BİR ÖMRÜN SERENCAMI
BİR ÖMRÜN SERENCAMI
(Hatıralar)
Yusuf Oğuz
İletişim: Atatürk Bulvarı No 10 Ulus/ANKARA
BİR ÖMRÜN SERENCAMI
Baskı Tarihi:
Ocak 2013
Yayınevi:
SAGE Yayıncılık San. Ve Tic. Ltd. Şti.
Sertifika: 14721
ISBN: 978-605-4738-31-1
Copyright © 2013, Yusuf OĞUZ
Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
YAYINCILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı
No: 7 / 101-102 İskitler / ANKARA
Tel: 0312. 341 00 02 - 0312. 341 00 05 Cep: 0549 341 00 02
TAKDİM
Doğu sözlü gelenekten beslenir, Batı yazılı gelenekten. Bu yüzden Batı’da insanlar yazar olsun veya olmasın, yaşadıkları olayları, gezip gördükleri yerleri birkaç satırla da olsa mutlaka not eder, günlük veya hatıra tarzında kaleme alır. Bizim kültürümüzde böyle bir alışkanlık olmadığı için, bırakın halkı, en yüksek bürokratlarımız dahi hatıralarını yazmaktan çekinmişlerdir. Batı ile karşılaştırdığımız zaman bu bağlamda bizim onların oldukça gerisinde kaldığımızı görürüz.
Biz de hatıra veya günlük yazılmadığı için çok iyi biyografi çalışmaları da yapılabilmiş değildir. Örneğin Türk edebiyatının usta ve büyük kalemi Ahmet Hamdi Tanpınar günlüklerini yayınlamakta tereddüt geçirmiş, ölümünün üzerinden otuz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ancak yayınlanabilmiştir. Tabi bu durum yalnızca kişisel tembelliğimizden kaynaklanmıyor, aynı zamanda yukarıda da değindiğim gibi ait olduğumuz medeniyetin bizi şekillendirmesinden kaynaklanıyor. Çünkü bizim medeniyetimiz de özel hayat ve mahremiyet oldukça önemli bir yer tutar. Sevabın da günahın da gizli olmasına özen gösterilir. Batı uygarlığında ise bunun tersine bir durum söz konusudur. Batılılar, günahlarını itiraf ederek temizlendiklerini ve rahatladıklarını sanırlar. Hıristiyanlığın “itiraf et kurtul” anlayışından kaynaklanan bu durum, Batı’da günlük, hatıra ve romanın yazılmasını teşvik etmiş ve ileri bir düzeye taşımıştır.
İnsanın mensubu olduğu din ve medeniyet onun dünyaya bakışını ve davranışını etkiler. Bu yüzden biz de hatıra yazmak, günlük tutmak, bir sanat eseri olarak da olsa roman yazmak pek hoş görülmemiştir. Oysa Batı’daki gibi günahları itiraf etmeye dayalı değil de, bilgi, birikim ve yaşam tecrübelerimizi kaleme almak gerekir diye düşünüyorum. Zira toplumların tarihinde bireyin tarihi de önemli bir yeri vardır. Meşhur bir söz vardır “bütün hareketler bir tek kişinin ayağa kalkmasıyla başlar” diye. İşte o tek kişinin ayağa kalkması nasıl ki bir toplumu etkileyebiliyorsa, kişisel hatıraların da genel tarihin anlaşılmasında farklı bir yönü olmalıdır…
Modern hayat, kitle iletişim araçları bilgiyi bir güç olarak kabul ediyor. Gelecekte insanımızın ayakta durabilmesi, yaşadığı çağı daha iyi kavrayabilmesi için yalnız bilgiye sahip olması yetmiyor, aynı zamanda bu bilgiyi hatta edindiği tecrübeyi gelecek nesillere aktarması gerekiyor. Bundan dolayı eli kalem tutan insanlarımızın yaşam ve tecrübelerini, bilgi ve birikimlerini yazıya aktarmaları, hatta gerekirse bundan hareketle sanat eserleri yaratmaları artık bir zorunluluktur. Ki, son zamanlarda yayınlanan ve büyük ilgi gören hatıra kitapları bunun sonucudur.
Henüz Ankara’ya gelmeden önce, kendisini ortak bir dostumuz aracılığıyla gıyabında tanıdığım Yusuf Oğuz’u, bu gıyabi tanışıklıktan beş altı yıl sonra Ankara’ya VGM’ ne tayinim dolayısıyla tanıdım ve birlikte çalışma imkânı buldum. Aynı kültür ve gelenekten gelen Yusuf Oğuz ile abi-kardeş ilişkisi içerisinde çok güzel bir dostluğumuz oluştu.
Özellikle “Bir Ömrün Serencamı” kitabını yazarken yaşadığı heyecanı, kitap yayınlanmadan okuma imkânı bulduğum da ben de yaşamıştım. Sanki yılların yazma tecrübesi olan bir yazarın kitabını okuyor gibiydim. Kırşehir, Konya, İzmir ve Ankara gibi köklü ve kadim şehirde yıllarını geçirmiş, bir dönem siyasete girip çıkmış, 28 Şubat Post-Modern Darbesinin mağduru olmuş ve sıkıntılı günler geçirmiş Yusuf Oğuz’un “Bir Ömrün Serencamı” hatıra kitabı gerçekte yakın tarihe düşülmüş bir not… Kitap yalnızca kişisel bir biyografi olarak değil, aynı zamanda bir bürokratın deneyimlerini, sıkıntılarını ve genel anlamda yaşadığımız günlere kişisel bir bakış sunuyor.
Bence bu hatıranın en önemli yanı, bugün tıpkı diğer şehirlerimiz gibi değişime uğramış olan Kırşehir, Konya, İzmir ve Ankara’yı bazen bir öğrenci, bazen bir bürokrat, bazen bir siyasetçi gözlüğüyle anlatmış olmasıdır. Bu eserin Yusuf Oğuz için bir ilk adım olması temennisiyle…
24.01.2013/Ankara
Mehmet KURTOĞLU
ÖN SÖZ
Bir insanın yaşamı boyunca kazandığı deneyimleri ve bu deneyimlerden oluşan birikimleri vardır. Merhum Mehmet Akif Ersoy’un:
Tarih’e tekerrürden ibarettir diyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
Dediği mısralarında, yaşananların unutulmaması ve bunlardan çıkartılan derslerden ibret alınarak tekrarlanmaması gerektiği konusuna dikkat çekilmektedir.
Ben de bu noktadan hareketle, yaşadığımız şu kısa ömürde kazandığımız deneyimlerin kayıt altına alınarak bir sonra ki nesle intikal ettirip küçükte olsa ibrete vesile olunmasının faydalı olacağını düşünüyorum.
Bunun için, hayatımın önemli gördüğüm kesitlerinden bazılarını “Bir Ömrün Serencamı” adını verdiğim bu kitapta değerli okuyucularımla paylaşmak istedim. Hatırat türünde yazılmış eserler aynı zamanda yakın tarihe ışık tutan eserlerdir.
İnsanın kendi nesline ve çevresine örnek teşkil edecek yaşam öykülerini kaleme alarak kalıcı bir iz bırakması da sağlanmış olacaktır.
Ben de naçizane, okuyucularımda bir iz bırakabilirsem kendimi mutlu hissedeceğim. İnsanımızın sadece bilgiye sahip olmasının yeterli olmayacağını biliyoruz. Bu bilgilerin ve birikimlerin gelecek neslin de yararlanabileceği şekilde intikali ve paylaşılması da gerekiyor. İnşallah okuyanlara yararı olabilecek bir cümle de olsa aktarabilmişimdir.
Olayları anlatırken bildiklerimi ve yaşadıklarımı hiç değiştirmeden aktarmaya çalıştım. Hiç kimseyi kırmak ve incitmek gibi bir amacım asla olmamıştır. Farkında olmadan böyle bir hata yapılmışsa affola.
Aslında hatıratımı emekli olduktan sonra yazmayı düşünüyordum. Fakat insanoğlu, hayatında ne zaman ne olacağını ve ne zaman hakkın vaki olacağını bilemediği için, konuların sınırlı, aktarımların kısıtlı olacağının farkında olarak zamanlamayı öne alıp şimdi yazmayı uygun buldum.
Bu çalışmam da, desteğini esirgemeyen değerli kardeşim ve mesai arkadaşım Mehmet Kurtoğlu’na şükranlarımı sunuyorum.
