- 781 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hilal Ülkesi
On sekiz yaşına bastığı şu günlerde Dieter artık annesinden ayrılmak ve kendine küçük bir oda kiralamak istiyordu. Babasını hiç tanımadı, sadece çok küçükken; -tahminen on beş aylıkken- mutlu aileler gibi fotoğraf makinesinin objektifine gülümseyerek poz vermişler. O kenarları sararmış belki de ortasından yırtılmış fotoğraflar kim bilir nerelerdeydi şimdi? ya bodrumda tozlanmış kitapların arasındaydı ya da ağzına kadar oyuncak dolu karton kolilerin içinde.
Annesi, babasını çok sempatik bir o kadar da komik bulduğundan onunla sevişerek evlenmişken; babasının başka planları, ince hesapları varmış kafasında. Küçük bir çocukken babasına kavuşma hayalleri kurardı, ama yıllar su gibi akıp geçtikçe, hayatın olayları içinde yaprak gibi savruldukça, artık bu çocuksu hayalinden vazgeçtiği gibi ne anlama geldiğini hiç merak etmediği soyisminden de kurtulmayı ciddi ciddi düşünüyordu.
Dış görünüşü annesine benzediği halde babasının huy ve karakterini almıştı. Biraz daha çaba sarf ederse babasının kimselere kaptırmadığı iki rekoru şu genç yaşında kırabilirdi; sürekli iş değiştirmek ve bol bol içmek…
Elinden her türlü iş geldiği halde hiçbir işte tutunamadı. Her türlü işte çalıştı, ama gücüne giden işlerin zorluğu değil, birlikte çalıştığı insanların çocukça davranışlarıydı. Bu da onu çileden çıkartıyordu. Ne yapsın elinde değil. Onlar gibi olamıyor, onların seviyesine inemiyor, basitliği ve bayağılığı kaldıramıyordu. Zaman buldukça da -içmeye her zaman zamanı vardı- şehrin çeşitli barlarında tercihen ara sokaklardaki otantik, tenha barlarda içerdi. İçkinin şişede durduğu gibi dışında da aynı şekilde durmayacağı kuralını bilmeyen acemi alkolikler gibi değil, seviyeli ve profesyonel içerdi.
O gece yine her zamanki köşesinde içiyordu. Günlerden cumartesiydi ve barın içi hıncahınç doluydu. Ahşap tavan kesif bir sigara dumanıyla kaplanmıştı. Mum ışıklarının aydınlattığı masalardan kahkahalar yükseliyor, renkli ışıklar altında danslar ediliyor, kırmızı papyonlu garsonlar müşterilere içki yetiştirmekte zorlanıyordu. O gece ne eğlenceye katılmış ne de başına toplanan kalabalığa komik fıkralar anlatıp onları eğlendirmişti. Bir heykel kadar cansız ve hissizdi o gece. Köşesinde sessizce içmiş ve annesinden nasıl ayrılacağının planlarını yapmıştı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde müzik susup eğlence sona erince barın içini bayat, sıkıcı bir sessizlik kapladı. Bu sessizliği masalarda sızmış birkaç sarhoşun horlamaları ile kirli bardakları toplayan zenci garsonun mırıldandığı melodiler bozuyordu. Bardağın dibindeki son damlaları sömürüp eve gitmek için hazırlık yapıyordu ki, barın kapısında birbirinden güzel üç kız belirdi. Ayakta durmakta zorlanan kızlar birbirlerinin omuzlarına tutunarak yan taraftaki masaya oturup gece boyunca yaşadıkları ilginç olayları kahkahalarla anlatıyorlardı. Anlaşılan kızlar için gece henüz bitmemişti. Elindeki kirli bardakları tezgâha bırakan zenci garsonun suratı ekşidi. Eğlencenin sona erdiğini ilan edercesine omuzu üzerinden duvar saatine kızgın bir bakış fırlattı. Onun bu kızgın bakışı ne Dieter’ın ne de masada kahkahalar atan sarhoş kızların umurundaydı. Kızlar votka söylediler. Dieter bir müddet daha kalıp bu çaylak sarhoşları seyretmek istedi. Garsona el hareketiyle boş bardağı gösterdi. Zenci garson isteklere gönülsüz itaat etti. Bardaklar doldu. Bol köpüklü biradan yudumlayıp kızları tebessümle seyrederken onlar da üzerlerinde aynı neşeli halleri ince bardaklardaki votkaları bir dikişte mideye indiriyorlardı.
Kızlardan uzun boylu olanı -tercihen gözleri güzel ve yüzünde manalı ifade olanı- midesini tutarak ayağa kalktı. Anlaşılan votka fena çarpmıştı. Ayakta salınarak lavabo ararken Dieter’ın masasına çarpmış ve cüzdanı yere düşürmüştü. Dieter bir eliyle lavaboyu gösterirken diğer eliyle kaş ile göz arasında ayakkabının altındaki cüzdanı paltonun cebine atıverdi. Midesindekileri çıkartıp rahatlayan kız ona teşekkür edip masasına oturdu. Bir saniyeden daha kısa süren bu zaman içinde yerinden kalkıp ona cüzdanı yere düşürdüğünü söyleyemedi, nedense buna cesaret edemedi. Kızla bir an için tekrar göz göze geldiler. Evet, hakikaten gözleri çok güzeldi. Masalarına gidip onunla konuşmak hatta cüzdanı teslim etmek istedi fakat kızlar çakır keyifti. Onların neşesini bozmak istemedi. Zaten birazdan gün ışıyacaktı, biraz uyusa iyi olacaktı. Yoksa annesi başının etini yerdi. Şu sıralar onunla iyi geçinmeli, ona bir şey hissettirmemeliydi. Hesabı öderken garsona bahşiş vermeyi ihmal etmedi. Barı terk ederken gözlerini güzel gözlü ve yüzünde manalı ifade olan kızdan alamadı.
Dışarıda hava soğuk ve ayazdı. Paltonun yakasını kaldırıp kemerini sıkıca bağladı. Gecenin loş ışıklarında aceleyle kabarık cüzdanı kontrol etti. Renk renk ve boy boy kartlarla dolu olan cüzdanın içinde maalesef hiç para yoktu. Cüzdanı otobüs durağının yanındaki çöp tenekesine fırlattı. Bir kedi miyavlayarak tenekeden dışarıya fırladı. Otobüs henüz gelmişti ki, otobüse değil çöp tenekesine koşup çöpler arasındaki cüzdanı bularak şoförün şüpheli bakışları arasında otobüse bindi.
Yatağa girdiğinde gün ışımak üzereydi.
*
Kulakları kilisenin aralıklarla çalan çan sesleriyle uğulduyordu. Annesi üzerindeki battaniyeyi çekerek kiliseye geç kalacaklarını söylüyor, o ise bir türlü açamadığı gözlerini ovuşturuyordu. Günlerden pazar ve saat sabahın sekizi. Şimdi de sırası mıydı kiliseye gitmenin; akşam bir güzel içmiş ve gün ağarırken yatağa girmişken. Dindar bir hıristiyan olduğu için değil, sırf annesini üzmemek için kiliseye gidiyordu. Daha doğrusu annesinin bin bir zorlamasıyla. Normal günlerde annesi hayatını sınırsız ve ölçüsüz yaşar. Hiç bir güç onun özgür yaşam tarzına mani olamaz. Yine hiç bir güç ona kalıplaşmış kilise dogmalarını kabul ettiremez, ama her ne hikmetse pazar günleri annesi sihirli değnek dokunmuş gibi bir azizeye dönüşür; erkenden kalkar bir kutlamaya gider gibi süslenir ve tabii ki onu da çocuklar gibi giyindirmeye yeltenirdi. Dieter ise buna hep karşı çıkardı. Mademki ibadet söz konusuydu, Tanrı insanların kılık kıyafetine, giyim kuşamına değil, kalplerine, niyetlerine bakmalı değil miydi? Koltuğun üzerine fırlattığı paltoyu, kotu üzerine geçirip aşağıda arabanın kornasına basan annesine yetişti.
Ortaçağ gotik sanatına göre inşa edilmiş kilisenin içi soğuktu. Bu mekân onu hep ürkütmüştü. Çocukluğunda ilk defa buraya getirildiğinde köşelerdeki aziz heykellerinden, kubbelerdeki yaradılış hadisesini tasvir eden çıplak ve sakallı insan resimlerinden korkmuş ve başını annesinin kolları arasına gömmüştü. Yıllar sonra bile bu korkunun izlerini taşıyordu yüreğinde. Kürsüde Rahip vaaz verirken uykulu gözleri ve bir türlü toparlayamadığı dağınık beyniyle annesinin yanında canı sıkılarak oturuyordu. Kırmızı yanaklı Rahip nasihat dolu vaazını bitirmiş şimdi ise cemaat kutsal şaraptan içmek ve kutsak ekmekten yemek için uysal koyunlar gibi sıraya dizilmiş, diz çöküyor, haç çıkartıp huşuu içinde dua ederken o da bu törenin bir an önce sona ermesi için dua ediyordu.
Kilisenin kubbeleri org eşliğinde söylenen ilahilerle yankılandığında canı daha da sıkılmış olacak ki elleri paltonun ceplerinde dolaştı. Bir cüzdandı. Akşamki olayları hatırlamaya çalıştı. Evet, sarhoş bir kız masaya çarpmış ve cüzdanı yere düşürmüştü, cüzdanı yerden alıp paltonun cebine atıvermişti. Kutsal kitaplarda hırsızlık büyük günahlardandı. On emirden bir tanesinde ’’Tanrı başkasının malını çalmayacaksın’’ dememiş miydi? ama o çalmamıştı ki, bununla beraber cüzdanı sahibine teslim etmemişti. Şimdi bu günaha tövbe edebilir, günah çıkartabilirdi, ama değil böyle bir şeyi yapmak kendine bir eğlence bulduğu için seviniyordu bile. İçi renk renk kartlarla dolu olan cüzdanı karıştırdı; "sağlık kartı, hayvanları koruma derneği kartı, kütüphane kartı, tarih derneği kartı ve öğrenci kimlik kartı’’ Hepsinin üzerinde gözleri gülen, tatlı bir kızın fotoğrafı vardı. Nihayet kızın adını okudu: "Şahin Deniz" Tuhaf, çok garip soy isimleri ne kadar da birbirine benziyordu, bir farkla ki; kendi soy ismindeki noktalama işareti düşmüşken onunki noktalıydı. İşte o anda çocukluk yıllarına gitti ve babasına kavuşma hayalleri tekrar sardı benliğini. Yüreğini saran bu ani duygu patlamasına daha fazla engel olamadı. Hemen yerinden fırladı. Nasıl hareket edeceğini bilmeksizin annesine baktı. Tedirgin gözlerle annesi de ona baktı. Fazla vakit kaybetmeden koşarak kiliseyi terk etti. Durağa henüz gelmişti ki kampüse giden metronun otomatik kapıları tısılayarak açıldı.
*
Şehrin dışında yeşillikler içindeki kampüse geldiğinde avuçları arasında tuttuğu kimlikteki gülümseyen fotoğrafa tekrar baktı. Sabahın serinliğinde kampüs kısmen sakindi. Ortasında fıskiyesi olan küçük göletin yanından geçerken bankın üzerinde kitap okuyan öğrenci dikkatini çekti. Ona bir arkadaşını aradığını söyledi. Kampüsün bir şehir kadar büyük olduğunu izah etti ve arkadaşının okuduğu bölümü sordu. Tarih bölümü dedi. Tarih bölümünde okuyan birkaç tanıdığı vardı ve B bloğunda kalıyorlardı. Az sonra B bloğunun önündeydi. Kısa bir araştırmadan sonra kızın odasını bulabildi. Kapının ziline dokunduğunda kuş melodili sesler uzun süre boş koridorda yankılandı. Eli tekrar düğmeye uzandığında kapı yavaşça açıldı.
“Ne istiyorsunuz?” dedi dağınık saçlar ve mahmurlu gözlerle.
“Cüzdanınız” dedi, cüzdanı ona uzatarak. “Dün gece barda düşürmüşsünüz, sizi bulmak hiç kolay olmadı.”
“Cüzdanım mı?” dedi dağınık saçlarına dokunarak, “ha evet siz dün gece masasına çarptığım müşterisiniz, inanın değil cüzdanımı düşürdüğümden odama nasıl geldiğime dair en ufak bir fikrim yok. Bildiğiniz gibi dün gece bir hayli sarhoştum. Aslında sürekli içmem, ama arkadaşımın doğum gününü kutluyorduk.”
“Ayrıntılı açıklama yapmak zorunda değilsiniz ayrıca özel hayatların dokunulmazlığına inanırım, herkes istediğini yapmakta özgür öyle değil mi?”
“Haklısınız galiba.”
“Ben cüzdanı adresine teslim ettiğime göre,”
“Şey, ne kadar da aptalım, kusura bakmayın sizi kapıda beklettim, içeriye buyurmaz mısınız? size bir kahve ikram etmeme müsaade edin.”
Onunla tanışıp sohbet etmeye can atıyordu yine de;
“Sizi rahatsız etmek istemem.”
“Ne rahatsızlığı, üstelik memnun olurum, hem bugün pazar biraz sohbet ederiz.”
Onun kiralamak istediği türden küçük bir odaydı. Kız kanepenin üzerindeki pular battaniyeyi, yastığı toplarken gözleri etrafa dağılmış kitaplara, renkli dosyalara kaydı. Kitaplar her yerdeydi; televizyonun üzerinde, bilgisayarın yanında, kanepenin kenarında, sandalyenin ucunda. Kız su ısıtıcısını suyla doldurup üzerini değiştirmek için çiçek desenli bir paravan arkasına geçti. Kanepeye otururken eline bir kitap aldı. Sayfaları rast gele karıştırırken kitabın başlığını okudu: ’’Viyana’da Türk İzleri.’’
Elindeki kitabı gören kız:
“Kitap okur musun?” diye sordu.
Saçlarını at kuyruğu şeklinde toplamış ve üzerine yeşil bir kazak giymişti. Güldü:
“Maalesef hiç vaktim olmuyor, çalışıyorum ben.”
“Ne iş yapıyorsunuz?”
“Ne iş mi yapıyorum şey, her işi yapar, her yerde çalışırım bir nevi sezonluk işçilik.”
“Bir zamanlar Türkler ağır topları ve yenilmez ordularıyla Viyana önlerine kadar gelmişler ve burası onların son durağı olmuş. Eğer Viyana düşseydi tüm Avrupa Türk akınlarına açılacaktı.”
Büyülenmiş, kendinden geçmiş kızın güzel gözlerini, ince dudaklarını takip ediyor, ancak anlattıkları şeyler; ne Türkler ne de onların Viyana önlerindeki bozgunlarıyla ilgileniyordu.
Fincana doldurduğu sıcacık kahveyi ona uzatarak:
“Bugün her Avrupalı insanın severek içtiği kahvenin ilk defa Avrupa’ya bu savaşlar sonrası geldiğini biliyor musun?” diye sordu.
Bilmiyordu. Kahveden bir yudum alarak böyle güzel bir içeceği bahşedenlere yürekten teşekkür etti.
“Peki kahvaltı masasından eksik etmediğimiz ay çöreklerini yine bu savaşlara borçlu olduğumuzu biliyor musun?” diye sordu tekrar.
Bu soruya da bir cevabı yoktu. Kız anlatıyor, Dieter ise kendini ödevini yapmamış ilkokul çocukları gibi hissediyordu.
