- 1495 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
ÇİRKİN KADIN YOKTUR, VATKASIZ KADIN VARDIR...
Az evvel saçlarımı şekilden şekile sokarak kendime beğendirme telaşındayken birden geçmişten gelen bir cümlecik takıldı aklıma. Kendi kendime gülümsedim bir elim saçlarımın içinde. "Çirkin kadın yoktur, vatkasız kadın vardır"
Cümleyi içimde tamamlayınca birden güzelleşiverdi saçlarım. Onlar alabildiğine karışık yerinde duruyordu ama benim bakışım güzelleşmişti hemencecik. Bu cümleyi aklımın bir köşesine kazıyan o abiyi andım büyük bir keyifle. O günleri anımsadım içimde yarattığı o sıcacık hisle.
Evlilik çağına gelene kadar her yaz tatilimi aneannemin evinde geçirdim. Karneleri aldığımız günün ertesi sabahı annem, ben ve kız kardeşlerim vapura biner akşam olmadan anneanemizin o iki katlı tahta merdivenli sarayına ulaşırdık. Anneannem bir sahil kasabasında yaşıyordu. Her sokağından deniz görünen, yolları arnavut kaldırımı, her köşe başında bir akar çeşmesi olan masal gibi bir yerdi yaşadığı kasaba. Yollar zeytin ve yosun kokardı. İnsanlarıysa her yaz koşarak gittiğim binbir rengi gözlerinden fışkıran, bana sevgiyle kucak açan temiz ruhlardı. Küçük yerlerde insanlar birbirleriyle daha fazla ilgilenir, birbirlerinin hayatlarına daha fazla müdahil olurlar. Bazen isteyerek bazen de farkında olmadan bir çok aile meselesinin ya ortaya çıkışına yada birden çözülüvermesine vesile olurlar. Herkes komşusu o hafta hasta mı, eşiyle dargın mı, yada oğlunun kızamığı geçmiş mi bilir. Patlıcan, biber mi kızarttı, hemen bir tabak da komşusuna götürür. Kokmuştur. Ufaklıkların canı çekmiştir çünkü. Bu kasaba da böyle tadı tuzu yerinde bir yerdi. Bizler de bu çorbanın içine yeni lezzetler olarak katılıverir, aynı hayatı paylaşmaya başlayıverirdik her yaz. On üç yada on dört yaşındaydım. Güzel bir tatildi. Her yaz olduğu gibi sabah kahvaltısından sonra çetemizi toplar, deniz sefasının ardından köşedeki akar çeşmede birbirimizle su savaşı yaparak elimizi ayağımızı kumlardan arındırırdık. O yaz günü yine böyle yapmıştık. Artık deniz sefamız bitmiş evlerimize dağılıyorduk. Kurt gibi acıkmıştık ve sokak mis gibi yemek kokularıyla bezenmişti. Kızkardeşim her zamanki gibi en sona kalmış, bana da onu sabırsızlıkla beklemek düşmüştü. Tam yüksek sesle söylenecek bir azar hazırlamıştım ki kardeşime, sokağın karşısından gelen kahkahaları duydum. Direk kulak kesildim seslerin geldiği yöne. Mahallenin orta yaş üstü tombiş teyzeleri kocaman kahkahalar atıyorlardı. Huysuz Amcanın evinin duvarına yasladıkları iki künk ve kalın bir tahtadan uydurma sedirin üzerinde, ellerinde ayçekirdekleri ayakta elini kolunu sallaya sallaya birşeyler anlatan adamı dinliyorlardı. Kardeşime hemen eve koşmasını söyleyip gözümle evimize girişini takip ettikten sonra kadınlara hissettirmeden yanlarına yaklaştım. Meraktan ölüyordum. Neye gülüyorlardı ki bu kadar? .. Derken konuşmaya devam etti genç adam. "Bakın hanımlar bunu asla unutmayın! Çirkin kadın yoktur, vatkasız kadın vardır" Gülen hanımlardan biri "Nasıl yani? " dedi. Tam da benim içimden geçen soruydu bu. Nasıl yani? "Çok basit" dedi. "Kalçan mı küçük? At donunun iki yanına birer vatka. Memen mi küçük? Hop iki vatka da sütyen içine. Omuzlar mı dar? Iki vatkada gömleğe dik. Al sana Afrodit." Kadınlar gülmelerini yükseltemediler pek. Sonuçta dondur, sütyendir ayıptı bir adamla bu cümleleri kurmak. Dinlemek bile utandırdı kadınları. Tabi beni de. Birşey söylemediler. Kadınların bu birden uslanmış halleri genç adamın epey bir hoşuna gitmiş olucak, pis pis sırıtarak "Amaaan benim bildiğim bir,sizinki beş" dedi. Ve devam etti. "Allah hiçbir kadını çirkin yaratmamış. Ama maden gibi yaratmış. Kimi toprağın altında, kimi üstünde." Sizin de kiminiz bende var diyip döküyor ortalık yere nesi var nesi yok, kimiyse farkında değil yazık, saklıyor zaten görünmez olanı. Ama kesin birşey var hanımlar cevhersiniz cevher. Ama işlenmeden parlamıyonuz." Konuşma giderek ilginçleşiyordu. İyiden iyiye yaklaşmıştım gruba. Derken annemin kızgın sesini