- 517 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
kervansaray güzeli
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kervansaray güzeli
İsmail sessizce babasının kaldığı odaya girdi ve ondan kalan birkaç parça eşyayı toplamaya başladı. Bu eşyalar babasından ona kalan tek yadigardı. İsmail eşyaları toplamaya koyulurken gözüne bir defter ilişki. Defteri aldı üstündeki tozu sildi ve kapağını kaldırıp, önce yazılı olan şiiri okumaya başladı.
“Dokunmasın alnıma gözlerin, dokunma titrersin.
Benim alnımdaki kırışıklıklarımda yalnızlığım kokar.
Yalnızlığımın bir ucu gece karasına,
Diğer ucu çığlığın ayak izlerine akar. Dokunma sakın!” ve İsmail babasının hayatında olan her şeyi öğrenmek için heyecanlı bir şekilde okumaya devam etti.
“Ben Selim hayata zor tutunan bir çocuktum çünkü benim zamanım savaşların en şiddetli olduğu bir döneme denk gelmişti. Annem beni bin bir zorlukla dünyaya getirmişti ama endişesi bir o kadar da yüksekti. Çünkü o dönemde erkek çocukları pek hayatta kalamıyorlardı. Köyleri yağmalayıp erkek çocuklarını öldürüyorlar , kadınlara ise işkence ve tecavüz ediyorlardı. Bu olay en sonunda bizim köyünde başına gelmişti ama annem beni de alarak babamın zor zamanlar için hazırladığı sığınağa saklayarak hayatımızı kurtarmıştı. Ben küçük yaşta evimizin erkeği olmuştum. Annem bu halimi hem sever hem de üzülürdü çünkü babam o saldırı da hayatını kaybetmişti. Annemle beraber bir mühlet daha o sığınakta yaşamak zorundaydık. Yaşamaya çalışıyorduk da… ben de yavaş yavaş büyüyordum. Babam gibi iri yarı bir erkek oluyordum. Annem hep babama benzediğimi söylüyordu. Bense babamı hiç görmemiştim. İçimdeki baba özlemini hiç kimse dindiremezdi ve ben bunun öcünü alacaktım. Günler, haftalar hatta seneler geçmişti ve ben artık delikanlı olmuştum. Babam gibi kılıç kullanıyor, onun gibi ata biniyordum. Artık babamın katillerini bulma zamanım gelmişti. Annem buna karşı çıkıyordu, çıkmasına ama elinden bir şey de gelmiyordu. Annem de iyice yaşlanmıştı ve bir gün ansızın o da dünyadan elini, eteğini çekmişti. Artık bu dünyada yapayalnız kalmıştım. Ben de babamın katillerini bulmak için yollara düştüm. Dağlar aştım, çöller geçtim ve hiç bilmediğim bir diyara geldim.”
İsmail defteri okumaya devam edecekti ama çok acıkmış ve susamıştı. Elindeki defteri bir kenara koydu ve mutfağa doğru ilerlemeye başladı, mutfağa girdi ve azığını açtı, yere koydu ve yemeğe başladı. Azığının içinde bir tane bazlama, haşlanmış yumurta, domates ,biber ve salatalık vardı. Bunları yedikten sonra somyanın üzerine uzandı , defteri koydu yerden aldı ve okumaya devam etti.