İlk deneyimim olan bu kitabı sizlerle paylaşmış olmaktan son derece mutluyum.
Ankara/2013
Yusuf OĞUZ
İÇİNDEKİLER
DOĞUMUM VE ÇOCUKLUĞUM 13
Orta Asyadan Anadoluya 15
Harmandalı’da Dünyaya Gelmişim 16
İlk Model Aldığım İnsan Öğretmenimdi 20
Çok İyi Şiir Okurdum 21
BU VATAN KİMİN 22
Babam Beni Okutmayacak Diye Üzülüyordum 24
Artık Evin Çobanıydım 25
ORTA ÖĞRENİM HAYATIM 33
Harmandalı’dan Konya’ya Uzun İnce Bir Yol 35
İçime Akşamın Hüznü Çökmüştü 36
Siyim Siyim Yağmur Yağıyordu 38
Konya’ya yaklaştıkça heyecanlanıyordum 39
Topraklıkta Dört Ay Kaldım 42
Topal Hoca Mahreçlere Çok Önem Verirdi 43
İbrahim Hoca Öyle Bir Tokat Attı ki 45
Kafam Yine Karıştı 48
Elveda Topraklık 50
Hem Sevinçli Hem Endişeliydim 53
Geç de Olsa Hayalim Gerçek Oldu 55
Bakınca, İnsana Allah’ı Hatırlatıyor 56
Hacı Ali Kap’ın Dayağını Unutamadım 61
Okula Çok Azimli Başladım 64
VEDA HUTBESİ 67
Ege ve Akdeniz Bölgesine Okul Gezisine Gittik 70
Aklıma Bir Kurnazlık Geldi 71
Parasız Yatılı Olmuştum 72
Okulumuzun Orta Kısmı Kapatıldı 76
Huzur Sokağı 78
ARTIK KIŞEHİRLİ BİR AİLEYİZ 82
Harmandalı’dan Kırşehir’e Taşındık 84
CHP - MSP Koalisyon hükümeti kuruldu 87
Tekvando Hocalığı Yaptım 92
Nam-ı diğer: Ayaklı Kütüphane 93
Arkadaşlarla Kâra Gittik (!) 96
İmam-Hatip Lisesinden Mezun Oldum 99
MEMURİYET HAYATIM 103
Devlet Memurluğuna 1 Ağustos 1977’de Başladım 105
Ecikağıl’da İlk Günlerim Sıkıntılı Başladı 107
Hem Devlet Memuru Hem Üniversite Öğrencisiydim 108
EVLİLİĞE İLK ADIM 111
Müşerref Hanım’la Nişanlandık 113
5 Kasım 1978’de Düğünümüz Oldu 115
Becayişle Çamlıtepe Camiine Atandım 117
İlk Öğretmenlik Atamam Çankırı’ya Yapıldı 118
Mahallenin Çocuklarıyla Çok İyi Anlaştık 119
Öğrencileri Seviyelerine Göre Gruplara Ayırırdım 122
Askerliğimi Kısa Dönem Er Olarak Yaptım 126
Askerde Sarılık Oldum 129
Mehmet Ali Acar Kamanda Öğretmendi 131
Diyanet Başmüfettişi Kırşehir’e Gelmişti 132
Din Görevlisi Olarak Umreye Gittim 134
KERBELA İLAHİSİ 138
Yeniden Doğmuş Kadar Sevindim 139
Çocuklara Pin Yaptım 139
Anavatan Partisi İktidara Geldi 141
Kasım Ayında Binanın Temelini Attık 143
İmamlık Mesleğinden Ayrıldım 144
Babama “Pankreas Başı Kanseri” Teşhisi Kondu 146
Rahmetli Babam İçin Yapılan Bir Tazarru 148
ÖĞRETMENLİK YILLARIM 151
Öğretmenliğe Geçmeye Karar Verdim 153
İlk Atamam Çelebiuşağı Köyü İlkokuluna Yapıldı 154
Müdür Yetkili Tek Öğretmendim 157
1994 Yılında atamam Kuruağıl İlkokuluna Yapıldı 159
RP İle DYP Koalisyon Hükümeti Kurdu 161
BÜROKRATİK HAYATI TERCİH ETTİM 163
Kültür Müdürlüğüne Talip Oldum 165
Cafer Bey’le Ankara’ya Gittik 166
Cafer Bey, Kültür Bakanıyla Telefonla Görüştü 168
Uşağa Gitmek Üzere Yola Çıktım 169
Kültür Müdürü Olarak Yeni Görevime Başladım 172
Kültür Müdürlüğünü Tanımak İstedim 173
Ahmet Gömcü’nün Sözleri Beni Cesaretlendirdi 175
Noterden Taahhütname Yaptırdık 177
Arabadan Yüksek Rütbeli İki Subay İndi 179
Kırşehir’de “Sıra Gecesi” Yaptık 182
Neşet Ertaş’ı Kırşehir’e Getirmek İstedik 183
28 ŞUBAT DÖNEMİ 185
Refah Yol Hükümeti İstifa Ettirild 187
Müzenin Açılışını Yapamadık 188
Dösim Merkez Müdürü oldum 191
Kırşehir Kültür Müdürlüğünden Ayrıldım 194
Dösim Müdürlüğünden Alınmamı İstedim 195
İzmir Kültür Müdürlüğüne Şube Müdürü Olarak Atandım 199
Görevli Olarak İsveç’e Gittim 201
BURUK VEDA 205
İZMİR DE ALTI YIL ÇALIŞTIM 207
İzmir Kültür Müdürlüğünde Göreve Başladım 209
YOLLARA DÖNDÜM 212
Evimizi Kırşehir’den İzmir’e Taşıdık 214
Eşim Lojmanı Görünce Hayal Kırıklığına Uğradı 217
Ramazanda Belçika’ya Gittim 219
Kırşehir’deki Evimizi Satıp Yimpaşa Yatırdık 222
Ana Başa Taç İmiş 224
Selçuk Bey Emekli Oldu 225
İzmir İl Kültür Müdürlüğüne Musa Seyirci Atandı 225
AK PARTİ TEK BAŞINA İKTİDARA GELDİ 227
03 Kasım 2002 de Genel Seçimler Yapıldı 229
AK Parti İktidara Geldi 230
Bakan Müşaviri Telefonla Aradı 231
Artık Bende Vakıfçı Olma Yolundayım 240
VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜNDEYİM 243
Muhasebe Daire Başkanlığında Göreve Başladım 245
Kırşehir Belediye Başkan Aday Adayı Oldum 249
Genel Müdür Birim Amirlerinden Brifing Alıyordu 252
Ya İki Gün içinde Jeneratör Al Ya İstifa Et 253
Yemekhane ve Mutfağı Yeniden Yaptırdık 254
Müfettişlere Dizüstü Bilgisayar Aldık 256
Oğlum Ali’yi Nişanladık 259
Daire Başkanlığı Vekâletim İptal Edildi 261
Hiçbir Çalışma Şevkim Kalmamıştı 264
Kurban Bayramını Çocuklarla Birlikte İdrak Ettik 268
Beyin Kanaması Geçirdim 269
Açık Kalp Ameliyatı Oldum 271
DOĞUMUM VE ÇOCUKLUĞUM
Orta Asyadan Anadoluya
Harmandalı, Orta Asya’dan göç edip önce Horasan’a oradan da Anadolu’nun iç kesimlerine yerleşmiş, Oğuzların Kayı boyundan olan Türkmenlerin yaşadığı şirin bir Orta Anadolu köyüdür. 1976 yılına kadar köy tüzel kişiliğinde olan, bu tarihten itibaren kasaba tüzel kişiliği verilen Harmandalı, köy statüsünde olduğu dönemde Niğde İline bağlı iken, Aksaray il olduktan sonra, bu ile bağlanmış ve kasaba statüsü verilmiştir.
Fakat 2012 yılında TBMM de 5747 sayılı kanunun bazı hükümleri değiştirilerek nüfusu iki binin altında kalan yerleşim birimlerinin belediyelikten köye dönüştürülmesi kararı alınmıştır. 2000’li yılların başında Harmandalının nüfusu “üç bin altı yüz küsur” iken, büyük şehirlere göç nedeniyle bu günkü nüfusu “bin dokuz yüz küsur” civarındadır. Bu nedenle yapılacak ilk yerel seçimlerle birlikte Harmandalı’ya tekrar köy statüsü verilecektir.
