- 995 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
-70'LER DE ÇOCUK OLMAK-(2)
Çocukluğun en güzel anlarını masmavi bir gökyüzüne serpişmiş bembeyaz bulutlar ya da mehtaplı bir yaz gecesinde uçsuz bucaksızlık hissi veren bir sahili usul usul okşayan dalga seslerinin ninnisinde aramak sanırım mübalağa olmayacaktır.
Bu bağlam da; 1970’lerde her yaz gittiğimiz bir yer olarak İstanbul’un Sarıyer ilçesinden özellikle söz etmeliyim. Açıkçası, Sarıyer’in ve çevresinin muhteşem bir yer olmasıdır burada söyleyebileceğim temel husus. Sarıyer, Büyükdere, Telli baba, Rumeli Kavağı, Gümüşdere ve Kilyos benim için tarifi zor güzelliklerdir.
Dedem, anneannem, teyzem ve dayım Sarıyer’de oturur o yıllar. Sular caddesi ve sahil boyunca uzanan Mesarburnu caddesi üzerinde sıralanan akrabalarımdır bunlar. Onların evlerinin yanı sıra Sular caddesinin adını aldığı Hünkâr, Kestane, Çırçır ve Şifa suları Sarıyer’in geleneksel mücevherleridir. Sahil üzerindeki Gezi sineması, Kumsal çay bahçesi ile Ferah gazinosu ve yazlık sinemasının yanı sıra Kocataş suyunun önünden denize girmelerimiz unutulmaz. Boğazda denize girmenin güzelliği belirli aralıklarla sıralanan basamaklardan inerek daha ilk adımı attığınızda suyun boğazınıza gelmesi ile birlikte direk yüzmek zorunda olmanızdır.
Patikalardan doğru sırtlara vurduğum günler az mıdır? Şair’ in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul, görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer” mısralarında tarif edilen lezzeti tattım çocukluğumda. Karşı sahilde Anadolu kavağı, uzaklardan doğru Tarabya oteli görünmektedir. Tarabya’nın henüz Arabya’ya dönüşmediği bir demdir o.
Pazar günleri dayım arabayla kapının önünde durdu mu, dünyalar bizimdir artık. Ver elini Gümüşdere, bazen de Demirciköy. Yine Şifa suyuna pikniğe gittiğimiz bir Pazar günü benim incir ağacından düşüp kan revan içinde kalmam tadımızı kaçırır açıkçası. Döndüğümüzde bizimle gelmemiş olan annemin benim hâlimi görünce yüz ifadesinin büründüğü hâl karşısında dayımın muzip bir tavırla Levent’i eşek arıları soktu demesini unutamam. Açıkçası kaçta göz arasında o ağaca çıkmam eşeklik etmek değil de nedir sanki. Bizimkiler bir de bakarlar o ağacın altında ne poh yiyeceğini şaşırmış vaziyetteyim.
Öte yandan, 1970’ler de Türkiye anarşi ve terör dönemini tüm yoğunluğuyla yaşamaktadır. Bu dönemi çocukluk çağında geçirmek daha ziyade büyüklerin açtığı pencereden ülkeyi ve dünyayı izlemeyi mümkün kılabilir. 1970’lerin ülkemiz açısından en önemli olayı hiç şüphesiz 1974 tarihli Kıbrıs Barış Harekâtıdır. Harekât düzenlendiği sırada ailece Ankara’dayız. Başkentin hava taarruzuna uğrama ihtimaline karşı şehirde karartma yapılır. Sonraki yıllarda rahmetli olmuş bir akrabamızın koyu renkli krapon kâğıtlarıyla halamların evinin lambalarını kaplaması gelir aklıma.