“ Diyar ama ne diyardı her yeri yemyeşillik… üzerinde çiçeği olmayan tek bir ağaç bile yoktu. Şehirde üzüm bağları, asma bahçeleriydi her yer. Pazar meydanı ise cıvıl cıvıl insanlarla kaynıyordu. Hayatımda hiç bu kadar güzel bir yer görmemiştim aslında çünkü hayatımda ilk gördüğüm yer buraydı. Gözlerimi ovalamaya başladım rüya değildi gerçeğin tam ortasındaydım. O kadar yolun ardından yorulmuştum pazardan karnımı doyuracak bir şeyler alacak ve kalacak bir yer bulup dinlenmeye çekilecektim. Pazarda dolaşmaya başladım, ne de güzel şeyler vardı ; takılar, süs eşyaları, baklagiller, sebzeler, meyveler, binbir çeşit baharat ne ararsan vardı burada. Pazarda gezmeye devam ederken birden yanımdan bir kız geçti, arkamı döndüğümde ise gözlerime inanamadım bir peri görmüş gibi kendimden geçtim. O kadar güzel bir kızdı ki… Siyah saçları beline kadar uzanıyordu, mavi üstüne nar çiçeği renginde dantellerle işlenmiş bir elbise girmiş, kolunda ise eski bir kol saati vardı. İnce ve orta boylu bir kızdı. Gözlerine gelince gözlerine bakınca kendimi büyülenmiş gibi hissettim çok farklı bir duyguya kapıldım. Belki de annemden sonra gördüğüm en güzel kızdı. Bense bu kıza vurulmuştum, bu ne güzellikti yarabbim beni benden almıştı. Kızın güzelliğinden silkelenip kendime geldim ve bir şeyler alıp gece kalabileceğim bir kervansaray bulmak için yola koyuldum. Kalacağım bir kervansarayı bulmuştum sonunda ve kervansaraya doğru ilerlemeye başladım. Artık kervansaraya gelmiştim. Atımdan indim ve o büyük kapının önüne geldim. Kapıyı görünce çok şaşırdım muhteşem işlemelere sahipti. Kenarları çiçek motifleri ile işlenmeli, onların yanlarında ise aslan, ceylan gibi hayvan motifleriyle bezenmiş ve kocaman bir tokmağı olan bir kapıydı. Tokmağı çaldım ve karşıma kocaman göbekli , altında eskimeye yüz tutmuş bir pantolon, üstünde eski ,kenarları yırtık, birazda pislenmiş bir gömlek vardı. Beni içeriye buyur etti ve beraber hanın içine girdik. O atımı alıp ahıra doğru ilerliyordu bense hanın büyüklüğüne ve güzelliğini seyre dalmıştım. Bakmaya devam ediyordum, Hanın içinde kocaman bir şadırvan, kenarlarında tabureler vardı. Bir de bahçeye masalar atmışlar yemekler herhalde burada yeniyordu. Birden bir ses duydum atımı alan adam bana sesleniyordu.
“Kaç gün kalacaksınız?” diye bir soru yöneltti bana. Bense “ne kadar kalacağımı tam bilmiyorum ve bana odamı gösterir misiniz? Diye sordum. Adam hiç cevap vermeden merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı ben de onu takip ettim. Hanın en köşedeki ve şehri gören tarafındaki odayı gösterdi , anahtarı verdi ve merdivenlerden inerek gözden kayboldu. Ben de odaya girdim. Daha sonra da akşam yemeği için aşağıya indim. Masaların büyük çoğunluğu doluydu. Boş olan masalardan birine oturdum ve bir tas çorba istedim. Çorbam çok gecikmeden geldi, hemen bir kaşık aldım. Çok acıkmıştım o kadar yol gelmiştim. Çorbamı bitirdikten sonra kendimi konuşmalara ve müzik sesine verdim. Bazıları bugün geldikleri yerleri, bazıları çaldıkları hazinelerden konuşuyorlardı. “
İsmail’in artık uykusu gelmişti. Havada iyice kararmaya başlamıştı. Defterin kaldığı sayfasını büküp , somyanın üzerine uzandı. Uykusu vardı ama aklı hala defterde yazanlardaydı. Bunları düşünürken İsmail bir anda uykuya kaldı. Birkaç saat uyuduktan sonra hava aydınlanmaya başlıyordu. İsmail de uyanmaya başlamıştı. Kalkıp elini yüzünü yıkadı daha sonra da bir şey hazırladı ve yemeye başladı. Bir şeyler yedikten sonra defteri eline aldı ve kaldığı yerden okumaya devam etti
“Bense sessizce onların anlattığı hikayeleri dinliyordum. Ve birden sesler kesildi. En dipteki masanın üstüne bir kadın çıktı ve şarkılar söylemeye başladı. Daha sonra da içeriden birkaç kadın çıkıp masalara oturmaya başladı. Bir tanesi de bana doğru geliyordu ama benim işim olmazdı böyle şeylerle. Kadın sessizce yanıma yaklaştı ve
“ masanıza oturabilir miyim?”