“Savaş sonrası Viyanalılar günlerce eğlendiler. Şenlikler, kutlamalar düzenlediler. Bu da onların hakkı idi, çünkü mağrur Türklere yenilgiyi ilk defa tattırmışlar ve tarihin seyrini değiştirmişlerdi. Kiliselerde ayinler düzenlediler. Türk bayraklarındaki hilalden etkilenerek ay çörekleri yaptılar. Halk bu çörekleri çok sevdi. Fırın önlerine hilal resmi çizdiler. Fırına, hilale basarak giriyorlar böylelikle Türkler aşağılanmış oluyordu.”
“Size karşı dürüst olacağım. Tarih bilgisi ve genel kültürü geniş olan birisi değilim. Şimdiye kadar ne kahvenin tarihi yolculuğunu merak ettim ne de Viyana fırınlarının, pastanelerin giriş kapısı önüne neden hilal resmi olduğunu, ancak elimden her türlü iş geldiği gibi hiçbir iş yerinde tutunamadım. Ayrıca özel yeteneklerim vardır. Komik fıkralar anlatır, gitar çalıp şarkılar söylerim bir de profesyonel içerim.”
Kızın sevimli çehresine gülümsemeler yayıldı. İşte ona gülüyordu, gülsündü, ona karşı dürüst olmak istiyordu.
“Bak sana bir fıkra anlatayım da dinle. Bir gün Peter telsize var gücüyle bağırıyormuş. Ula sağ motor bozuldu, sağ motor bozuldu, düşüyorum, düşüyorum, kule düşüyorum. Kule hemen cevaplamış: mesaj anlaşıldı. Yerinizi bildirin, yerinizi bildirin. Peter gayet ciddi: pilot kabini öndeki sağ koltuk, pilot kabini öndeki sağ koltuk.”
Kız kahkahalarla gülüyordu. Onun bu hali Dieter’yı cesaretlendirdi. Şimdi de başka bir fıkra anlatayım da dinle.
“Bir gün Peter ile Hans Amerika’ya yüzerek gitmeye karar verirler, ve atarlar kendilerini Tuna’nın serin sularına...”
Daha fıkrayı bitirmemişti ki kız gülerek devam etti:
“Amerika kıtası görününce Peter, çok yorulduğunu söyleyerek geri döner değil mi?”
“Peki ama sen nereden biliyorsun? şimdiye kadar kimseye anlatmamıştım. Neyse şimdi de şu soruyu bilecek misin bakalım? Elektrikli sandalyede ölümü bekleyen Peter yanındaki gardiyana ne demiş?”
“Elimi tutar mısın çok korkuyorum demiş.”
“Peter yemek odası üzerindeki çatının aktığını nasıl anlamış?”
“Çorbasını bitirmek iki saat sürünce.”
Anlattığı her fıkrayı, sorduğu her soruyu biliyor ve gülme kriziyle yerlere kapanıyordu, az kalsın fincandaki kahveyi üzerine dökecekti. Nihayet kendine gelebildi.
“Kusura bakma ve sakın üzerine alınma sana gülmedim, sadece bu kadar benzerliğe pes doğrusu. Huyun, çalıştığın işler hatta anlattığın fıkralar bile tıpa tıp aynı, yalnız Peter ile Hans değil, Temel ile Dursun olacak.”
“Kim olacak dedin?”
“Temel ile Dursun bir çeşit fıkra karakterleri, uzak bir kültüre ait fıkra kahramanları.”
Merakı giderek artıyordu:
“Bana biraz ailenden bahsetsene” dedi.
Aniden sustu. Başını öne eğip uzun uzun düşündü. Sanki az önce gülmekten yerlerde kıvranan neşeli kız gitmiş, yerine derin tefekkürlere dalan bilge kız gelmişti. Ondan özür dileyecekti ki; koltuktan kalktı, pencere kenarına gidip kahvesini yudumlayarak dışarıyı seyretti. Keşke bu soruyu sormasaydı diye düşünürken kitaplığa yöneldi. Kitaplar arasından bir dosya alıp önüne koydu.
“Bunlar annemin günlükleri, annem ben çok küçükken ölmüş, babamı ise hiç tanımadım, ama onunla ilgili her şeyi annemin günlüklerden öğrendim. Okumanda sakınca görmüyorum hem inan şu kısa zaman içersinde sana öyle yüreğim ısındı ki anlatamam. Sanki seni yıllardır tanıyor gibiyim.”
Önünde duran dosyaya baktı bir müddet. Okuyup okumamakta kararsızdı ama kızın teklifini geri çevirmek istemiyordu. Dosyanın kapağını yavaşça çevirdi. Kapakta bir aile fotoğrafı duruyordu. Fotoğraf makinesinin objektifine gülümseyerek poz vermiş bir ailenin fotoğrafı. Anne, baba ve minik bir kız bebeği… Gözleri bu fotoğraftaki babaya mıhlanıp günlüğü okumaya başladı.
*
Doğu Avrupa ülkelerinin uzun boylu, sarışın kadınları sayısız eğlence mekânları, kafeterya ve barlarla dolu olan Batı Avrupa ülkelerine tek bir şey için gelirler: Para kazanmak. Bazıları da zengin koca bulup rahat bir yaşam sürmeyi düşünürler. Yapılan işler ise genelde bellidir; ya gece kulüplerinde siprittizm-show yaparlar ya da hayat kadınlığına soyunurlar. Tabi bunun için de çalışma ruhsatınızın olması, alemin kurallarını bilmeniz ve hijyen kurallarına dikkat etmeniz gerekir. Bu şartlar yerine getirildiği takdirde en fazla iki sene çalışmayla bankada yüklü bir paraya sahip olabilir ya da ülkenizde hayallerini kurduğunuz bir eve ve bir çiftliğe sahip olabilirsiniz.
Üç aylık vizeyle geldiğim Viyana’da bu mesleklerden hiçbirisini yapmak istemiyordum. İlk bir ay üst katında İtalyan ve Meksika yemeklerinin sunulduğu çoğunlukla Amerikalı subayların takıldığı Titanic adlı gece kulübünde gösteri yaptım. Amerikan erkekleri Avrupalı erkeklere göre daha bonkör olduğundan bir miktar para biriktirebildim ama daha fazla tahammülüm yok, içimden gelmiyor, yapamıyorum. Oturum ve vize işlemlerimi bir halledebilsem çok sevdiğim hemşirelik mesleğini yapmak isterdim. İkinci ayımı ise şehrin tarihi ve turistik yerlerini gezmeye ayırdım. Kültür, sanat ve tarih bakiyeleri açısından dünya kentlerini düşünürsek eminim Viyana şehri ilk beşin içinde yerini alacaktır. Dünyanın en iyi sanat kolleksiyonlarını barındıran Kunsthistorısche müzesini gezdim. Galeria ernst Hilger’de Avusturya tarihine ait fotoğrafları inceledim. Tarihe merakımdan dolayı Viyana Tarih müzesindeki eserleri özellikle de Türklerden kalma savaş aletlerini; tüfek, kılıç, tuğra, mızrak, sancakları ve dönemin padişahı 4.Mehmet ve onun Veziri Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya ait ilginç resimleri inceledim. Bir gün de savaşın yapıldığı Kahlenberg dağına çıkmayı düşünüyorum.
Viyana’nın insanın içini bunaltan kapalı ve yağmurlu havası düşünüldüğünde alışık olunmayan güneşli güzel bir gündü ve ben böyle bir günü asla kaçırmak istemezdim. Yolculuğum Kahlenberg dağına doğruydu. Hani bir zamanlar barbar Türkler yenilmez ordularıyla Viyana kapılarına dayanmışlar, tüm Avrupa’yı tehdit ederken, özgür Avrupa’ya çağdışı, iğrenç hayat tarzlarını yaşamaya zorlayacakken, burası onların son durağı olmuş. Başta Avusturya ve tüm diğer Avrupa ülkelerini böyle zelil ve hakir yaşam tarzından kurtaran ise milli kahramanımız Sobyevsk idi. Tarih yeniden gözlerim önünde canlandı. Savaş sahnelerini görüyordum sanki. İşte bozguna uğramış Türkler arkalarına bakmadan kaçıyorlardı. Kahlenberg tepesinde Büyük komutan Sobyevsk beyaz atının üzerinde askerlerine hücum emri veriyordu. Orada bulunan küçük kiliseye girdim. Meryem anamızın ikonu önünde diz çöküp haç çıkarttım. Başta kahramanımıza ve tüm şehitlerimize dualar ederken, bu şehirde iyi insanlarla karşılaşmam ve vize işlemlerinin bir an önce yoluna girmesi için de dua ediyordum.
Kahlenberg dağından şehrin manzarası görülmeye değerdi. Tuna nehri kıvrıla kıvrıla akıp şehri iki parçaya bölüyor, sularında küçük yolcu gemileri, yatlar yüzüyordu. Tuna nehri boyunca uzanan koyu yeşil gür ormanlar arasında ortaçağdan kalma devasa şatolar, kaleler göze çarpıyordu. Dağın bir köşesine monte edilmiş büyük bir teleskop ile şehrin tüm bu güzellikleri izlenebiliyordu. Öyle ki dans ettiğim gece kulübünü ve kaldığım pansiyonu buradan görebiliyordum. Hava yavaş yavaş bozarken şehrin görüntüsü puslanmış, bulanmıştı.
“Şehrin en yüksek binasına çevir teleskopu” dedi bir ses.
Gözlerimi teleskopun merceklerinden yanımda aniden bitiveren bu adama çevirdim. Kısa boyu, gök mavisi gözleri, dalgalı saçları ve sempatik tavırlarıyla yakışıklı bir tipti. Eliyle tekrar gökdeleni işaret ederek:
“Binanın ucundaki metal haçı görüyor musun?” diye sordu.
Teleskopu kat kat katlarıyla gökdelenin ucundaki haça çevirdim.
“oraya o haçı ben monte ettim, birde o esnada ne yaptım biliyor musun?”
“Herhalde aşağıya düşmemek için dua ettin” dedim. Güldü;
“İş arkadaşlarım aşağıya bir an önce inmem için bağırırken orada, gökdelenin ucunda soğuk rüzgârlar eserken, zeminde insanlar karıncalar gibi gezerken ne yaptım biliyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum ne yaptın?”
“Sırtımı tıpkı İsa gibi haça dayadım ve kendime soğuk bir bira açarak mekânın keyfini çıkardım. Sonra işten atıldım tabii ama şu an orada olsam aynı şeyi yapardım.”
Garip, tuhaf ama sempatik ve sevecen bu adam bana elini uzatarak;
“Tanışalım ben Faiko” dedi.
“Lili diyebildim, sadece Lili.”
*
Allah bazı insanları özel ve kabiliyetli yaratmıştır. Bu insanlar becerikli, maharet sahibi ve pratiktirler. Ellerinden her türlü iş gelir, ama her nedense bir iş yerinde uzun süre tutunamazlar. Bir aslanı zapt etmek nasıl zor ve müşkül ise bu tür insanları da hâkimiyet altına almak o derece zordur. Aslan kontrol altına alındığı takdirde ise artık aslanlıktan çıkmış bir kediye dönüşmüştür. Bu tür insanlar özgürlüklerine ölesiye düşkündürler. Hayatın günlük telaşı içinde çoğunlukla sabırsız ve acelecidirler. Geçimlerini ise bir vesileyle temin ederler. Hadise ve olaylar karşısında fütursuzca, dimdik durduklarından çoğunlukla başlarına bela alırlar, ama adaleti daima gözetip, ön planda tutarlar. Kimseden bir şey istemedikleri ve beklemedikleri gibi insanlara karşı alabildiğine cömert ve olabildiğine yardımseverdirler. Hayatta bir tek düşmanları vardır; bizatihi kendileri. Hiç kimse onlara zarar vermediği gibi zaten zarar vermeyi de düşünmezler. Gevezelikleri ve neşeli halleriyle insanları kolaylıkla etkileyip tesirleri altına alırlar. Eğer bir dini kötü amaçlı kullanmak isteseler - ki buna asla cüret etmezler - sahte bir tarikat şeyhi, piri ya da dedesi olup cahil ve saf kalpli insanları kolaylıkla sömürebilirler. Evet… Sadece ve sadece kendilerinedir zararları. Bazen aşırı derecede içki müptelası olurlar bazen doktoru ve ilacı olmayan kumar illetinin müptelası. Keskin ve pratik zekâlarını kumar masalarında, paralarını otomatik kumar makinelerinde, at ve it yarışlarında harcarlar. Aslında harcanan elinin kiri olan para değil, zaman ve ömürdür. Bir daha asla geri getiremeyeceğimiz tek sermayemiz olan hayatımız… Bunun kendileri de farkındadırlar, bir bataklıktır bilirler. Çıkmak, temizlenmek isterler. Bekledikleri ise bir sebeptir, sadece bir sebep; basit, sıradan, küçük bir sebep…
Faiko’nun on parmağında on marifet. İnsanlar bir meslek peşinde koşup bir sanat dalında uzmanlaşmak isterlerken Faiko’nun parmaklarının beşinde sanat diğer beşinde zanaat. Marifet bir meslek ve sanat dalında uzmanlaşmakta. Kaynakçılık, tamirat, dülgerlik bil-umum peygamber mesleğinden anlar, ama bunların hiçbirini yapmaz istemez. Gitar çalıp, şarkılar söyler. Barlarda etrafına topladığı insanlara fıkralar anlatır eğlendirir onları.
Aramızda bir hayli boy farkı olsa da, bazen aşırı inatçılığı tutup enaniyet damarı kabarsa da yine de sevdim Faiko’yu ve hemen yanına taşındım. Bu karara sonradan kendim de şaştım çünkü yabancı bir memlekette yaşamanın kurallarından bir tanesi belki de en önemlisi güven duygusudur. İnsanın yol arkadaşını seçerken aslında kendi kaderini seçtiğidir. Ve ben Faiko’nun yanına taşınmakla kendi kaderimi seçmiş oluyordum.
İlk haftalar pek dışarı çıkmıyor bol bol kitap okuyup televizyon seyrediyordum. Madem bu ülkeye bir amaç için gelmiştim madem bu toplumun vazgeçilmez bir üyesi olmak istiyordum önce bu ülkenin dilini öğrenmeliydim. Zaten Faiko çok geveze olduğundan Almancayı öğrenmem fazla uzun sürmedi. Yemeği genelde Faiko yapar, bulaşıkları ben yıkardım. Çok titizdi, özellikle yemek hususunda ayrı bir maharet sahibiydi. O zamana kadar hiç rastlamadığım yemek çeşitlerini onun sayesinde tattım desem yalan söylemiş olmam. Bir Avrupa erkeğinin böyle yemek kültüründen anlaması beni hayrete düşürdüğü gibi bazen onun Doğu ülkelerinden birinden geldiğini bile düşünürdüm. Hani şu sakalı bıyığı birbirine karışmış, bakımsız, pejmürde kılık kıyafetleriyle doğu insanları... Bu düşünce zihnimi o kadar meşgul etmiş olacak ki bir defasında kâbuslarıma bile girmişti. Rüyamda Faiko üzerinde yerlere kadar uzanan beyaz entari, başında kefiye, göğsüne kadar bıraktığı kirli sakalı, bir elinde nargile fokurdatıyor diğer elinde tespih çekiyor ve ben ona cariyeler gibi hizmet ediyordum. Kaçmak istediğim zaman ayaklarımın prangalı olduğunu görüyordum. Benim kaçma teşebbüsüme Faiko çok kızıyor, elindeki tespih pranganın zincirlerine, nargile hortumu yağlı bir kırbaca dönüşüyor ve beni, sırtımdan kanlar fışkırıncaya kadar kırbaçlıyordu.