1970’lerin siyasal olayları arasında hiç şüphesiz en acı verenlerden biri hatta başta geleni, çeşitli ülkelerdeki büyükelçiliklerimize yapılan saldırılar ve kimi elçilik görevlilerimizi Ermeni terörüne kurban vermemizdir. Dünyadan ise İran devrimi, Afganistan’ın Sovyet işgaline uğraması, İtalya’da Kızıl Tugaylar örgütünün Hıristiyan demokrat politikacı ve aynı zamanda Başbakan Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmeleri, İsrail ve Mısır arasında imzalanan Camp David anlaşması, Orta Afrika’da diktatör bir yönetim güden Jean-Bedel Bokassa’nın devrilmesi ilk anda aklıma gelen olaylardır.
1970’li yıllar ülkemizde televizyonun yeni yeni geliştiği bir dönemdir aynı zamanda. Dolayısıyla birçok evde henüz televizyonun bulunmadığı bir devirdir. Sözgelimi evimize televizyonun ilk girişi 1973 yılıdır. Sharplorenz marka bir televizyondur. 1970’lerin en popüler reklamları arasında Bilge Zobu’nun oynadığı “benim televizyonum Sharplorenz” reklamı akla gelebilir. Çocukluk yıllarımın en ünlü reklamlarından biri de İzocam reklamıdır. “Yak şu kaloriferi kapıcı donuyoruz veya söndür şu kaloriferi kapıcı pişiyoruz” nağmeleri arasında cinnet geçiren bir kapıcının dramı konu edilir.
Tek kanal dönemi televizyon tarihimizde bende ki yeri açısından öne çıkar. Televizyonu aldığımızda Levent Kırca ve Enis Fosforoğlu’nun sunduğu hâlen kulaklarımda olan melodisiyle de ilgimi çeken “Oyun Treni” adlı bir çocuk programı gösterimdedir.
Çocukluk çağımda çizgi filmlerin yeri elbette başkadır. Jenerik bölümlerinde karşıma çıkan Hanna Barbara ibaresi bir kadın yapımcı olabileceği hissi verir bana. Sonraki yıllarda William Hanna ve Joseph Barbara adlı iki ayrı ismin soyadlarının birleşimi olduğunu fark etmemle beraber tebessüm duyarım. Bu çizgi filmler içerisinde Güliver’in Seyahatleri, Arzın Merkezine Seyahat, Sinbad’ın Serüvenleri, Heidi, Marko, Pembe Panter, Temel Reis, Tatlı Kahramanlar ve Vikingler’in yeri ayrıdır bende.
Vikingler gerek gemileri, gerekse tek diş, çene gibi lakaplarıyla öne çıkan tipler yanında, küçük bir çocuk olan Viki’nin üstün pratik zekâsıyla babasını ve gemidekileri her seferinde güçlüklerden kurtarması ve bu esnada parmağını burnunun çevresinde dolaştırarak sonunda da buldum diye bağırması anı heyecan unsurudur. Tatlı Kahramanlar adlı çizgi film kuşağında ise kahramanlarımız Tırmık, Bıcır ve Gıcır, Ayı Yogi ve Akıllı Bıdıktan başkası değildir. Temel Reis’in sevgilisi Safinaz uğruna Kabasakalla mücadeleleri ve bu esnada bir konserve ıspanağı yutması ile birlikte pazularını şişirmesi ve düşmanlarını alt etmesi öne çıkan motiflerdir. Heidi’de Alp dağlarının sunduğu manzaraların yanı sıra küçük kızın aksi görünümlü dedesiyle, arkadaşı Peter ve onun yaşlı babaannesi ile kurduğu sıcak ve içten diyalog ortamı aklıma gelir.
Çizgi filmlerin müzikleri, sunduğu tipler ve olay örgüsü yanında ilgimi çeken bir yönü de yaralanan ya da vücudunun her tarafı kırılıp dökülen kahramanlarının bir sonraki sahnede hiçbir şey olmamışçasına devam etmeleridir. Dönemin çizgi filmleri içerisinde Marko’yu gerek müziği, gerekse Marko adlı küçük çocuğun ailesinden ve doğup büyüdüğü kentten ayrılıp, uzaklara gitmesinin getirdiği dramatik olay örgüsü ile heyecanla ve birazda duygulanarak izlerim.
