- 906 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
391 – KİTAPLARA İMAN
Onur BİLGE
İlhan… Karanlık zamanların aydınlık yüzlü yâri… Kat kat kararan gölgeler… Kat kat katlanan perdeler… Ardına saklanan güzellikler, ulaşılamayan mutluluklar… Dile gelmez duygular, ele geçmez zamanlar…
Anılar, şiirler… Dudaklardan dökülemeyen sözcükler, tökezleyen heceler… Ünlüleri alınmış kelimeler, ünleri kayıp tümceler… Mürekkep yerine su çekilerek yazılmış mektuplar… Heba olan gayretler… Harap olan yürekler… Saatler, günler, haftalar, aylar, seneler…
Biz görmeden sevdik birbirimizi. Gözlerimizin aradığı zamanlarda göremedik, karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda bakamadık. Oysa engel yoktu aramızda. Aradığımız da oydu. Sanki bir sütre vardı arada. Bir hicap… Bir nur, gözlerimizi kamaştıran!
Biz görmeden sevdik birbirimizi. Sadece varlığımızı hissettik. Bir de aşkımızı yüreklerimizde… Mesafelere rağmen gönüllerimiz sarmaş dolaş, yakınlaştığımızda uzak, uzak mı uzak, upuzak… Yaydan kaçan ok gibi kaçışlar… Fırlatılmış mızrak gibi saplanıp kalışlar… Zıpkın yemişçesine kıvranışlar…
İlhan… Karanlık zamanların aydınlık yüzlü yâri… Konuş, bir şeyler söyle! Bir ses, bir fısıltı… Yeter artık sustuğun! Suskunluğunla susturduğun… Konuş, konuştur! Bir şeyler de! Bir şeyler anlat! Bana olan duygularını dile getiremeyeceksin, biliyorum. Havadan sudan bahset mesela. Mesela bir masal anlat! İçinde sevmek sevilmek olmasa da olur. Bari sesin, nefesin duyulur.
Kimsin? Nasılsın? Neler yaptın, neler yapmaktasın? Bana kendinden bahset! Konuş Aysima! Ay Sima’yı anlat!
Biz görmeden sevdik birbirimizi. Aramızda ya bembeyaz kefen gibi keten, ya yoktan yok, çoktan çok sanal perde… Sanal daha sarp bir kayalık… Aşılması zor, zaman zaman olanaksız… Engel daha sert, daha kalın, daha da karanlık… Sıkıcı, daraltıcı, bunaltıcı, paniklettirici…
Perdenin ardına saklanma artık! Çık karanlıklardan! Lambayı yak! Aç camı, perdeyi ardına kadar! Rahatça bak, doya doya seyrettir yüzünü! Aramızda koca bir yol olsa da… Yüz hatlarımız net bir şekilde seçilemese de… Birkaç metrelik mesafe aşılamasa, karşı tarafa asla geçilemese de…
Bir yerlerden gizli gizli bakarken bakışlarıma yakalanıverdiğinde, suçüstü ele geçen yaramaz ve utangaç çocuklar gibi kaçıp, bir yerlere gizleniverme! Çekiverme güzel başını karaltıların ardına. Sadece görmek istiyorum. Yalnızca bakmak… Bu hasret nasıl diner başka türlü? Bu özlem nerde biter? Her geçen gün bir öncekinden çok daha fazla… Bu yürek bu hızla, bu hazla daha ne kadar yol kat eder?
Nedir, yüzünü gördüğümde dış dünyanın renklerinin bulanışı, birbirine karışışı, kaynaşışı? Şekillerin sınırlarının eriyip yok oluşu… Başımın sersemliği… Kulaklarımın uğultusu, dış seslere kapanması… Ya kalbimin olanca gücüyle çarpmaya başlaması, finişe kalkması? Avuçlarım ter, yanaklarım ateş!
O an… O an düşüncenin tatile çıkması… Aklın felce uğraması… Kalbin deli deli çarpması… Dizlerin bedeni taşıyamaz hale gelmesi… Dermanın kesilmesi… Dilin tutulması… Gözlerin anlamsızlaşması, kocaman kocaman açılıp bomboş bakması… Bakışların, gözlerinden yol bularak dalmak istemesi ruhunun derinliklerine…
Susma! Susma öyle! Bana bir şeyler söyle! Ne olursa olsun anlat! İlgiye, sevgiye, aşka, tutkuya dair olmasa da… Bir masal, hiç değilse… Sen de aynı durumdaysan… Düşüncen tatilde, aklına inme inmiş, yüreğin zincirden boşanmış, dizlerin sende değil, mecalin yok, dilin lalse, gözlerinle konuş! Anlamsız anlamsız bakma bari benim gibi. Konuş gözlerinle! Bir şeyler söyle!
Ey, Semiray’ı Semiray yapan! Ey, yarı ayık yüreğine canlılık veren Kays! Kıyasıya seven, ölümüne sevdiren! Bunca iç içeyken bu ayrılık niye? Vuslat ne zaman?
Şimdi şimdi anlıyorum Peygamberimi. Yeni yeni anlamaya başladım çektiklerini. Nasıl severmiş insan, nasıl arar, nasıl kıvranırmış bulamadıkça, nasıl çılgına dönermiş sevdiğini göremedikçe! Nasıl vururmuş kendini dağlara! Nasıl kapanırmış mağaralara! Yemeden içmeden, uykusuz tüneksiz… Durup dinlenmeden düşünmek… Beynini yakarcasına!..
Bu nasıl bir sevgi!.. Nasıl bir ihtiras!.. Anladıysan bana da anlat, Aysima!
