- 586 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'içimizde iyi biri'
"görünen o ki soğuktan ve açlıktan öldüler, çok uzakta ormanın içinde."
Sergianne Golon, Countess Angelika
Sesler kararabiliyor. Buna müddet imtihanı da denebilir. Belli bir zaman içerisinde kullanılmayan ses kararmaya, sonra da pas tutmaya başlıyor. Bunu yalnızca benim yaşadığıma inanmıyorum ama defalarca aynı gün içerisinde başıma gelebiliyor. Ses çıkarmadan koca bir gün dahi geçirdiğim oluyor. Kendi sesini duymayınca insan korkuyor mu, telaşa mı kapılıyor? Hayır, bunlar gereksiz endişe halleri. İnsan sesi olmayınca daha güzel olacak diye de bir klişe elbette yok. Aslında konuşulacak ne çok şey var derken, hiçbir şeyin olmamasını fark etmenin o değişik hüznüyle ortak olmak da var. Ortak olduğum tek nokta, yer deki uzun minderin üzerine serdiğim battaniyenin ortasında tek başına kalmış çekirdek tanesi. İçi boş mu dolu mu bilemiyorum, sanırım birkaç saat önce birileri çekirdek çitlemiş ve bu tane de oradan kalma. Ağzımdaki garip tuz ve yağ bileşimine sebep çekirdek olabilir mi? Hayır, onu ben düşürmüş olamam, defalarca kontrol ettim gazeteyi yerden toplarken, Tek bir çekirdek tanesi, kabuğu da düşmüş olsa, görürdüm ama ben onu benim düşürmediğime inanacak kadar da inanıyorum kendime. Neye nasıl inandığının önemli olan tarafı, inandığın her neyse gerçekte de doğru olup olmadığı. Filmde adam ‘arkadaşlar güzeldir’ diyordu. Buna inanıyor muyum? Hangi arkadaşım güzel? İnsanları sınadığım müddetçe güzelliğin benden yana olamayacağının da farkındayken, insanları sınayarak ve onların kötü hallerini ortaya çıkarıp, asla onlarla uzun süre beraber bir yerde bulunamayacağına kanaat getirmiş olmanın hangi yakınlığı geçerli kılacak ince ayrıntılara sahip olmanın gururunu uzunca yaşatabilir ki insana? Olmadı, bu cümle olmadı, diğer cümleler gibi, bir önceki cümle hiçbir şeyin olmamış halini ortaya çıkaran kanıt oldu. İyelik eklerinden çoğunlukla nefret edip, benim olanı dahi bir başka şeyi anlatır gibi anlatmanın hazzı değil, daha çok gerekliliği var. Benim olan her şey bir gün gidecek. Sahip olduğumu sandığım bu beden dahi bana ait değil. Ruhtan bahsedersek, işte o benim! Ruhu maddesel olarak bilememenin insana verdiği ayrı bir haz var. Eğer ruhu tanıyor ve biliyor olsaydık, öteki dünyanın bir esprisi kalmazdı. Her şey bir yana, beden nasıl mükemmel bir yaratıma sahipse, aynen, ruhta acayip bir mekanizma. Aslında bedene mekanizma etkisi vermenin hiçbir mahzuru yokken, ruh daha çok doğal bir etmen de diyebiliriz. Öyle ki, tek yaratıcının kendi özünden yansıttığı doğal bir yaratım hali de diyebiliriz. Madde form olarak duruyor ve bu onu biraz daha geçici kalıplar içinde saklıyor. Bazen yatağımda uyurken kalkıp, odalar içinde yürüdüğümü görüyorum. Buna tanım olarak rüya da diyebiliriz ama rüyadan çok içe içe girilmiş mekânlar arasında ne aradığım sorusunu kendime soruyorum. Geçen gece Armağan’ı gördüm. Armağan’la beraber bir arkadaşımda benimle beraberdi. Motosikletimle akşamüzeri ters yola girmiştim. Sitenin açık otoparkına park ettikten sonra motoru, Armağan’ın evine giriyoruz. Rüyadaki Armağan’ın gerçekteki Armağan’la alakası dahi yok. Boy, kilo ve fizik olarak aynı güzellikte tabi ama yüzü tamamen hayal edilesi güzellikte! Bunu Armağan’ın ergenlikte çıkmış ve hâlâ geçmek bitmeyen sivilcelerine yormak lazım. O kadar güzel ki, ona bakınca elimi göğüs kafesimin ortasına yaslıyorum ve nefesimi hissetmek istiyorum. Çok güzel ve uyumak istiyor. Sabah dersinin olduğunu, öğrencilerinin onu beklediğini falan filan… Bir Fin filminden alıntılanmış sahne gibi kanepede oturan ‘where are you going?’ diyor. Nereye gidiyorsun Armağan? Yüzünü değiştiren ben değilim. Eski sevgililerinin hesabını soracak da ben değilim. Okuduğun kitap ya da o kadar iş telaş içerisinde evde kedin olmasına rağmen evin bu kadar temiz olmasına anlam verme uğraşından da vazgeçtim. Armağan uyumaya gidiyor ama en büyük ibneliği yanımdaki arkadaş yapıyor. Onunla konuşuyor, gülüyor ve ben mal gibi onlara bakıyorum. Bu rüyayı gördüğümden beri o arkadaşa olan sinirimin katsayının artmış olmasına katlanamıyorum ama o rüyadan önce daha gerçekçi sebeplerden dolayı sınanma olayında kaybetmişti. Merhaba kaybedenler ve hangi arkadaşlarım güzel ey rüya? Armağan uyuyor ve ben evinin odalarında dolaşıyorum. O kadar çok oda var ki ve işin daha da ilginci hangi odanın kapısını açarsam akrabalarımla karşılaşıyorum. Hepsine kızıyorum, ‘susun’ diyorum, ‘susun Armağan uyumaya çalışıyor.’ Onlar yüzüme bakarken beni garipsiyorlar. Bir iş yerinde daha ben bu rüyayı görürken işçinin biri hayatını kaybediyor ve kimsenin umurunda olmayan otuz saniyelik haber olarak geçmişte kalıyor. Uyanıyorum. Rüyanın gerçek olmadığını bilmek bir yana, rüyada gördüğüm Armağan’ı merak ediyorum. O yüz dünyada bir yerde değilse, ben ruhlar âleminde küçük bir seyahate de kalkışmış olabilirim. Bu hallerin en tatlı yanı, herkesin rüya görebiliyor olması. Gerçek hayatta daha güzel işler de var. Mesela kitabı olmayan okullara kitap kazandırma kampanyasına katılıyorum. Ben sadece bir elçiyim. Kitapları Özlem veriyor. Özlem’in evine gidiyorum ve onları alıp, kargoyla iyi insanlara gönderiyorum. Kirim, kanımla beraber vücudumda akmaya devam ediyor. Kötü bir insanım. Bir hiç olmak istemediğim için kötülüğe devam ediyorum. Son dalgınlığım hayatımla oynayacağım bir kumar da olsa, aile arabasının şoförü soruyor yine de nazik bir şekil de:’ Dalmışsın galiba?’ ‘Daldım, hem de fena daldım!’
Ve yine Alexandra! Onu kelimelerle anlatmak mümkün değil gibi saçmalıklara girmek istemiyorum. Tabi ki mümkün, her nasılsa güzelliğinin ince bir maruzatı var. Eksiklik de denebilir. Ona bakarken Sade’nin romanlarından çıkmış gibi hissediyorum. Bir manastırda tutsak kalmış o genç ve güzel kızın yüzündeki ekşiyen huzura sahip. Çürüyen de denebilir. Vatandaşı olduğu Cioran’ı sevip sevmediğini bilmemek can sıkıcı. Tıp eğitimi alsa da, bazı bakışlarının boşu boşuna olduğunun da farkındayım. Niyeyse bakışlarını hep aynı tarz inceltiyor sağa ve sola. Geometrinin ayrı bir dalı dişlerindeki öne çıkıklık! Koltuk altlarında ve üreme organına en yakın bölgedeki kılları kahverengiye yakın çıkıyor. Renk ayrımı ancak kasıklarında başlayıp, topuklarına kadar uzayan o mukaddes bölgede fark edilebilecek düzeyde kırmızı. Tenini yakan güneşin gözlerini kızartıp, kapkara yaptığı coğrafya da gözyaşlarının manası değerli ama işin en kötü yanı dediklerimi anlamıyor. Ancak ortak bir dil kullanabilirsek mana kazanıyor kelimeler. Ancak onun gelmeyeceğini bilmek garip bir sıkıntı var ediyor. Her şey o an anlamını yitiriyor. Dayanılmaz