- 726 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Doktorun Ölümü
Nice hastaya şifa dağıttığı bu oda ona ölüm getirmişti.
Polikliniklerden el ayak çekilince, odanın kapısını kilitleyerek kendini deri koltuğa bıraktı.
Koridorlarda yitip giden son ayak seslerini gözleri kapalı dinledi. “Nihayet” dedi içinden, “nihayet sessizlik…”
Sonsuz bir yolculuğa çıkmadan, sonsuz sessizliğe kavuşmadan önce daha fazla rahatsız edilmek ve dünyanın boş işleriyle daha fazla meşgul olmak istemiyordu; cep telefonunu kapattı, bilgisayarın fişini çekti.
Tuhaf diye düşündü, daha bu sabah “şifa şifa” diye gözünün içine bakan hastaları büyük bir titizlikle muayene etmiş, onlara reçeteler yazıp, randevu tarihlerini belirlemiş hatta yüzüne sahte bir tebessüm oturtup; “üzülme teyzeciğim, bir şeyciğin yok, maşallah turp gibisin amcacığım” şeklinde moral ifade eden söylemlerde bile bulunmuştu.
Ağzı dualı teyzelerden; “Allah çoluğun çocuğun ile mutlu, uzun ömürler nasip etsin kızım” şeklinde dualar bile almıştı.
Gözleri duvardaki çerçeveli belgelere kaydı; tıp diploması, farklı uzmanlık alanlarındaki ihtisas belgeleri, uluslararası eğitim ve seminer programlarına katılım belgeleri…
Bir o kadar plaket ve başarı belgesi de cam dolapta kalın tıp kitaplarının, süreli yayınların arasında duruyordu.
Çerçeveletip çalışma masasının bir ucuna koyacağı aile fotoğrafına ise henüz sahip olamamıştı.
Deri koltuktan doğrularak, masaya sıra sıra dizdiği ilaçların etken maddelerini incelemeye başladı. Tamı tamına üç ilaç… Her biri, bir fili bebekler gibi mışıl mışıl uyutacak kadar etkili yüksek dozlarda üç ilaç…
Onun da isteği bu değil miydi zaten? Başını koltuğa yaslayıp sonsuza dek uyumak; acı çekmeden, hemencecik.
Bu ilaçları dün hastane eczanesinden almıştı. Görevli, ilaçları teslim ederken acaba hangi amaçlı kullanıldığını biliyor muydu? Bilse bile, bir doktora “hayır bu ilaçları size veremem” deme cesaretini gösterebilir miydi? İhtimal vermiyordu, zira tam teşekküllü bir hastanede, personelin kahir ekseriyeti, sağlık eğitim ve bilgisinden –hatta sağlık şuur ve öneminden- yoksun taşeron firma çalışanlarından olduğu düşünülürse böyle bir ihtimal neredeyse sıfıra yakındı. Üç gün önce de hemşireye gribal enfeksiyon geçiriyorum deyip damar yolu açılması için ricada bulunmuştu; “peki doktor hanım” diyerek hemencecik açıvermişti damar yolunu.
Tamamen şu ana odaklanmak istiyordu. Ne geçmiş vardı gözünde ne de gelecek, sadece şu sayılı anlar. Yine de yarınki muhtemel olaylar silsilesi bir çırpıda akıverdi zihninden. Önce temizlik personeli zorlayacak kapıyı, açmayı başaramayınca sinirlenerek diğer odalara geçecek. Akabinde sekreter kız dayanacak kapıya. Doktorun içeride olduğunu düşünerek kapı önünde bekleyecek bir süre. Nihayet hastalar koridorda birikmeye başlayınca telefon ile kendisine ulaşılmaya çalışılacak, asistanlara sorulacak ve bir şeylerin ters gittiği anlaşılacak, belki kapı çilingir marifetiyle açılacak. İşte o anda koltukta belki de masaya devrilmiş morarmış bir cesetle karşılaşınca şok yaşanacak, güvenlik gelecek, polise haber verilecek ve savcılık olaya el koyacak.
