- 1115 Okunma
- 6 Yorum
- 5 Beğeni
'yearning'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Başımı dışarı çıkarmak istemiyorum. Arada göz ucuyla bakınca soğuk alnımı öpüp geçiyor. Bu odanın içerisinde rüzgâr var. Her yer kapalı hatırladığım kadarıyla. Yalnızca soba borusu için açılmış deliği biliyorum. Bir yandan suyu kaynatıp, çay demlemek istiyorum ama yorganı üstümden atamıyorum. Düşünerek bazı şeyleri başarmak istiyorum, olmuyor. İnsan olan herkesin elbette düşünüyor olması gerekmiyor. Bazı kokuları yine de böyle ayırt edebiliyorum. Yatağın ortasındaki yaklaşık altmış santimlik bölüm, solda ve sağda kalan otuz santimlik kısma göre daha yumuşak. Çok üşüdüğümde daha çok duvara yakın sağ tarafı tercih ediyorum. Bu sefer de yorganı duvardan gelen soğuğu engellemek için kullanınca, sırtıma sarabileceğim yorganın geri kalan kısmında azalma oluşuyor. Dikkatimi toparlayarak, gözlerim kapalı yeniden ayaklarımla yorganı havaya doğru hoplatıyorum. Üç dört yaşlarında bir çocuğu sever gibi yorganı yukarı doğru hoplattıkça yorgan seviniyor, ılık bir rüzgâr altından yüzüme doğru vuruyor. Bu gün günlerden hangi gün olduğunu ve bu güne dair günlük yapabileceğim her şeyi dünden planlamama rağmen günün adını ‘hiç’ koydum ve yorganla tüm gün uğraşmaya devam edip durdum. Sonuçlara varmanın imkânsız olduğu bir serüven gibiydi yine rüyalar. Bazı rüyaların etkisinden uyanınca da kurtulamadım.
Çay demledim oturdum. Bir kitap seçip okumam gerekirdi, can sıkıntısından dolayı vazgeçtim. Mum yaktım, bileğimi muma yaklaştırdım. Zaten daha öncesinden nemin etkilerinden kurtulmak için yapılan ayinlerde kıllarımın çoğu kısmı yandığı için bu sefer kıl kokusunun o iğrenç yayılımından dolayı odayı havalandırmak zorunda değildim. Minibüste kimi zaman giderken, herkesin birbiriyle neredeyse akraba olacak kadar yakın olduğu anlarda belirlenemeyen bir osuruk saldırısıyla karşı karşıya kalındığında, insanın yüzünde başlayıp, midesine, hatta kimi zaman sıkıntıdan bağırsaklarında kramp oluşturmaya kadar ulaşan o iğrenç vaziyetten uzak olmanın verdiği rahatlık, insanın kendi kıl kokusuna dayanabilmesinde fevkalade etkili oluyor. Sevgiliye şarkı okumak kadar rahatlatıcı şekilde ayaklarımı uzatırken aklıma yataktayken var olan şeyler geldi. Muazzam bir şeyi var olduğunu hiç göremeyeceğim şeyler karşısında dımdızlak ortada kalıyorum. Bu his biraz marazi, insan kurtulamıyor ve kurtulmak istese de bu sefer hayali olarak gerçekdışı tecrübelere dalıyor. Kendisine sempati ve hayranlık duyduğu anlarda her insan küstah bir yeniyetmenin insafsız eleştirisini başka insanlara yöneltir. Böylece dünyanın kabahatini yüklenmeyen biri olarak var olmanın keyfini kısa bir zaman dilimi için ruhunda hisseder. Daha sonra olumsuz olan bu tartı meselesinin kendisine yönelteceği adi damgalarıyla uğraşmak zorunda kalır.