1970’lerin dizilerinin ise hepsi değilse de kimilerinin bazı ögeleri dolayısıyla televizyon tarihimizdeki yerleri açısından fenomen diziler tabirini hak ettiğini düşünürüm. Bunların başında Kaçak gelir bence. Dizinin jenerik cümlesi ilginçtir. “komiser Gerard Dr. Richard Kimble’nin peşindedir ve Kimble kaçaar, kaçaar, kaçaar!”
Dönemin önde gelen dizilerinden biri de Uzay Yolu’dur. Televizyon tarihimizde bu alandaki ilk örnek olarak da gösterebiliriz. 1970’lerin ortalarından itibaren izlediğimiz Uzay Yolu, uzay kavramını ancak Fen Bilgisi derslerinde ya da Hayat Ansiklopedisinde gören bir kuşak için başlı başına ele alınması gereken bir olgudur.
1978-79’larda ikinci bir uzay dizisi tüm ihtişamıyla siyah-beyaz ekranı doldurur; Uzay 1999. O dönemde ne kadar da ulaşılmaz bir takvimdir. Olaylar Dünyamızın uydusu Ay’da geçmektedir. Uzay gemisi Atılgan’ın yerini Ay üssü Alfa alır. Dizinin eksen unsuru Maya, her türlü yaşam formuna geçiş yapabilen bir kimyaya sahiptir. Ay üssü Alfa ekibinin, düşman hatlarına sızmada yararlandığı elemanıdır. O an bürünmek istediği canlının, göz bebeklerine yansıyan görüntüsüyle birlikte, kimi zaman böceğe, bazen bir şahine, bazen de kaplana dönüştüğünü görürüz Maya’ nın.
Siyah beyaz ekran döneminin öne çıkan dizilerinden biri de Zengin ve Yoksuldur. Hatta 1970’lerde en beğendiğim dizi idi diyebilirim. Bu durumu belirleyen unsurlar arasında Nick Nolte’nin canlandırdığı profesyonel boksör Tom Jordache ve abisi rolünde karşımıza çıkan Peter Strauss’nin canlandırdığı senatör Rudy Jordache kadar, televizyon tarihinin belki de en antipatik kötü adamı diyebileceğimiz Falconetti üzerinde durmak gerekir.
1970’lerin dizileri arasında konusu Kenya da geçen Hür Doğanlar aklımıza gelebilir. Elsa adlı şaşı aslanın kilit rol oynadığı dizi, jeneriğini süsleyen Born Free adlı parçasıyla ve muhteşem Afrika manzaralarıyla bir dönem cumartesi günlerimizi doldurur. Açıkçası hür doğmanın apayrı bir sihri vardır o yıllar.
Yine dönemin western ögelerle yüklü bir dizisi olarak Bonanza dikkatleri çeker. Bir çizgi film uyarlaması olan dizide Cartwright ailesi ve bu ailenin yaşadığı Panderosa çiftliği öne çıkan motiflerdir. Jenerik müziğiyle birlikte izleyiciyi kopartan dizide bir baba ve üç oğlunun arasındaki sıcak ve içten ilişkiler öne çıkar. Bonanza televizyonlarımızda Dolu Dizgin adıyla gösterime girer. Bir ara İhtiyar Delikanlı adlı bir dedektiflik dizisiyle birlikte on beşte bir gösterilir. İhtiyar Delikanlı ya da dizideki adıyla Barnaby Jones yetmişlik ak saçlı bir dedektiftir. Açıkçası, ihtiyar ne kadar delikanlı da olsa Cartwright ailesinin yerini doldurmaz. Cartwright’lar ufukta toz bulutu şeklinde görünür ve az sonra dört tane atlı gelir ekrana.