Doğusunda; Devedamı köyü, Batısında; Kütüklü ve Karaboğaz Köyleri, Güneyinde; Ağaçören İlçesi ve Camili Köyü, Kuzeyinde ise Bektik Köyü bulunmaktadır. Resmi konularda Aksaray’a bağlı olmasına rağmen sosyal ilişkileri Kırşehir’ledir. Harmandalının Aksaray’a uzaklığı 110 km. olduğu halde Kırşehir’e uzaklığı 50 km.dir.
Konum olarak çok güzel ve doğal yaşama elverişli bir köy olan Harmandalı, sulak ve verimli topraklara sahip olmasına rağmen, şehir merkezlerine uzak oluşu ve ulaşım sıkıntısı olan bir yerleşim birimi olduğundan, gençlerin ekseriyeti ilkokuldan sonra tahsil hayatını sürdürememişlerdir. Kasaba olduktan ve ulaşım kolaylaştıktan sonra yükseköğretimde okuyan gençler çoğalmış, Harmandalı, yaşam standartları ve kültürel yapı olarak da değişmiştir. İlk ve orta dereceli okullardan sonra Türkiye’nin saygın Üniversitelerinde okuyarak mezun olan ve şu anda önemli görevlerde bulunan kişiler yetişmiştir. Bu da şunu gösteriyor ki teşebbüs fırsatı verildiği takdirde Harmandalı insanının başaramayacağı bir iş, erişemeyeceği bir hedef yoktur.
Bu köyde yaşayan insanların gönlü zengin, eli açık, sahavetli ve yüreği sevgi doludur. Düğün nişan gibi hayırlı ve neşeli günlerde örnek bir dayanışma içinde, birlikte el ele, omuz omuza, gönül, gönüle olurlar. Borçluluk, hastalık ve cenaze gibi hüzünlü ve kederli günlerinde o kişinin üzüntüsünü hafifletmek, sıkıntısını gidermek için gerekli fedakârlıktan kaçınmazlar.
Harmandalı’da Dünyaya Gelmişim
Baharın, yerini Yaz’a bıraktığı, tabiatın yeşillere büründüğü, işlerin yoğunlaştığı günlerde (Nüfus kaydına göre) 25 Mayıs 1956’da Cuma günü Harmandalı’da dünyaya gelmişim. O zaman nüfus kaydı için nüfus memurları yılda bir kere köyleri dolaşır, yeni doğmuş olan çocukların kayıt işlemlerini yaparlarmış. Babam beni nüfusa kayıt ettirirken:
“Ağabeyi askerliği bitirince hemen bunu askere almasınlar” diye iki yaş küçük yazdırmış.
Ailenin son çocuğuyum. Babam Memduh Ağa, bana Molla Yusuf dede’min adını koymuş. Dedem köyün mollası olduğu için askere alınmamış. Daha sonra şehit olan kardeşlerinden birinin nişanlısı olan Havli (Havva) Hatunla evlenmek durumunda kalmış. Dedemler beşkardeşmiş. Dedem haricindeki diğer kardeşlerden üçü Yemen harbinde şehit olmuş veya esir düşmüşler ve sılaya geri dönememişler. Diğer biri, cephede savaşırken ağır bunalıma girdiği için “tebdili hava” nedeniyle geldiği memleketinde tedavi olması için Aksaray Devlet Hastanesine yatırılmış fakat oradan çıkamayarak vefat etmiştir.
Ebem Havli Hatun, çok becerili bir insanmış. Çok iyi yemek yapan ve köyün düğünlerinin de yemekçisi olan bir kadınmış. Halen ondan öğrenilmiş düğün yemekleri yapılmaya devam ede gelmektedir. Ebem her konuda çok yetenekli ve becerili bir Osmanlı kadını olduğundan köyümüzün birçok gelenek ve göreneklerinin yerleşmesine öncülük etmiş. Anacığım, Halime kadın önemli bir işe başlayacağı zaman, Besmeleden sonra:
“Benim elim değil Havli hatunun eli” diyerek başlardı.
Anam Halime kadın, daha doğmadan babası olan Mehmet dedemi askere almışlar. O da sılaya geri dönemeden Yemen çöllerinde şehitler kervanına katılmış. Dul kalan ebem Zahide Hatunu kayın biraderi olan Emin dedemle evlendirmişler.
Benim doğumumla birlikte, anacığım ağır bir hastalığa yakalanmış. Daha benim kırkım bile çıkmadan babam Memduh Ağa, anamı köyün muhtarı Enver (Doğan) Ağanın kamyonu Kırşehir’e giderken onunla doktora götürmüş. Henüz ana sütüyle beslendiğim için “çocuk aç kalmasın” diye beraberinde beni de götürmüşler. Doktor muayene ettikten sonra durumu kritik diye anamı acilen hastaneye yatırmış. Hastanedeki hemşireler benim bakımımı yaptıktan sonra, kundaklayıp babama teslim etmişler. Babam heybenin bir gözüne beni, diğer gözüne de benim yedek malzemeleri koyup heybeyi omzuna alarak hastaneden ayrılmış. Umutsuz ve kara düşünceler içinde yürüyerek şehrin merkezine gelmiş. Beni, Çarşı Camiinin yanında gölge bir yere yatırmış ve Enver Ağa’yı beklemeye başlamış. Babam beklerken yaşadığı olayları şöyle anlatırdı. Oradan gelip geçen insanlar:
“Ne tatlı çocukmuş” diye beni seviyorlarmış.
Biraz sonra, eli yüzü nurlu, pir-i fani denecek yaşta bir zat gelmiş. Babama yönelerek:
“Evladım, neden bu çocuğu avamın gelip geçtiği yerde tutuyorsun? Maşallah gösterişli çocukmuş, göze gelir sonra” diyerek başucuma çömelmiş, içinden epeyce bir şeyler okumuş ve dualar etmiş. Okumayı ve duayı bitirdikten sonra:
“İnşallah hayırlı bir insan olarak yetişir” diye de temennide bulunmuş.
Bu zat gidince babam beni biraz daha kenara almış. Benimle meşgul olurken yanına pejmürde kıyafetler içinde bir meczup gelmiş. Babama elini uzatarak:
“Bana bir lira ver!” demiş.
Babam biraz önce seyyar satıcıdan yirmi beş kuruşa bir simit almış, başka bozuk parası olmadığı için bir lirayı verip üzerini geri almış. Yeleğinin cebinde yetmiş beş kuruş bozuk parası varmış veya öyle biliyormuş.
“Gardaşlık! Biraz aşağı olmaz mı? Bozuk param o kadar çıkmaz” deyince meczup:
“Doksan dokuz kuruş bile versen olmaz. Vereceksen bir lira ver. Yoksa ben gidiyorum” demiş ve yürümüş.
O giderken babam telaşlanmış, elini yeleğinin cebine atmış ve olan bozuk parayı çıkartarak saymış. Birde ne görsün? Cebinden çıkarttığı bozuk para tam yüz kuruş, yani bir lira imiş. Gitmekte olan meczuba seslenerek:
“Gardaşlık gel Sana bir lira vereceğim!” diyerek gitmekte olan meczubu çağırmış.
Meczup geri dönerek babamda ki parayı almış ve babama gülümseyerek:
“Haydi, işin rast gidecek, korktuğun olmayacak, Allah yardımcınız olsun, yolunuz açık olsun” diye duada bulunarak uzaklaşıp gözden kayıp olmuş.
Biraz sonra Enver Ağa gelmiş. Kamyonla Harmandalı’ya gitmek üzere yola çıkmışlar. Kırşehir’den Harmandalı’ya giderken, yol üzerinde ki Kesikköprü Köyü’nde mola verip Enver ağa’nın ve babamın tanıdığı köyün muhtarı olan, Hasan Ağa’nın evine misafir olmuşlar. Hasan Ağa, çok misafirperver, hatır naz, gönül adamı bir insanmış. Hanımı da yeni doğum yapmış, iki aylık minik bir kızları varmış. Babamlara izzet ikramda bulunmuşlar. Benimle de çok candan ilgilenmişler. Hasan Ağanın hanımı, gerekli bakımımı yaptıktan sonra:
“Benim, bu çocuğa çok canım kaynadı” diyerek beni emzirmiş.
Böylece ilk sütannem bu kadın, ilk sütkardeşim de minik kızcağız olmuş.