Kendimden vazgeçmek için bazen dua ediyorum ama bunun olmayacağını bilmek daha kötü bir his. Düşününce sonuca direk varabildiğinde insan düşünme eyleminden de vazgeçer çünkü sonunun nasıl acı olduğunu bilir. Yaşamında öykü olmayanlar için bu his daha şiddetlidir. Öyküsüz yaşamanın hangi yanı alımlı olabilir ki? Tüm küstahların yanı sıra, basitlerin küstah olmalarına sebep sözleri ve davranışları uyurken dalga seslerinin o korkunç, ivedilikle toprağı yutmak isteyip -bazen buna suyun toprağa şehveti olarak da düşünüyorum- pencerenin önünde rüzgârın uğuldadığı anlarda kendi saplantılarımın bir hiçe dönüştüğü yüzyılın başkalarını daha belirgin keşfedilme arzusuna dönüştürdüğü çabaya kendimi vermek istiyorum. Bu o kadar kolay kalıyor ki, insan kaçışını bir başka insan üzerinde inşa ettiği sahte benlik imarıyla aslında vazgeçemediği benlik sahipliğinde nereye gittiğini zannediyor ki? Mumu söndürüyorum. Bilek ağrısından kurtulmak için mantıklı olmak gerekiyor. Kısa süreli topikal ilaçlardan birini bulup, bandajla beraber ağrıyı dindirmeye çalışmak lazım. Bunu denemiştim, bu sefer sağ elimi kullanamıyorum. O olmasa hayatımda olan çoğu şeyi yapamam. Bunun benim için feci bir şey olduğunu düşünerek tanrıya dua ediyorum. Bugün şükran günü değil, aslında bugün herhangi bir gün ve ben birisinde nefret etmeden önce iyi bir düşüncenin eski zaman için geçerli olabileceğine kanaat getiriyorum. Niyeyse eski zaman yanıltıcı bir ifade gibi duruyor. Eksik bir harf ya da anlamsız bir cümleden farkı yok ondan bahsetmenin. ‘Eski zaman’ da her ne olduysa, bunda eski kadar o an var olan hislerin de etkisi var. Niyeyse bu konu üzerinde çay içerken düşünürken saçmalıyorum. Başka bir beden olup, kendi bedenimi kemirdiğim böyle anlarda kafamın içinde büyük bir saatin ibreleri çalışıyor. O sese sahip olmanın manası yok, çünkü o ses yaşamanın devinimi ve sonunda bir gün duracağını bilmenin kötürümlüğünü beynin en ince noktalarına kadar ulaştırabiliyor. Bir başka beden ya da kendi bedenim fark etmiyor, beni aldatamayacakları noktadayım ve iyi hissediyorum. İyi hissetmemenin sebebi tanrıya inanıyor olmam. Bunu engelleyecek şeytana da inanıyorum ama şeytanın varlığına, onun da tanrı tarafından yaratıldığına inanıyorum ve şeytanın son nefesime kadar beni aldatmak isteyeceğini biliyorum. Bazen bedeni hastalıklarımdan dolayı tanrıya da şükretmem gerekiyor ki, buna sebep şeytanın genel de bedeni rahatsız olanlara karşı aktif bir günah şablonu ortaya koyamaması. Üşüdüğüm zaman kimi zaman ağzımda dişlerimin tıkırtısıyla gözlerimi kapıyorum ve biraz zaman geçince dişlerim yorgunluğunu birkaç gün sürecek ağrıya bırakıyor. Bu ağrı sürecinse hangi günaha iyimser bakabilirim ki? Ben burada, öylece oturup bu ahenksiz travmalara tutulmuşken, aslında ilk günahın kibir olduğunu anımsıyorum.