Faiko bazen ortadan kaybolur ve birkaç hafta eve uğramazdı. Ben de sormazdım zaten. Başımı sokacak bir evim vardı, karnım da doyuyordu daha ne isteyebilirdim ki. Yalnız oturum sürem dolmuş, illegal duruma düşmüştüm. Kaçaktım yani. Yakalandığım takdirde beş yıl ülkeye giremeyeceğimi çok iyi biliyordum. Bu yüzden tedirgindim. Dışarıya çok ender çıktığım zamanlarda tuhaf bir korku kaplardı yüreğimi. Hele polis arabaları önünden geçerken korkum giderek artar, kalp atışları hızlanırdı. Bir gün bu durumu Faiko’ya açtığımda bir zamanlar evlendiğini, resmi olarak hâlâ evli olduğunu ama boşanma işlemleriyle uğraştığını en kısa zamanda benimle evleneceğini söyledi. Böylelikle tüm bu korkularımdan kurtulacak ve başım dik olarak toplum içine çıkabilecektim. Artık ona rahatlıkla hamile olduğumu söyleyebilirdim.
O sıralarda Faiko’nun bir mektubu geçti elime. Sıkıcı geçen günlerden biriydi. Evde yalnızdım ve aşağıya günlük gazeteleri almak için inmiştim. Posta kutusuna sıkıştırılmış eciş bücüş reklâmlar, el ilanları arasında bir zarf dikkatimi çekti. Mektup Türkiye’den geliyordu. Faiko bir Türk müydü? Ben karnımda bir Türkün çocuğunu mu taşıyordum? Tarih boyunca bizim düşmanımız olmuş ve her Polonyalının gurur kaynağı yüce Papayı vuran teröristin ülkesinden miydi? Doğudan, Hilal Ülkesinden, Türkiye’den… Oysa sekli şemâli hiç de bir Türk’e benzemiyordu. Bir plan yapmalıydım, ama nasıl? Çekip gitsem mi nereye? Yardım istesem ama kimden? Peki karnımda büyüyen bebeğin suçu neydi? Günlerim böyle belirsizlik içinde ve cevapsız sorularla geçiyor karnımla beraber beynimde bulanmış acaip bir haldeydim. Bir akşam kapının zili çaldığında Faiko diyerek kapıyı açtığımda karşımda Faiko değil Yabancılar Dairesi Polisleri duruyordu. Bayılırken hatırladığım son görüntü polislerden birinin telsiz mandalına basıp acilen ambulans istemesi oldu.
Gözlerimi açtığımda florasan ışıklarıyla aydınlanan temiz bir odada beyaz çarşaflarla kaplı yatakta sancılar içindeydim. Gözlerimin önünde beyaz önlüklü kadınlarla birlikte parlak noktacıklar da dolaşıyordu. Ağzımda, burnumda plastik hortumcuklar, kolumda serum takılı şiddeti giderek artan sancılar içinde doğuruyordum ve bu beklenenden çok erken bir doğumdu. Bir hemşire olarak çok doğuma şahit oldum. Doğum sonrası her bebek ağlar, çünkü ağladığında bebeğin adeta havası inmiş bir topu anımsatan akciğerlerine oksijen dolar ve böylelikle nefes alış veriş başlamış olur. Benim bebeğim ise doğum sonrası ağlamamıştı. Yine doğum sonrası bir anne için en büyük mutluluk bebeğini kollarına alıp, onu öpüp koklaması, emzirmesidir. Ben bu mutluluğu da yaşayamamıştım. Onu hemen kuveze alıp oksijen tüpüne bağlamışlar. Minicik kollarından damarlara ulaşamadıklarından başını tıraş edip hortumcuklar takmışlar.
Doğumhanede yapayalnızdım. Gözyaşlarım çağlayan olmuş hüngür hüngür ağlıyordum. Yavrumu kaybetmenin acısıyla kızgın çöl kumları gibi kavruluyordu yüreğim. Yanımda beni teselli edecek ne bir dostum ne de bir arkadaşım vardı. O anda ölmek istedim. Oracıkta beyaz çarşaflar içinde ölseydim de bu günleri görmeseydim keşke. Hayatımda ikinci kez ciddi ciddi intiharı düşünmüştüm. Ama bunu yapamadım. Odada kesici alet, tavana asılacak çarşaf olmadığından değil, cesaretsizliğimden yapamadım.
Yine aniden beliriverdi yanımda. Elinde pembe gerbera ve mevsim çiçeklerinden oluşan bir buket vardı. Hıçkırıklarım daha da arttı. Ona sarıldım ve biraz olsun acılarım azaldı. Gülümseyerek alnımdan öptü ve beni tebrik etti.
“Deniz” dedi. “Adı Deniz olsun.”
Yine şifreli konuşuyordu.
“Dennis’de kim? Kimin adı ne olsun anlayamadım” dedim.
“Bebeğimizin adı Deniz olsun” dedi. “Çok sağlıklı tıpkı sana benziyor ve de gamzeli.”
Yabancılar Polisi doğum sebebiyle üç ay daha oturumumu uzattı. Bu süre de su gibi akıp gitti. Faiko bavulları hazırlamıştı.
“Gidiyoruz” dedi.
“Nereye gidiyoruz” dedim.
“Türkiye’ye” dedi.
Hiçbir şey demedim. Kucağımda mışıl mışıl uyuyan tatlı yavrucuğa baktım ve kaderimi düşündüm. Babam hayat bir yolculuktur demişti. Hayat yolculuğunda kendi kararlarımı kendim almam gerektiğini ve neticesinde asla pişman olmadan dosdoğru yürümemi tembihleyip, hayat yolculuğumda bana başarılar dilemişti. Evet, hayat bir yolculuktu ve hayat beklenmediklerle dolu, onlarla güzeldi. Bebeğimin pamuk yanaklarından öptüm:
“Evet bebecik… İşte yolculuk başlıyor, gidiyoruz, Hilal Ülkesine...”
Günlüğün ilk bölümünü bitirdiğinde gözyaşlarına hâkim olamadı. Hüngür hüngür ağladı. Hayatında hiç bu kadar ağladığını hatırlamıyordu. Ne yapsın elinde değil yıllardır içinde birikip mahiyetini bilemediği duyguların önüne geçemiyordu bir türlü. Karşısında durmuş öyle şaşkın şaşkın ağlayışını seyrediyordu, belli ki hiçbir şeyin farkında değildi.
Fotoğrafı ona uzatarak:
“Ben bu adamı tanıyorum, bu fotoğrafın bir benzeri bende de var.”
*
Deniz her şeyini anlattı sanki onu bir daha hiç göremeyecekmiş gibi. Dieter da tüm hayat hikâyesini baştan sona anlattı, az sonra cepheye gidecek ve bir daha geriye dönmeyecekmiş gibi. Meğer ne sırlar varmış en yakın dostlara, arkadaşlara anlatılmayan belki de sadece kan bağından gelenlere tevdi edilen.
“Annen için çok üzüldüm” dedi.
“Çocuklar için bir oyuncağa bir de aileye sahip olmak değişmez kuralken, bu kurallar benim hayatımın istisnaları oldu. Ne saçlarını gönlümce taradığım bir barbi bebeğim oldu ne de geceleri kâbuslar ortasında uyandığımda kucaklarında tekrar uykuya dalabileceğim bir ailem. Dört yaşına kadar Türkiye’de kalmışım. Oradan Polonya’ya döndüğümüzde annem beni dedemin yanına bırakarak tekrar Viyana’ya dönmüş. Hafta sonlarını dört gözle beklerdim. Çünkü annem ancak hafta sonları telefon eder, onunla uzun uzun konuşurduk. Sonradan aramaz oldu ve bir daha kendisinden hiç haber alamadık. Öldü dediler. Cesedine aylar sonra etrafa yayılan pis kokulardan rahatsız olan komşuların ihbarı üzerine ulaşmışlar ve sessizce kimsesizler mezarlığına defnetmişler. Düşünebiliyor musun Dieter? İnsan haklarının baş tacı edildiği medeni Avrupa’nın göbeğinde insanların cesetlerine bile aylar sonra ulaşıyorlar.”
“Acını tazelemek istemezdim, ancak benimde hayat çizgim seninkinden pek farklı sayılmaz. Beni de o istisnalar sınıfına dahil edebilirsin. Bu genç yaşıma rağmen insanları, olayları ve hayatı çok iyi tanıdım. Zorluklar çektim, hayata karşı daha da bilendim. Senden tek farkım belki annem ile yaşıyor olmam ama artık onunla aynı mekânı paylaşmak istemiyorum. Gün geçtikçe daha da çekilmez oluyor. Hele erkek arkadaşlarını eve getirmesi yok mu? İşte buna dayanamıyorum. Dışarıda gez eğlen, kim kimin hayatına karışabilir öyle değil mi? Yabancı erkeklerin evde ne işi var. Bana sürekli küçük çocuk muamelesi yapmaları ayrı bir mesele tabii. Belki ikimiz bir ev tutarız ha! Ne dersin? Ben çalışır sen okuluna gidersin hem öğrendiklerini bana da anlatırsın hani şu savaşlardan, falan... Artık kendi kararlarımızı kendimiz vermeliyiz öyle değil mi?”
Deniz, Dieter’nın “ben çalışır sen okula gidersin” sözüne gülmemek için kendini zor tuttu. Zira biliyordu ki; o tıpkı babası gibiydi. Bir iş yerinde fazla çalışamazdı. Fıtratı buna müsait değildi. Yine de böyle bir teklif için ona teşekkür etti.
“Belki de sen haklısın Dieter. Bu çileli hayat bizim eksik yanımız değil aksine kazancımız oldu. Yalnız kalabilmeyi ve yalnız yaşayabilmeyi öğrendik. Kendi ayaklarımız üzerinde durmasını başardık ve olgunlaştık, ama bana göre Avrupa ülkelerinin temel sorunu ne politik ne de ekonomik tamamen sosyal bir sorun: Aile sorunu. Sadece kendi özel yaşam ve zevklerini düşünen, birbirinden ayrı yaşayan anne babalar, sevgi ve şefkatten mahrum yetişen çocuklar. O çocuklar ki; özgür yaşam karşısında en büyük engel görülüyor. O anne babalar ki; ihtiyarlayıp ölüm anlarında hiç kimseyi bulamıyorlar başuçlarında. Huzurevlerine sığınabilenler kendilerini şanslı kabul ediyor, yalnız yaşayanların cesetlerine haftalar sonra etrafa yayılan pis kokular sonucu ulaşabiliyor.”
Ne güzel konuşuyordu. Onu uzun uzun seyretti. Hayat ne tuhaftı. Daha bu sabah ona deliler gibi âşık olabilirdi şimdi o canından bir parça kardeşiydi. Yüreğindeki sevgi ona şimdi kardeşlik kanalıyla akıyordu. İnsanın hayatta bir kardeşinin olması ne güzel bir duyguymuş. Hele bu kardeş kız olursa. Kendini adeta bir Terminatör gibi hissetti. Kardeşi ise korunmaya, kollanmaya o kadar muhtaçtı.
“Oysa Hilal ülkesinde sosyal ilişkiler, akraba ve aile bağları daha kuvvetli. Orada her şey çocuklar için. Çocuklar evin neşe ve sevinç kaynağı kabul ediliyor, sevgi ve şefkatle büyütülüyor. Eşler birbirlerine karşı nazik ve anlayışlı. Bir cam küreyi kırmamak için nasıl bir özen gerekiyorsa aile içindeki hal ve hareketlere öyle özen gösteriyorlar.”
“Peki ya babamız. Madem senin tüm bu anlattıklarını biliyordu ve genlerinde bahsettiğin kültürün izlerini taşıyordu neden bizi bu muazzam sevgi ve şefkat denizinden mahrum bıraktı? Neden bize sahip çıkmadı?”
“Böyle bir soruyu sormakta haklısın. Ona başlangıçta ben de çok kızıyordum. Annemi yüz üstü bırakıp ona derin acılar yaşattığı için ondan nefret ediyordum, ama şimdi onu daha iyi anlıyorum. Yabancı bir ülkede yaşamanın zorluklarını gördükçe, insanın basit bir ihtiyacını ifade edemeyip ahmak yerine konulmasına şahit oldukça, bakışlarda sen bir yabancısın, buraya ait değilsin ibaresini okudukça onu daha iyi anlıyorum. Çünkü o bir yabancı idi. Bu kültüre ait değildi. Her ne kadar kılık kıyafetiyle Avrupa toplumunun bir ferdi gibi görünse de yüreğinde başka bir kültürün köklerini, beyninde farklı bir kültürün kodlarını taşıyordu. Belki de annelerimiz onun bu yabancılık zafiyetinden yararlanmak istemiş olamaz mı? Sakın gücenme ama daha doğrusu senin annen, malum benim annem de bir yabancı idi ve bu ülkede kök salabilmek için tutunacak bir dal arıyordu.”
“Haklı olabilirsin Deniz, bak ben olaya hiç bu yönüyle bakmamıştım.”
“İstesen de bakamazdın, çünkü sen bu ülkede doğdun, bu ülkenin kültürüyle yetiştirildin. Kısacası sen etinle kemiğinle buraya aitsin. İşte bu aidiyet duygusuyla hareket ederek caddelerde, parklarda özgürce dolaşıyor, mağaza ve alış veriş merkezlerinden dilediğince alış veriş yapıyor, istediğin bara gidip hiç çekinmeden ve horlanmadan zevkle biranı yudumluyor, istediğin gece kulübünde sabahlara kadar gönlünce eğleniyorsun. Şimdiye kadar kimse seni ne disko kapılarından geri çevirdi ne de spielotheklerde pis, aşağılık yabancı diye hakaret etti. Hayır! Bu farklı bir duygu. Ne sen ne de ben bu insanı ayrıştırıp ötekileştiren, ruhlarda derin izler bırakan, kalpleri kinle dolduran ve zihinlerde önyargıların oluşmasına sebep olan bu duyguyu tam olarak anlayabiliriz.”
Dieter’nın evlerinin bulunduğu caddede zenciler çoğunlukta idi. Onları pek sevmez, pis işlerine bulaşmaz, yaptıklarını onaylamazdı. Ona kurye işi teklif etmişlerdi. İşsiz ve parasız kaldığı günler çok olmuştu ama bu pisliğe asla bulaşmamıştı. Hayatta sevmediği bir şey varsa o da uyuşturucu maddeleri idi. İçkinin her çeşidini denemişti. Profesyonel içerdi ama şu uyuşturucu illeti bambaşka bir şeydi. Çocukluğu şehrin kuzeyinde geçtiği için uyuşturucu satıcılarını ve müptelalarını çok iyi tanımıştı. Birincilerin hayatları çoğunlukla hapiste, ikincilerin ise mezarlıkta sonlanırdı. Şehrin kuzeyi… Getto… Halk arasında farelerin yaşadığı yer diye tanımlanan lağım çukuru. Uyuşturucu trafiği, sex ticareti, mafya hesaplaşmaları, seri cinayetler başta olmak üzere tüm kanlı ve kanunsuz işler bu bölgede gerçekleşirdi. Ayrıca alkoliklerin, esrarkeşlerin, kaçakların, hırsızların, gariban ve kimsesizlerin mekânıydı. Dieter ilkokula burada başlamış ve ilk kavgasını burada etmişti. Sınıftaki Türk çocukları soy isminden dolayı “senin baban Türk, sen Türk tohumusun” diye dalga geçmişler o da tek başına üç kişiye saldırmış ve bir güzel dayak yemişti. Bu olaydan sonra da hemen o bölgeden taşınmışlardı.