Bir doktorun intiharı diye çıkacak gazete başlıkları. Haber siteleri fazla gecikmeden sanal âlemden bir fotoğrafını bulup, altına da; “Üniversite hastanesinde 40 yaşında kadın doktor bilinmeyen nedenden dolayı intihar etti, kendisine dünden beri telefonla ulaşılamayan doktorun cansız bedeni bu sabah odasında bulundu” şeklinde bir metin iliştiriverecekler.
Başörtülü olması meseleye ayrı bir boyut ve derinlik kazandıracak.
Muhafazakâr kesim, dinde intihar etmenin büyük günah olduğunu, cenaze namazının kılınmayacağını, intihar eden kişinin sonsuza dek cehennemde yanacağını söyleyecek. Liberaller, intiharı bir özgürlükten ziyade zayıf karakterlilerin son sığınağı addedecek. Ateistler bile intihar edene aptal gözüyle bakacak.
Meslektaşları hastane önünde bir merasim düzenleyecek. Başta başhekim olmak üzere mesai arkadaşları hüzünlü birer veda konuşması yapacak; güçlü dirayetli bir doktor olduğundan, fedakarlığından, meslek aşkından bahsedecek, ancak tüm bu söylemler beylik laflardan öteye geçmeyecek, sonra herkes işinin başına dönecek ve hayat kaldığı yerden devam edecek.
Koridorlarda yankılanan anonsla düşüncelerinden sıyrıldı; “dikkat dikkat 0RH+ kan aranmaktadır, kan vermek isteyenlerin acilen kan bankasına gitmeleri önemle rica olunur.”
Bu anonslar yok mu? çoğu zaman sinirini bozar, vizite çıktığında, hasta muayene ederken dikkatini dağıtırdı. En çokta engelliler otoparkına park etmiş araçların kaldırılmasına yönelik anonslar yapılırdı.
Ülkemin güzel insanları… şurada sayılı dakikaları belki sayılı nefeslerle ifade edilebilecek ömrü kalmış bir doktordan (hatta doktor ünvanını da kaldırın aradan, çünkü biz doktorlar kendimizi tanıtırken muhakkak ismimizin başına bu ünvanı ilave etmeden edemeyiz, sıradan bir vatandaş olarak) size küçük, basit bir tavsiye; gözünüzü engelli bir vatandaşın park yerine diktiyseniz ne medeni bir insan olabilirsiniz ne de medeni toplumlar içinde yer alabilirsiniz.
Gitse miydi? Şimdiye kadar kan vermek aklının ucuna bile gelmemişti, ama içinden bir ses vermesini söylüyordu. Birazdan damarlarında duracak olan kan bir çaresize çare, dertliye deva olabilirdi. Bu dünyaya gözlerini yummadan önce yapacağı son eylem kan vermek mi olacaktı? Bu masumane düşüncesine kendi de güldü sonra.
O anda üniversite camisinden ezan sesleri yükseldi. Akşam ezanıydı. Ezan, akşam vakti gibi kısa sürdü. Cami yeni yapılmıştı. Daha doğrusu inşaat halindeydi; kaba sıvası bitmiş demir kubbesi iskeleti anımsatıyordu. Caminin sadece bodrum katı düzenlenerek ibadete açılmıştı. Açılışa bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar katılmıştı. Rektörlük, öğretim üyelerine açılış davetiyesi bile göndermişti. Kimse de hani nerede cami? (diyemeyip) tıpış tıpış törene katılmışlardı.
İçinden ey siyaset dedi.
Ömrünün şu son demlerinde düşüneceği son şey siyaset mi olacaktı? Kirli siyasetten, engelli otoparkının işgal edilmesinden, sıra kuyruklarında kavga edip tansiyonu, kan şekeri yükselen hastalardan ona neydi?