Her şey bir yana, artık rüya görmek bile korkutucu geliyor. İnsan rüyasında üreme organının içinden kemik parçaları çıkardığını görünce, tüm günü nasıl geçirebilir ki? Başkalarının aldatamayacağı noktada, kendimi aldatmanın yolu rüyalardan kaçmak ama bunu başaramıyorum. İlerliyorum, faullerinden itibaren sakalı aynı form da tekrar kesiyorum, yine pudra sürmeyi unutuyorum yüzüme. İlerliyorum, pudra sürünce aklıma gelen isim neden Alfred Hitchcock oluyor ki? Belki biraz ‘the man who knew too much’ ya da ‘birds’ filminde oynamak için rol bekleyen 1950’lerin figüranlarından farkım yok. James Stewart’a hayran hayran bakarken, Mrs. Day’ aşığım. Kuşlar filminde Tippi Hedren’in mat, grimsi etkileyiciliğinin tadını alırken, bir yandan son zaman da moda olmuş Uzakdoğu vıcık vıcık aşk kokulu filmleri konu bahis edince, Alfred’in yaptığı filmlerdeki gerilimin yanından bile geçemezler. Bazıları kuşlar filminde kuşların insanlara neden saldırdığını sorup duruyorlar. Bunun benim için hiçbir önemi olmadı. Sahilde bisikletle ilerlerken çoğu zaman kargaların önüne doğru sürdüğümde kaçışacaklarını bilirim ama filmdeki gibi birleşip de bana saldırsalar? Bunu düşünmek bile insanı geriyorken, filmini yapabilmek elbette usta bir yönetmenin eliyle, duyumsadığı kısa bir öyküyle gerçekleşiyor. Bazen bana kuşlara atmam için bayat ekmek veriyorlar. Suya fırlattığım bayat ekmeğe uçuşan ve birbirleriyle didişen martıları görünce içime hafiften de olsa korku girmiyor desem yalan olmaz mı?
Mutfak tezgâhı üzerinde eşyalar var. Onları gözümün önüne getiriyorum: İki tane farklı boyutlarda kahve fincanı, porselen kupa, fondü seti, kokulu mum altlığı, saklama kabı, düzeneği bozulmuş plastik sabunluk, içinde kurumuş şalgam artığı olan rakı bardağı, kullanılmamış diş fırçası, ağız gargarası, altı farklı çeşit çikolata, iki çeşit kek, çamaşır deterjanı, cif, bulaşık süngeri ve teli, cam yağlık içinde zeytinyağı, bir litrelik plastik şişe içinde Ayçiçek yağı, iki katlı bulaşık koyma edevatı… Oturduğum yer de bunlar aklıma geldi. Oysa gücün zararları hakkında düşünüyordum. Aylardır almak istediğim çift kişilik çarşafı neden almadığımı bilemediğim gibi, yumuşatıcılara karşı alerjimi ve bazı düşüncelerimi anlatabilecek kimse bulamayışımı da sebep bulamıyorum. Bilmek için sebepler gerekli. Kısık sesiyle televizyondan bir ses geliyor: ‘Artık büyük şehirlerde dar gelirli vatandaşların ev sahibi olması neredeyse imkânsızlaştı!’ Bunu söyleyen ay yüzlü ekonomistin inşaat lobilerine getireceği eleştiriyi dinleyebilme umuduyla sesi açıyorum. Kumanda direniyor önce, sonra bastırmaya devam edince direnci kırılıyor. Faiz yükseliyormuş. Faizin eksilerde olduğu İsviçre’deki, Hollanda’daki bankaları örnek veriyor. Bunun neyle alakası olabilir diye düşünüyorum. Bir yandan yağlı radyatörün üzerine oturursam kasıklarım ısınır mı diye de düşünüyorum. Her türlü düşünce mevcut beyin damarlarını tıkarken, iğrenç sözcükler devinen göz karartıları arasında ışığın karardığı