Bir defasında McDonalds’da bir kavgaya şahit olmuştu. Tren garında yirmi dört saat açık olan McDonalds’da kendine hamburger, patates cipsi ve kola söylemişti. Yan masada şişman bir müşteri kapiçinosunu içip gazetesini okuyor, yabancı olduğu anlaşılan garson masaları siliyordu. Şişman adam aniden bağırmaya başlamıştı; “Dikkat etsene siyah kafa.” Garson ne olduğunu anlayamadan adama tedirgin gözlerle bakmıştı. Adam bağırıyor, ağır hakaret ve küfürler ediyordu. Nihayet garson zayıf Almancasıyla; “Buyurun bir şey mi rica etmiştiniz?” dedi. Anlaşılan Almancayı kursta öğrenmişti. Elinden geldiği kadar kibar cümleler kurmaya çalışıyordu. “Bak gazetemi ne hale soktun dumkopf” dedi adam. Garson gazeteye eğilip baktı. Masaları silerken bir damla su sıçramıştı gazeteye. Hafif tebessüm ederek; “Ama efendim sadece bir damla su, isterseniz yenisini alırım” demeye çalıştı. Bu cevap adamı daha da sinirlendirmişti; “Niye sizin gibi geri zekalı insanları çalıştırırlar bilmem ki. Müdürün nerede bana hemen müdürünü çağır” diye bağırırken garson yumruğunu sıkmıştı ve yumruk adamın suratında patlamıştı. Adam yere yığılırken iki masayı daha devirmişti. Garsonun gözleri çakmak çakmaktı ve sinirleri hâlâ geçmemişti. Önlüğünü adamın suratına fırlattığı gibi restorantı terketmişti. Dieter onun çakmak çakmak yanan gözlerini hiç unutmamıştı.
Dieter, önyargı denilince bu anılarını hatırlamıştı. Onun kafasındaki önyargılara sebep hep yabancılardı. Çünkü yabancılar çalışmazlar, gettolarda asalak gibi yaşarlar, nerede kanunsuz ve pis işler varsa hep onlar yapardı. Bazen yabancılara karşı hoşgörüsüz, tahammülsüz davranışlar da önyargıların oluşmasına sebep oluyordu.
“Peki o, şimdi nerededir acaba?”
“Bir bilsem, sanki yer yarıldı içine girdi. Her yere baktım. Kaldığı apartman, alış veriş yaptığı kioks, çalıştığı restorantlar, takıldığı barlar... Resmi makamlara sordum, ama hiçbir ize, kayda rastlayamadım. Ne yabancılar şubesinde ne sigortada ne de başka bir yerde kaydı var”
“Belki ülkesine dönmüştür.”
“Kim bilir belki...”
İkisinin de gözleri açık pencereden ufka kaydı. Sanki ufukta uzaklardaki kayıp bir ülkeyi arıyorlardı. Dieter şimdiye kadar harita üzerinde bile hiç merak etmediği insanları ve kültürüyle esrarlı bir ülkeyi, hilal ülkesini çok merak ediyordu. Deniz’in ise ilgi alanı biraz farklı olacak ki dalgın bakışları Kahlenberg dağının eteklerinde dolaşıyordu. Kim bilir belki hafızasında az önce ona anlattığı savaş sahneleri canlanıyordu. Belki de büyük büyük dedeleri Viyana Kuşatması esnasında üzerlerinde ağır zırhlar ellerinde kılıç, mızrak birbirleriyle harp ediyordu. Bir tanesi yerde kanlar içinde acıyla kıvranırken diğeri ona son darbeyi indirmek üzere idi.
“Bir kahve daha alır mısın?” dedi Deniz.
“Kahvenin macerasını öğrendikten sonra içmemezlik olmaz.” dedi Dieter.
Deniz kahve doldurmak için yerinden kalkerken Dieter da kucağında açık duran dosyayı okumaya devam etti:
’’Sanki zindandayım. Kör bir kuyunun karanlık diplerindeyim. Bağırıyorum. Kısık sesim boş kuyunun taş duvarlarında yankılanıyor. Sesimi ne duyan var ne de yardıma koşan. Nefes alamıyor, boğuluyorum. Üç aydır diline, dinine, kültürüne yabancı bir ülkede garip ve tuhaf davranışlı insanlar arasında yaşıyorum. Faiko bizi bırakıp hemen Viyana’ya döndü. Son zamanlarda sesi soluğu çıkmaz oldu; ne bir telefon ne bir mektup. Bizi bir çölün ortasında bırakıp da gitti. Öyle bir çöl ki tıpkı köle Hacer gibi tepeden tepeye koşuyor, bir kuşun uçmasını bir kervanın geçmesini dört gözle bekliyorum çünkü Faiko bizi kurttan kuştan medet ummaya mecbur kıldı. Bir an önce bu zindandan kurtulmanın bir yolunu bulmalıyım. İyi ki sen varsın bebeğim Deniz, sen de olmasan ben bu Hilal ülkesinin küflü zindanlarında, ıssız çöllerinde nasıl yaşardım.’’
“Annen çok çile çekmiş.”
“Başlangıçta her yabancı için yeni ülkenin hayat şartlarına alışmak biraz zaman ister. İnsanların davranışları tuhaftır. Yemekleri mide bulandırır, kültürleri ilkeldir, dinleri batıldır, dilleri tarzancadır. Ne bileyim tamamen önyargılarla dolu bir zihin yapısı vardır başlangıçta. Zaman içersinde bu önyargılar ülkenin insanlarıyla kaynaşmaya, onların içindeki sevgi keşfedilmeye başlandı mı kırılmaya, yok olmaya mahkûmdur. Bak bir de şu satırları oku.”
’’Aylar geçtikçe bu insanları daha iyi tanımaya başladım. Sadece tarih kitaplarından vahşi ve barbar olarak öğrendiğim bu insanlar meğer ne büyük hoşgörü ve anlayışa sahip insanlarmış. Kendimi medeni ve tahsil görmüş bir kişi kabul ederdim ama nasıl bu kadar önyargılar ve saplantılar içinde olabilmişim hâlâ inanamıyorum. Bu ülke insanlarının hangi bir özelliğini sıralasam bilmem ki; Affedici ve merhamet sahibidirler, hataları kusurları insanın yüzüne vurmazlar, darda yolda kalmışa yardım ederler, yoksulları dahi hürmet görür. Dindar, kanaatkar ve sabırlıdırlar. Gösterişi sevmezler. Evlerdeki masraflar ölçülü ve israf yoktur. Hele misafirperverlikleri yok mu, birbirlerini arayıp sormaları, aile ziyaretleri, dini ve özel günlerde bir araya gelip ailecek yenen yemekler… Tüm bu değerlere bugün modern(!) Batı dünyası ne kadar yabancı ve her biri sosyal reçete olan bu değerlere ne kadar muhtaç. Gerçi bizim de Noel kutlamalarımız, yumurta ve paskalya bayramlarımız ve özel günlerimiz var, ama hiçbiri Hilal ülkesindeki kadar samimi ve içtenlikte olamaz.’’
“Tüm bu yazılanlarını doğru kabul edelim. Peki neden Doğu ülkelerinde ya da Hilal ülkesinde insana değer verilmiyor ve akın akın Batı ülkelerine geliyorlar?”
“Genel kültürün hiç de zayıf sayılmaz Dieter. Çok güzel ve yerinde bir soru. Bu soruları şöyle cevaplayabilirim. Avrupa tarihi ve Felsefesini göz önüne aldığımızda esasında bir kültür ve felsefe olarak insan sevgisi ve insana verilen değer Avrupa medeniyetinde fazla bir yer teşkil etmez, ancak Batı medeniyetleri insan sevgisi( hümanizma) ve insana verilen değeri baş tacı etmiş. Bu değerleri önce vicdanlarda mâkes kılmış sonra kanunlara yerleştirip sıkı takipçisi olmuş. Her mekânda dile getirip savunmuş. En önemlisi de sosyal alanlarda uygulamış. Sosyal Güvenlik Sistemi, modern hastaneler, işsizlik parası, aile yardımı ve diğer sosyal aktiviteler... vs gibi imkânlarla bir Avrupalı asla gelecek endişesi taşımıyor ve kendini garanti altında hissediyor, Oysa Doğu ülkelerinin en temel felsefesi insan sevgisi ve insana verilen değerdir. Bu değerler kitaplarda sayfalar dolusu anlatılmışken onlar sadece işin felsefi boyutuyla yetinip tatbik sahasına koymamışlar. Şu iki ismi sakın unutma; “Mevlana ve Yunus.” Bu iki insanı iyi tanırsan ne demek istediğimi anlarsın.”
“Temel ile Dursun gibi mi?”
Dieter’nın Mevlana ve Yunus’u fıkra karakterleri olarak düşünmesi Deniz’i güldürdü;
“Hayır, hayır. Onlar 13.yy da yaşamış iki büyük gönül insanı. Batı medeniyeti sevgi ve aşkı onlardan öğrendi. Bir ara hayat hikâyelerini anlatırım. Şimdi gelelim ikinci sorunun cevabına. Bunun cevabı kısaca insan fıtratında gizlidir.”
“Nasıl yani?”
“İnsan fıtratı hayatta iyiyi güzeli ister. Adalet, güven, emniyet, bolluk ve refah ister. Kişi ailesinin mutlu olmasını, çocuklarının okula gidebilmesini, gelecek kaygısı duymadan yaşamayı ister. İşte tüm bu değerlerin tesis edildiği yer gerçek vatandır bana göre. İşte yine bu değerleri şimdilik Batı medeniyeti tesis etmiş ve sadece Doğu ülkelerinden değil, dünyanın her yerinden insanlar akın akın Avrupa’ya çalışmaya, rahat, huzur ve emniyet içinde yaşamaya geliyor. Kim bilir belki de bu değerler bir gün Doğuda tesis edilir ve bizler o ülkelere göç etmek zorunda kalırız.”
“Seninle gurur duyuyorum sevgili kardeşim, tüm bu bilgileri ne zaman nasıl öğrendin ve şu minik kafana sığdırdın anlamıyorum ama, ben ülkemden memnunum ve hiçbir yere ne bugün ne de yarın göç etmeye niyetim var.”
“Çok büyük konuştun. Unutma insanlık tarihi bir anlamda göçler tarihidir. Batı bir zamanlar zenginliğin kaynağını Doğuda gördü. Hikmet ve bilgeliği Doğuda aradı. Bir zamanlar Doğudan ışıkla birlikte bolluk, bereket, bilim ve felsefe yükseliyordu. Doğu ile Batıyı bir tahterevalli şeklinde düşün. Doğu ile Batı bir terazinin kefeleri gibi dengede durmaz. Gece gündüz gibi birleşmez. Kutuplar gibi asla bir araya gelmez. Bugün sen gitmesen bir gün muhakkak senin evlatların gidecektir.”
“Bak şu satırları da okur musun?”
’’Bu insanların anne ve babaya özellikle de ihtiyarlara ayrı bir hürmetleri var, çünkü kutsal kitapları Kuran’da anne babaya “öf” bile demeyin yazılıymış ve biz insana yapacağı en hayırlı iş olarak anne ve babasına iyi davranmasını emrettik buyrulmuş. Peygamberleri ihtiyarlara hürmeti emretmiş ve eğer onlar aranızda olmasaydı belalar sel gibi üzerinize yağardı demiş. Ömrünün son demlerinde anne babasına hizmet eden evlat cenneti garantiler buyurmuş. Ne muhteşem ne muazzam düsturlar. Bu düsturların tam manasıyla uygulandığı bir toplum düşünün ki orada ne huzur evlerinden bahsedilebilir ne de yaşlıların yalnızlık ve kimsesizlikten şikâyetçi olmalarından. Bir defasında komşumuz yaşlı bir kadının son nefesini vermesine şahit oldum. Evlatları, torunları günlerce başında sıra ile nöbet tuttular. Hep beraber daha çok düğünler çok bayramlar göreceğiz diyerek ona moral verdiler. Tüm bunlar bir teselliydi ve ihtiyar kadın dönülmez bir yolun yolcusuydu, ama bu teselliler ihtiyarın üzerinde öyle bir tesir gösterdi ki onun çocuksu, gülen gözlerini hâlâ unutamıyorum, fakat ecel geldi ve ihtiyar hayata gözlerini yumdu. Onu tertemiz yıkadılar, kefen adını verdikleri beyaz kıyafete sarıp üzerine kokular sürdüler ve dualarla defnettiler.’’
Dieter okumayı bitirdiğinde kendini masallar âleminde sandı. Bu satırlardaki düsturlar yaşadığı ülkeye ve topluma ne kadar uzaktı. Tanımadığı bu farklı kültürü şimdi anlamaya çalışıyordu. Deniz ise satırlar okunurken gözlerini kapatıyor, derin derin nefes alıp veriyor, özlemle iç çekiyor ve o anı yaşıyordu sanki. Aniden Deniz’in elinden tuttu. Bakışlarını merakla açılan o güzelim parlak, yeşil gözbebeklerine dikerek:
“Ne dersin ha” dedi.
“Ne ne dersin” dedi.
“Hilal ülkesine gitmek ve onu bulmak...”
“Peki ne zaman?”
“Hiç vakit kaybetmeden.”
*
Kampüsten ayrıldığında akşam olmak üzere idi. Canı eve gitmek istemedi. Şimdi eve gitse muhakkak annesiyle tartışacak, annesi ondan haklı olarak bir açıklama isteyecekti. Böyle kutsal bir töreni yarıda bırakıp neden kiliseyi terk ettiğini ve cemaat önünde küçük düşürülmenin hesabını soracaktı. Ona şimdilik verecek bir cevabı yoktu. Hele Deniz’in varlığından asla haberi olmamalıydı. Yakında bir yolculuğa çıkacaklarını da söylemeyecekti. Şehir merkezinde biraz yürümeye karar verdi. Hava her zamanki gibi soğuk ve ayazdı. Birinci Viyana’nın en işlek meydanlarından olan Stephansplatz bomboştu. Gündüzleri bu meydan ağzına kadar lebalep turistler, sokak sanatçıları ile dolar, iğne atsan yere düşmezdi. Şimdi insanlar tavuklar gibi erkenden evlerine çekilip panjurları indirmişlerdi. Bunda havanın soğuk ve yarın haftanın ilk iş günü olmasının etkisi vardı şüphesiz. Alışkın ayakları onu arka sokaklarda bir bodrum katındaki bara doğru sürüklerken Stephansdom kilisesinin çanları vurmaya başladı.
Barda Dieter’nın işsiz ekibinden başka iki kişi daha vardı ve kumar makinesinde oyun oynuyorlardı. Bu ekip azami yedi kişiyi geçmezdi. İçlerinden birisi işe başlayıp gruptan ayrılsa diğeri işi bırakmış ve sayı tamamlanmış olurdu. Dieter bu grubun en gençlerinden biri olmasına rağmen en çok sevilen ve sözü dinlenen üyesi idi. Barmen elinde kumanda flaş haber olarak sunulan Natascha Kampusch haberleri ile Avusturya Bundesliga haberleri arasında gidip geliyor bir yandan da boşalan bardakları dolduruyordu. Dieter bar kapısında görününce Andreas oturduğu yerden seslendi;
“Hey Dieter dostum bütün gün nerelerde idin?”
Dieter, Deniz ile olan karşılaşmasını kimseye anlatmama kararı almıştı. Bir hasta gibi salınarak Andreas ile kız arkadaşı Maria’nın yanına oturdu;
“Dün gece şiddetli başım ağrıyordu. Bütün gün bir ölü gibi yataktaydım. Hâlâ da baş ağrım geçmedi” dedi.
“Bakıyorum dostumuzu içki fena çarpmış” dedi Müller.
“Dieter’yı tanımıyormuş gibi konuşma Müller. Bilmez misin? Acı patlıcanı kırağı çalmaz” dedi Andreas.
“Sadece bizim morukla atıştık biraz” dedi Dieter.
“Çok kötü görünüyorsun, umarım aranızda üzücü bir olay geçmemiştir” dedi Maria.
“Birazdan bir şeyim kalmaz” dedi Dieter.