Köye geldikten sonra bakımımı ablalarım üstlenmiş. Ancak çok küçük olduğum için dokunur diye bana inek ve camız (manda) sütü veremiyorlarmış. Genellikle pirinç unuyla mama yapıp öyle besliyorlarmış. Ben de pirinç unundan yapılan mamayı çok zor içiyormuşum. Hatta bazen hiç içmiyormuşum. Ganime ablam evli ve altı aylık çocuk anasıymış. Bir gün açlıktan dolayı durmadan ağlayışıma dayanamayıp beni emzirivermiş. Böylece ikinci sütannem Ganime ablam, ikinci sütkardeşim de yeğenim Ali olmuş. Anacığım kırk beş gün hastanede yatmış. Bu süre içerisinde köydeki emzikli kadınlardan birçoğu beni emzirerek sütannem olmuşlar.
Ganime ablamdan sonra, Narime ve Havva isminde iki ablam daha var. İhsan, Kurtuluş ve Sabahattin isminde de üç ağabeyim var. Toplam yedi kardeşiz. Ganime ablam yirmi üç yıl önce Hakkın rahmetine kavuştu. Diğer altı kardeş Allah’ın verdiği ömrü tamamlamaya çalışıyoruz.
Anacığım Halime kadın Harmandalıda çok sevilen merhametli ve yardımsever bir insandı. Kimin hasta, düşkün ve muhtaç olduğunu duysa uzağımız yakınımız demeden onun yardımına koşar, neye ihtiyacı var, belli etmeden öğrenir ve tedarik etme yoluna giderdi. Hastaneye yattıktan sonra köyün insanları sık, sık bizim eve gelip anamın durumunu sorarak, iyileşmesi için can-ı gönülden dualar ederlermiş.
Babam Memduh Ağa, sert mizaçlı bir insandı. Geniş ve kalabalık bir ailenin geçimi ve idaresi için belki de böyle olmak gerekiyordu. Fakat biz bunu pek fark edemez, babamın bulunduğu bir ortamda ne yapacağımızı nereye basacağımızı şaşırırdık. En ufak bir yanlış davranışımızı sert ifadelerle eleştirir, bizim de korkudan elimiz ayağımız birbirine dolaşırdı. Babamın herhangi bir tahsili olmamasına rağmen çok düzgün bir ifade tarzı vardı. Dünür gitme işinde komşular, dünürcü başı ve sözcü olarak babamı götürürler, babam da ikna edici yapısıyla işi tatlıya bağlar ve bitirirdi. Morali yerinde olup işler yolunda gittiği zaman çok iyi sohbetler eder, biz de babamı dinlemekten çok keyif alırdık. Hele askerlik hatıralarını, o anı yaşıyormuş gibi anlatırdı. Ama canı sıkkın, morali bozuk olduğu zaman kaçacak yer arardık.
İlk Model Aldığım İnsan Öğretmenimdi
İlkokula 1960–1961 öğretim yılında Harmandalı’da başladım. Büyük sıkıntılar ve yokluklar içerisinde okudum. Şu kadarını söyleyeyim defterim bitince, tümünü silip yeniden kullandığımı hatırlarım. Derslerime kalabalık aile içinde, gaz lambasının ışığında, yere uzanır öyle çalışır, ödevimi eksiksiz yapmaya gayret ederdim. Öğretmen ödevleri kontrol ederken benim defterimi alır, sınıfa örnek olarak gösterirdi. Benim de model olarak kabullendiğim ilk insan İdris Cihan Yalnızoğlu ismindeki bu öğretmenimdi.
1997–2003 yılları arasında İzmir de görev yaparken, internet üzerinden arayıp İdris öğretmenin adresine ve telefon numarasına ulaştım. İstanbul’da ikamet ediyormuş. Telefonu aradığımda karşıma gayet kibar bir Beyefendi çıktı. Kendisi İdris öğretmenin oğluymuş. Babasının kanser hastalığı nedeniyle iki yıl önce vefat ettiğini söyledi. Kişilik gelişimimde önemli yeri olan bu insanın vefat haberini duymak beni derinden üzdü. O gün dairede hiçbir iş yapmayı canım istemedi. İl Müdüründen izin alıp eve gittim. Evde Yasin ve Fetih sürelerini okuyup İdris öğretmenin ruhuna bağışladım. Allah rahmet etsin. Ruhu şad olsun.
İlkokul İkinci sınıftan itibaren, Köyümüzde askere ve gurbete gidenlerin eşlerine gelen mektuplarını okur, cevap yazardım. Bir nevi onların sır kâtibiydim. Durumu iyi olanların, mektup yazma ücreti olarak verdiği bir kuruşları (kırk para) ve iki buçuk kuruşları (yüz para) biriktirir defter, kalem, silgi, kalemtıraş gibi malzemeleri bu parayla temin ederdim.
Çok İyi Şiir Okurdum
Yaz tatilinde babam bizi boş durdurmazdı. Köyümüz sulak olduğundan camız (manda) çok olur, bizim de üç dört tane camızımız bulunurdu. Babam onları köyün sığır güdeninden ayırır, bana teslim eder, dört ay boyunca ben güderdim. Anam, beni gün doğmadan kaldırır, elime yeni yapılmış sıcak yufkadan bir dürüm tutuşturur, camızların arkasında çayıra doğru yol alırken, kahvaltımı da o dürümle yapmış olurdum.
Halil amcam birkaç dönem köy muhtarlığına seçildi. Kendisi cömert ve misafirperver bir insandı. Bu yüzden çevresinde sevilen sayılan biriydi. İlçeden sık, sık resmi kişiler gelir, Halil amcamın misafiri olurdu. Hatırlı misafir geldiği zaman amcam beni çağırtır, ezbere şiir okutur, onlar da şiir okuyuşumu çok beğenirlerdi. Köye sık gelen tahsildar, her gelişinde amcama:
“Yahu Muhtar, Yusuf’u çağırsan Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin” şiirini okusa da dinlesek” dermiş.
BU VATAN KİMİN
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca, onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir...
Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır...
İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir...
Tarihin dilinden düşmez bu destan:
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı bir yakut olan bu vatan,
Can verme sırrına erenlerindir...
Gökay’ım ne yazsan ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlısında görenlerindir...
Orhan Şaik GÖKYAY
Bu iltifatları duymak beni çok motive eder, daha çok çalışmama vesile olurdu. Her karne alışımda babamdan önce Halil amcama gösterip, iltifatlarını duymak, vereceği ödüle bir an önce kavuşmak isterdim. Öğretmenlerim ve çevrem, beni o kadar çok heveslendirdiler ki, İlkokuldan sonra, tahsilime devam etmem konusunda adeta şartlanmıştım.
Bu arada babam, Kurtuluş ağabeyimi, Şereflikoçhisar Ortaokulu’na kaydettirmiş, bütün maddi imkânlarını ona yönlendirmişti. Biz de ağabeyimiz okuyacak, büyük adam olacak, onun izinden yürüyeceğiz diye umutlanıyorduk. O yıl sınıfta kaldı. Umutlar ikinci seneye bağlandı. Yine değişen bir şey olmadı, tasdikname ile okuldan ilişiği kesildi.
Babam Beni Okutmayacak Diye Üzülüyordum
Bu durum, sadece Kurtuluş Ağabeyimin değil, tüm aile bireylerinin geleceğe yönelik heves ve hesaplarını olumsuz etkiledi. Babam da:
“Benim çocuklar adam olmaz, bunları ancak çiftçilik, çobanlık temizler” derdi.
O yıl, dördüncü sınıfa başlamıştım. Babam beni de okutmayacak diye içimde müthiş bir korku vardı. Babam da haksız sayılmazdı. Bu yokluk içerisinde bir kez daha aynı sıkıntılara katlanacak takati yoktu. Ne zaman okuma konusu açılacak olsa:
“Bana bu konuyu bir daha açmayın!” diye hiddetlenir ve bağırırdı.
Hem aile bütçesine katkı için hem de yaptığının bedelini ödetmek için babam, Kurtuluş ağabeyimi bizim kabilenin kuzu çobanı yaptı. Ağabeyim, kuzuları çok erken yaylıma çıkartır, azığını sonradan götürme işi bana kalırdı. Anacığım, hazırladığı azığı, kuzu derisinden kendi elleriyle diktiği dağarcığa koyar, benim boynuma takar, ben de ağabeyime ulaştırmak için yollara düşerdim. Hangi güzergâha gideceğini önceden anama söyler, ben de o bölgede ağabeyimi bulur azığını ulaştırırdım. Bazen gideceği yönü söylemeyi unutur veya bazı nedenlerle söylediğinden başka istikamete gider, ben de ters istikamette arar, gecikirdim. Ağabeyim, çok acıktığından yanına vardığımda:
“Neden gecikiyorsun?” diye bana iki tokat atar, kulağımdan tutup:
“Koca kafa içi boş, tut kulağından çifte koş!” derdi.