duvar kenarlarına doğru ilerliyor. Kenarları küf tutmuş tavanın duvarlarla el ele tutuştuğu yer de birkaç iğrenç cümle de alıntıyla yanıt veriyor. Siyah küf iğrenç bir ıslaklıkla büyüyor. Ağzına ne alıyor ki böyle iğrenç salgılar üretebiliyor, peki ruhumu karartan şey o küçücük karanlık mı, dua edemiyorum şu an. Sümüklü bir yazı tahtası gibiyim. Kimse beni yıkamıyor, nem içime, tahtama işliyor. Eğer birileri beni yıkarsa belki daha uzun yıllar hizmet verebilirim. Sol elimi görüyorum, sıkıyorum, çalışıyor. Sağ elim bileği haricinde o da sağlam. Şükür ediyorum. Yeni bir rüya daha görürsem bu sefer arka delikten yılan çıkaracağım. Yıllarca başkalarının hikâyelerini, matematik işlemlerini, Cermen kökenli dilleri öğretip duran öğretmenlerin akıllarının yaşamak için devam edilen bir mesleğe sahip oluşlarıyla mantıklı çıkarımlar yaptıklarını zannediyorlar. Gurur duymaları gerekiyor, aman tanrım ben ne yaptım şimdiye kadar diyen kimse yok. Hangi uyuşturucu daha az zararlı diye oturup düşünen ayyaşların masasında akşamlar sabahlarla raks ediyor. Böyle anlarda daha çok kadınlar basit makyajları, parfümler, dar pantolonları ve hafif bir göğüs dekoltesi yeşerten penyeleriyle gövde gösterisi içindeler. Kırmızı dar pantolonu kıçının sarıp sarmalarken, topuklu ayakkabısıyla yavaş adımlar atan kadının kocasının göbeği, sandalyede otururken masanın içine doğru giriyor. Sanki masanın ve adamın ortak sahip oldukları bir kütle gibi yağ yığını örtü altında saklanıyor. İnsanların daha çok güven, sabun ve ekmek koktukları yılları görememek de neymiş, marketten tereyağı ve fırından ekmek getirip yiyenler var. Olmuyor. Kadınlardan kalan pastalar, poğaçalar, börekler, kekler var. Birisi patates ezmesi yapmış ve onu yuvarlak kalıp içine koyup, çıkarmış. Üstüne de bezelye tanecikleri, turşu ve mayonez koymuş. Diğeri küçük top halde Hindistan ceviziyle süslediği meyveli kek yapmış; bir diğerinin yaptığı daha makul, hazır yufkalı peynirli börek. İçsiz poğaça, kremşantisi bol pasta, marmelatlı bir şey, bir şey daha… Tiksinip, bir an balgam çıkarmak istiyorum. Kusamayacağım çünkü midem haddinden fazla ağrıyor. Bazen yalnız kaldığım anlarda böyle eski anıları hatırlıyorum. İçtiğim çorba, yediğim makarna yabancılaşıyor. Hayal kuruyorum, sarma tavuğu tavada önce susuz yağsız pişirip, sonra üzerine hafif zeytinyağı, isot, tatlı kırmızıbiber, karabiber, kimyon, tuz serpiştirip yiyorum. İğrenç sözcükler mideme de ulaşıyor. Yeme eylemi bir ıstırap olarak varlığını hatırlatıyor. Haykırmalıyım; ‘Tanrım gidebileceğim bir yer olmalı!’, daha ağır semptomları olan tıkınmalardan vazgeçip, konuşmalıyım. Ama kime? Gidip gelen, devinen, gülen, eğlenen bir tek yittiğimi bilen ve seslenirken sesinden yoksun olduğunun farkında olmadan nereye gittiğinin hiçbir gerçek uzamla alakası olmayan mutluluk kırıntılarını merdivenlerde eksiltip yukarı vardığında duman olduğuna inanan o his gibi ikinci defa söylenmenin gereksiz kılındığı ana denk gelip, ağzımı kapıyorum.