“O zaman içkiler benden, hey barmen doldur bakalım boşları” dedi Müller.
“Olaylardan haberin var mı Dieter?” Bu soruyu soran Thomas’dı. Kendisi fanatik bir Rapid taraftarıydı.
“Ne o yoksa Papa eşcinsel olmaya mı karar verdi?” dedi Dieter. Bu cevaba kumar makinesinin başındaki müşteriler de dahil herkes kahkahalarla güldüler.
“Eş cinsel olsa daha iyi. Rapid yine yenildi dostum. Böyle giderse küme düşecek” dedi Hans, Thomas’ın sırtına vurarak.
“Ben demiştim kadroda bu kadar yabancı fazla diye. Adamlarda ruh yok. Herifler topu ayakları ile oynuyor. Futbol yürek ile oynanır yürek. Bu yabancılar da yürek ne gezer. Rapid Rapid olalı ne böyle kötü kadro ne de skor gördü” dedi Thomas.
“Bak sen bizim filozofa. Futbol ayak ile değil yürek ile oynanırmış. Futbol dünyanın her yerinde ayak ile oynanır. Büyük kulüpler başarıya nasıl ulaşıyor sanıyorsun. Kadrolarının neredeyse tamamı lejyonerlerden oluşuyor” dedi Andreas.
“Andreas doğru söylüyor Thomas. Futbol internasyonal bir oyun. Başarılı olmak için dünyanın neresinde olursa olsun iyi futbolcuları bulup oynatmak lazım. Bunun yabancı ile bir ilgisi yok” dedi Dieter Andreas’ı destekler mahiyette. Bu ekipte Andreas lider konumunda idi. Dieter onunla çok iyi anlaşır fikirleri genellikle uyuşurdu.
“İyi de ligin en kötü takımlarından KSV 1919’a da yeninilmez ki canım” dedi Thomas.
“Top yuvarlaktır” dedi Hans yine Thomas’a takılarak.
“Bence teknik ekibin değişmesi lazım. Ne demişler balık baştan kokar” dedi Müller.
“Bu muydu kaçırdığım haber?” diye sordu Dieter.
“Natascha Kampusch” dedi Maria.
Natascha Kampusch’u bilmeyen mi vardı. Henüz on yaşında okul yolunda iken kaçırılmış ve bir daha kendisinden haber alınamamıştı. Polisler her yerde izini aramış, şehrin kuzeyi hallaç pamuğu gibi didik didik edilmiş, birkaç şüpheli gözaltına alınmış ama Natascha ile ilgili hiçbir ize, emareye ulaşılamamıştı. Nihayet öldüğüne karar verilmiş ve polis bu dosyayı kapatmıştı. Ancak acısı vicdanlarında hâlâ taptaze duran kederli anne baba için bu dosya kapanmamıştı. Anne babası onun öldüğüne bir türlü inanmak istemiyor, bir ihtimal ölmüş ya da öldürülmüş ise en azından cesedini görmek istiyordu.”
“e ne olmuş ona, cesedini mi bulmuşlar?” dedi Dieter.
“Bak haberleri izle” dedi Andreas.
Tüm gözler anında köşedeki ekrana çevrildi;
“Natascha Kampusch okul yolunda Wolfgang Priklopil tarafından kaçırıldı. Priklopil, Natascha’yı evinin garajının altında, ses geçirmez hale getirilmiş bir hücreye kapattı. İlk altı ayını ışıksız hücrede geçiren Natascha Kampusch, sekiz yılını Priklopil’in tutsağı olarak geçirdi. Herkes Natascha’nın öldüğünü sanıyordu. Sonunda genç kız, Wolfgang Priklopil’in elinden kaçmayı başardı. 44 yaşındaki Priklopil ise Natascha Kampusch’un firar etmesinin ardından, kendini trenin önüne atarak intihar etti. Evlerinin sadece birkaç blok ötesinde gerçekleşen bu acı olay herkesi dehşete düşürdü. Polis departmanından ayrıntılı açıklamalar bekleniyor.”
Dieter, on yaşındaki küçük bir kızın hücrede altı ayı nasıl geçirdiğini düşünürken Deniz’in söylediklerini hatırladı. Avrupa toplumlarının en büyük sorunu ne ekonomik ne de politik, sosyal bir sorun, aile sorunu. Dağılmış aileler, kendi zevkini düşünen ebeveynler, sevgi ve şefkatten mahrum yetişen çocuklar… Arkadaşlarına baktı. Ortak yönleri doğru dürüst bir aile yaşantılarının olmayışları idi. Çoğu babalarını bile tanımıyor ve annelerinden ayrı yaşıyordu. Başlarında yol gösterecek bir büyükleri yoktu. Doğru dürüst meslekleri yoktu. İşsizlik parası ve yardım kuruluşlarından aldıkları aylıklarla geçimlerini sağlıyorlardı. Aralarında madde bağımlıları vardı. Bu yüzden hapishaneye girip çıkmışlardı.
Natascha olayı sapık baba olayını hatırlattı Dieter’ya. Sapık baba olayı uzun süre kamuoyunun gündeminden düşmemişti. Şöyle ki; Joseph Fritzl isimli sapık baba öz kızı Elizabeth’i bayıltarak bodruma kilitlemiş ve zorla Evden kaçtım. Beni aramayın şeklinde bir mektup yazdırmıştı. Böylece annesi de hiçbir şeyden şüphelenmeyecekti. Böylelikle baba, yirmi dört yıl boyunca bodrumdaki kızına tecavüz etmişti. Baba ve kızın yedi çocuğu olmuştu. Çocuklardan biri ölmüş, üçü Elizabeth’le gün ışığı görmeden bodrumda büyümüştü. Ölen çocuk sapık baba tarafından vahşice yakılmıştı. Joseph diğer üç çocuğunu ise kızının kapıya bıraktığını söylemişti. Pusetlerinde Elizabeth bu çocuğa bakamıyor. Lütfen onu bırakmayın yazıyordu. Tüm bunlardan habersiz olan anne Rosemaire de torunlarına bakmaya başlamıştı. Olay bodrumdaki bir çocuk çok hastalanınca ortaya çıkmıştı. Baba Joseph ve Rosemarie ile üç çocuk normal bir hayat sürerken, Elizabeth ve diğer üç çocuğu ise yeraltında yaşıyordu. Olay on dokuz yaşındaki Kerstin isimli kızları hastalanınca ortaya çıkmıştı. Baba durumun çok kötü olduğunu görünce kızını hastane kapısına bırakmıştı. Ama sahipsiz kızın iyileşmesi için annesinin bulunması ve bilgi gerekiyordu. Baba dayanamayarak Elizabeth ve diğer çocukları yeraltından çıkarmıştı. Karısına da Elizabeth geri dönmeye karar verdi demişti. Esaretten kurtulan Elizabeth sorgu sırasında yirmi dört yıl boyunca yaşadığı büyük işkenceyi tek tek anlatmıştı.
Acaba bunun gibi bilinmeyen daha nice insan kanını donduran olaylar vardı. Daha nice çocuklar okul yolunda kaçırılıp türlü işkence ve tecavüzlere maruz kalıyordu. Evet Deniz’in söyledikleri doğruydu. Çocukların psikolojik gelişim ve ruh olgunluğu için aile ortamında yetişmeleri şarttı. Tabii önce anne babanın çocuk yetiştirme becerilerinin olması şartıyla. Deniz’i hatırlayınca içini tuhaf bir duygu kapladı. Onun parlak yeşil gözlerini düşündü. Ona âşık mıydı? Yok canım. O kardeşi idi. Ama yine de ona karşı olan sevgisini tam adlandıramıyordu. Yakında onunla bir yolculuğa çıkacaklardı. Bu yolculuğu çok önemsiyordu. Bu yolculukta kafasındaki birçok sorunun cevabını bulacağını ümit ediyordu, ama önce annesiyle konuşacağı bazı şeyler vardı.
*
Dieter bardan ayrıldığında gece yarısını geçmişti. Düşüncesinde hep Deniz vardı. Şimdi ne yapıyordu acaba? Büyük ihtimalle uyumuştu. Onu o küçücük odasında kanepede uyurken hayal etti. Yok yok uyumuyordur, başını kitaplar, dosyalar arasına gömmüş ders çalışıyordu. Yakında sınavlarım var demişti. Sınavları biter bitmez de Hilal Ülkesine yolculukları başlayacaktı. Eve geldiğinde annesini salondaki koltukta sızmış halde buldu. Televizyon açıktı ve odanın içi baştan aşağı içki okuyordu. Boş bira kutuları laminat döşeme üzerine dağılmıştı. Anlaşılan bu sefer fazla içmişti. Televizyonu kapatıp, içeriden getirdiği battaniye ile annesinin üzerini örttü. Eğilip annesinin alnından öptü.
“Dieter bebeğim” diye mırıldandı annesi.
“Seni uyandırmak istememiştim” diye karşılık verdi Dieter.
“Uyumuyordum bebeğim. Gel sarıl bana” dedi annesi. Dieter kendini annesinin kollarına bıraktı. Annesi ona sımsıkı sarılıp ağlamaya başladı.
“Bugün seni üzdüğüm için özür dilerim anne” dedi Dieter.
“Sorun değil bebeğim.”
“Seni kilisede yalnız bıraktığım için gerçekten çok üzgünüm.”
“Kilisenin canı cehenneme, unut gitsin dedim ya.”
“Peki niye ağlıyorsun o zaman?”
“Çok yalnızım.”
Dieter, annesinin parti ve eğlencelerden geri kalmadığı, erkek arkadaşlarını eve getirdiği halde yalnızlık çekmesine bir anlam veremedi.
“Ben varım ya.”
“Yakında on sekiz yaşına gireceksin. Artık kararlarını tek başına almanın zamanı geldi. Belki yeni bir eve taşınacak ve kendine yeni arkadaşlar edineceksin. Buna saygım var ve bu senin en doğal hakkın ama yine de bir gün beni terk edeceksin diye ödüm kopuyor.”
Acaba annesi günlerdir evi terk etme planları yaptığını anlamış mıydı?
“Nasıl böyle düşünebiliyorsun anne. Seni hiçbir zaman terk etmeyeceğimi ikimiz de biliyoruz” dedi.
“Sen iyi bir çocuksun Dieter. Seninle hep gurur duydum. Yine de sana söylemek istediğim bazı şeyler var. Eğer kafanda gelecekle alakalı planlar varsa lütfen benimle paylaş olur mu bebeğim? Umarım annenin derin hayat tecrübelerinden yararlanmak istersin.”
“Anne benim de seninle konuşmak istediğim bazı şeyler var aslında. Biliyorsun şimdiye kadar sana onunla ilgili hiç soru sormadım, ama artık vakti geldi diye düşünüyorum.”
Bu anı bekliyordu aslında. Çocukken de sorardı, ama bir yolunu bulup, kaçamak cevaplar verirdi. Sonra hiç sormaz olmuştu ama bir gün muhakkak babasıyla ilgili bilgileri bilmek isteyecekti ve işte o an gelmişti.
“O zaman anneciğine bir bira kap gel bakalım.”
“Korkarım bu isteğini yerine getiremeyeceğim” dedi Dieter yerdeki boş kutuları göstererek; bakıyorum bugün yeteri kadar içmişsin ama sana bir portakal suyu getirebilirim.”
“Peki öyle olsun.”
Dieter mutfaktan bir bardak portakal suyu, kendine de mineral su alıp annesinin yanına oturdu. Meyve suyundan bir yudum alan annesi yanında oturan oğluna baktı. Onun yetişkin bir birey olmasından gurur duydu.
“Sevecen, sempatik bir insandı. Küçük bir imbissi vardı. Her sabah işe giderken dükkânının önünden geçerdim. Sokağa mis gibi döner kokusuyla beraber oryantal müzik sesleri de yayılırdı. Bir akşam eve dönerken bana hanımefendi dükkânıma teşrif etmeniz için kırmızı halılar sipariş ettim dedi. Biliyorsun Doğu kültüründe özel insanlar için yerlere kırmızı halı serme âdeti vardır. İlk yediğim döner parasını da almadı benden. O günden sonra beraber yaşamaya başladık. Başlangıçta dükkânın mali işleriyle ilgileniyordum. Akşamları ise müşterilere içki servisi yapardım. Çay demlemeyi, türk kahvesi pişirmeyi hatta döner kesmesini dahi öğrenmiştim.”
“Seni elinde uzun döner bıçağı döner tezgâhının başında düşünemiyorum anne? Umarım bir yanını kestirmemişsindir.”
“Başlangıçta bir hayli et telef ediyordum. Baban gülerek elinin hamuru ile bu işlere kalkışırsan olacağı budur demişti. Bana iltifat ediyor sandım önce. Sonra öğrendim ki bu söz Anadolu’da kadınların erkek işlerine karışmamaları gerektiğini ifade edermiş. Ama ben inat ettim ve etleri bir döner ustası kadar teknik ve ince kesmeyi öğrendim.”
“Onu sempatik bulduğunu ve sevdiğini söylüyorsun. Peki neden ayrıldınız?”
“Babanı gerçekten çok sevmiştim. Önyargısız olarak sevmiştim. Onun kültürel değerlerine saygı duyuyordum. Eve arkadaşları geldiğinde onlara ayrı tencerelerde yemek pişirmeye gayret eder, yemeklerde domuz ihtiva eden ürünleri kullanmamaya özen gösterirdim. Belki bilmiyorsun Müslümanlar domuz eti yemezler. Sonra oruç ayı vardır. Müslümanlar bu ay geldiğinde oruç tutarlar. Gerçi baban arada bir oruç tutardı ama ben oruç ayında onun karşısında bir şey yiyip içmezdim. Tüm bunları yapabilirdim. Nedenini anlamasam da bu değerlere saygı duymak hoşuma da giderdi ama özgür hayatıma müdahale edilmesine asla tahammül edemezdim. Arkadaşlarıma, giydiğim kıyafetlerime ve makyajıma karışması sinirlerimi bozuyordu. Ne sanmıştı beni. Doğulu bir kadın ya da cariye mi? Ben baskı ve tahakküm altına giremezdim. Avrupa’nın göbeğinde Doğu tarzı bir yaşantı sürdüremezdim. Bir seçim yapmak zorunda idim.”
“ Sen de özgür yaşamı seçtim.”
“Başka ne yapabilirdim?”
“Bence yalnızlığı seçmişsin anne”
“Senin bilmediğin oğlum, Biz Batılıları Doğululardan ayıran en büyük özellik özgür irademiz ve tercihlerimizdir. Bunu ileride anlayacaksın, işte o zaman hayatta başımıza gelen her şeyin kader değil, kendi seçimlerimiz olduğunu göreceksin.”
Dieter annesiyle bu geç vakitte kader meselesini tartışmak istemiyordu. Denize sorduğu sorunun aynısını sordu;
“Peki o şimdi nerede?”
“Onu bir daha hiç görmedim. Büyük bir ihtimalle ülkesine dönmüştür, zaten öyle bir insanın uzun bir süre yabancı memleketlerde yaşayabileceğini sanmam.”