bir bulantı türünden bahsediyor olmalıyım. Olup bitenin formülleştirmeye ihtiyacı yok. Zaten oluyor, bitiyor ve devam ediyor. En güzel yanı, biten bir şeyin devam ediyor olması. Birey yalnızlığına böylece öz düşümünden ulaşabiliyor. Ortaçağ sonlarına doğru bazı ressamların manastır bahçesinde, yağmurun gelmesine yakın bir zaman resim çizdiklerinden bahsederler. Bu resimlerin çoğunda manastırın pencere kenarlarında keşişlerin mahzun, düşünceli halleri mevcuttur. Oysa ressamlar onların sadece canlarının sıkıldığını biliyorlardır. Chateaubriand tabi bu konu da çok haklı! İnsan var olduğunu canı sıkıldığını anlamaya başlar. Hissetmeye başlamasında en etkili yöntem bir insanın canını sıkmaktır. Sistemler genellikle bunu başarmamak üzerine kurulurlar. Canı sıkılan insanlar üretirler ancak insanların canı sıkılınca yapabileceği hiçbir şey yoktur idesine öyle sıkıca mudilerine inandırmışlardır ki, canı sıkılan, sıkıntısına karşılık ortaya yaratıcı bir düşünce, eser koymaktan ziyade, bir başkasının huzurunu kaçırmaya ya da kafasını sistemin eğlence sektöründe yine belirli düzeylerde belirlediği ilaçlara, uyuşturuculara yöneltir. Sportif aktiviteler, filmler genelde iyi uyuşturucular sınıfına girer. Uyuştururken bazen insan serserilikten kurtulabilir ya da spor yapma uğraşına girip, bedenini yeniden inşa ederken, ruhsal bir yücelmenin de yolunu açmış olurlar.
Or.’un yanına uğradım. Bana çay demledi, oturduk, çikolatalı leblebi de getirdi çorba kâsesi içinde. Yanında az da olsa kabak ve ay çekirdeği vardı. Çitledik durduk. Or.’a son zamanlarda ne üzerine düşünüyorsun diye sorduğumda, bana ‘öpücük’ dedi hemen. ‘Öpücük mü?’ diye şaşkınlıkla cevap verdiğimde, ‘evet, öpücük, çok mu absürt geldi’ dedi. ‘Yo, hayır’ desem de, o bana inanmamıştı. Son zamanlarda hiç kimseyle görüşmediğini, insanlardan sıkıldığını söylüyordu. Böyle bir bunalım içerisinde düşündüğü öpücüğün nasıl bir his verdiğini merak ediyordum. Sanki düşüncelerimi okuyordu ve bana ‘bir konu üzerinde düşünürken o an onu yapman gerekmiyor, eğer böyle olsaydı zaten düşünemezdin’ dedi. Bardağa doldurduğu her çay bir öncekine göre daha acı ve demli oluyordu. Anlattığı şeylerde bir çıkış noktası vardı. Bir yandan insan kafesinden çıkmak isterken, yıllar boyu aynı kafesin pasında ve karbonunda alışkın olduğu hayattan da hemen çıkıp gitmek istemiyor. Buna mana vermek de anlamsız. Öyleyse insan ne bekliyor, neyi arıyor? Daha önceden belirlenmiş bir cevap olsaydı her şey daha kolay olabilirdi ama hiçbir şey sorulmamış ve cevap olarak da düşünülecek sorunun olmaması insanın o anki boşluğunu güzel resmediyor. O an insan işitemiyor. Anlamamak belki de en hafif suç, göremiyor da. Uzaktan aceleci bir ölümün haberi gibi sobanın içerisinde ölenin elbiseleri yakılıyor. Eski bir gelenek bu. Eskide bıraktığın insanlara ait anıları da yakmanın bir yolu olsaydı, bunu düşünmek bile güzel. Evetler ve hayırlar ağız dolusu taşıyor. Karanlığın bir mumu eritip, yok ettiği yer de, sabah uyandığında içini ısıtan şeyin küçücük bir mum olduğuna seni inandıran şeyin aslında halüsinasyondan başka bir şey olmadığını fark ediyorsun. Zaman nasıl da hareketli ve gökyüzünün içinde serbestçe dolaşan bulutların seslerini duymamak ne acı bir yaradılış! Her şeyin bir sesi varken nasıl olur da bulutların sesi olmaz?