Bir zaman şahsına münhasır ‘açıktan üniversite’ bitirme gayretinde bulunup, başarılı olmuş biriyle sohbet etme talihsizliğinde bulunmuştum. Genelde fikirlerim elmas gibidir, öyle herkesin içinde konuşulmak için yaratılmamışlardır. Bunu bazen kibirlenerek söylediğim için tanrının gazabına uğrayıp, eğitim alanında hiçbir muvaffakiyet kazanamadığımı da iyi bilmeme rağmen kibir gibi dursa da bu düşüncemden vazgeçmedim. Yerli adıyla iktisat, batı cenahında Ekonomi bölümünü bitiren muhatabım aslında bir akrabamdı. Dört yıl boyunca fire verdiği pek az ders vardı ve bölümü tek dersten verdiği son sınavla dört buçuk yılda bitirmişti. Tabi bu yıllar önceydi. Her ne olursa olsun, gözümde bir emekçiydi. Maaşına gelebilecek zam, yanında çalıştığı adamın dudakları arasında çıkacak tek söze bakıyordu. Zam istiyordu çoğu zaman, maaşına zam gelirse iki çocuğuna daha rahat bakabilecekti. Bunu direk dile getirmemse de, anlayışı bu yöndeydi. Çaylar gelmişti ve televizyonda haberler izleniyordu. Bir anda ekonomiden konu açıldı ve ‘faiz haramdır, baştakilerinde dediği gibi faiz düşürülmeli, hatta yok edilmedi’ dedi. ‘Bunu neye dayanarak söylüyorsun’ diye sordum. ‘Sureyi Bakara da şu ayette belirtiliyor ki faiz…’ diye başladığı sözü dinliyordum. ‘Sen iktisat okumuştun’ diye sorunca, hem sözünü kesmiş hem de şaşırmasına sebep olmuştum. ‘Evet de, ne alaka’ derken, kendine güveni kalmamış boksör gibi rakibine sarılmayı talep eder hali vardı. ‘Ben bu konular da bilirkişi değilim, öncelikle bunu söylemiş olayım. Ayrıca senin gibi iktisat eğitimi gördüğüme dair lisans diplomam da yok. Bu saydıklarım senin için avantajlar ancak kullanılmayan her güç bir gün yok olabilme tehlikesi taşır. Ben bu konuda eğitim görmedim ama eğitim görmüşlerin ve bu ekonominin babaları olarak sayılabilecek birkaç insanın kitabını okudum. Sana elbette ukalalık taslayacak değilim ama ne olur bahsettiğin ayet üzerine düşün önce. Bir ortamda tefecilerin, faizle para kazananların olmaması için, insanların hakkıyla çalışıp, mülk ediniyor olması lazım. ‘Adalet mülkün temelidir’ derken, konu öncelikle ticaretin hakkıyla yapılmasından başlıyor. Baştakiler konuşuyor çıldırırcasına. Bir yandan konuşurken doların, avronun ateşini yükseltiyorlar. Bu sana bana mı yarıyor? Halkın vergisinden nemalanan kimse, ona yarıyor. İthal ettiğin bir mal üzerine koyabildiğin vergi arttıkça, kazanan kim oluyor? Öncelikle tam istihdam seviyesine ulaşmak lazım! İki milyondan fazla insan işsizken enflasyon da faiz de yüksek olur. Öncelikle emek ve sermaye verimi yüksek ve kalıcı olacak. Öncelik tabi ki kısa süreli olabilir ama uzun süreli bir ekonomi planı uygulanacak. Gelişmiş ülkelerde enflasyon yüzde ikileri geçmez. Bir yandan bakarsın ki, ihraç ettiği para miktarı senin ekonominin iki katıdır. Ha, diyebilirsin ki o ülkelerde de kapitalizm işliyor, işsizler var. Yüzdeye vurduğun zaman senden daha başarılılar. Elbette kazanan daha çok kazanıyor ve kaybeden daha beter yitiriyor. Buna sözüm yok, konumuz bu değil. Faizden bahsediyorum senin dediğin gibi, eğer dinin şartlara uygun olmasını istiyorsan, istiyorsak; öncelikle adil bir emek ve istihdam düzeni olmalı. Büyük şehirlerin hali ortada! Her taraf yeni projelerle dolmuş durumda. Cezaevi karşısına insanlar otuz kırk katlı rezidanslar dikiyor, şaşalı reklamlarıyla beraber. Marks da, Keynes de ekonomi konusunda ağır toplardır ama rezervleri gibi, Smith, Ricardo vb pek çok ünlü iktisatçılar antropolojik yönden iktisada pek yanaşamazlar. Zengin bir insanın idesi ve ülküsü, malını arttırmanın yollarını bulmaktır. Sen de zengin olsan, okuduğun