*
Bundan yirmi yıl önce ismi Faik’ti. Üstün ve değerli demekti. İsmiyle müsemma olsun diye dedesi koymuştu bu adı ona. Daha küçük yaşlardan itibaren dedesinin peşini hiç bırakmaz onunla sohbet meclislerine katılır, sakallı sakallı dedelerin anlattıkları peygamber kıssalarını, evliya menkıbelerini ilgiyle dinlerdi. İlçeye ilk İmam Hatip Mektepleri açıldığında dedesi çocuklar gibi sevinmiş, elinden tutarak ilk talebe olarak kaydını yaptırmıştı. Hem dinini öğrenecek hem de müspet ilimleri tahsil edecekti. Çift kanatlı kuş misali yani. Öyle ya tek kanadıyla bir kuş uçabilir miydi hiç. Öylece yerlerde sürünür, debelenir dururdu. Fakat Faik daha okul yıllarında her şeyi sorgulamaya başladı, özellikle kalıplaşmış ve klişeleşmiş düşünce ve görüşleri kabul edemiyordu. Din mevzusunun hassaslığını daha o yıllarda kavramış ve kitaplarda anlatılan din ile halkın gelenek ve örf olarak yaşadığı din arasında büyük farklılıkları görmüştü. Hele dini kendi menfaat ve çıkarları doğrultusunda kullananlardan nefret eder, onları günahı kadar sevmezdi. Rahmetli dedesinin cenazesi üzerinden para kazananlardan hala tiksinirdi.
Avrupa’da yaşadığı yıllarda ona Faiko demişlerdi. Avrupa insanının diline basit geldiği için söylenen bu isim gerçekte onun için yabancılaşma sürecinin başlangıcıydı. Sanki onda iki benlik oluşmuştu; iç âleminde Faik’ti, dışta ise Faiko. Faik ismiyle iç âleminde sadakati, imanı, sabrı, kanaati ve kaderciliği taşırken, Faiko lakabıyla dış âleminde akılcılığı, isyanı, sınırsız arzuyu, sistem ve disiplini temsil ediyordu. Yıllardır bu iki benlik arasında bir saat rakkası gibi gidip gelmişti.
Şimdi o bu iki kimliğiyle kasabanın girişinde gök mavisi bakışlarını etekleri asırlık çınarlarla kaplı yüce, ulu dağın zirvelerine çevirmiş bir heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Kırmızı kiremitli evleri, uçsuz bucaksız ovayı ve pırıl pırıl parlayan masmavi gölü seyretti bir müddet daha. Sanki hiçbir şey değişmemişti, her şey yerli yerinde idi. Sanki az önce sadece yirmi dakika önce bu kasabadan çıkmış şehirde biraz gezmiş, dolaşmış ve işte evine dönüyordu. Oysa hakikatte öylemiydi. Tozlu sokaklarda çelik-çomak, körebe oynadıkları arkadaşlarının çoğu ihtiyarlayıp torun sahibi olmuşlar öylece miskin miskin kahvehanenin önünde oturuşuyorlardı. Gurbete çıkarken kundaktaki bebekler büyümüş evlenip birer aile sahibi olmuşlardı. Ona en çok acı veren, yüreğini korlar gibi yakan şey ise baba ocağını yıkılmaya yüz tutmuş vaziyette bomboş bulmasıydı. Avrupa’da nice stres ve ruhi çöküntüler içinde olduğu dönemlerde bile bu kadar yıkıldığını hatırlamıyordu. Ona öyle geldi ki az sonra mavi boyalı demir kapı açılacak, açılıp da nice yıllardır yollarını gözleyen gözü yaşlı anası kapının eşiğinde görünecek, görünüp de ona doğru koşacak, koşup da yavrum diyerek boynuna sımsıkı sarılacak ve yılların hasretiyle yanaklarından, gözlerinden doyasıya öpecekti. Sedef hastalıklı elleriyle babası onun sırtına şöyle okkalı bir şaplak indirip; “nihayet gelebildin mi? İnsanın sonunda kendi evine dönmekten başka çaresi var mı? Hem Avrupa’nın işini gücünü zamanında ben bitiremedim sen mi bitirecektin? Orada on yıldan fazla kalan üşütüktür, delidir anlayacağın, ben iki sene farkla üşütmekten kurtuldum” diyecekti. Şimdi onlar yüce dağın eteklerinin başladığı yerde, sazlık, kamışlık kokulu gölün köpüklü sularını bıraktığı düzlükte, içi rengârenk çiçekler ve upuzun servilerle dolu mezarlıkta koyun koyuna yatıyorlardı. Nice uykusuz geçen uzun gecelerde loş ışıklarında kaldırımlara yağan sağanak yağmurların şıpırtılı seslerini dinleyerek hep bu mezarlığı düşünmüştü. Bu düşünce ona kuvvet vermiş, hayata tutunmayı sağlamıştı. Mezarların üzerlerindeki yabani otları temizledi. Başuçlarına çöktü, durdu öylece, sessizliği dinledi. Otlar arasında kaynaşmalar oldu; yılanlar aktı, sarı, pembe, kırmızı çiçekler üzerinde kelebekler uçuşup, arılar vızıldadı. Ellerini açıp dua etti. Nice zamandır kuruyan göz pınarları coştu ve mezarlar üzerine sağanak olup yağdı. Sonra dua eden elleriyle başını elleri arasına aldı. Ne kadar süre öylece kaldı kendi de bilemedi. Bir gün, bir hafta, bir ay. Aniden başını kaldırdı, gök mavisi gözlerinde bir ışık kümesi belirdi.
*
Uçağın küçük penceresinden aşağıda pamuk tarlası gibi beyaz bulut kümelerini seyrediyor, elleri arasında annesinin günlüğü olduğu halde onun yıllar önce yaptığı yolculuk esnasındaki ruh halini yaşıyordu sanki. Dieter’in elinde atlaslar, broşürler olduğu halde hem uçuş rotasını tarif ediyor hem de yolculuk kararı aldıkları günden itibaren Hilal ülkesi hakkında topladığı bilgileri, ilginç olayları ve fıkraları anlatıp onu güldürüyordu. İnsanın şu hayatta bir yakınının olması çok güzel, hoş bir duygu. Onun gibi bir kardeşe seneler sonra olsa bile sahip olmaktan son derece memnundu. İki de bir asla ondan ayrılmayacağını söyleyip duruyordu. Çok zeki bir çocuktu, ayrıca hünerli, maharet sahibi ve pratikti, yalnız istikrar yoktu. Tıpkı babası gibi. Eğer Allah vergisi bu kabiliyetlerini olumlu yönde kullansa başarılı bir komedyen, tiyatrocu iyi bir sanatçı olacaktır. Hostesin anonsundan sonra koltukları düzeltip emniyet kemerlerini bağladılar. Uçak Körfezin masmavi suları üstünde devasa bir kuş gibi süzüldükten sonra inişe geçti. Tekerler piste değer değmez ise bir alkış tufanıdır koptu.
Dört yaşına kadar kaldığı o şirin beldedeki hatıraları canlandı gözlerinin önünde. Yüksek bir dağın eteklerinde beyaz badanalı, kırmızı kiremitli evlerden müteşekkil şirin bir balıkçı kasabasıydı. İnsanları dürüst ve çalışkandı. Erkekler sabahları erkenden balığa giderken, kadınlar bağda, bahçede çalışırdı. Her evin muhakkak bahçesi vardı, bahçelerde ceviz, ayva, nar ve incir ağaçları vardı. Hele bahar gelip dallar çiçeklenince ağaçlar altına halılar, minderler serilir komşular toplanıp sohbet ederlerdi. Ulu dağın doruklarından esip gelen bir dağ meltemi içine kattığı kekik, meşe, çam kokularını çıldırtırcasına insanların ciğerlerine doldururdu. Kuzenleri vardı. Oyunlar oynar hem nasıl da kavgalar ederlerdi. Ninenin ve dedenin sıcacık kucağını kıskanırlardı birbirlerinden. Zavallı insanlar... Hangi birisini kayırıp hangisinden vazgeçsinler. Hepsi de evlattan bir parça, kemiğin içindeki ilik gibi. Hele o başında dantelalı beyaz tülbendi, mütebessim çehreli nineyi ne zaman unuttu ki, şimdi hatırlamasın. İş işlerken, otururken, sedire uzanıp hafif kestirirken annesine hep bir şeyler anlatırdı. Anlatırken de gözyaşları hücum ederdi al yanaklarına. Gözyaşlarını yaşmağının ucuyla silerdi. Annesinin Türkçesi azdı bilirdi ama bunu umursamaz ve bir annenin bebeğiyle konuşması gibi sıcak ve içtenlikle konuşurdu onunla ve annesi emimdi ki o candan samimi konuşmalardan çok şeyler öğrenmişti. Hâlen hayattalar mıdır? Sanmıyordu ama yine de içinde bir umut vardı. Onları yeniden bir görebilse, bakın ben geldim, Deniz’iniz geldi bir de misafir getirdim deyip onlara yılların özlemiyle bir sarılabilse.
Bu ülkenin insanları...
Hangi bir millet onlar kadar cefâkar. Hangi bir ulus onlar kadar fedakâr. Onlar kadar itaatkâr, tahammüllü, sabırlı başka millet var mı yeryüzünde. Tüm bu güzel hasletleri bünyesinde toplamış bu milletin insanları gittikleri her yerde önce gönülleri fethetmiş sonra da ülkelerin, şehirlerin kapıları kendiliğinden ardına kadar açılmış. Yıkmadan, yakmadan ve yok etmeden, etnik grup farklı inanç ve kültürlerle yüzyıllarca bir arada kardeşçe yaşamışlar. Dünyaya kardeşlik kültürünü, bir arada yaşama becerisini, saygı ve hoşgörü kültürünü bırakmışlar. Eğer Amerika kıtasını Avrupalılar değil de bu milletin insanları keşfetselerdi eminim ki; ne milyonlarca yerli halk katledilir ne onların yeraltı ve yerüstü kaynakları sömürülür ne de muazzam dilleri ve medeniyetleri tarih sahnesinden silinirdi. Onların bu güzel özelliklerini bilen kimi sözde yöneticiler tarih boyunca bu milletin insanlarını kirli siyasetlere ve muhteris emellere alet etmişler. Evlatlarını asker diye almış kızgın çöllerde, karlı dağlarda koyun sürüsü gibi telef etmiş. Mallarını, mülklerini vergi diye almış köşk ve yalı eğlencelerinde, yurt dışı seyahatlerinde ve fuzuli işlerde hoyratça harcamışlar, doymamışlar. Hep istemişler hep almışlar ama hiç vermemişler, onları kendi kaderleriyle baş başa bırakmışlar. Yine de bu ülkenin insanları nice meşakkatle büyüttükleri kınalı kuzularını, nice zorluklarla kazandıkları mallarını vatan sağ olsun deyip cömertçe vermişler.
Yeri gelmiş onlara idraksizler demişler, cahiller, köylüler, konargöçerler deyip aşağılamışlar, hor görmüşler. Bu ülkenin insanları küsmemiş, gücenmemiş devlete. Yeri gelmiş manevi mukaddes değerleriyle alay etmişler sineye çekmişler, susmuşlar. Yabancı güçler devreye girip daha ne bekliyorsunuz gün bu gündür haydi isyan edin, dininiz elden gidiyor, haklarınız gasp ediliyor, kadınlarınızın örtülerine eller uzanıyor deyip kışkırtmışlar ama bu ülkenin insanları dış mihrakların oyununa gelip baş kaldırmamış, isyan etmemişler devletlerine.
Bu ülkenin insanları vurdumduymaz değil, sorumsuz değil, ahmak ve aptal asla değil, sadece derin tecrübe sahibi. Genlerinde bin yıllık bir kültürün, geleneğin derin tarihi tecrübesini taşıyorlar. Çünkü onlar bu coğrafyayı çok iyi tanıyor. Bu coğrafya öyle bir yer ki, birliğini beraberliğini bırakmış, birbirine düşmüş milletleri her zaman yutmuş sonrada onları çanak çömlek olarak gerisin geriye kusmuştu. Bu ülkenin insanı birlikten, dirlikten ve düzenden yana. Daha fazla kardeş kanının akıtılmasına asla ve asla tahammülleri yok.
Batıdan aksi bir rüzgâr esmiş, devlet gemisini rotadan çıkarmış. Kaptan köşkündeki sözde idarecilerle yine birkaç sözde aydının aklı karışmış, sarhoş olmuşlar, ne yaptıklarının, nereye gittiklerinin ve ne söylediklerinin farkında değiller. Elbet bir gün aksi rüzgâr etkisini yitirecek ve gemi tekrar aslî rotasına geri dönecek. Böyle kısa ve geçici travma anlarında geminin tecrübeli yolcularına ve mürettebatına düşen vazife gemiyi terk etmek hele hele gemiyi batırmak asla olmamalı. Yapılması gereken şey azim ve sabırla, kafası ve zihni karışık, gönlü unutmuş yöneticilere doğru yolu göstermek olmalı.
Bu ülkenin insanları...
Simitler hep gevrek, çaylar hep sıcaktı. Taşıyalım mı abla? Boyayalım mı abi? Selpak mendil almaz mısınız? Başının gözünün sadakası olsun alıver bir tane amme cüzü, yanında kalem de hediyesi. Ne yaparsın ekmek parası be abi yıkılası, viran olası evde çoluk çocuk yol gözler; çaycı, sucu, sebzeci, balıkçı...
Çay ile gevrek simitleri yemek çok hoşlarına gitti ancak kızgın çay bardaklarını tutmakta bir hayli zorlandılar. Deniz ihtiyacı olmadığı halde peşini bir türlü bırakmayan eli yüzü kir içindeki kız çocuğundan üç tane mendil satın aldı. Çocuk tüm ricalara ve tatlı sözlere rağmen bir türlü peşini bırakmıyordu. Sert yüz ifadesi takınıp kızınca küçük kız çocuğu hemen yolunu değiştirdi. Anladı ki bu ülkede rica dolu sözlerle kimse meramını anlatamıyor, kızacak, bağıracaksın ki derdini anlatabilesin. Dieter ayakkabıları temiz olduğu halde tekrar boyattı. Boyacı çocuğun boyalı elleri bir makine gibi işliyordu. Kuru, çatlak dudakları arasında bir türkü tutturmuştu. Ekmek teknesi boya sandığı mankenlerin ve film yıldızlarının resimleriyle kaplıydı. Şehrin caddelerindeki kalabalık bir sel gibiydi adeta. Daracık yollarda akan trafik tam bir keşmekeş içinde idi ama yine de tüm bu düzensizlik içinde bir düzen vardı. Akşam olmak üzereydi ve kalacak bir otele ihtiyaçları vardı.
Otel yönetimi haftada bir şehrin tarihi güzelliklerini görmeye gelen turistlere yönelik Şark gecesi adı altında eğlence ve gösteriler düzenliyordu. Göbek dansları bu eğlencenin olmazsa olmazları arasına idi. Avrupa Üniversitelerinin hemen hemen hepsinde Şark Kürsüleri vardır. Hele Viyana Üniversitesinde Şark kürsüsünde Türk tarih ve kültürüne ayrı bir önem verilir. Orta Asya bozkırlarından kopup gelen göçebelerin önce İran topraklarına yerleşmeleri, oradan Anadolu’yu fethedip kendilerine ebedi yurt edinmeleri ve Balkanlara geçmeleri, İstanbul’u İmparatorluk başkenti yaptıktan sonra Viyana önlerine kadar gelmeleri tüm detaylarıyla incelenir. Bu muazzam medeniyet nice büyük sanatçı, bilim adamı ve devlet adamı yetiştirmiş arkalarında nice tarihi, sanat değeri yüksek eserler bırakmıştır.
Deniz, parlak renkli ışıklar altındaki pistte iri göğüslü, geniş kalçalı dansözlerin göbek dansını seyrederken, bu muazzam medeniyeti düşünüyordu. Böyle bir medeniyetten geriye para için yapılan göbek dansları, aslan sütü niyetine içilen rakı ve dansöze tempo tutan turistlerin kafalarına aksesuar olarak taktıkları fes kalmıştı. Son zamanlarda bu gösterilere semazenlerde dahil olmuştu. İşte bu Deniz’in yüreğine acı vermişti. Çünkü sema gösterisinin dini bir ayin olduğunu, bir çeşit ibadet ve zikir için yapıldığını biliyordu. Şimdi ise amacından tamamen saptırılmış olan bu merasimin içki ve kıvırta kıvırta dans eden dansözlerle yan yana icra edilmesine bir anlam veremiyordu.
