- 738 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'shop'
Tarçın bana baktığı zaman mutlu oluyorum. Bakışları ürkek, her an bir yere kaçacak gibi duruyor ama gerçekte kaçmak değil, apartmanın içine girmek istiyor. Buna izin veremem. Bir ara pavyonda çalışan kırma Ruslar gece işe giderken onu içeri alıyorlardı. Hemen benim kaldığım dairenin kapısı önüne geliyor, dakikalarca miyavlıyordu. Müziğin sesini son açıp, miyavlamalarını duymak istemiyordum. İçim el vermiyordu, bu sefer kapıyı açıp, buzdolabından kestiğim kaşar parçasıyla onu apartmanın dışına kadar çağırıp, dışarı çıkarıyordum. Ne kadar güzel olsa da çöpün içine girip çıktığından tüyleri yağlıydı ve mikrop saçıyordu. Aslına bakılırsa mikroptan, virüsten pek de korkan bir insan değilim ama yine de akciğerlerimde var olan kedi tüylerinin başıma açtığı kimi nefes sorunlarından sonra kedilere karşı yaklaşımım değişmişti. Bazen Alev, bazen Özlem, bazen sincap, bazen Şemsi diyorum Tarçın’a. Tarçın turuncu olmasından dolayı ama Garfield gibi şişman bir kedi değil. Narin, kibar bir genç kıza benziyor. Kurbağaya çevrilmiş prens gibi, onunda kediye dönüştürülmüş bir prenses olabileceği aklıma geliyor. Dudaklarından öpersem güzel bir prenses olacak ve… Saçma, olağanı kabul edip, merdivenleri çıkıyorum. Apartmanın on dairesi var. Genelde yazlıkçıların kaldığı bir mahalle olduğundan, şu an yalnızca apartmanda iki kişi yaşıyor: Banu teyze ile ben! Banu teyze dediğim kadın seksenine merdiven dayamış, tek başına yaşayan bir kadın. Akşamları televizyonun sesini son ses açar da, üçüncü kattan beşince kata kadar televizyonun sesi gelir. O da olmasaydı herhalde yalnızlıktan kafayı yerdim. Bunu ciddi olarak söylediğime inanmıyorum ama yine de basit bir çıkarım olsun diye böyle söylüyorum. Kırma Rus fahişeleri bu aralar ortalıkta yoklar. Genelde faturalardan anlıyorum evde olup olmadıklarını. Su faturası kaç gündür dairelerinin tokmağında sıkıştırılmış şekilde duruyor.
Kedi, dudak ve prenses üçgeninin tam ortasında olmayan geometrik bir ağırlık merkezi var ve Özlem’i bu noktaya koyamam. Yalnız ara sıra onu kedilere benzetiyorum. Gerçekten de benziyor. Tıknaz, kirli sarı ten rengi yapısıyla bir kedi olabilirdi. Yanakları çöp içinden çıkmış bir kedinin yağlı tüylerinin rüzgarda donarak sertleştiği yapıyla eş değer. Bazen mantıklı bir şey söylediğinde ‘yanağını sıkabilir miyim’ diye soruyorum. Bazen ‘hayır, yapma ya’ diye bağırıyor, bazen de ‘sık ama yavaş, sarkıyor yanağım’ diyor. Geçen gün sinirim tepemdeyken ona karışıp durdum. Bir bayana söylenmeyecek lafları söylemiş olmam bir yana, aslında mantıklı düşündüğü zaman bana hak vermesi gereken şeyler söylemiştim. Birincisi rujunu yenilediğinde ‘kızım bu ruj ne böyle, kokoş kadınlara benzemişsin böyle, doğallık yakışıyor da, neyin kafasını yaşıyorsun anlamıyorum’ demiştim. ‘Sana ne ya’ derken haklıydı, bana neydi, benimle alakalı bir şey yoktu ama yine de göz zevkimi bozuyordu. Üstüne sinirini yenemediği gibi benim giyim tarzıma saldırmaya başlayınca, gülmüştüm. O an ki mevzu bir rujun kadın dudaklarını nasıl mahvettiğiyle alakalı olan kısmıydı. Bazı erkekler elbette kaliteli bir ruj içerisinde mineralleri emmek isteyebilir ama standartlar içerisinde rujların aptalca bir etkisi olduğu da yok sayılamazdı. Elbette bunu dışarıda kime söylesem birkaç olumlu tepki haricinde, ‘sana ne be’ gibi yüzlerce tepki alacağımı da biliyorum. Umurumda mı? Bazıları çıkıp, ‘tabi siz bu ülkede herkesi kendiniz gibi görmek