Artık vakit geldi dediği anda yine ezan okunmaya başladı. Yatsı ezanıydı ve akşam ezanı gibi kısa değildi, üstelik müezzinin yanık sesi vardı. Yurt dışında yaşadığı süre boyunca ezan sesine ne kadar hasret kalmıştı. Pazar sabahları uzun uzun çalan çan seslerine saygısı olsa da kulak tırmalamaktan öteye geçmiyordu. Oysa günlük telaş ve koşuşturma içinde hiç duymuyoruz ezanları, yabancı ülkelere gidince yokluğunu hissediyoruz. Şimdi odaya dolan, kulaklarında yankılanan bu ezan… Onu kararından döndürecek kadar tesirli miydi? İlk defa korktu. Ölümün soğuk, itici yüzünden değil, kararından vazgeçeceğinden korktu, ama bu ezan dedi sonra çocukluğumun ezanı değil, hatta bu topraklarda okunan makam da değil. Arap makamı olmalıydı ve son zamanlarda ezanlar hep bu makamda okunuyordu.
Her şeyin son sürat değiştiği, birbirinden etkilendiği ve dünyanın küçük bir köye dönüştüğü bir ortamda dini ve kutsal değerlerin bundan etkilenmemesi mümkün mü?
Hayatta değişmeyen tek gerçeğin değişim olduğunu söyleyen filozof kimdi? şimdi hatırlayamadı, ama ilk “Pat Adams” filmini seyrettiğinde karar vermişti doktor olmaya, kaderinin ise “Pat Adams” rolünü oynayan ünlü aktör Robin Willams gibi olacağını nereden bilecekti.
Yüreğinde herkese yetecek kadar sevgi ve iyilik olduğuna inanıyordu o zamanlar. Yeryüzünde doktorsuz, tedavisiz tek hasta kalmasın istiyordu. Bu yüzden hastaları için gecesini gündüzüne katmıştı. Mecburi hizmetinde köy, mezra demeden tedavi bekleyen insanlara koşmuştu. Yıllık izinlerinde bile bazı yardım kuruluşları öncülüğünde Afrika’ya tedavi için gitmişti. İnsanlara şifa dağıtmak, onların iyileştiklerini görüp, gözlerinde ışıltı, yüzlerinde tebessüm ile ailelerinin yanına dönmesine şahit olmak ne büyük mutluluktu. Hayattaki en büyük hazinesi, işte o, hastaların gözlerindeki ışıltıyı ve dudaklara yayılan o tatlı tebessümü yakalamaktı o zamanlar.
Değişimi ilk ne zaman yaşamıştı? Yüreğindeki o, bütün insanlara bir parça dağıtsa yine de artık gelecek iyilik ve yardım etme duygusunu kaybetmeye ne zaman başlamıştı. Hastalar ile arasına mesafeler koymaya, onların dertlerini dinlememeye, şefkatle tedavi etmemeye, yeri geldiğinde onlara soğuk davranmaya ve ızdıraplarına ilgisiz kalmaya ne zaman karar vermişti. Belki Allah’ın şafi isminin küçücük bir tecellisi ve yansıması olan doktorluk mesleğinin getirmiş olduğu üstünlük ve enaniyetten. Belki hastaların dert ve şikayetlerine bir noktaya kadar derman olup, acziyetini, küçüklüğünü anladığından. İşte bu yüzden hastaları ile arasına duvarlar ördü ama hiçbir zaman onlara bazı meslektaşları gibi yüksekten bakmadı, onları cahil yerine koymadı ve beyaz önlüğünü bir şövalye pelerini gibi savurarak hastane koridorlarında dolaşmadı.
