- 611 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bizi Çağıran Şeyler
Binalar çok büyük… Geri geri gitmek zorunda bırakıyorlar insanı. Büyük şeyleri görmek için bir parça geriye çekilip küçültmek gerek çünkü… Kendini de bir parça büyütmek böylece, kaybolmuşluktan kurtarmak…
Ya bu renkler; haykıran, çığlık çığlığa bu ilanlar, levhalar..? Onlar da küçültmüyor mu bir parça insanı o renk cümbüşü içinde, renklendirdikleri şey her neyse onu o koca binalara benzeterek? Üstelik ister boyut olarak, ister başka yönden olsun büyütülüp gözümüze gözümüze sokulan bu kocaman şeyler hiç de öyle ille de görmemiz gereken, görmezsek yaşantımızda önemli bir eksiklik yaratacak kadar içimize hitap edecek şeyler de olmuyorlar genelde.
Oysa bizi büyütecek şeylere ihtiyacımız var bizim aslında… Öyle şeyler ki; bizi yok etmeyen görkemleriyle… Aksine varlıklarıyla çiçekler açtıran içimizde, büyüdükçe bizi de büyüten…
Kırgın küskün çekildiğimiz o köşeye bir gölge gibi usulca süzülüp, “neyin var” der gibi annemiz; o şeylerin de bir yerlerden çıkıp başımızı okşamasını bekliyoruz, “geçecek tüm bunlar” demesini… Oysa o yaralı an’ımızda gelmemiştir belki de o anne, bizi görüp de onca hengâmenin içinde. Umutla beklemişizdir ayak seslerini. “Az sonra gelecek, merhem olacak yarama nefesiyle” demişizdir kendimize dakikalar boyunca. Ama yine de gelmemiştir işte!
Hayat denen yolda ne zaman ayağımız sürçüp kapaklansak yere, canımız yansa... hep o gün gelmeyen o anneyi bekleriz, yüzünde “bak bu kez geldim, yalnız değilsin” diyen geniş bir tebessümle. Bir insan, bir kitap, bir ağaç beklediğimiz o anne olur birden; bizi düştüğümüz yerden kaldırır. Hatta belki de bir ilan… Ama içinde bize de yer veren ilanlardan, görkemiyle bizi küçültüp kaybedenlerden değil… Tanıtılan şeyi ruhumuza ulaşmak için bir araç olarak gören sadece, merkeze insan’ı koyan…
Çağımızın en büyük sorunu da bu değil midir zaten?!: Merkezde insan’ın olmaması… Herkese büyük bir şölen vaat eden, cafcaflı renklerle dolu bir rock konseri ilanına benzemiyor mu tıpkı, bizi çağıran tüm bu şeyler? Solistin mikrofonu tutuş şekline, bateristin o dünyayı takmayan, çekici gülüşüne takılıp kalan seyirci misali kaybetmiyor muyuz kendimizi o cümbüşün içinde?!.. Yüzümüzde, tebessümsüz kalan bir ruhun ikide bir kovalayıp durduğu, eğreti bir gülüş…
Tıpkı konsere gidenlerin, o ilandaki müzik grubunun rengârenk görünümünde o gruptaki insanlardan çok daha fazla konserdekilerin büyülenmiş gözlerini, çığlık çığlığa bağırışlarını, en önemlisi de çılgınlık derecesindeki sevgilerini var etmeleri gibi; biz de bizi çağıran şeylerin peşinden giderken gerçekte gittiğimiz, başkalarının onlara bakarken gözlerinde beliren o anlam olmuyor mu aslında? O anlama tutunup koşmuyor muyuz o göz alıcı, içinde bize bir parça bile yer açamayacak kadar kendi görünümüyle meşgul, ruhsuz şeye doğru? Ruhumuzu küstürmek pahasına doymak bilmez, aç gözlü benliğimizi tıka basa onunla doyurmuyor muyuz?
Önümdeki fotoğrafta, ayakkabısının bağını bağlayan şu gencin, arkasındaki koca binalara meydan okurcasına büyümesini, o fotoğraftaki en görünen, en parıltılı şey olmasını sağlayan büyüyü var etmeyi öğrenmeliyiz belki de.
O fotoğrafçının, resmini çektiği o yaşam kesitinde neyi merkeze koyup neyi geriye iteceğini belirlemesini sağlayan ‘bakış’ı koyabilmek için gözlerimize, iyice bir bakmalıyız o resme. Çünkü bir fotoğraf onu çekenin gözlerinden bakmamızı sağlar dünyaya. Ona bakarken, günlük yaşamdaki gibi çevremizdeki görüntülerin, seslerin peşinden öylesine sürüklenip koca bir karmaşada çırpınıp dururken bulmayız kendimizi birden. “Ben bu noktaya nerden geldim” diye iradesizliğimize kızmayız. Çünkü biri bizim yerimize neyi görüp neyi görmeyeceğimize çoktan karar vermiştir… Ve bu kararın sonucunda da bizim hiçbir zaman ulaşamadığımız o bütünü yakalamıştır ‘hayat’ denen o karman çorman bohçanın içinde: Doğru seçimler yapmıştır çünkü.
Çünkü bir insan çevresindeki şeylere -aynen o fotoğrafçı gibi- ruhunu üflüyorsa, kendiliğinden bir seçim gerçekleşiyor demektir zaten. Kendi nefesiyle dolu, o ılık rüzgârda ayakta kalabilecek şeyler var olabilecek demektir çünkü o resimde. Ruhuna seslenmeyen, benliğe yönelik her şeyse önemli-önemsiz ayrımı olmadan geri plana itilecek; ayakkabısının bağını bağlayan bir genç koca koca binaları ufacık maketlere döndürecek kadar büyüyecek demektir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.