Yemek yiyeceksen otur yoksa işim olmaz seninle dedim
“tamam” dedi
Arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Ben böyle bir insan değildim. Yaptığım davranış çok hoşuma gitmişti, gülümsüyordum. Gülerek arkamı döndüğümde gözüme pazarda gördüğüm peri kızını takıldı. Bu sefer üstünde pazarda giydiği elbiselerin yerine daha çok erkeği andıran kıyafetler vardı. Altında dizleri eskimiş ve yamalı bir pantolon, ayaklarında çizme, üstünde ise pislenmiş bir gömlek ve gömleğin üstünde vücut hatlarını belli etmemesi için giyilmiş bir yelek vardı. Bu haliyle benden hiçbir farkı yoktu. Niye böyle giyindiğini anlayamamıştım ama ona hayran hayran bakıyordum. Nasıl bir güzellikti, bu haliyle bile bir peri kızıydı. Onu gördüğüm an sanki zaman durmuştu benim için. Güzelliğini görmüştüm de ses tonunu çok merak ediyordum. Tam da o anda masalardan biri bir tas çorba istemişti. Peri kızı “tamam abi geliyor” dediğinde kendimden bir gez daha geçtim. Sesini ne kadar da kalınlaştırmaya çalışsa da bir o kadar ince ve naif bir sesi vardı hissetmiştim bunu. Kendime gelmeye başladığımda ise masalar yavaş yavaş boşalıyordu. Bense hala oturuyordum. Kızın yanıma gelmesini istiyor hatta bekliyordum. Sonunda kız yanıma geldi ve “başka bir isteğiniz var mı?” diye sordu. Bense kıza bakakalmıştım. Kendime geldim ve teşekkür edip odama doğru ilerlemeye başladım. Merdivenleri çıkıyordum ama aklım hala o kızdaydı. Onunla ilgili öğrenmem gereken son bir şey kalmıştı. O da ismiydi. Bunları düşünmeyi bırakıp odama girdim. Odanın içi bir harabe evini andırıyordu ama yapacak bir şey yoktu kalacaktık bu handa. Odanın içinde duvara dayanmış vadesi dolmuşta ayakta durmaya çalışan bir yatak, yatağın hemen arkasında küçük bir dolap, onunda boyası dökülmüş ve bir ayağı da kırık, yerde ise eskimiş bir hasır vardı. Oda oda değil sanki eskici dükkanıydı. Bu saatten sonrada kalacak bir yer bulması çok zordu onun için burada kalmak zorundaydım. Çok yorulmuştum. Ayağımdaki çizmeleri çıkardım ve yatağa yavaşça uzandım, gözlerimi kapadım ama uyumak mümkün değil o peri kızının hayali canlanıyor gözümün önünde, sesinin naifliği ise hala kulaklarımda çınlıyor. Gözlerimi her kapadığımda aynısı oluyordu. O yüzden bir türlü uyuyamıyordum. Ben de uyuyamayacağımı anlayınca çareyi bahçeye çıkmakta olacağını düşündüm.”
İsmail okuyordu ama gitmesi de gerekiyordu annesi tek başınaydı. Onun için bir an önce yola koyulması gerekiyordu. Şimdiden yola çıksa üç günde varabilirdi ancak Konya’ya onun için defteri ve babasından geriye kalan her şeyi topladı, eşyaları atına yükledi, defteri de yanına aldı. Atına binerek yola koyuldu, okumaya yolda devam edecekti. Defterin kaldığı sayfasını açtı bir eliyle atın ipini tutuyor bir eliyle de defteri tutuyor ve okumaya devam ediyordu…
“ odadan çıktım, sessizce merdivenlerden inmeye başladım, şadırvana doğru ilerledim. Şadırvana geldiğimde kenarında asılı olan maşrapayı alıp, su doldurdum. Yakındaki bir masaya oturup içmeye başladım, içtikten sonra ayağa kalkıp maşrapayı aldığım yere geri astım. Yine aynı masaya oturdum. Gökyüzünü seyretmeye başladım. bir yandan da düşünüyordum hava bugün ne kadar da sıcaktı. Oturduğum yerden kalktım terlemiştim geri şadırvana gittim ve elimi yüzümü yıkamaya başladım tam da o sırada arkamda bir ses duydum. Arkamı döndüğümde ise o peri kızıydı. “siz de mi uyumadınız” diye seslenmişti. “evet” dedim ama senin güzelliğin uyutmuyor