bölümden yararlanmak için iktisat sana daha ilginç ve çekici gelebilirdi. Çünkü para durağan olamaz. Ya çoğaltırsın ya da tüketirsin. Akışı en hızlı katı, paradır. Küresel ekonomi de söz sahibi olmak kolay değildir. Ülke zaten bunun için değil, öncelikle kendi halkının refahını düzeltmeli, yükseltmelidir. Her ilde üniversite var ve her isteyen örgün veya evinden iktisat bölümünü okuyabiliyor. Kime ne yararı var Allah için? Herkes vergi müfettişi, gelir idare uzmanı ya da başka bir bok olabiliyor mu? Dört yıllık bölüm bitirince belli bir lig gibi, iş kolları da buna göre biçimleniyor. İşsiz kaldığın zaman temizlik şirketine gidip, çalışmak istediğinde sen üniversite mezunu olduğun için gülünç karşılanıyorsun. Çünkü senden bahsetmiyorum ama her üniversite mezununun gözü yükseklerde. Okuldan çıkınca beş altı bin lirayla çalışabileceklerini umuyorlar. Bu fiyaskonun sebebi hükmedenler değil mi? Peki, her ile üniversite açıldığı kadar fabrika, istihdam arttırıcı iş yerleri açıldı mı?’
Kendimden sıkıldığım için sustum. Üstüne o da bir şeyler söyledi, bir daha ağzımı açmadım. Televizyonda kanallar arasında dolaşırken bir filme denk geldi, büyük çocuğunun gönlü olsun diye o filmi seyrederken aklımda evde yapacağım pizza vardı. Yıllardır pizzayı evde kendim yaparım. O günde bir sonraki gün için yapacağım pizzayı düşünmek, atmosferin sıkıcılığından kurtulmama yardımcı olmuştu. Dışarıdan pizza yemekten ar ediyordum. Aslında bazen yemekten bile utanıyorum. Konuşuyorum, gölgem nereye kayboluyor, ruhumu bulamıyorum. Durmak istiyorum. Gideceğim yeri bilmiyorum, farkında olmadan işsiz geceler çoğalıyor ve ‘neredeyim ben’ diyorum. Boş konuşmanın sonradan baş ağrısı olabileceğini bilmiyorum. Hiçbir zaman taraf tutmadan, karar almadan ve kendini tanımlamak durumunda kalmadan yaşamanın adını neden ‘yalnızlık’ koyuyorlar ki! İkili kanepe de La Rochefoucauld oturuyor. Çapraz olarak karşısındaki tekli koltuktaysa Nietzsche oturuyor. La Rochefoucauld’un yanına Schopenhauer yaklaşıyor. Aralarına Sartre’yi almıyorlar. Bu üç ünlü isim içerisinde Nietzche kendini yok sayıyor. ‘Kesinlikle olmam gereken yer burası değil, belki bir kürsü ve öğrenciler ya da şarap içmiş birkaç ayyaş’ dediği yer de sigara içmek için elini kahverengi ceketinin iç cebine yaklaştırıp, uzaklaştırıyordu. Schopenhauer ve La Rochefoucauld aynı tarz elbiseleriyle dikkat çekiyorlar. Omuzlarında yarım pelerinli bol pardösü giymişler. Hemen yanlarında süslü bastonları var. Manşon ve enfiye kutuları ise önlerindeki ahşap masaya koymuşlar. Nietzche, insanlığın yaşanmamışlığının dehasıyla meşhur ve yalnızlığının hazin bir tarafında varlığında düşüp kalkan bezginliğini ısıtıyor. Parmaklarını sıkıp, tekli koltuğun deri kenarına doğru uzattığı yer de aklıma ‘kendi hakkın olup da, alabileceğin bir şeyi, bir başkasının sana vermesine asla izin verme’ tarzı bir cümlesi aklıma geliyor da geriye doğru çekiliyorum. Üçü de birini bekliyor. Belki Camus gelebilir ama oturacak yer yok. Bu sözlü bir çağ sınavı mı acaba? Sartre’yi aralarına almamalarına ince bir sebep rol oynuyor. Nihai bir felaketi de bekliyor olabilirler. Kaçınılmaz olduğundan emin olup da, ne zaman geleceği belirsiz bir çılgınlık bu. Marks ‘çözülemeyecek sorun yoktur’ derken, sıkıntının başlı başına kaynağının sonsuzluğu burada tadabilmek gibi acizce bir talepten geldiğini kim inkâr edebilir? Her şey sonunda sıkılıyor, yıkılıyor da! İnsanın dramatik bir yönü var ki, kötü olmayı seçerken dahi iyi olabiliyor. Bunu çözümsüz kılan iyilik mi yoksa kötülük mü doğuruyor? Hangi inkâr bu çözümsüzlükten daha çekici olabilir ki!