Yer kırış kıyamet! Cemiyet cüzamlı… İnsan cin raydan çıkmış! Mekke karmakarışık… Kimin eli kimin cebinde belli değil. Fitne fücur, hırsızlık, gasp, zina… Kapılardaki kırmızı perdelerin ardında çiğnenen yasaklar… Kimden olduğu belli olmayan bebeklere varlıklı baba arayan, gözlerine kestirdiklerinin başlarına sarmaya ve üstlerine yıkılmaya çalışan kadınlar… İbadet adı altında şirk yapanlar… Zıvanadan çıkmış insanlar… En acısı, en dayanılmazı; en masum halleri, en saf bakışlarıyla koyu kurşuni kızgın cam kırıkları misali keskin kumlardan oluşan kumullara diri diri gömülen minicik kızlar… Hem de öz babaları tarafından… “Haydi! Dayıya gidiyoruz!” diyerek sevindirilen, en yeni, en iyi giysileriyle, bir daha geri dönememek üzere evden çıkarılan, avazları kumullara boğulu kalan günahsızlar…
Yer, Mekke… Dağ, Nur… Mağara, Hira.. Yıl, altı yüz on… Hazreti Muhammed kırk yaşında…
Yüreğe düşünce ateş… Düşünce ateş!.. Ateşte açan çiçekler… Ayetler… Ayetler… Bir Kadir Gecesi başlayan ve tam yirmi üç yıl süren mesajlar, Sevgili’den… Sevgili’den Sevgili’ye hitap… Sevgili aracılığıyla insanlığa… İns ve cine… Yavaş yavaş… Peyderpey… İnce ince…
“Dilini depreştirme! Biz onu, senin kalbine indireceğiz.”
Ahlakı Kur’an olan kulun görevi; kula, kul olduğunu fark ettirmek ve kulluğu öğretmek. Gemi azıya almış vahşi insanlara, azıtmış kabile reislerine, yediden yetmişe herkese… Resul-üs Sakaleyn… Hem insanları irşat edecek, hem de cinleri… Âlemlere hitap edecek!.. Birileri onu destekleyecek… Mekke’nin ileri gelenleri…
Kur’an’a iman, tüm kitaplara iman… O, hepsini kapsayan… İncil’i, Tevrat’ı, Zebur’u ve tüm sayfaları içeren… Doğal olarak bütün bunların asıllarını… Tahrif edilmiş hallerini değil! Bulandırılmışlarını değil, kaynaktan çıkmış en duru durumlarını… Kur’an, muciz-ül beyan… En temiz kaynaktan çağıl çağıl akan…
Bir insan seçilmiş; gelmiş, geçmiş ve gelecek onca insan ve cin içinden. İnsanların en emininden… Mekkelilerden… Kureyş Kabilesinden… Herkesin her şeyini, gönül rahatlığıyla emanet edebildiği, yalansız dolansız, en dürüst, en güvenilir insan…
“O dediyse, doğrudur!” denebilen… İtimat edilen…
Kitaplar, bilindiği kadar değil, çok… Toplam yüz dört kitap… Küçük olanlar, suhuf… Âdem Aleyhisselama on, Şit Aleyhisselama elli, İdris Aleyhisselama otuz, İbrahim Aleyhisselama da on sayfa olmak üzere tam yüz sayfa… Musa Aleyhisselama Tevrat, Davud aleyhisselama Zebur, İsa Aleyhisselama İncil ve Muhammed Aleyhisselama Kur’an-ı Kerim… Bir de Hazret-i Hud’a gönderilen kitaptan söz edilmekte...
Tamamını Cebrail Aleyhisselam getirmiş. Kur’an, bütün suhuf ve kitapların hükümlerini nesh etmiş. Hepsini içeren hükümleriyle onları yürürlükten kaldırmış. İnsan ve cinler için tek kitap var, o da Kur’an ve kıyamete kadar geçerli. O, benzersiz, öncekiler gibi değil. Allah tarafından korunmuş ve korunacak. Onda eksiklik veya fazlalık yok. Aksini iddia eden, kâfir!
Kur’an-ı Kerim, Cebrail Aleyhisselamın her yıl, o ana kadar inmiş olanını Levh-il Mahfuzdaki haliyle okuduğu, Peygamberimizin dinleyip tekrar ettiği, doğruluğundan şüphe edilmeyen tek kutsal kitap… Yirmi üçüncü yıl içinde iki defa inmiş, tamamını okumuş. Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın çoğunun ezberindeymiş. Çok daha sonra kaydedilmiş.
(1986 yılında 50 yıllık İslami çalışmalarından dolayı Kral Faisal ödülünü alan, İncil ve Tevrat üzerinde uzmanlaşmış bir İslam Âlimi olan Müslüman yazar ve konuşmacı, İncil ve Kur’an Hafızı Ahmed Hussein Deedat, Kur’an’ın Muciz- ül Beyan olduğunu matematiksel olarak da ispatlamış, on dokuz sayısıyla örülü olduğunu bulmuş, yaptığı konuşma ve tartışmalarla birçok Hıristiyanın Müslüman olmasına vesile olmuş.
On dokuz… Cennetle cehennem arasındaki gizemli sayı… Cennetin önünde, cehennemin üstünde… İnananlar için ispat, inkârcılar için fitne… On dokuz sırat! Karşıda uçmak, aşağıda tamak… Uçup geçenin kurtulduğu, uçamayanın kaçamadığı iki yer arasındaki esrarlı asal sayı… O ve onun katlarıyla örgülü Muhteşem Kitap! O, kitaplara iman için son bir çağrı… Yapısal kanıt…)
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 391