Dieter cennet bahçelerinde huriler arasına düşmüş gibi eğleniyor ve bugüne kadar neden tatmadım diye hayıflandığı rakının zevkine eriyordu. Üstü, başı, dans pisti ve otelin lobisi anason kokusuna gömülmüştü. Ona fazla içmemesini tembihlediğinde yanaklarından öptü ve rakı kadehini tekrar başına dikerek asla sarhoş olmayacağını tekrarladı. Doktorasını Türk kültür ve medeniyeti üzerine yapmak isteyen bir tarih öğrencisi olarak bu medeniyetin böyle aşağılanmasına ve basitleştirilmesine gönlü daha fazla dayanamadı ve odaya çekildi. Zaten daha başından eğlenceye katılmak istememişti, ama Dieter’yı yalnız bırakmak istememişti. Sema gösterisi esnasında Dieter sürekli; “bu adamlar da fırıldak gibi, niçin başları hiç dönmüyor?” şeklinde sorular sorup durmuştu. Bu işin sırrı semazenlerin dönerken başlarını hafif eğmelerinde yatıyor diye izah etmişti. Sema yaparken başlarına yirmi beş derecelik bir eğim veriliyor. Bu eğim iç kulaktaki denge sirküler kanallarının eşit derecede uyarılmasını sağlıyor” demişti. Ancak semazenleri döndüren asıl kuvvetin aşk olduğunu ona söylememişti.
Ona mutluluk veren tek şey ise annesinin günlüklerini okumaktı:
’’Koskoca dört sene nasıl da geçivermiş. Şimdi düşününce sanki bir an parçasından ibaret, ama nice zahmet, sıkıntı ve meşakkat içinde geçen yıllar... Alışmak hiçte kolay olmadı, ama başka çarem yoktu. Faiko değil beni anne ve babasını bile aramaz oldu. Avrupa şehirlerinde yeni bir kadın bulmak hiçte zor değil. Caddeler sığınmacı ve kaçak kadınlarla dolu. Parası olan, lüks villalarda konfor içinde yalnız yaşayan Avrupa kadınlar da cabası. Deniz’in dün doğum günüydü. Zavallı yavrum hiçbir şeyden habersiz koşuşturup duruyor tozlu sokaklarda kuzenlerinin peşinden. Onun geleceği için hemen Avrupa’ya dönmeliyim. Avusturya’ya giriş yasağımın süresi doldu, ama şimdi de Hilal ülkesinden çıkabilmek sorun oldu, çünkü Deniz’in velayeti benim üzerimde olmadığından onu sınırdan geçirmezler. Onu bırakıp gitmek ise ölümden de beter. Kayınbaba çok anlayışlı bir adam, Kaynana ise hep masum. Elinden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor. Ülkemi özledim. Evimi, babamı ve son yolculuğunda yanında olamadığım annemi özledim. Her gece rüyamda elimde kırmızı güller onun mermer sütunla kaplı mezarına gidiyor ve beni de yanına alması için dua ediyorum. Artık zaman doldu ve harekete geçme zamanı.’’
Rüyasında annesinin kimsesizler mezarlığındaki mezarı başında elinde karanfiller dua ediyordu ki; tuhaf seslerle uyandı. Henüz sabah olmamıştı ve şehrin semalarında yanık sesler dalgalanıyordu. Dieter masada başını göğsüne yapıştırmış bir rodin heykeli gibi hareketsiz duruyordu.
Yataktan doğrulup:
“Dieter neyin var, iyi misin?”
Dieter, bir güz yaprağı gibi sallandı ama sessizliğini muhafaza etti.
“Sana fazla içmemeni söylemiştim.”
“Şşşt” yaptı işaret parmağını dudaklarına götürerek ve yanık, lahuti sesler bitinceye kadar öylece bekleştiler.
Ezan bitince Dieter mırıltıyla konuşmaya başladı:
“Biliyor musun Deniz? Hayatımda hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Sanki cennette huriler arasındaydım ve bir güzel içtim ama bilirsin ben asla sarhoş olmam. Sonra evet sonra kimi gördüm biliyor musun? Tam karşımda gözlerini dikmiş bana bakıyordu.”
“Evet, kimi gördün bakalım.”
“Onu gördüm, sırtını bar tezgâhına dayamış ne kadar da ihtiyarlamıştı. İçki içmiyor, eğlenceye katılmıyor sadece dikkatle beni seyrediyordu. Yok yok o değildi, oradaki bendim, benliğimden sıyrılmış bar tezgahının yanında belirmiş kırk sene sonraki halimi görüyordum.”
“Kim seni seyrediyordu, orada kim vardı seni anlayamıyorum Deiter.”
“Orada taburede oturan adam babamızdı. Bundan eminim. Hatta eğlence bitince koluma girip odaya çıkardı. Beni masaya bırakmasını söyledim. Dur gitme seninle konuşacaklarım var dedim ama tavırları ürkek bir ceylan gibi tedirgindi. Tam odadan çıkacaktı ki seni fark etti. Ay ışığı açık pencereden yüzünü aydınlatıyordu. Bir elin yataktan aşağıya sarkmıştı. Usulca yaklaştı sana. Seyretti seni bir müddet. Sonra başını elleri arasına alıp koşarak terk etti odayı. O gittikten kısa süre sonra az önceki sesler başladı. Uçaktan indiğimizden beri duyuyorum bu sesleri, ama az önceki yok mu? Heyecanlandım hatta ürperdim, başka âlemlere girdim çıktım. Bak tüylerim hala diken diken. Şu sessizliği dinlesene Deniz. Herkes uykuda; dağı, taşı, gökteki yıldızıyla tüm kâinat uykuda, öyleyken şehrin semalarında bir emir verilmiş gibi sihirli, esrarlı sesler yankılanıyor. Sevgili kardeşim yoksa biz Bin bir gece masallarının içine düştük de benim mi haberim yok ya da ben gerçekten sarhoş muyum? Söylesene bilgili kardeşim bu sesler de neyin nesi.”
Çok içmişti ve çok duyguluydu. Bu halde halüsülasyonlar görmesi son derece normaldi. Onu daha önce hiç bu halde görmemişti. Sabahlığını üzerine alıp yanına oturdu. Cam sürahiden doldurduğu suyu ona uzattı:
“Ezan diyorlar adına bir nevi davet. İnsanları ibadete çağırıyor. Hıristiyanların çan, Yahudilerin boru seslerine benzer bir şey.”
Bardaktaki suyu yudum yudum içti. Bitkin bir haldeydi. Dinlenmeye, uyumaya ihtiyacı vardı. Bütün gece gözünü kırpmamıştı. Koluna girip yatağına götürmeyi denedi:
“Hadi Dieter biraz dinlenmeye ihtiyacın var, sabah erkenden hareket etmeliyiz.”
“Yo! Hayır! Bırak kolumu ve bana sarhoş muamelesi yapma bilirsin ben asla sarhoş olmam. Sadece evet sadece senin şu derin felsefi fikirlerin yok mu? İşte şimdi onları konuşmanın tam zamanı. Söylesene be kuzum biz neye inanıyoruz?”
Dışında ılık, serin bir gün başlamak üzereydi. Saçaklarda koyun koyuna tünemiş güvercinleri gördü. Erkek olanı dişiyi nasıl da kanatlarıyla sarmıştı. Bakışları apartmanların çarpık ve düzensiz çatılarında dolaştı. Sonra semaya yükselen İsa peygamberi görürcesine gökyüzüne çevirdi bakışlarını:
“Tabii ki hırıstiyanlığın temel inançlarına, teslis inancına. kutsal babamız ve Meryem anamıza inanıyoruz. Katolik mezhebine bağlıyız. Her pazar kiliseye gider ibadet ederiz ve benim diğer dinlere özellikle de İslam dinine ilgim var.”
Bu cevap Dieter’yı tatmin etmemiş aksine daha da kızdırmıştı sanki;
“sen inanıyorsun Deniz. Ben ise ne Tanrıya ne onun oğluma ne de Meryem anaya inanıyorum. Benim neye inandığımı bilmek ister misin? hiçliğe ve yokluğa inanıyorum ben. Kiliseye sırf annemi üzmemek için giderdim, ve orası bana soğuk ve ürkütücü gelirdi. Köşelerdeki azizlerin heykellerinden ve duvardaki resimlerden korkardım. Papazlar ise hayatta en nefret ettiğim insanlardır. Bencil ve çıkarcı din adamlarından hep nefret ettim, ama yine de içimde bir şeyler var bunu hissediyorum bazen yüreğim parçalanacak gibi oluyor. Korkuyorum kimselere bir şey anlatamıyorum. İçmek teselli ediyor beni, korkularımdan birazcık olsun uzaklaştırıyor. Sonra da uykunun ellerine bırakıyorum kendimi.”
Ve ağlamaya başladı. İşte yine çocuklar gibi hüngür hüngür ağlıyordu. Bu fotoğraf çaresizliğin, kimsesizliğin fotoğrafıydı. Yalnız geçen yılların ve paylaşılmaz duyguların fotoğrafıydı. Bir anne gibi kollarıyla sardı onu. Dizlerine yatırdı, saçlarını okşadı, uykuya dalınca da yatağına yatırdı.
*
Herşey ne kadar da değişmiş.
Çeyrek asır sonra ülkesine döndüğünde ilk izlenimleri şehirdeki baş döndürücü değişim üzerine olmuştu, ancak kendini gündelik olayların, karmaşık ilişkilerin tam da ortasında bulduğunda hakikatte bu topraklarda hiçbir şeyin değişmediğini yüreği burkularak fark etti. Burada yani Doğu’da yani “Şark Kültürü”nde değişimin önce düşünce ve zihinlerde gerçekleşmesi gerektiğini anladı. Zihinlerde gerçekleşmeyen, düşüncelerde yer etmeyen değişimlerin başarısız kalacağını en azından kısa soluklu olacağını anladı.
Şehrin cadde ve meydanları büyük paralar harcanarak göz alıcı travertenlerle döşenmişti. Böyle göz alıcı travertenleri Avrupa’nın büyük metropolleri dâhil dünyanın hiçbir yerinde görmek mümkün değilken insanlara yapılana sahip çıkıp koruma bilinci öğretilmediğinden güzelim travertenler şimdiden kırılmaya, bozulmaya başlamış. Kaldırım kenarlarına döşenen dubalar yerlerinden sökülmüş.
Şehrin tüm yolları trafik lambaları, köprüler, kavşaklar ve yaya geçitleriyle donatılmış, ancak ne şoförlere ne de yayalara trafik kurallarına uyma bilinci öğretilmiş. Bu yüzden araç sahipleri araçlarını kadın, ihtiyar, çocuk demeden yayaların üzerine üzerine sürüyor. Bu yüzden hâlâ yaya kaldırımlarında insanlar ölüyor. En basit araç kuyruğunda bile sinli Kaflı küfürler eşliğinde kanlı kavgalar ediliyor. Trafiğe çıkan şoförlere sabır, tahammül ve hoşgörü öğretilmemiş.
Avrupa Birliği uyum yasaları gereği kükürt oranı yüksek Kırsal motorin piyasalardan kaldırılmış, anacak insanlar araçlarında daha ekonomik diye solvent karışımı on numara yağ kullanıyor. Böylelikle egzosdan çıkan simsiyah dumanlar Lost dizisindeki canavar gibi vatandaşın üzerine üzerine gelerek ağızlarına, burunlarına doluyor, genizleri yakıyor.
AVM’ler şehre ayrı bir hava katmış. Aileler hafta sonlarını buralarda dolaşarak ve alışveriş yaparak neşeli saatler geçiriyor, ancak onlara alışveriş yapma kültürü öğretilmemiş. Bir yandan alışveriş arabaları ağzına kadar dolarken diğer yandan ödenmeyen kredi kartları yüzünden adliye duvarları tepeleme haciz dosyaları ile dolup taşmış. Aileler mahkemelerde perişan olmuş, bankalar enselerinde tabiri caizse boza pişiriyor.
Tüm değişime rağmen bu topraklarda değişmeyen tek bir şey vardı: insana saygı ve insanın değeri. Bu ülke insanının hak ettiği gerçek değer ve payeye ulaşmak için daha ne gibi değişimler gerekiyordu çok merak ediyordu.
Yaptığı onlarca iş görüşmelerinde kimisi kılık kıyafetini beğenmedi, kimisi saç sakal tıraşını bahane etti, kimisi de çok yaşlısın dedi. Basit bir işe girmek için ondan referans isteyen bile oldu, ama hiç kimse ona kabiliyetlerini, meziyetlerini, becerilerini sormadı. Eğer bir tanesi lütfedip sorsaydı, onlara mahir bir dülger olduğunu, kaynakçılık yapabileceğini, araba tamirinden anladığını ve daha bir sürü tamirat işinden anladığını söylerdi. Gitar çalıp şarkılar söylediğini ise asla söylemezdi. Avrupa’daki ilk yılları gözleri önüne geldi. Çalışmaya ihtiyacı vardı, Hiç kimse onun saçına sakalına, dünya görüşüne bakmadı. Mademki tutan iki eli ve yüreğinde çalışma azmi vardı o halde restorant barda garsonluk yapabilir, bulaşıkları yıkar, yerleri süpürebilirdi.
Ayrıca kendisinden referans isteyenlere barın daimi müşterilerinden olan ihtiyarın hikâyesini anlatmayı isterdi; Havı dökülmüş haki ceketi madalya ve nişanlarla dolu, pantolon ve gömleği tertemiz ve ütülüydü. Her akşam saat tam 18’de çıkar gelir, pencere kenarında her zamanki masaya otururdu. Siparişi 18’15 de önüne konmuştur; hindi göğsünden yapılmış bir porsiyon sinitzel ve büyük bir bardak weizengold birası. Yemeğin ilk bölümü yaklaşık 2 saat sürerdi. Yaklaşık iki saat boyunca yavaş lokmalarla sinitzeli çiğneyerek, biradan yudumlayarak dışarıyı seyrederdi. Saat 20’de ikinci birası önündedir. Saat tam ona çeyrek kala bardağındaki son yudumunu içer, hesabı masaya bırakır ve çeker giderdi. Orada oturduğu yaklaşık dört saat boyunca çok nadir konuşur ve iki bardaktan fazla içmezdi. İhtiyara servisi genelde o yapardı. Bir gün ikinci birasını önüne koyduğunda:
“garson sen bu ülke insanına benzemiyorsun. Bir sakınca yoksa nereden geldiğini sorabilir miyim?” diye sormuştu.
Bu ihtiyarla ne zamandır sohbet etmek, ona sormak istiyordu. Her akşam sürekli aynı şeyleri yemekten bıkıp bıkmadığını saate bile bakmadan nasıl bu kadar dakik ve düzenli olabildiğini bir de bu yaşına rağmen elbiselerini nasıl jilet gibi ütülü olduğunu sormak istiyordu, ama iş gereği müşterilerle fazla yüz göz olamamak gerekirdi, neyse ki o akşam barın sahibi yoktu.
“bu ülkeden olmadığımı nereden anladın ihtiyar. Şimdiye kadar kimse bana böyle bir soru yöneltmedi.”
“Kılık kıyafetin sokaktaki insanlardan farksız. Sarı saçların ve mavi gözlerinle tipik bir Avrupa erkeğini anımsatıyorsun, ancak o mavi gözlerinin derinliklerindeki sıcak ve anlamlı bakışlar var ya, işte onlar seni ele veriyor. Böyle sıcak ve insana güven veren bakışlara buralarda rastlamak çok zordur. Ayrıca hareketlerin, tavırların çok farklı. Dur bir tahmin edeyim. Doğudansın ama Arap olamazsın. Sen Türksün değil mi hadi söyle doğru mu bildim.