istiyorsunuz, şuna buna karşısınız da’ diyebilir. Ama benim bunlarla hiçbir alakam yok. Bir insanın ruhuna ait estetik anlayışı olamaz mı? Olur, olmalı da ama bunu saçlarını üçe vurmaktan keyif alan, yeri geldi mi paspal giyinmekten çekinmeyen birinin söylemesi garip karşılanabilir. Ruj mevzusunun boku çıkmış, sular durulmuştu ve Özlem’le yine de konuşabiliyorduk. İkinci mevzu da, ‘saçlarını siyaha boyasana, hatta ben sana getireyim güzel bir boya, ne dersin’ kısmıyla alakalıydı. ‘Ya sana ne benim saçımdan…’ sonrası farklı noktalara işi götürmüş, yanımıza oturan embesil birine baştan sona ona ne dediysem anlatmaya başlamıştı. Masadan uzaklaşıp, farklı bir yere kendimi atmıştım ama sinirden duvarı yumruklayasım gelmişti. Yapmadığım bir şey de değildi, hem antrenman olurdu. İnsanların yaptıkları o lanet, pis, iğrenç şeyi tekrarlıyor, aramızda latife, espri veya sözlü münakaşa, eleştiri dahi olsa, her neyse başkasına anlatıyordu. İşte bunu anlayamıyorum. Biriyle yaşadığın, rahatsız olduğun bir konu hakkında neden bir başka bireyi o konu içerisine dahil edersin ki? Böyle anlarda kaçasım vardır. Hani çocukların ya da kadınların yürüyüşe çıktıkları zaman ‘çişim geldi’ demesi gibi, kaçasım, aptalca kıyıda oturup denize bakasım, daha fena sinirlemişsem sevdiğim bir kitaba gömülesim gelir. Herkes bunu farklı şekillerde muhatabına yapar, alıkoyamaz kendini ve tutkuyla bu iğrenç söz taşıyıcılığının hazzına kendini kaptırır. Ayşe de bunu yaptı, Köksal da! Özlem’e sinirim anlıktı ama Ayşe ve Köksal’a olan sinirim her geçen büyüdü. Öncelikle Ayşe’den bahsedeyim, uzun bir yolculuktan sonra vardığım şehirde iki gün geçirdikten sonra üçüncü günü Ayşe’ye ayırmıştım. Ayşe o gün bir sevgilisinin olduğundan bahsetmişti. Önce garipsemedim, çünkü eldiven değiştirir gibi sevgili değiştirebilme kapasitesi vardı ama bunun farklı olduğunu, hatta evlenebileceğini söylüyordu. Ayşe söz taşımamıştı, aslında Ayşe’nin görünürde hiçbir suçu yoktu ama yine de beraber olduğumuz saatler içerisinde aklı hep başka yerdeydi. An, odak noktası saptanamamış, doğru koordinatlar verilse dahi hedefi vurmasının imkansız olduğu, x ve y düzleminde var olan açısının potansiyel kazancını düşürdüğü biline bir füzenin tepkisi gibiydi. Köksal daha şerefsizce hareket yapmış, en zor zamanlarda yanında beni bulsa dahi, tanıştığı bir bayanla sevgili olmuş, o günden sonra selamı sabahı kesmişti. Buna iki yüz elli gram et parçası için dostun satılması da denebilir ama bu tabir tabi ki argo kaçıyor. Kaçsın, hatta daha fenalarını da aklımda sıralarken, farkında vardığım asıl mesele, bir insanla muhatap olduğumda o insan tamamen benimle muhatap olmasını isteyişimdi. Aslına bakılırsa herkes bunu talep eder muhatap olduğu insandan ama ben kendimi bildiğim için karşımdan da aynı inceliği bekliyordum. Gereksiz bir bekleyişti bu, kimi yirmi, otuz gram için, kimi iki yüz elli gram için senin düşünce dünyada tasarladığın muhabbetten çok uzakta olabilirdi. Molloy mu Malone mi daha garip teoriler geliştirebilirdi bu mevzular hakkında? İsmi m ile başlayan biri daha vardı. O da beni kandırmış, günlerce bir iş için ondan cevap beklemiş, defalarca mail yazmış ama cevap alamamıştım. Üstüne gitsem, ‘beni rahatsız ediyor bu zat’ diye de beni suçlayabilirdi. Yapacağı işten para da alacaktı oysa ama bir iş için hayalleri öldürmeye değer mi? Bazıları bunu rahatça yapabiliyor, korkmadan, zaten korkması da gerekmiyor, hem korkunun hangi menfaate zarar verdiği gözükmüştür ki?
