri. Gökyüzünde yamaç paraşütleri kelebeklerler gibi uçuyor, pamuk gibi bembeyaz travertenler üzerinden mineralli sıcak sular akıyor, sıcak sulardan yükselen buharlar travertenler üzerinde ince bir sis tabakası oluşturuyordu. Dünyanın dört tarafından gelmiş turistler paçalarını sıvamış, ellerine ayakkabılarını almış taşlar üzerinde ağır adımlarla büyülenmişçesine geziniyorlardı.
Antik tiyatro asırlar geçmesine rağmen hala sapasağlamdı. Bir zamanlar kanlı gladyatör dövüşlerine sahne olan bu tiyatroda şimdi kültürel, sanatsal faaliyetler yapılıyordu. Tiyatronun mermer basamaklarında eşim ve Lokman sürekli konuşuyorlardı.
Antik havuzun şifalı olduğu ve güzelliği artırdığı söyleniyordu. Buna en güzel örnek Mısır Tanrıçası Cleopatraydı. Onun dillere destan güzelliğine bu havuzlarda yıkanarak kavuştuğu rivayet edilir. Bundan dolayı havuza hemcinslerimin ilgisi bir hayli yoğundu. Havuzun dibinde tarihi mermer sütunlar ve heykelcikler vardı. Gerçekten de böyle bir havuzun sıcak sularında yüzmek büyük bir keyif olsa gerek. Burnumuzun dibindeki bu güzelliklerden yeteri kadar istifade edemediğimizden kızıyorum kendime. Lokman’ın Alman eşi tüm bu güzellikler karşısında şaşkındı. Akşama kadar Antik havuzdan çıkmadı.
Akşam bakıcın hazırladığı enfes yemeklerden yedik. Alman kadın “”hm şimek gut, ze leker” gibi laflar edip o güzelim dolmaları yuvarlamıştı mideye. Kahveyi kendi ellerimle hazırladım. Kadın yine kahvenin enfes olduğunu ifade eden anlamadığım kelimeler söylüyordu.
Söze Lokman başladı;
“bakın Filiz Hanım, biz meslektaşız. Can’ın tüm raporlarını okudum, tedavi sürecini inceledim. Buraya gelmeden uzman Hekim arkadaşlarımla paylaştım. Bazen olur ki, hastalık karşısında biz doktorlar bile çaresiz kalırız. Bunu bir sağlıkçı olarak sizin de bilmeniz lazım. Ancak araştırmalar ve yeni keşiflerle çoğu hastalık bugün tarih oldu. Geçen yüzyılda yüz binlerce insanın canına mal olan hastalıkların artık esamesi okunmuyor. Can’ın hastalığı çok özel. Milyonda bir görünen cinsten ama tedavisi imkansız değil. Size bir ilaç vereceğim. Bu ilacı kullanın. Umarım Can iyileşir.
Lokmanın uzattığı kutuyu aldım. Üzerindeki yazıyı okudum; “Lokman’ın İlacı.”
***
Bu sene kış çok çetin geçti. İhtiyarlar son elli yılın en soğuk kışıydı dediler. Nehirler, göller hatta su şebekeleri buz tuttu. Su saatleri, güneş enerji kazanları patladı. Bunlara bir türlü bitmeyen alt ve üst yapı çalışmaları da eklenince şehir büyük bir çilehaneye döndü. Şehir sakinleri çok mağdur oldular. Kar uzun süre kalkmadı. Kar altında ağaçlar tomurcuklandı çağlalar çiçek açtı, göçmen kuşları yuvalarında üşüdüler. Nihayet cemreler birer birer düştü havaya, suya, toprağa… sıcaklar yavaş yavaş hissettirdi kendini. Böyle soğuk geçen kışın yazı da sıcak geçer dedi ihtiyarlar. İhtiyarların dediği aynen gerçekleşti. Bunaltıcı sıcaklar yüzünden evlerde durulmaz oldu. Bir yaz boyunca piknik alanları, mesire yerleri, tatil beldeleri doldu taştı.
Çamlık diye tabir edilen yerde piknikteyiz. Burası gerçekten cennetten bir köşe. Şehrin yegane oksijen deposu. Hele sabah yürüyüşleri için ideal bir mekan. Daha kimseler solumadan buranın havasını solumak, tepeye kadar yürüyüp, pınarın soğuk suyundan içmek ve sabahın serinliğinde köpek ile karganın oynaşlarını seyretmek insan ömrüne ömür katar diye düşünüyorum. Her çam ağacının altına bir aile sofrasını sermiş mangalla meşgul. Çocuklar etrafa dağılmış neşe ile oynaşıyorlar Bu arada oğluma kayıyor gözlerim. O da babasıyla topun peşinden koşturuyorlar. Babası önümüzdeki sene belediye spora yazdıracak. Çok iyi tekniği olduğunu söylüyor. Yürüyüşü düzeldi konuşması derseniz bir bülbül gibi şakıyor bazen biz dahi susturamıyoruz. Bir de satranca meraklı. Geçenlerde il turnuvasında dereceye girdi. Her sene Antalya’da yapılan minikler elemesine götürün diyor hocaları. Oğlumun hedefi ise dünyaların birincisi olmak, ve öksürükleri… Öksürüğünden eser kalmadı. Hala şaşkınım. Onu tedavi eden kimdi? İhtiyar kadının tuhaf tedavi yöntemi mi? yoksa Lokman’ın verdiği ilacı mı? Ya da karşımda aniden bitiveren şu meczubun bu tedavi süreciyle bir ilişkisi var mıydı? ya da benim bilmediğim başka olaylar… her neyse tek bildiğim tüm bunların bir sır olarak kalacağı.