duydum. "Heey sana diyorum. Herkes sofrada seni bekliyor küçük hanım! " Grup beni farketmişti. Sustular ve bana baktılar. Önce genç adam olmak üzere hepsi birden gülüştüler. Ben yakalandığım için utanmış kıpkırmızı olmuş halde eve koştum. Masaya oturur oturmaz annemden bir azar daha yükseldi. Mayoyla masamda oturacağını mı sanıyorsun? Doğru hamama". Emir büyük yerdendi. Kalktım gözüm kabak çiçeği dolmasında. Ben önde, annem arkada girdik banyoya. Anneannemin banyosu bizim İstanbul’daki banyomuza hiç benzemiyordu. İçinde minik bir kurna ve taştan bir oturak vardı. Kurnanın bir kenarında taştan banyoya düşürülüdükçe yamulmuş kalaylı bir maşrapa dururdu hep. Duvarları seramikten değildi. İçinde şofben de yoktu. Bir köşesinde için için yanan sobaya benzeyen bir odun ocağı vardı. Tahta bir kapıyla banyodan ayrılmış gibi olsada yaydığı ısı paravan falan dinlemiyordu. Üzerindeki kazandan yükselen buhar içerisini sıcacık yapmıştı. Yazın bu sıcağı pek istemezdik. Dışarısı da yeterince sıcaktı ama zeytinyağından yapma kalıp sabun da soğuk suya köpürmezdi. Annem de, anneannem de bizi sabun adamlar haline getirmeden plajdan getirdiklerimizden arındırdıklarına inanmazlardı. Annem hızlıca beni sabunlarken "Anne" dedim "O adam kim? " Annem işiyle meşgul "Hangi adam? " dedi. Ben tariff etmeye çalıştım sabunlu kolumu havaya kaldırarak. "Şöyle uzun boylu zayıf bir adam var ya. Hani sokağın başında Fatma Teyze’lerle konuşan" Annem gülümsedi. "Ha karşı komşunun oğlu o. Bende yıllardır görmüyordum. Askerliğini bitirdiğinden beri burda bir yerlerde çalışıyormuş. Çok çapkınmış diyorlar" dedi. Sonra susuverdi. Ona göre ben onunla çapkınlık muhabbeti yapmak için küçüktüm daha. Çapkın kelimesini ilk kez duymamıştım tabi. Anlamını da biliyordum. Ama annemi daha fazla utandırmak istemedim. Ekmeğimi kekik, limon ve zeytinyağından oluşmuş maiye bandırırken ayaküstü gösteri yapan o abi hala orda mıdır diye düşünüyordum. Çok ilgimi çekmişti anlattıkları. Yeni yeni kız olduğumu ve büyümeye başladığımı farkettiğim günlerdi. Gelecek günler ve bendeki bedensel değişiklikler biraz korkutuyordu beni. Kıyafetlerimi önemsemeye, saçlarımı daha sık taramaya başlamıştım. O yıllar bileklerimize renkli plastikten bilezikler takma modası vardı. Kıyafetlerime uygun plastik bilezikler takmaya çalışır,eksik renkler için anneme başvururdum. Bulaşıkları yıkarsam, yada üst kattaki sedirlerin minlerlerini kabartırsam bana bilezik için para verirmisin pazarlıkları sürüp giderdi. O yaz ayak üstü gösterileri ile ünlü mahallemizin delikanlısını takip ettik mahallenin kız çetesi olarak. Bir tür hoca oldu bize farkında olmadan. Onun sırf şımarıklık olsun diye mahalleliye attığı komik nutuklardan beslendik ben ve benim gibi birkaç taze ergen küçük kız. Anlattıklarının çoğunu şimdi hatırlamasam da çokça söylediği bu iki cümleyi hiç unutmadım. Kadınlar maden gibidir. İşlendikçe değerlenir. Ve onu meşhur eden cümle " Çirkin kadın yoktur, vatkasız kadın vardır".
YORUMLAR
Sait Faik Abasıyanık öyküleri gibi öyle akıcı, hoş ki yazılarınız. Okuyucuyu sıkmadan, lafları öyle eğip bükmeden, olduğu gibi, en az zeytinyağı saflığında ve o nefis kokusunda okunuyor yazdıklarınız. O genç delikanlıya rastlasaydım, kesin kafa kol girerdim. Ya da bir araba dayak yerdim. Saf ayağına filan yatmış ama yutmadım ben. Resmen taciz ya bu. Sıkıysa benim yanımda desin de görsün anyayı Konyayı.Şimdiye saçı sakalı ağarmıştır, eser de kalmamıştır çapkınlıktan filan. Gerçi kırkından sonra azan tipse, işimiz var bu artistle. :)
En çok da şu cümleye bayıldım." Sizin de kiminiz bende var diyip döküyor ortalık yere nesi var nesi yok, kimiyse farkında değil yazık, saklıyor zaten görünmez olanı.''
Saklıyor zaten görünmez olanı... :) müneccim mi bu ya. Şimdi olsaydı, ne derdi acaba?
Konulara olan muhteşem hakimiyetiniz, eşyalar ve cisimler üzerindeki mükemmel ayrıntılarınız ve anlatımızın beni bir kez daha bayılttı. Ayılana gazoz, bayılana limon muydu? Unuttum neydi?
Genç abi bilir ne olduğunu. Tabi gençliği filan kaldıysa :)