Bir şeyler değişebilirdi, buna inanıyordum. Artılar daha fazla olabilirdi. Bisiklet sürerken rüzgarın etkili olabileceğini bilememekten ötürü sağ erbezine zarar verdiğim bir gündü. Doktora gitmeyi düşünüyordum ama bunun hiçbir faydası olmayacaktı. Ağrılardan bunaldığım bir gün, aklımda bu ağrılara sebep olan suçlunun kim olduğunu bulmak yatıyordu. Kimdi suçlu? Rüzgarı hiç düşünmemiştim, oysa yine bir gün hızla pedalları çevirirken bir elimle bacaklarıma, oradan da kasıklarıma kadar çıktım. Buz gibiydi. Pantolonum buzluktan çıkmış etin üzerindeki poşet gibiydi. Et bendim. Soğuğa karşı tepki olarak küçülen erbezlerinin artık takati kalmamış, beni bu soğuktan kurtar dercesine vücuduma baskı yapıyorlardı. Kuşkusuz günlerce bu yüzden sıçrayabilirdim. Kayıtsız ve devinimsiz olmak akıllıca olurdu. İki, üç hafta boyunca bisiklet kullanmamalıydım. Buna dayanamayacağımı iyi biliyordum. İçlik faydalı olabilirdi ama çarelerin en akıllıcası, gazete ve sıcak su torbasıydı. Bisiklete binerken göğüs ve kasık taraflarına el yordamıyla pres yapılmış gazete parçacıklarını koyup, öyle yola çıkmalıydım. Bu fikri sevmiştim. Sıcak su torbası da müsait olduğum zamanlarda içine sıcak su doldurup, kasıklarımın üzerine koymamla çarenin son adımı da tamamlanmış olacaktı.
Evet, doğal olacak, soğuktan kurtulacağıma inandığım bir ölümü tasarlarken, çok da sıcak olmayan, ılık bir yaz gecesi içine gireceğim toprağı düşünüyorum. Kendimi yaşarken izlediğim için yoruluyorum. Boynuma sarılıp ağlayasım geliyor. Hiç yere, yok yere bu ağlayışı uzatabilirim. Kendi boynunu sevmek kadar normal bir şey olamaz zaten, evet, keşke kendi boynuma sarılabilseydim. Bunu düşünüp, hayal ederken bile hoşnut kalıyorum. Bir yandan ölürken kendimi göreceğim, dokunamayacağım ama göreceğim. Keşke göremeseydim de, toprak olsaydım! Şimdi bunları düşündükçe sevinecek bir şey de kalmıyor hayatta. İnsanlar hiç korkmadan, düşünmeden çocuk sahibi oluyor. Bir tane yetmiyor, bir tane daha, sonra bir tane, bir tane, bir tane daha… Hastaneler, okullar, adliye sarayları, camiler, meyhaneler, daireler, mezarlıklar yetmiyor. İnsanların çocuk sahibi olmalarına anlam veremiyorum. Üstüne devam ediyor bu istek ve işin kötü tarafı seksle bunun karıştırılıyor olması. Allah’ım diyorum, sana isyan etmem, edemem, kişiliğim itibariyle bir tek sana saygı duyuyorum ama şu akıl konusunda nasıl bir mekanizma yarattın ki? Sanırım bu konu da benim de aklım yetmiyor. İnsanların akıllarını kullanamama konusuna aklımın erişemediği an da, amaçla, aracın karıştırıldığı yere geri dönüyorum. Sağlıklı ve eğitimli nesiller aile kurup, ülke geleceğine katkıda bulunmalılar diyenleri duyunca, on çocuk sahibi adamın eşeğe bindiğini, o sözü söyleyenin de dört teker Mercedes ile dolaştığını görüyorum. Bir şeyler değişmiş olmalı, olmuyor, olması imkansız taraftan başlanıyor bu söz tulumları. Ne mutlu Türk’üm yazıları madem çoğu yerden hiç yok yere siliniyor, bari ‘üremek akıl işiyken, seks heves işidir’ gibi güzel aforizmalar yazdıralım. Boşuna mı defalarca prezervatif reklamları dönüyor?