diyemedim. Onun yerine oturalım mı? Dedim. O da naif bir sesle “teşekkür ederim çay içer misiniz” diye sordu. “olur “dedim. O da mutfağa doğru yürümeye başladı. Bense o mutfağa doğru ilerlerken onu izliyordum. O içeriye girdiğinde ise gökyüzüne bakmaya devam ettim. Birkaç dakika öyle bakakalmışım gökyüzüne. Peri kızı geldiğinde anladım. Nedense gökyüzü bir farklıydı, yıldızlar bile ayrı parlıyordu bu gece… Aynı peri kızı gibi…çayları masaya koydu , ben de biraz şeker atıp karıştırmaya başladım. Sonra bir yudum aldım. Peri kızı “kimsiniz, kimlerdensiniz” diye sordu. İşte o an ne diyeceğimi bilemedim. Kimdim ve kimlerdendim ben bile bilmiyordum. Bu soruları yanıtsız bırakarak, çayımı yudumlamaya devam ediyordum. Bu soruların yerine gezip gördüğüm yerleri anlatıyordum. Buraya gelirken uğradığım ilk yer şam’dı. Bu şehrin güzelliği de beni büyülemişti ama İstanbul kadar hiçbir yerden etkilenmemiştim. Şam kurak bir şehir gibi gözükse de yavaş yavaş yeşillenen bir şehirdi. Doğa güzelliğinin yanı sıra inşa edilen kervansaraylar, külliyeler o şehre ayrı bir güzellik katıyordu. Ben sadece Şam’ı anlatabilmiştim bu gece ve yavaş yavaş hava aydınlanmaya başlamıştı. Ezan vakti gelip kapıyı çalmıştı ama dışarı da fazla kimse yok gibiydi. Bu sarayda pek namaz kılan yoktu. Peri kızı da buna dahildi ezan sesini duyunca “görüşmek üzere “dedi ve hızlı adımlarla odasına doğru yürümeye başladı daha sonra da odaya girip kapıyı kapattı. Bense şadırvana doğru ilerledim ve abdestimi almaya başladım. Namazımı bir huşu ile kılıp duamı etmeye başladım. Dualarım annem, babam ve peri kızı içindi. Duamı ettikten sonra ise hasırın üstünden kalktım ve hasırı eski haline getirdim. Hava aydınlanmaya başlıyordu. Güneşin doğuşunu izlemek için aşağıya geri indim. İnmişken atımın arpasını ve suyunu verdim. Atım benim en büyük yoldaşımdı. Ondan başka kimsem yoktu aslında benim. Geri bahçeye döndüğümde hanın kapısından içeriye üzerinde siyah ama rengi biraz solmuş, uzun ferace giyen , saçı sakalı bir birine karışmış ama yüzündeki nuru belli oluyordu adamın. Bir elinde uzun sopa diğer elinde ise sopaya benzer bir cisim vardı. İçeriye girer girmez selam verdi. Selamına hemen karşılık verdim ve gelip yanıma oturdu. Bir bardak su istedi. Suyu getirdiler ve bir yudum alıp masanın üzerine koydu. Bana “adın ne evlat senin” dedi. Bense şaşkın bir halde “selim benim adım” dedim. “kim koydu bakalım sana bu ismi” dedi. “babam” dedim. Babamla ilgili bildiğim şeylerden biriydi bu da. Niye ve niçin bu ismi verdi bilmiyordum. Ben de “peki sen derviş misin?” diye sordum. O da “ belli olmuyor mu evlat” cevabını verdi. Daha sonra elindeki cismi kılıfından çıkardı ve üflemeye başladı. Nasıl bir şeydi bu öyle güzel ses çıkarıyordu ki insanı büyülüyordu sanki.”
İsmail yolun yarısını tamamlamıştı. Babasıyla ilgili bir çok şey öğreniyordu. Ama aklı da karışmıştı. O peri kızı kimdi adı neydi? Sorular sorular aklı karışmıştı. Daha sonra bu soruları bir kenara bıraktı ve dinlenecek bir yer bulması gerekiyordu. Defteri cebime koydu ve atını daha hızlı sürmeye başladı Sonunda bir kervansaray çıkmıştı karşısına küçük ve güzel mimarisi olan bir yerdi. Çokta acıkmıştı zaten hemen hana girdi atını ahıra koydu. İlk bulduğu masa oturdu ve bir tas çorba istedi ve gelen çorbayı içti. Onun ardından birkaç tas daha yemek yedi ve odasına çıktı. Hemen yatağına yattı defteri cebinden çıkarıp okumaya devam etti.