1970’lerin programları içerisinde ailevi ögeleriyle belki de birinci sırayı alabilecek dizisi ise Küçük Ev’dir. Dizinin içerdiği değerlerin dürüstlük, mertlik, çalışkanlık ve dindarlık üzerine kurulu olduğunu görürüz. Elbette dizide bu değerlere ters düşen ögelerde yok değildir. Ancak, bu tip ögeler üzerinden de ders verildiği ve her bölümün sonunda olumsuz unsurların törpülendiği görülür.
Elbette 1970’lerin dizileri diyip de Kaynanalar’dan söz etmemek olmaz. Tekin Akmansoy, Leman Çıdamlı, Defne Yalnız, Sevda Aydan ve Haşim Hekimoğlu gibi başrol oyuncularıyla birlikte dönemin en popüler güldürü dizisidir denebilir. Nuri Kantar’ın çizdiği iş adamı ve aile reisi profilindeki sıcaklık, kullandığı tâbirlerde her an kendini gösterir. Sözgelimi hanımına, hizmetlileri Döndü’ye, yardımcısı Kerim veya yeğeni Şerafettin’e sinirlendiği zamanlar kostükler şeklinde hitap etmesi ya da ümüğünüzü sıkarım demesi akla gelebilir. Şerafettin’in daayııı! Diye hitap etmeleri, yine dizinin kilit karakterleri arasında soprano Sevda Aydan’ın canlandırdığı Tijen karakterinin kızdığı zamanlar niiii! Şeklinde ünlemeleri hatırlanabilir.
1975-76’lar, pazartesi akşamları oynayan klasik roman uyarlaması dizileri de hatırlatabilir. Sefiller, Diriliş, Savaş ve Barış, Kaptanlar ve Krallar, Bir Zamanlar Kartaldı, Madam Bovary ve hey gidi Jack. Hepsi iyi güzel de, neden hey gidi Jack dediğimi sorabilirsiniz. Dramatik konusuyla ilgiyle izlediğim bir dizidir Jack. Ancak bunun da ötesinde çocukluk dönemimin bir hatırasını canlandırır ben de. 1976 da Bursa’mızın eski Tıp Fakültesi ya da şimdilerin ihtisas hastanesinde geçirdiğim bir operasyonu gözlerimin önüne getirir. Boğazımdan et alınmasını takiben annemle beraber bir gece hastanede kalırız. Tabi o gece de televizyonda Jack vardır. Tek kanal döneminin avantajıyla hastanenin kafeteryasında oturup izlediğimiz gözümün önüne gelmez mi?
1970’ler Türk hafif müziğinin en iyi dönemlerini de akla getirebilir. Tanju Okan’ın o hırıltılı sesiyle seslendirdiği Kadınım, Öyle Sarhoş Olsam ki, Hancı gibi parçalar neydi be. Ya Ayten Alpman’dan; Memleketim, Söyle Buldun mu gibi parçaların veya İlhan İrem’den; Anlasana, Samanyolu, Konuşamıyorum, Ajda Pekkan’dan; Kimler Geldi Kimler Geçti, Hoşgör Sen, Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile, Yeniden Başlasın, Sana Neler Edeceğim gibi parçaların yankıları nasıldır? Peki, Sezen Aksu’dan Kaybolan Yıllar hatırlanmaz mı? Diğer yandan yerli Elvis Presley nitelendirmelerine mazhar olan Ersan Erdura’dan; Çocuk Gözler, Acılar Sürekli Olamaz, Sensiz Saadet Neymiş gibi parçalar anılarımızı süsler. Tabi Barış Manço’dan Dağlar Dağlar, Aynalı Kemer, Erol Evgin’den İşte Öyle Bir Şey, Sevdan Olmasa, Esin Engin’den Gurur Duyarım, Cem Karaca’dan Namus Belası, Sibel Egemen’den Hayret anılardadır. Öte yandan Yeliz’den Yalan, Yeşim’den Küçük Bey, İskender Doğan’dan Kan ve Gül, Aylin Urgal’dan Nerelerdeydin, Melike Demirağ’dan Arkadaş, Semiha Yankı’dan Seninle Bir Dakika, Rana Alagöz’den Dibi Dibi da ya da aynı parçanın Serpil Barlas’dan Oldu Olanlar yorumu akla gelebilir.