Bu arada kendime güzel öyküler anlatıyorum. Gecenin biri, ikisi fark etmiyor, balkona çıkıyorum. Becerebildiğim en iyi şey bu; dudaklarımı kıpırdatmadan, yalnızca gözlerimle bakıp, kendime bir şeyler anlatabiliyorum. Sorular soruyorum. Bazen bu termodinamiğe dair oluyor, kapalı kaplarda eşitlenebilecek ısı kayıpları üzerine konuşasım geliyor. Abartıya kaçmamalıyım, gülmeliyim deyip soruları varlığıma dönüştürüyorum. Eksisiyle, artısıyla gösterişsiz öyküler dinliyorum. Kendim, o güzelliğini, heyecanını taşıyor aşkın. Önemi yok nasıl olduğunun. Bunları yalnızca ben görebiliyorum, sigaranın dumanını mesela, cebime el atıyorum, pakette son bir tane kalıyor, gökyüzüne çıkıyorum, karanlıktan korktuğum çocukluk günlerine gülüyorum, karşı apartmana bakıyorum, yazın geldiklerinde genç kızların oturduğu sandalyeler üst üste ilginç örnekler sunuyor insanların cinsel hayatlarına. Kimin umurunda bir kelimeye hangi anlamlar yüklediğinin! Estetik kaygısı diyorum kimi zaman, basit olması gerek, yaratıcılık bunaltısı giriyor araya.
Kapı çalıyor. Açmamalıyım. Bu öldürdükleri bir tanrı olabilir ya da yeniden yaratmaya çalıştıkları bir tarih sayfası. Anlık bir slayt gösterimi gibi cümle hızla geçiyor: ‘Kimi Tanrı’yı yok ederken, tarihin cilvesine hayran kalıyor, ilahlaştırdığı yer de insan basiretsizliğinin kahrı savaşlar başlıyor.’ Haz duyduğum yer de ne dediğimin önemi var mı? Önemi yok. Bana haz veren boynumu seviyorum. Aslında her şeyim var; bisikletim, gazetelerim, kitaplarım, mumum, yumurtalarım, ekmeğim, battaniyem. İzin vermeli şu duman, gözlerim keskin görmeli miyop tanrısına boyun eğmeyerek. Filozofların başını kesen bir ağrı bu, rezil bir cennet arzusuyla kıvranan insanın bedenine giren soğuk kadar da değerli.
Kimseyi affetmiyorum. Geleceğin bir geçmişi buysa, şimdi titreyen bir mum alevinin dans ettiği son sahnede klarnetin içindeki nemini silecek parmak havaya kalkıyor.
Tarçın kapı girişinde, kirli paspasın üzerine kıvrılmış, uyuyor. Önce soğuk su musluğu damlıyor, sonra sıcak su musluğu. İkisinin de ağzını kapıyorum. Dalgın bir mürekkep balığı gibi iri dişlerin arasında ölümüne uzanmış hayal, gecenin sessiz kalışından keyif alıyor.
İki öykü kitabı var elimde. Yerli, yabancı olandan büyük ilham almış. Aralarında neredeyse altmış yıl olan bir öykü yolculuğunda, iki farklı yazarın aynı şeylerden bahsetmesi ne garip! Bunu da kendime saklıyorum. Özlem haber gönderiyor; ‘neden bana kızdığını anlamadım ama ben onun gönlünü alırım.’ Tiksiniyorum. Tarçın’ı gördüğüm gibi kovalayacağım, hatta aç bir sokak köpeğini bahçeye alıp, Tarçını öldürmesini keyifle izleyebilirim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.