“tahminin doğru ihtiyar, şimdi söyle bakalım benim ülkem hakkında ne biliyorsun.”
İhtiyar sandalyesinden doğrulur gibi yaptı. Benli elleri tıraşlı yüzünden kulak memesi hizasından göğsüne doğru uzanan yara izine oradan da madalyalara kaydı.
“bu gördüğün süngü yarası evlat birinci dünya savaşının hatırasıdır ve eğer imdadıma müttefikimiz Osmanlı askeri Hasan yetişmeseydi o süngü tam boğazıma saplanacak ve ben bu güzelim günleri göremeyecektim. İşte ben bu hayatı kucağımda son nefsini veren bir Türke borçluyum.
Titreyen elleriyle barağından küçük bir yudum daha aldı:
“Hasan’ı ömrüm boyunca hiç unutmadım. Ona çok dualar ettim. Halen de onu cennetine koyması için Tanrıya dua ederim. Dedelerini hep takdir ile yad et evlat çünkü onlar fedakar insanlar, buna bizzat şahit oldum. Hele mesele vatan olunca ölmesini çok iyi biliyorlar.”
İşte onca yaptığı iş görüşmelerinde kendisinden burun kıvırıp uyduruk referans isteyenlere bu ihtiyarı anlatmak isterdi, ve onun şu sözlerini de yüzlerine haykırmak isterdi, ama zorla da kimseden iş dilenecek, kimsenin de olurunu alacak değildi.
“Doğu ülkelerinin geri kalmasının sebebi evlat demişti ihtiyar. İşi ehline vermemektir. Adam kayırma ve adam kollama doğu toplumlarının genel hastalığıdır, dalkavukluk âdet haline gelmiştir. Eğer yaltaklanmayı bilmiyorsan asla iş bulamazsın.”
O akşam saat 18.30 olduğu halde ihtiyar gözükmedi. Bir tuhaflık sezdi. İki senedir burada çalışıyordu ve pazar akşamları hariç her akşam saat tam 18’de iyi akşamlar diyerek kapıdan içeriye girerdi. Bardan koşarak fırladı, kaldığı dairesine geldi. Zile bastı, tekrar bastı. Ses gelmedi. Kapıyı kırarak içeri girdiğinde ihtiyarı yatağında son nefesini vermiş olarak buldu. Üzerinde madalyalarla dolu aynı haki ceketi, boynunda hiç çıkarmadığı kıravatı ve tertemiz ütülü elbiseleri vardı. Göğsü üzerinde birleştirdiği elleri arasında metal bir cisim dikkatini çekti. Bir asker künyesi idi. Üzerinde Arapça harflerle Hasan yazan bir askerin künyesi.
Değişime önce kendinden başlayacaktı. Dalgalı uzun saçlarını kestirdi, sakalını tıraş etti. Üzerindeki rengi atmış paltoyu ve dizkapaklarından yırtık kotu çıkardı. Boy aynasının karşısında uzun süre kendini seyretti. En son ne zaman aynanın karşısına geçip gözlerinin içine bakmıştı. Hatırlamıyordu ama seneler olmuştu galiba, çünkü buna cesareti yoktu. Şimdi ise kendinden emin bir şekilde gözbebeklerine bakabiliyordu.
*
O sene iş çevrelerinde Deniz tekstilin başarıları konuşuldu durdu. Yazılı ve görsel medya günlerce bu başarının öyküsünü yazıp, haberlerini yaptı. Ekonomik kriz tüm sektörleri olduğu gibi tekstil sektörünü de derinden etkilemişti. Daha üç ay öncesine kadar tam kapasite çalıştıkları halde piyasaya mal yetiştiremeyen o devasa fabrikalarının kapılarına şimdi birer birer kilit vuruluyordu. Deniz tekstil bu büyük fabrikalara nazaran kısmen küçük ve ikinci sınıf diye adlandırılan guruba dahil işletmelerden sayılırdı. Kabuğunu yeni kırıyor ve ihracata henüz başlayacaktı ki; piyasada kriz lafları edilmeye başlanmıştı.
Bundan yaklaşık bir sene önce bu fabrikada bir işçi ayakçı olarak işe başladı. Görevi iplik kırıntılarını, dokuma tezgâhlarının kenarlarındaki çaput parçacıklarını toplamak, etrafı süpürmek ve hafta da bir gün idari kısmın genel temizliğini yapmaktı. Başlangıçta hiç kimsenin dikkatini çekmeyen bu işçi zamanla çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle işçiler arasında sevildi. Onun işçiler arasında sevilmesinin asıl sebebi ise sigara ve yemek molalarında espriler yapıp komik fıkralar anlatarak işçileri eğlendirmesiydi. İdarenin ise çalışkanlık ve dürüstlük şimdilik dikkatlerini çekmiyordu. Onlara göre bir işçi günlük planlanan üretim hedefini tutturuyorsa bu zaten onun göreviydi. Bunun için maaş alıyor ve karnı bunun için doyuyordu ve eğer günlük üretimi tutturamıyorsa zaten tembel bir işçi sayılırdı ve yerine yeni işçi alınmalıydı.
O sabah idare binasının genel temizliğini yapıyordu. Pencere camları silmiş, çöpleri toplamış ve şimdi de mermer zemin üzerinde paspas çekiyordu. Müdür bey idari personeli odasına toplamış avazı çıktığı kadar bağırıyor, ortalığı yıkıyordu. Elinde telefonlar, dosyalar olduğu halde sekreter odadan odaya koşturuyordu.
“ne demek şimdi bu? Nerde görülmüş haber vermeden iş bırakmak, Çocuk oyuncağı mı bu. Ona en çok ihtiyacımız olduğumuz bu günde adam işe gelmiyor. Ne sanıyor bu kendini. Aklı sıra bana darbe vurmak istiyor ama hele şu işi bir atlatalım göstereceğim ben ona. Değil bu şehirde bu ülkede barındırtmayacağım onu.”
Bugün fabrikaya yurtdışından müşteriler gelecek tesisleri gezeceklerdi. Ürünlerle ilgili numuneler incelenecekti. Bu iş Deniz tekstilin ilk ihracaat sınavı olacaktı bir bakıma. Büyük bir iş kapılarına kadar kendi ayaklarıyla gelmişti. Bu işin alınması demek nereden bakılsa iki sene fabrikanın tam kapasite çalışması demekti. Böyle bir fırsatı basit bir ihracat sorumlusu eleman işi bıraktı diye kaçırmak aptallık olurdu. Neyse ki fason işlerini yaptıkları fabrikanın ihracaat sorumlusu şu an yoldaydı. Şimdi Alman müşterilerin trafiğe takılıp biraz gecikmesi gerekiyordu ama onlar bir saat kadar dakiktiler, randevulara asla geç kalmazlardı. Müdür bey odasında volta atıyor ve sürekli saatini kontrol ediyordu.
“Şimdi içinizde Almanca bilen kimse yok nu?”
Herkes bir suç işlemiş gibi başını öne eğdi. Sekreter kız ve satın alma şefi biraz İngilizce bildiklerini söylediler. Az sonra misafirlerin aracı fabrikaya giriş yapmıştı.
Açık pencereden gelen misafirleri süzdü ve hisleri onu yanıltmıyorsa bunlar Alman değil Avusturyalıydı, ve bir Avusturyalı’ya (Össterreicher) yapılacak en büyük hakaret onları Alman(deutsch) sanmaktı. Hemen lavobaya koştu üzerindeki işçi kıyafetini bir kenara fırlattı, elini yüzünü yıkayıp saçlarını taradı ve aşağıya koştu.
Önce nefis bir Türk kahvesi içtiler, sonra da bacak bacak üstüne atıp aralarında koyu bir muhabbet başladı. Öyle ki kahkahalarla süren bu sohbet yaklaşık bir saat devam etti. Bu bir saat içinde müdür dahil tüm personel ip gibi dizilmişler küçük dillerini yutarcasına, yürekleri hop hop ederek sohbeti takip ediyorlardı. Kahveler, sigaralar derken adamlar bir hayli gevşemişler sanki iş görüşmesine değil tatile gelmişler gibi çakırkeyiftiler.
“bakın size bir fıkra daha anlatayım dedi. Bir gün Peter keçisine takmış tasmayı 1.Viyana’nın caddelerinde gezdiriyormuş. Bunu gören Hans sormuş: ’’Ula Peter elinde gezdirdiğin de nedir.’’ ’’Köpektir.’’ diye cevaplamış Peter. Hans tekrar sormuş: ’’O halde bu boynuzlar da neyin nesi.’’ Peter gayet ciddi: ’’ben özel yaşamlara karışmam demiş.’’
Adamlar gülmekten kırılıyorlardı. Bir Avrupalı kahkaha atmaya başlasın öyle kendini tutayım demez, işi son raddeye kadar götürür ve içindeki kahkahayı boşaltıncaya kadar devam eder.
“peki şu fıkrayı duymuş muydunuz? Bir gün Peter kompartımanda bir zenciyle yolculuk ediyormuş. Yol uzun olduğundan hemen sohbete başlamışlar. Kısa bir süre sonra Peter sorar: ’’siz zenci misiniz?’’ ’’evet der zenci peki nereden anladınız. ’’ Peter gayet kendinden emin: ’’şivenizden der,’’
Fıkralara kahkahalarla gülen Avusturyalılara çok güzel bir süprizdi bu. Karşılarında Viyana’nın en güzel kafelerini, dinlenme mekanlarını ve eğlence yerlerini kendilerinden daha iyi bilen, Viyana şivesini kendileri gibi konuşan birisi oturuyordu. En lezzetli şinitzel hangi restorantta kızartılır, en nefis içkiler hangi barda ikram edilir tüm ayrıntılarıyla biliyordu. Önce onun bir Avusturyalı olduğunu düşündüler zaten tipi klasik bir Avrupa erkeğini andırıyordu sonra fabrika müdürüyle Türkçe konuşunca bu düşünceden vazgeçtiler.
Onlar önde Müdür ve idari personel arkada hep beraber fabrikayı gezdiler, malları incelediler ve laboratuvarlarda incelemek üzere numuneler alarak memnun bir şekilde fabrikadan ayrıldılar.
Herkes şoktaydı. Az önce ne oldu kimse anlayamadı. Şoku ilk müdür attı üzerinden. Yüksek sesle herkes işinin başına diyerek odasına geçti.
Bir hafta sonra Avusturya şirketinden bir faks aldılar. Faks aynen şöyleydi: Numunelerden son derece memnunuz ve firmanızla çalışmak istiyoruz İlk etapta sizden acil olarak yüz bin adet ürün istiyoruz saygılar ve selam faslından sonra bir de not bölümü vardı. Kendilerini fabrikayı gezdiren şahsı iki şirket arasında temsilci olarak görmek istiyorlardı.
Avusturya Şirket yetkilileri arada fabrikayı ziyarete geliyorlardı. Kısa bir tesis incelemesi, ürünleri kontrolden sonra şehrin güzelliklerini keşfe çıkıyorlardı. Şehrin en lüks restorantlarında geleneksel Türk yemeklerini severek yiyorlar ve rakıdan başka içki içmiyorlardı. Sabah otelden almak ve gece yine otele bırakmak onun göreviydi. Otelde en çok sevdikleri faaliyet kuşkusuz hamam sefasından sonra dansözleri seyretmekti. Yoğun ricaları üzere o gece misafirleri kıramadı ve eğlenceye kalmaya karar verdi. Kısa sürede tüm müşteriler dansözün kıvrak dansının etkisinde kalmıştı. Bar tezgâhına sırtını yaslayıp öylece boş gözlerle etrafı süzerken onu gördü. Elinde rakı bardağı, başında fes eğleniyordu. Sanki şu an tezgahın kenarında değil, yirmi yaş gençleşmiş haliyle işte orada, eğlencenin ortasında içiyordu. Yorgunluğa verdi önce, sonra insanlar birbirlerine benzer yorumunu yaptı. Ama bakışlarını gençten bir türlü alamıyordu. İçindeki tüm duygular ona doğru akıyordu.
Lobi yavaş yavaş boşalmıştı. Garsonlar sarhoş müşterilere yardım ederek odalarına kadar götürüyordu. Kör kütük sarhoştu, adım atacak hali yoktu. Hemen koluna girdi. Odaya gelinceye kadar bırak beni ben asla sarhoş olmam, dur sana bir fıkra anlatayım da dinle diye söylenip durdu. Onu masaya bıraktı. Ve tam odadan çıkacaktı ki yataktaki kızı farketti. Dolunay yüzüne aydınlatıyordu. Sağ eli yorgandan dışarı çıkmış, bir tutam kakülü çehresine düşmüş tüm güzelliğiyle uyuyordu. Kendini dışarıya zor attı.
Otelin bahçesinde iri bir çınar ağacı altından o iki gencin odasına baktı, baktı. Hafızası yirmi beş sene öncesine gitti. Nice hatalar, kırgınlıklar, çöküntüler ve yalnızlık içinde geçen uzun yıllar gözleri önüne geldi. O düşüncesizce işlenen hataların ya da yabancı bir ülkede yeni bir yaşama tutunabilme çabalarının neticesi olan iki genç burada, oteldeydiler, belki bir seyahate çıkmışlar, belki babalarını bulmaya gelmişler belki de kardeş olduklarını bile bilmiyorlardı henüz. Ve ve işte o anda lahuti sesler semayı kapladı. Bu sesler onun yüreğine işledi. Böyle insanın yüreğini titreten lahuti sesleri dinlemeyeli uzun yıllar olmuştu.
Dolunayın aydınlattığı odada, pencere kenarındaki masada ikisi de sessizce oturuyordu şimdi. İhtimal onlarda ezanı dinliyorlardı. Sonra koyu bir sohbete başladılar, hayır önce bir tartışmaydı bu sonra bir itirafa dönüştü. Dieter anlatıyor, Deniz sessizce dinliyordu. Yıllardır süren ruhi çöküntünün, kalpteki derin boşluğun itiraf edilmesiydi bu. Sonrası gözyaşlarıydı, kabaran okyanus dalgalarının bir sahile vurup sakinleşmesiydi.
*
On yıl sonra...
Dieter Avusturya şirketinin temsilcisi olarak yılın üç ayını Türkiye’de geçiriyordu. Türkçeyi bir hayli ilerletmişti. İş harici zamanlarda insanların arasına karışıyor, çayla simit yiyor, ayakkabısını boyatıyor ve satıcı kızlardan mendil satın alıyordu. Arada bir kaçamak yapıyor iki tek atıyordu ama artık eskisi kadar fazla içmiyor ve sarhoş olmamaya dikkat ediyordu.
Deniz Viyana Üniversitesinde doktorasını bitirmiş başarılı bir akademisyen olmuştu. Türk Tarihi konusunda Avrupa’da aranan sayılı akademisyenlerden biriydi. Sayısız konferanslara imza atmıştı. Arada Türkiye’ye de geliyor ve misafir öğretim görevlisi olarak değişik üniversitelerde dersler okutuyordu. Boş zamanlarında Dieter ile buluşurlar ve eski günleri anarlardı. En büyük tutkuları ise o yüce ulu dağın eteklerinde kurulu küçük balıkçı kasabasını gitmek ve sazlık, kamışlık kokulu gölün köpüklü sularını bıraktığı düzlükte, içi rengarenk çiçeklerle dolu mezarlıkta babalarının mezarını ziyaret etmekti. Ve onun bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmesinden sonra bu ziyareti hiç aksatmamışlardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.