Ben de elinden kurtulunca:
“Senin kafan dolu da neden, iki sene sınıfta kaldın? Boz kılçık!” diye karşılık verirdim.
Kurtuluş Ağabeyimin saçları sarı olduğundan aile içinde ki lakabı “Boz kılçıktı” Bu ağabeyim uzun yıllar çobanlık yaparak bu hatasının bedelini ödemiş oldu.
İlkokuldan mezun olduğum yıl (1965)
Artık Evin Çobanıydım
Dördüncü ve beşinci sınıfı, babamın beni okutmayacağını düşünerek biraz buruk ve isteksiz okudum. 1965’te İlkokuldan mezun oldum. Camızların ve davarların otlatılması beni bekliyordu. Artık evin çobanıydım. Yazın camızları, kışın koyun ve keçileri otlatıyordum. İçimdeki okuma aşkı hiç sönmüyor, gün geçtikçe alevleniyordu. Beni mutlu eden bazı şeyler de yok değildi. Mart ayında koyun ve keçiler kuzulamaya başladığı zaman, onların doğum yapışlarını, yavrularını yalayarak temizlemelerini, yürümeye hazırlamalarını seyretmek inanılmaz bir haz veriyordu bana. Akşam eve gelince, fedakâr anam kuzulayan hayvanı itina ile sağar, ertesi gün ağız yapar, çeşit olarak sofraya koyardı.
İhsan Ağabeyim, işçi olarak Almanya’ya gitmek için “İş ve İşçi Bulma Kurumu”na başvuruda bulunmuştu. 1965’in Haziran ayında kendisine “İstek Mektubu” geldi.
“Ağabeyimiz Almanya ya gidecek, yokluktan kurtulacağız” diye bütün aile büyük sevinç içindeydik.
Ancak bir korkumuz vardı. O da İhsan ağabeyimin boyunun kısa ve kilosunun yetersiz oluşuydu. Babamla muayene için verilen tarihte Ankara’ya gittiler. Üç gün sonra akşam, camızlarla eve yaklaştığımda olağan dış bir hareketlilik gördüm. Meğer ağabeyim işçi olarak Almanya’ya gitmesi için yeterli bulunmuştu. Ağabeyimle birlikte Kara Şahinin oğlu Alâeddin Doğan da bu hakkı elde etmiş, aynı sevinç ve heyecan onun evinde de vardı. Daha önce köyümüzden iki kişi daha Almanya ya işçi olarak gitmişti. Eniştem Yusuf Dede Oğuz ile Cafer’in Ahmet’in oğlu Hikmet Akın.
İlerleyen yıllarda dört yüz hanelik Harmandalı köyünde neredeyse Almancısı olmayan ev kalmamıştı.
Ağabeyimi Almanya’ya yolcu ettik. Mektuptan başka iletişim imkânı yoktu. Onun da elimize ulaşması en erken yedi günü, bazen iki haftayı buluyordu. Bir akşam, eve geldiğimde, ağabeyimin mektubunun geldiğini öğrendim. Berlin Şehrinde iş vermişler. Berlin’in çok güzel ve temiz olduğundan bahsediyor:
“Cadde ve sokaklarına Yağ döksen yalanır” diyordu mektubunda.
Artık, bizim aile de yokluktan nispeten kurtulmuş, bir Almancı eviydi. Maddi imkânlar değiştikçe aile fertlerinin yaşam standartları da değişmeye başlamış, babam cemiyet içinde itibar gören bir insan olmuştu.
Bir gün Köyümüze, Kırşehir Müftülüğünün oluruyla bir heyet gelmiş. Kur’an Kursuna öğrenci bulmak ve kayıt yaptırmalarını sağlamak için, ilkokul mezunu çocukların babalarıyla görüşmüşler. Babam da:
“Dini bilgilerini bari öğrensin” diye gelen misafirlere benim için söz vermiş. Bunu duyduğumda çok sevinmiştim. Birkaç gün sonra babamla Kırşehir’e gidip kaydımı yaptırdık. Kursun, Mehmet Akıllıoğlu ve İhsan Barutçu isminde iki hocası vardı. Allah her ikisinden de razı olsun. İlk Kur’an, Tecvit ve Dini bilgiler eğitimimi bu iki hocadan aldım.
Kuran Kursu, Bekirkadı mahallesinde şimdiki Müftülük camiinin yerinde, eski bir camiyi bazı tadilatlarla kursa dönüştürmüşler, bizde orada öğrenimimizi yapardık. Caminin ser mahfilini hiç bozmamışlar, orayı da biz yatakhane olarak kullanırdık. Sabah kahvaltısında yarımşar ekmek ile bir miktar zeytin dağıtırlar, bizde sıralarımıza oturur kahvaltımızı yapardık. Öğlen yemeğimizde yine yarımşar ekmek ve iki kibrit kutusu büyüklüğünde helvayı katık yaparak yerdik. Akşam yemeğimiz de öğlenkinin aynısı olurdu. Bazen parası olan arkadaşlar kursun karşısındaki bakkaldan çemen-ekmek ve ökse gazozu alırlar öğlen ve akşam yemeklerinde değişiklik yaparlardı.
Üç ay bu şekilde beslendik. Öğrencilerin çoğu bu yaşantıya dayanamayarak kurstan ayrıldılar. Artık hocalar bu işin böyle gitmeyeceğini anlamış olacaklar ki çarşıdan bir lokantayla anlaşarak bizim oradan yemek yememizi sağladılar. Lokantadan bize sabah bir tabak çorba, öğleyin de bir tabak yemek verilmeye başlandı. Akşam yemeğimizde eski usulden helva zeytin yiyorduk. Fakat bu hal bana köy hayatının sıkıntılarından ve babamın gereksiz baskılarından daha rahat ve hoş geliyordu. Onun için kurstan ayrılmayı aklımdan bile geçirmedim.
Bu olumsuzluklara rağmen derslerimizde çok gayretli ve başarılıydık. Her iki hocamızda beni çok severlerdi. Aynı sevgiyi Mehmet Doğançay, Osman Koca ve Mevlit Kocaya da gösterirlerdi. Çünkü bu dört kişi yarış içindeydik. Hocalar da bizim yarışmamızı teşvik ederlerdi. Bu tempoyla kursun tatile girdiği Mayıs ayının başına kadar Kuran kursu hayatımız devam etti. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullar yaz tatiline girince Hocalarımız bizim kurs bitirme belgelerimizi vererek bizi tekrar köylerimize ailelerimizin yanına gönderdiler.
Babamın Kararlarına İtiraz Edemezdik
Benim için eski hayat yeniden başladı. Artık camız, koyun, keçi otlatma devresi bitmiş. Bağ-bahçe işleri, tarla sürmek, ekin biçmek, sap çekmek gibi daha ağır ve zor işler Sabahattin ağabeyimle bana kalmıştı. Bu ağabeyim benim bir büyüğümdür. Onunla hiç anlaşamaz, sık sık dövüşürdük. Sabahattin Ağabeyim, bana: “Koca Kafa” derdi. Kendisi esmer tenli olduğundan ben de Ona: “Kara Sebat” diye hitap ederdim. İhsan Ağabeyimden sonra, bizim aileye en çok bu ağabeyimin emeği geçmiştir.
Bir yaz, Havva Ablamın kayın pederi, Hazım’ın oğlu İsmail Pınar babama:
“Hısım, sizin çocuklar bizim ekin saplarını çekip harman yapsınlar, samanını yarı yarıya paylaşalım” demiş.
Babam da razı olmuş. Kararını bize, akşam yemeğinde söyledi. Bu işe çok kızmış ve üzülmüştük. Ama yapacak bir şey yoktu. Babam çok sinirli ve otoriter olduğundan kararlarına asla itiraz edemezdik. Bir taraftan kendi tarlalarımızdaki sapları, bir taraftan da Hazım’ın oğlunun tarlasındakileri taşıyorduk. O yıl yaklaşık iki yüz elli araba sap taşımışız. Sap taşıma işi tamam olunca Karşı Mahalleden kendi harman yerimize (Çayıra) geldik.