Uzun zamandır yalnızlık çektiği doğrudur. Aslında bu yalnızlığı iç dünyasında her doktor yaşar, çünkü doktorlar gerçek anlamda, insanlardan bir insan olup halkın arasına karışıp, halk ile kaynaşıp onlarla samimiyetle hasbihal edemezler. Şüphesiz bunda mesleki egonun yüksek olmasının rolü yadsınamaz.
Özellikle babasını kaybettikten yalnızlığı daha da artmış hayata küsmüş, içine kapanmıştı. Hiçbir şeyi sevemiyor, beğenmiyor ve hiçbir şeye bağlanamıyordu. Depresyon ve ruhi bunalım geçirdiği dönemlerde bile kimseye açılmadı. En yakın mesai arkadaşları ise halini anlamadı. İstiyordu ki, dertlerini ve sırlarını beraberinde götürsün.
Sonra bir hayal, bir yakaza hali ya da bir kabus gördü. Babasının hastane koridorunda sedyedeki hasta hali canlandı gözlerinin önünde; Babası boğuluyor, nefes alamıyor, göz göre göre ölüyordu. Uzun koridorlar bomboştu. Kendinin bir doktor olduğunu bildiği halde “yardım edin, kimse yok mu” diye acı acı bağırıyor, ve elemli sesler sanki sarp bir dağa çarpmış gibi boş koridorlarda yankılanıyordu. Hastane içinde bir Allahın kulu yoktu. Hem koşuyor hem de kapalı oda kapılarını teker teker açıp; “Allah aşkına yardım edin, kimse yok mu” diye feryatlar ediyordu.
Başında siyah şapka, elinde siyah deri çanta, takım elbiseli bir adam belirdi koridorun ucunda. Sonra bir diğeri bir diğeri ve diğerleri… Hepsi de duruşları, yürüyüşleriyle manken gibiydiler. Dikkatli bakınca, elinde tabletler ve iponlar olan makyajlı ve şık giyimli bayanların eşlik ettiğini gördü onlara. Karıncalar gibi tüm hastaneyi kısa sürede sardılar. Bunlar dedi içinden ilaç şirketleri ve medikal-cihaz firmalarının temsilcileri. Hemen hemen günün her saati hastaneler bu tiplerle dolup taşardı. Mesai saati demez, hasta haklarına riayet etmez pat diye içeriye dalıp ve kim bilir hangi etken maddesi aynı, sadece kutunun rengi ve adı değişmiş olan ilacı reçetelere yazdırmaya çalışırlardı.
Az sonra koridorların kendisi gibi yardım dilenen, ağrılı, sancılı hastalarla dolu olduğunu gördü. Neden kimse tedavi olamıyordu? Sağlık personeli nerede idi?
Bir odadan kahkaha sesleri yükseldi. Odanın kapısını açtığında hemşireler önlerinde pastalar, börekler, soğuk, sıcak içecekler sohbet ediyorlar, bilgisayarda candy crush oyunu oynuyorlardı. Diğer bir odada personel soğukta üşümüş gibi birbirlerine sokulmuşlar çay eşliğinde çerez çitliyorlardı. Sekreterler face’den başlarını kaldırıp hastaların yüzlerine bile bakmıyordu. Doktorlar ise ilaç mümessilleri ve medikal firma temsilcileriyle kongre, otel, konaklama ve yol masrafları üzerine hummalı bir pazarlığa tutuşmuştu.
İdrak ve şuurunun kaybolduğunu hissetti. Başı zonkluyor, gözleri kararıyor, vücudu bir sıtmalı gibi tir tir titriyordu. Odadaki her şey son sürat dönmeye başladı. Zoraki alabildi ilaçları eline, hatta bir tanesini yere düşürdü ve ilaç cam dolabın altına yuvarlandı. Bir bağımlı gibi sımsıkı tuttu ilaçları ve ustalıkla seruma enjekte etti. Plastik hortumcuktan damlalar süzüle süzüle kana akmaya başladı. Çok yorgun zamanlarında yaptığı gibi gözlerini kapatıp başını koltuğa yasladı.