Or. bunları düşünme diyor. Bir film açıp da izleyelim diyor. İzleyelim diyorum. Filmi açtı ve sonuna kadar demlikte kalan acı çayı da bitirerek izledik. Filmin yönetmeni yalnızca bir filmini izleyip, onun filmlerinin her zaman güzel olduğuna inandığım Aki Kaurismãki’ydi ve film de onun ünlü üçlemesinin ilki olan kibritçi kızdı. Filmin ismini duyduğumda aklıma Andersen’in kısa öyküsü gelmişti. İnsanın içini donduran, varsa burnundaki sümüğü buz tutturan soğuk bir yılbaşı gecesi insanlardan sımsıkı giyinmiş halde hızla yürüyorlar. Kimisi evine gidiyor, kimi yılbaşı gecesi olduğu için eğlenmek için bir yere gidiyor. Aslında hepsi bu soğuk havadan kurtulacak ve sıcacık mekânlarda olacaklar biraz sonra. Çocuk sesleri geliyor. Kar neredeyse yarım metre olmuş şimdiden ve çocuklar kartopu oynuyorlar. Kahkaha sesleri irili ufaklı şehrin sokakları arasında dağılıyor. Yalnız o kalabalığın içerisinde minnacık yoksul bir kız çocuğu görünüyor. Başı açık, elbisesinde yamalar ve bir kapı önünde çıplak ayaklarıyla beraber oturuyor. Soğuktan morarmış tir tir titriyor. Üzerinde oturduğu kapı basamağının da buzdan farkı yok. Elindekilere bakınca gözleri yaşarıyor. Bu küçük kız çocuğu kibrit satmaya çalışıyor ama şimdiye kadar tek kutu kibrit bile satamamış. Satsa belki kazandığı parayla annesinin yanına gidip, sıcak bir çorba içebilirdi. Soğuktan titrek sesiyle ‘kibrit var, kibrit’ diye bağırıyor. Kimse ona bakıyor. Herkes kendi derdiyle meşgul… Keşke terlikleri ayağında olsaydı, en azından ayakları üşümezdi. Sokakları dolaşırken hızla yanından geçen bir arabanın önünden kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşıya geçip terliklerine baktığında bir çocuğun terliklerini alarak kaçtığını gördü. Neden onun terliklerini alıp kaçmıştı ki? Parmakları donmuş, sızlıyordu. Bu acıya artık dayanamıyordu. Kibrit kutularından birini açıp, kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuş olduğu için kibri çöpünü güçlükle elinde tutuyordu. Eli titrerken çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı. Tatlı, yumuşacık küçük bir alev. Kibritçi kız kibriti bir elinden diğer eline geçirerek parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir sobanın karşısındaydı. Gözleri aleve dalmış bir halde, rüya görüyor gibiydi. Büyük bir odanın içinde şömine karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka vardı. Ayaklarında kürklü terlikler, içi sımsıcaktı. Parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlayınca tekrar bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Yine bir hayale dalıyordu. Kibritler bitiyordu o ısınmak için tekrar yeni bir tane daha yakıyordu. Yeni bir tane daha, yeni bir tane daha, yeni bir tane daha…
Or. bana sesleniyordu. Duymuyordum onu. Sonra birden omzuma dokunduğunu fark ettim. ‘Hey, daldın’ diyordu. Dalmıştım. Filmin sonu komikti. Kız insanlardan sevgisizliğinin ve yalnızlığının öcünü fare zehriyle alıyordu. Andersen’in kibritçi kızıyla pek alakası yoktu ama yine proletaryanın içine işleyen o sıcak emeğin direttiği bir sevgi yumağı vardı. Direniyordu. İstediği merdivenleri yüksek, asansörleri çok yukarılara çıkaran mekânlarda yaşayan insanların hayatı değil, değer görmek, sevgiyle beslenmekti. İnsan sevgisizliğinin karşılığı olarak istediği kadar maddiyata sahip olabilirdi. Bunu Or. bir gün şöyle açıklamıştı:’ Bazı insanlar biliyorum ki, içlerinde var olan proletaryanın ışığını bazı maddi kaynaklara sahip olduklarında ellerinin tersiyle geri çevirip, beyinlerini ve hislerini uyuşturacak şeylerle uğraşıyorlar. Buna kimi zaman ben de dâhil oluyorum ama inan dostum, uzaklaşabilmek de bizim elimizde.’ Kaçabiliyor musun sorusuna ‘hayır’ diyordu. ‘Sana bir hediyem var’ heyecanlanmıştım. Ayağa kalkıp yan odaya geçti. Elinde bir çantayla dönünde ilk önce garipsemiştim ama az sonra çantanın aslında plakçalar olduğunu öğrendiğimde içim içime sığmayacaktı. ‘Biri verdi bunu. Diyeceksin şimdi yapayalnızken nasıl oluyor da biri sana kalkıp plakçalar veriyor. Denk geldi, güzel bir hikâyesi var aslında ama gerek yok anlatmama. Elimde o güzel hikâyeden bu kaldı. Sana vermek istiyorum. Hep böyle bir şeye sahip olmak istediğini biliyorum.’ Duyduğum minnet duygusu bir yana, Or.’a teşekkür etmeyi unutmuştum. Benden teşekkür bekleyecek biri de değildi. Gözlerimden minnet duygusu anlaşılabiliyordu. Her şey bir yana, plakçaların yanında üç tane 33’lük, iki tanede 45’lik plak vardı. Verdiği hediyenin üzerinde durmak istemiyordu. Ortamın havasını değiştirmek için hemen konuyu kitaplara getirdi. ‘Ne okuyordun en son?’ dedi usulca. Nemlenen gözlerimi silme ihtiyacım vardı. Ellerimi birbirine sürtüp, derin bir nefes aldıktan sonra ‘Cioran’ın Ezeli Mağlubunu okumaya başladım’ dedim. Or. onaylarcasına başını salladı ve ‘güzel bir kitap, özellikle Cioran’ı daha yakından tanımak isteyenler için iyi bir söyleşi kitabı’ dedi. Elektrikli çay makinesinin suyu az kalmıştı. Or. kalan son demi de içecekti. Bana ‘sen de içer misin’ diye sordu. Mideme kramplar giriyordu artık, ‘yok’ dedim. ‘Orada, kitapta Cioran çok güzel bir yere değiniyor’ dedi. ‘Hangi konulara?’ diye sordum. ‘Kitapları konusunda, zamanında Çürümenin kitabını yazdığında ona mektup gönderiyorlar, bu kitap gençlerin de eline geçebilir, siz ne yaptığınızın farkında mısınız diyerek Cioran’ı uyarmışlar. Cioaran buna ‘saçmalık, kitaplar ne işe yarayacak, öğrenmek için mi kitaplar okunur?’ diyor. Bunun ilginç bir tarafı elbette yok, öğrenmek için okullar var. Cioran kitapların yara olmasına, insanların hayatlarını bir şekilde değiştirmesi gerektiğine inanıyor. Okuyucunun gözünü açıp, onu sopalamak istiyor. Gazete okur gibi kitap okunmamalı, kitaplar insanın düşünmesine, sorgulamasına sebep olmalıdır.
Or.’u nefessiz dinliyordum. Çünkü o arada uzattığı sigarayı yakmıştım. Bir süre ikimizde sustuk. Bu sessizliğin biteceği yok gibiydi. ‘Kalkıp, gideyim ben artık’ dediğimde, ‘nasıl istersen’ diyordu. Hediyesi plakçalar bir elimde, diğer elimde poşet içinde plaklar vardı. Her birinin kapağı olduğu için çizilme gibi dertleri yoktu.
Eve döndüğümde plakçaları, plakları mutfağa koymuş, üstümü çıkarıp yatağa girmiştim. Yorgun hissediyordum kendimi. Sabah uyandığımda hatırladığım kadarıyla buzdolabında olan sütü içmek için mutfağa gittim. Hem sütü, hem de plakçalarla plakları alıp odaya döndüm. Plakçaları halının üstüne koydum. Beş plaktan bana en aşina geleni dinlemenin sabah sabah iyi olacağını düşünüyordum. Tam olarak uyanamadığım için sütü bile ağır çekimde içiyordum. İlk defa insan bir işi yapmaya koyulduğunda o anlamlanabilmesi güç heyecanla içi dolar ya, müzik biraz sonra benim heyecanımı alacaktı.
Bir yandan ilk defa bir plakçaların sesine bu kadar yakın olurken, diğer yandan televizyonu açmıştım. Kanalın sesini kısmış, plakçalardan gelen sesin ahengini hiçbir şeyin bozmasını istemiyordum. Bir yandan şarkıyı ben de içimden tekrarlıyordum.
‘Evlerinin önü susam,
Ah su bulsam da gadınım çevremi yuğsam
Açsam yüzünü baksam dursam…’
Perdeyi açıp, yatağımı toparladıktan sonra tekrar oturduğumda televizyona baktım. Plakçalar da müzik çalmaya devam ediyordu. Televizyondaki kanaldan alt yazı olarak haber geçiyordu: ‘Türk Sanat Müziği’nin usta sanatçısı Müzeyyen Senar, vefat etti.’