Çayır, köye dört km. uzaklıkta, etrafı yeşillik ve sulak bir yerdir. Bir yandan düvenle harman sürüyor, bir yandan da sürüm işi biten harmanları tınaz yapıyor, uygun rüzgâr olunca da tınazı savuruyor, çeç ve samana ayırıyorduk. Mutedil esen rüzgârın olduğu bir gün, büyük bir tınazı savurmaya başladık. Harman yeri komşularının da yardımıyla o gün akşam olmadan işi bitirip çeç ve samanı ayırmıştık ki köyden:
“Bu akşam karşı mahallede ki harmana patoz başlıyormuş” diye bir haber geldi.
Babam, Sabahattin ağabeyimle at arabasına binip yola çıktılar. Bana da:
“Sen çeçin başında kal, işi yoluna koyunca ben gelirim” dedi.
Akşam olunca, herkes evine çekilmeye başladı. Son olarak Akif (Ağa) Gedik’in arabası da gidince harman yerinde benden başka kimse kalmadı. Akşamın karanlığı bastırmış, harmanların üzerinde yarasalar uçuşuyor, yakındaki sulak ve bataklık yerlerden kurbağa sesleri, yeni biçilmiş tarlalardan çekirge sesleri geliyordu. Aslında çok romantik bir ortam olmasına rağmen, bana çok ürkütücü ve korkutucu geliyordu. En çok korktuğum da yeni savrulmuş buğday çeçine hırsız gelmesi endişesiydi.
Vakit gece yarısını geçmişti. Ay da batıp ortalık zifiri karanlığa bürününce bendeki korku iyiden iyiye arttı. Artık bu saatten sonra babam da gelmezdi. Başladım bildiğim süreleri okumaya. Çeçin tam tepesini düzleyerek, mevcut kaylıklardan bir yatak hazırlayıp arasına girdim. Hem sureleri okuyor, hem etrafı dinliyordum. Çeşitli hayaller ve vesveseler içindeyken, derin bir uykunun kollarına kendimi bırakıvermişim.
Şafak sökerken uyandım. Daha ortalıkta kimseler yoktu. Seher vaktinin serinliği çökmüş, üzerinde yattığım buğday çeçinin serinlikle karışık sıcaklığı, bünyeme öyle bir rehavet veriyordu ki çeç üzerinde yatmaktan inanılmaz bir keyif alıyordum. Yerimden kalkmadan uyanık olarak epeyce yattım. Harman yerinin kıyısında ki dereden akan, beş yüz metre yukarıdaki büngüldek gözzeğin serin suları öyle romantik bir şırıltıyla akıtıyordu ki; o hali sessiz bir ortamda dinlemek insanı adeta büyülüyordu. Bir de derenin kenarında bulunan söğüt, kavak ve iğde ağaçlarında ötüşen bülbül ve serçe kuşlarının sesleriyle, dereden akan suyun şırıltısı birleşince, dünyanın en güzel melodisini dinliyor gibi oluyordum. Güneş doğmaya yaklaşınca harman yeri komşularımız, birer ikişer gelmeye başladılar. Nihayet bizim araba da göründü. Babam, Sabahattin ağabeyim ve yengelerim biraz sonra harman yerindeydiler. Babam, beni görünce:
“Benim Aslan oğlum! Tek başına harman yerinde yatacak çağa gelmiş, korkmadan çeç beklemiş. Artık benim sırtım yere gelmez” gibi laflar etmeye başlayınca ben de akşam ki yaşadıklarımı hiç belli etmedim
“Malımızı beklemesini beceremeyecek miyiz?” diye hava attım.
Babam, bizi hiç boş durdurmuyor, işin biri bitmeden diğerini hazırlıyordu. Bağözü mevkiinde sulak ve verimli bir arazimiz vardı. Babam oraya ilkbaharda kavak fidanı dikmeyi planlıyordu. Onun için de sonbaharda arazinin kirizma yapılması gerekiyormuş. Sabahattin Ağabeyimle ben erkenden kalkar bel, kürek, kazma gibi aletleri omzumuza alır, Bağözü’nün yolunu tutardık. Daha sonra babam, yengelerimle bizim yemeğimizi getirir, yemekten sonra biz belleme işini yaparken onlar da ayrık otlarını toplardı. Babam, çalışan insanı motive etmek yerine çalışmasını beğenmediği kişiye onu aşağılayacak her türlü hakareti yapar, yerin dibine geçirirdi.
Yemekten sonra biz yine çalışmaya başladık. Babam da başımızda durup bizi takip ediyor, bir taraftan da benim gördüğüm işi eleştiriyor:
“Şu bel tutuşuna bak hele, kadının bel tuttuğu gibi tutuyorsun. Bak kara Sabahattin’im nasıl erbap belliyor?” gibi hakarete varan sözler ediyordu.
Buna benzer sözleri birkaç kez tekrar edince sinirlerim gerildi. Kendimi tutamayarak beli sert bir şekilde yere saplayıp:
“Çalışmıyorum işte, istersen beni öldür bu kadar hakarete katlanamıyorum. Yetti artık!” deyip ağlayarak evin yolunu tuttum.
Hem yürüyor hem hıçkırıyordum. Artık ben gemi azıya almıştım. Neye mal olursa olsun bu köyden gitmeliydim.
O yıl Ramazan ayında köyümüze, vaizlik yapmak üzere Konya’dan Gözlüklü Hoca olarak bilinen Ahmet Necati Aksaray gelmişti. Çok etkili vaaz eder, cemaat da konuşmasından oldukça etkilenirdi. Camiye onu dinlemeye gider, çoğu zaman kameti de ben yapardım. Baş başa kaldığımız bir gün kendisine geleceğe yönelik düşüncelerimi anlattım. Çok memnun olduğunu, eğer Konya’ya gelirsem yardımcı olacağını söyledi.
Artık Konya’ya gitmeyi kafaya koymuştum. Bu konuda Cenabı Allaha:
“Yarabbi! Benim bu niyetim, hakkımda hayırlı olacaksa bana yardım et. Hayırlı olmayacaksa nasip etme” diye dua ediyor, bu hülyalarla yatıp kalkıyordum.
ORTA ÖĞRENİM HAYATIM
Harmandalı’dan Konya’ya Uzun İnce Bir Yol
Konuyu, anama açmaya karar verdim. Günlerden Cuma idi. Cuma Namazını kılıp camiden eve geldiğimde anacığımı ev işleriyle uğraşıyor olarak buldum. Yanına yaklaşarak sarılıp yanaklarından öptüm:
“Anacığım, sana bir şey söylemek istiyorum müsaade edersen” dedim.
“Hayırdır inşallah! Söyle bakılım” dedi.
“Bak canım anacığım! Senin okumuş, ilim tahsili yapmış, dine, vatana, millete hizmet eden bir oğlunun olmasını mı isterdin? Yoksa Harmandalı’da yanında bulunan, cahil kalmış, çiftçilik, çobanlık yapan bir oğlunun olmasını mı?” diye biraz duygusal yaklaştım. Anam biraz şaşkınlık yaşadı.
“Ne demek istiyorsun sen?” diye yüzüme sert sert baktı.
“Ben Konya ya gidip okumak istiyorum. Bunda da kararlıyım” dedim.
Anam bana sarılıp başladı ağlamaya. Onu ikna edici bir yığın laf ettim.
“Fakat bundan babamın kesinlikle haberi olmayacak” dedim.
Anacığım ikna oldu.
“Madem öyle, ilk harçlığın benden olsun” diye bana yirmi lira da para verdi.
Ganime ve Narime ablalarıma gidip anama söylediğime benzer sözlerle onları da ikna ettim. Yirmişer lira da onlar verdi. Toplam altmış lira param olmuştu. Tahsin Ataç’ın oğlu İlhan Konya’da okuyordu. Babasından:
“İlhana mektup yazacağım” bahanesiyle onun adresini de alıp eve geldim.