Bir tane küp şekerin dünyaya yol açtığı mana karmaşasında süt tozu içerisinde kahve tanecikleri pek belli olmuyor. Su ısınıyor. Önce kaynıyor, daha sonra buharlaşmaya başlıyor. Tersi bir yoğunlaşmadan bahsedecek zaman yok. Nem duvarların elbisesi gibi, içimi korkutan bu gecenin de bir sonu olacak ve yatakta bitecek.
Keşke görebileceğim rüyalar yazabilseydim dediğim anlar oluyor. Bir kadın, anahtarlık ve beyaz bir çarşaf. Korkutucu yanı çarşaf kefen bezi olup, kadını sarabilir ama benim rüyamda çarşaf sadece bir çarşaf, ip üzerinde dört mandalla asılmış, kurumak için bir oraya bir buraya sallanıp duruyor. Kadın anahtarlığını düşürdüğü mazgalın üstünde durmuş, elinde telefonu polisi arıyor. Ben bir fareyim ve anahtarlığı ağzımda tutup, kadına götürüyorum. Hiç konuşmadan kalkıyoruz. Gevezelik yaptığımızdan dolayı ağzımız öpüşemeyecek kadar yorgun. Sonunda bir deliliğe tutunabilip, onu kollarımda sıkabilirim. Savaş veriyorum, tat ve keşif kendini sonsuzmuş gibi gösteriyor. Asıl Ay ışığını çırılçıplak vücuduna vurunca benimsetiyor. ‘Işık hiç bu kadar asil ve ilgi çekici olmamıştı’ diyebilirim. Bu basit ve inandırıcı sözüm arkasında kırbaçlanası bir çeşni duruyor resmin ortasında. Artık beklenti, kan dökücü bir soytarılığın ortasına saplanan meyve bıçağı kadar aptalca ve yumruk sıkılası kadar gevşekçe çoğalıyor. Tek başına bir kayığın sahilde hiçbir kuvvet olmadan denize varışını izleyip, sonra da kendimi o kayığın içinde buluyorum. Ne kürek ne de motor, yalnızca suyun ivmelendirmesine izin veren bir kayık bu! Sivri parmaklarının arasını aralayan rüzgarı yalayan kısa saçlarımın güneşin rengini çalıp, tenime boyadığı bir ada büyüyor. Pencere pervazı yüzünden kımıltısız bir ilkbahar güneşi ışığı perde arkasında canlanıyor. Daha görmediğim bir bahar yeşeriyor. Ağaçlar boyanıyor ağır ağır. Kuşlar ötüyor. Yataktan hiç kalkmak istemiyorum. Duvar ısınıyor ama yalnızlık korkusuyla yaşıyor.
duvarı yalnız bırakmamak için her şeyi kapatıp, dizlerim ve ellerimle ona yaslanıyorum.