“ o üfledikçe ben hayallere dalıyordum, o peri kızı vardı hep hayallerimde… ilk defa böyle oluyordum. Derviş üflemeyi bırakınca üflediği şeyin ne olduğunu sordum. O da bir “huuu” çekerek “ney” diye cevap verdi. Çok hoş ve insanı dinlendiren bir sesi vardı. Hikayesi nedir diye sorunca çok derindir girme diye cevap verdi derviş. Daha sonra da masadan kalktı. Hanın o ihtişamlı kapısını açıp dışarıya çıktı ve yavaş yavaş gözden kayboldu, bir daha da görülmedi. Şimdi ise hanın sessiz halinden eser kalmamıştı. Ortalık sanki savaş alanıydı. Aslında savaş falanda yoktu. Öğle yemeği zamanı olduğundan dolaydı herkes hanın bahçesine inmişti. Ben yine dün oturduğum masaya oturdum ve bir tas çorba aldım. Bana bir tas çorba yetiyordu. Diğer masalarda da yok yoktu tıklım tıklım doluydu. Yine kızlar şarkı söylemeye başladılar. Bense sessiz sedasız her zaman ki yerime oturdum ve bir tas çorba istedim. Yetiyordu bir tas çorba bana. O kadar insan açken benim bir tas çorba bile içmem fazlaydı da yapacak bir şey yoktu. Çorbam gelmişti bense sakin bir şekilde diğer yemek yiyenleri izliyor ve çorbamı yudumluyordum. Çorbam bittikten sonra bu kadar gürültüyü kaldıramayacağımı anlayıp odama çıktım. Yatağa uzandım kendimi çok halsiz hissediyordum. sanki üstümde bir ağırlık vardı. Uzandığım yerde uyuyakalmıştım. Birkaç saat sonra uyandım hava kararmaya başlamıştı. Yataktan kalktım aşağıya indim şadırvanda elimi yüzümü yıkadım. Daha sonra bir çay isteyip düşüncelere daldım. Babamın katilleri kimdi öncelikle bunu öğrenmeliydim. Bilmediğim bir şeyin peşinden koşturmak olmazdı. Onun için burada o savaş zamanı bulunan birileri olmalıydı önce onları bulmam gerekiyordu. Ben bunları düşünürken çay gelmişti. Çayı getiren ise o peri kızıydı. “buyrun çayınız” dedi. Bense oturmaz mısınız? Diye bir soru yönelttim. Çekingen bir tavırla oturdu. Hiçbir şey konuşmuyordu sadece arada bir göz göze geliyorduk ve hemen gözlerini benden kaçırıyordu. Bense adını merak ediyordum ve sormalıydım. Adın ne senin diye bir soru yönelttim. Yanakları kızardı ve ne diyeceğini bilemedi masadan kalktı ve yavaş adımlarla yürümeye başladı tam o anda arkasını döndü ve “Bella benim adım bella” dedi ve bir daha arkasına bakmadan hızlı adımlarla mutfağa girdi. Bense bir heyecan ve umutla çayımı yudumluyordum. Onun gibi beni de bir heyecan sarmıştı. Evet peri kızının çok güzel bir adı vardı bella. Ne hoş bir isimdi. Masadan kalktım ve odama çıktım. Aklım karmakarışık olmuştu. Bir tarafta babamın katilleri bir tarafta sevmeye başladığım güzel bir kız ne yapacaktım diye düşünüp duruyordum. Bu işin içinden çıkamadım. Ben de çıkış bir yol bulamayacağımı anladım ve düşünceleri odada bırakıp tekrar aşağıya indim bu sefer masada oturmak yerine yanın içinde bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Hanı sanki tavaf etmiştim artık handa bulunan birkaç kişi oturmamı söylediler. Benimde artık dermanın kalmamıştı yürümekten. Oturdum ve bella yavaş adımlarla yanıma geldi, “bir şeyiniz mi var efendim?” dedi. Bense biraz düşünceliyim dedim. Bu düşüncelerin babamla senin aradan da gidip gelmek olduğunu bir bilsen ne dersin diye düşündüm yine. Ahh bu düşünceler, beni benden alıyordu. Daha sonra ise bella’dan bir bardak su istedim ve yanıma oturmasını istedim ona her şeyi bir bir anlatacaktım sonra da babamı bulmaya gidecektim. Hemen yarın değil ama belki birkaç gün sonra.”
İsmail çok yorulmuştu. İki gündür hiç durmadan yollardaydı ve okumaktan gözleri yorulmuştu. Artık dinlenme zamanı gelmişti. Konya’ya iki gün kalmıştı ama ismail’de ne hal kalmıştı ne de dizlerinde derman onun için bir kervan bulmalıydı. Şehre yaklaştıkça büyük bir mimari beliriyordu. Kocaman kubbeleri olan, iki tane orta büyüklükte minareyi andıran gözetleme kuleleri bulunmalktaydı. Bu kulelerle dışarıdan gelen ve hanı soymaya çalışan eşkıyalar gözetleniyordu. Çok hoş bir mimariye sahipti. Hana yaklaştıkça kocaman, büyük ve ihtişamlı bir yapıya sahipti.
devamı gelecek ins.