Her gün rutin bakımlarını yaptığım hayvanları öze götürüp suladım. Ahıra getirip samanlarını yemlerini verdim. Sırasıyla hepsinin gözlerinden öperek vedalaştım. Çıkarken ahırın çardak direğine bağlı “Alaç” adında pek yavuz bir köpeğimiz vardı, gözüm ona ilişti. Beni kuyruğunu sallayarak karşıladı. Ona yaklaştığımda bacaklarıma dolandı adeta hüznünü belli edercesine inliyordu. Önüne çömelip ona da veda edeyim istedim. Elimi yüzümü yalıyor, üzüntüsünden yerleri tırmalıyordu. İkindi ezanı okunurken abdest almak için içeriye girdiğimde canım anacığım, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Anamı öyle görünce içim parçalandı, sanki yüreğim kopup ağzıma geldi ama anama belli etmemeye gayret ettim.
Abdestimi alıp ikindi namazını kıldım. Anamın hazırladığı yedek elbise ve çamaşırlarımı aldım. Duvarda ki takvime baktım. Tarih 21 Mart 1969 Cuma gününü gösteriyordu. Anamla sarılıp ağlaştık. Sevinçli fakat buruk duygular içinde helallik dileyip ayrıldım.
İçime Akşamın Hüznü Çökmüştü
Kış mevsiminin son günlerinde bir akşamüstü Harmandalı’nın çamurlu sokaklarından ilerleyerek okulun önünden geçip Kocabağ özüne indim. Oradan Ağaçören’e ulaşacaktım. Öz çayırlık çimenlik bir yerdi ama yine de çamurlu alanlara basıp kaydığım veya çamura çöktüğüm oluyordu. Güneşin batması yaklaşmış, içime akşamın hüznü çökmüştü. “Bağdat Bayırı” denen yokuşun karşısındaydım. Artık, özden ayrılıp yola çıkma zamanım gelmişti. Özden gitmemin nedeni de:
“Belki Ağaçören den köye gelen birilerine denk gelirim de babama, benim nereye gittiğimi söylerler, bütün planlarım bozulabilir” diye korktuğumdandı.
Bağdat bayırını tırmanıp çıktım. Harmandalı tam karşımdaydı. Güneş batmış akşam ezanı okunmak üzereydi. Yolun kenarında ki büyükçe bir taşın üzerine oturarak köyümüzü son kez seyretmeye başladım. Gökyüzü gri renge boyanmış, biraz sonra bastıracak olan karanlığın haberciydi.
Harmandalı evlerinin, eski çömlek ve cerelerden yapılmış bacalarından tezek dumanı öyle nazlı nazlı süzülüyordu ki içimden bir şeylerin ılgıt ılgıt eriyip aktığını hissettim. Karmaşık duygular içindeydim.
“Ya düşündüklerim olmazsa, ya okuyamazsam, köye geri nasıl geleceğim, babamın sözlerine nasıl katlanacağım. Ondan sonra bu hayat çekilir mi?” gibi hayaller içindeyken aklıma Gözlüklü Hocanın vaazlarında zaman zaman dile getirdiği, Mehmet Akif Ersoy’un:
Allaha dayan saye sarıl hikmete ram ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol
Mısraları geldi. Bu vesveseleri bir daha kafaya takmayacağıma dair kendi kendime karar aldım. Oturduğum taşın üzerinden hızlıca kalktım. Oh! Kuş gibi hafif hissediyordum kendimi. Hızlı adımlarla tekrar yola koyuldum. Ağaçören’e vardığımda dışarı kararmıştı. Doğruca Emine teyzemlerin evine gittim. Kapıyı teyzemin oğlu Ömer açtı. İçeride teyzem ve kocası Hayri enişte oturuyorlardı.
“Hayırdır bu saatte?” diye merak içindeydiler. Durumu anlattım.
“Yarın babamlar sorarsa söylemeyin” diye de tembihte bulundum.
Akşam yemeğini yemişler, çay içmeye hazırlanıyorlarmış. Teyzem bana yemek hazırladı. Yemekten sonra çayımızı da içtik. Biraz daha sohbet edip yataklarımıza uzandık. Çok yorulduğumdan, hemen uyumuşum.
Siyim Siyim Yağmur Yağıyordu
Teyzem beni sabah erkenden uyandırdı. Birlikte kahvaltı yapıp vedalaşarak Şereflikoçhisar’a gidecek olan otobüse doğru Ömer’le birlikte yürüdük. Hava soğuk ve kapalıydı. Siyim siyim de yağmur yağıyordu. Ömer ile de vedalaşıp otobüse bindim. Çok eski bir otobüstü. Tavanları çürümüş, o çürük yerlerden yağmur suları içeri damlıyordu. Biraz sonra otobüsün sahibi ve şoförü Necdet geldi. Yolcuların biletlerini kesti ve yola çıktık.
Bir saat sonra Şereflikoçhisar’daydık. Ankara’ya gidecek olan otobüsten bir bilet alarak çalışır vaziyetteki otobüse bindim. Biraz sonra otobüs hareket etti. Yaklaşık bir saat sonra muavin:
“Konya makasında inecekler hazırlasın” diye seslendi.
Çok geçmeden şoför sağa yanaşarak durdu ve ben indim. Yağmur dinmeden yağıyor, soğuktan dişlerim şakırdıyordu. Ankara’dan gelip Konya’ya devam eden araçların geçtiği yolun kenarında araba beklemeye başladım. Yağmurun altında, iç çamaşırım dâhil bütün elbisem ıslandı. O halde bir saatten fazla otobüs bekledim. Nihayet, önünde “Konya Ltd. Şti” yazan bir otobüs geldi. El kaldırdım, durup beni aldı. O zamana kadar böyle bir otobüse binmemiştim. Zamanın şartlarına göre oldukça modern bir araçtı. Motor sesi içeriden duyulmuyor, güzel bir müzik çalıyor, ortam mis gibi kokuyor, içindeki yolcular gayet nezaketli ve kibar insanlardı. Kısaca o an çok etilendim. Kendi kendime:
“Demek şehir hayatı böyle bir şey; biz bağda, bahçede, tarlada, harmanda, sıcağın karşısında, yanıp kavrulurken bunlar böyle araçlarda seyahat ediyorlar” diyerek söylendim.
Durmadan oturduğum koltuktan sünerek yola bakıyordum. Yabancılığım her halimden belli oluyordu. Yakınımda oturan bir beyefendi:
“Evladım, nerelisin sen?” diye sordu. Ben de:
“Niğdeliyim amca” dedim. (O zaman Harmandalı, Niğde iline bağlıydı)
“Varır varmaz üzerini komple değiştir. Çok ıslanmışsın hasta olursun sonra” diye tembihledi.
“Olur, amca inşallah” dedim, ama içime bir gariplik ve yalnızlık duygusu çöktü.
“Şu anda canım anacığım beni bu halde görseydi ne kadar üzülürdü?” diye geçirdim içimden.
Konya’ya yaklaştıkça heyecanlanıyordum
Konya’ya yaklaşmıştık. Daha şimdiden Konya şehrinin manevi havasından etkilenmeye başlamıştım. Dümdüz ovaya kurulmuş bir şehir, tertemiz cadde ve sokaklar, minareler, kubbeler ve türbelerle donatılmış bir medeniyet adeta beni büyülemişti. Halen Konya ya geldiğim o ilk günü hatırladığım zaman çok duygulanırım. Şehrin içinden ilerleyerek otobüs terminaline vardık. Mevlana Müzesi
Elimdeki adrese nasıl gidebileceğimi, önümde duran genç adama sordum. O da kenarda duran faytonları gösterdi:
“Yalnız pazarlık et” diye de ilave etti.
Faytoncunun birine sordum? Beş lira istedi.
“Aşağı olmaz mı? Amca ben buraya okumaya geldim. Fazla param yok” deyince, faytoncu:
“Nerede okuyacaksın delikanlı?” diye sordu. Ben de:
“Kur’an Kursunda amca” dedim.
İçimde ki gariplik duygusu yüzüme de yansımış olacak ki, faytoncunun bana acımış olduğu tavırlarından belli oluyordu.
“Gel o zaman madem dini ilim tahsil edeceksin, senden iki lirasını almayım ama benim içinde dua et olur mu?” diye beni incitmemeye özen gösteriyordu.
“Peki, amca ederim inşallah” deyip faytona bindim.
Faytona ilk kez biniyordum, çokta keyifli oluyormuş. Bir müddet sonra sarı boyalı bir binanın önünde durduk. Faytoncu:
“Sorduğun adres burasıdır evladım” diye binayı işaret etti.
“Peki, amca Allah razı olsun” diyerek faytoncunun parasını ödeyip, teşekkür ettim.