Ersan Erdura’nın 1970’lerin sonlarında popüler olan bir şarkısının “Duman ışığı saklayamaz, acılar sürekli olamaz, kör bir kuş bile ümitsiz yaşayamaz” şeklindeki nakarat bölümü 1970’ler Türkiye’sinde ki sosyal psikolojinin bir özetidir belki de.
Futbol tarihimizin ise Eskişehirspor ve Trabzonspor yıllarıdır 1970’ler. Tek bir cümleyle futbolumuzda 1960’larda Göztepe ile başlayan ve 1970’lerde de etkilerini sürdüren bir Anadolu İnkîlabından söz edebiliriz. Kendi hesabıma İlkokul yıllarımda Eskişehirspor ve Trabzonspor taraftarlıklarım vardır. Fakat sonradan Fenerbahçe’ye çevirdiğimi söylemeliyim. Burada elbette çocukluk döneminin yanardöner psikolojisinden söz edebiliriz. 1970’ler Dünya futbolunda ise Hollanda, Ajax ve Johann Cruff yıllarıdır denebilir. Şüphesiz İmparator Beckenbauer’i, Bayern München’i, 1978’in Arjantin’li Kempes’ini de atlamamalıyız.
Kuşkusuz 1970’lerden hatıra gelebilecek daha birçok faktör, olay ve isim vardır. Hani derim ki; Kendi kişisel dünyamla sınırlandırdığım ancak başkalarının dünyasıyla zenginleşebilecek ya da anlamına varılabilecek bir konudan söz ediyorum aslında.
L.T.
YORUMLAR
:)
Gülümsemeyle başladım yorumuma...
Evet, çok yapmadığım yorumlarımdan biridir bu.
"Ne güzeldin bir zamanlar." Hava atardık şehir dışına çıktık diye. Oysa çıktığımız şehrin dışı, ayran içtiğimiz şimdilerde meşhur semt olan Bahçelievler'di.(Ömür yoğurtlarıydı.)
O zamanlar Ömür'e gitmek ne demek, aman Allah'ım.
-Karneni görelim bakalım söz. Bayram gelsin söz.
Neymiş Ömür' e gidilecekmiş. Yaa gülüyorum Vallahi. Millet şimdi trafikte Ömür'ün önünde metrobüslerde uyukluyor. Biz ne mutluymuşuz.
*
Ya o filmler. Biraz açık saçık olay oldu mu, tamam denirdi ülke Dallas'a benzedi. Eee seyrede seyrede...
Ben en çok babamın Kaçak dizisindeki Dr. Kimble amcaya benzemesine sevinirdim.
-Amerika'da ki amcam derdim.
Öykücülüğüm taa o zamandan başlamış da, farkında değilmişim. Bütün çocuklar inanırdı.
-Nereye saklandı nereye söyle kimseye söylemiycez derlerdi.
-Pışşşk. Yapardım elimle gözüme.
-Babam tembih etti, biri amcanın nereye saklandığını sorarsa, sakın söyleme dedi bana. Der eve giderdim.
*
Geçenlerde babam geldi, yaşlandı artık ama hala Kimble amcadan bir şeyler kalmış. İşin kötüsü, nereye saklandığını o da bilmiyor.
Sevgiyle.
levent taner
Sayfama şeref bahşettiniz.
Saygı ve selamlarımla...
Dolu dolu bir yazı olmuş hatırda kalanların yansımasıyla. Ben tanık olmadığım için o yıllara finale takıldım, en etkileyici kısmı da o son cümleydi bence ki yazım gücünün önemini ne güzel vurgulamışsınız. Çünkü adeta o yılları yaşadım okurken.
Teşekkürler ve
Saygılarımla
levent taner
Sayfama şeref bahşettiğinizi ve naçizane yazımı taçlandırdığınızı söylememe bilmem gerek var mı?
Saygı ve selamlarımla...