Faytoncu tıkıdık sesleriyle uzaklaşıp gözden kayboldu.
Kapıda nöbet bekleyen öğrenci, bana çeşitli sorular sordu. Neden ve kime geldiğimden emin olduktan sonra beni içeriye aldı. İlhan’ı sordum? Araştırdılar kursta yokmuş. Öğrencilere gelen mektupları getirmesi için hocası çarşıya göndermiş. Beni boş bir sınıfta misafir ettiler. İlhan’ın gelmesini beklemeye başladım. Gelince, ziyaretçisi olduğunu söylemişler, nefes nefese içeriye girdi. Sarıldık, hoş beşten sonra ilhanın hocası olan Şaban Hocayla görüştük İlhan:
“Benim bu kursta okumak için geldiğimi” söyledi.
Şaban Hoca pek memnun oldu.
“İnşallah hayırlı olur evladım, Allah kendi yolunda ilim tahsil etmek isteyene yardım eder gönlünü müsterih tut” diye gönlüme su serpti.
Şaban Hocadan izin isteyip İlhanla birlikte dışarı çıktık. Topraklık Kuran Kursu, Mevlana Türbesi’ne yakınmış. On beş dakikalık kısa bir yürüyüşten sonra türbenin önündeydik. Daha önce resimlerde gördüğüm yeşil türbenin şimdi karşısındaydım. Seyrederken nasıl etkilendim, nasıl duygulandım tarif edemem. Hemen girmek istediğimi söyledim İlhana:
“Biraz sabırlı ol bakalım, önce karnımızı doyuralım sonra girer, gezeriz” diyerek beni yakındaki küçük bir lokantaya götürdü.
Birer Kuru Fasulye söyledik. Ekmeğimizi suyuna banarak yemeğimizi yedik. Kuru Fasulye, o gün ne kadar tatlı gelmişti.
Mevlana Müzesinin gişesinden iki bilet alarak içeri girdik. Tarif edilmeyecek bir manevi duyguyla yükleniyor insan. Her taraf tarih kokuyor. Hz. Mevlana’nın kullandığı eşyalar, okuduğu ve kaleme aldığı kitaplar, zikir anında çektiği tespihler, hediye gelen kıymetli halılar, kilimler, ince işçilik ve zarafetiyle hayran bırakıyor insanı. Hele türbe içinde aralıksız çalan ney sesi, maneviyata maneviyat katıyordu.
Müze ziyaretimizi tamamladıktan sonra gözlüklü hocanın Akçeşme Mahallesindeki evine geçtik. Kendisi evde yokmuş. Eşi Hayriye Hanım karşıladı bizi. Birer çay ile yanında ıspanaklı börek ikram etti. Çayımızı içtikten sonra İlhan, izin isteyip kursuna gitti. Biraz sonra kapının tokmağı çaldı. Gelen Gözlüklü Hocaydı. Hoş beşten sonra, yarın ne yapacağımıza dair bir plan yaptık. Yatsı namazlarımızı kılıp dinlenmeye çekildik.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra üç tekerlekli dolmuşlarla Topraklık Kuran Kursu’na gittik. Bizi içeri alarak Sadullah Hoca’nın odasına kadar da refakat ettiler. Sadullah Hoca ufak tefek yapılı gayet nezaketli bir ilim adamıydı. Gözlüklü Hoca onu tanıyormuş. Sadullah Hoca Kadınhanı ilçesindendi. O da aynı ilçenin Kolukısa köyündendi. Birbirlerine iltifat ve kısa sohbetten sonra, Gözlüklü benim durumumu anlattı. Aşırı derecede okuma isteğimden, babamdan habersiz evden kaçıp geldiğimden bahsetti. Benim seviyemi belirlemek için, Sadullah Hoca, bana kısa bir Kuran-ı Kerim okuttu:
“Fena değil ama bununla Arapçaya başlayamaz. Biraz daha geliştirmesi lazım, bu genç Mehmet Şen den (namı diğer Topal Hoca) biraz Kuran talimi görsün” dedi.
Topraklıkta Dört Ay Kaldım
Artık Topraklık Kuran Kursunun öğrencisiydim. Sadullah Hoca; Yarın gelebileceğimi, gelirken de neler getirmem gerektiğini bir liste yapıp bize verdi.
Ertesi gün sabah erkenden kursa gelerek Topal Hocanın sınıfına girdik. Hoca’nın daha önce görmediğim bir heybeti vardı. Sakalına hiç makas vurmadığından göbeğine kadar uzatmış, bıyığını sıfıra vurmuş, yakasız bir gömlek, onun üzerine kahverengi cübbe, altına da cübbe rengine uygun şalvar giymişti. Kıyafeti heybetini daha da artırmıştı. Gözlüklü:
“Sana bir talebe getirdim. Önce Allah’a sonra sana emanet. Bunun anası, babası, velisi benim” dedi.
Topal hoca yüzünü ekşitip dudağını bükerek şöyle bir baktı. Sert bir üslupla:
“Kaç yaşındasın sen?” dedi.
“On altı hocam” dedim.
Başını sağa sola birkaç kez salladı.
“Zor intibak eder, hafızlık yapsa çok zorlanır. Arapça okusa bu yaştan sonra onun da neticesi olmaz. En kıymetli yıllarını heder etmiş. Madem bir hevesle memleketinden kalkıp buralara kadar gelmiş. Biz lüzumu kadar emeğimizi verelim. İnayet Allah’tan” diye temennide bulundu. Bana bakarak:
“Sen şu arkadaşlarının birinin yanına otur” dedi.
Sınıfa bir göz attım. Bütün öğrenciler öne arkaya sallanarak yüksek sesle ders çalışıyorlar kimse benim geldiğimin farkında bile değildi. Tek kişi oturan birinin yanına oturdum. Gözlüklü biraz daha kaldıktan sonra Topal Hoca’yla ve benimle vedalaşarak kurstan ayrıldı.
Artık kursun fiili olarak ta öğrencisiydim. Ders bittikten sonra bana yatakhanede yatacağım ranzayı gösterdiler. Gözlüklünün evinden getirdiğimiz yatak, yorgan, yastık, çarşaf gibi malzemeyi arkadaşların yardımıyla kullanılacak duruma getirdik. Yatsı namazını kursun camisinde cemaatle kıldıktan sonra yatakhaneye geçtik. Yatakta hayaller kurarak uykuya dalmışım. Sabah ezanından bir saat önce yatakhane nöbetçisi bizi kaldırdı. Lavabo da abdestlerimizi alıp ana binadaki camiye gittik.
Topal Hoca Mahreçlere Çok Önem Verirdi
Camiye gelip oturan öğrencilerin ekseriyeti başını öne eğiyor ve derin bir sessizliğe dalıyordu. Biz de İlhan’la yan yana oturmuştuk. Kulağına eğilip neden böyle yaptıklarını sordum. Parmağını ağzına götürüp “sus” işareti yaptı. Kulağıma eğilip:
“Sana sonra anlatırım” dedi.
İlhan, baş başa olduğumuz bir esnada:
“Bu kursun Süleyman Efendi’ye bağlı cemaate ait olduğunu, Arapça tedrisatına başlayan öğrencilere tasavvuf dersi verildiğini, bu dersin içerisinde rabıta diye bir kavramın olduğunu, başlarını eğdikleri zaman rabıta yaptıklarını, zamanı gelince bize de ders vereceklerini, o zaman daha iyi anlayacağımızı” söyledi.
Kursa başladıktan hemen sonra bende bir halsizlik ve ateşin yanı sıra baş ağrısı ve boğaz ağrısı başladı.
“Sabredeyim inşallah geçer” diye beklerken, hastalık gittikçe şiddetini artırıyordu.
Durumu kurs idaresine intikal ettirdik. Bana gerekli izni verip Konya’da yakınım olan Gözlüklü Hoca’nın evine gönderdiler. Durumumu görünce onlarda çok üzüldü. Ertesi gün erkenden Hocayla birlikte Konya Devlet Hastanesine gittik. Sıra bana gelince doktor beni detaylıca muayene etti:
“Nerede üşüttün bu kadar! Biraz daha geciksen Zatürree olacakmışsın” diye uyarıda bulundu.
İlaçlarımızı yazıp, ne yapmam gerektiği konusunda gerekli bilgiyi verdikten sonra ayrıldık. Hastanenin yakınındaki bir eczaneden ilaçları alıp eve geldiğimizde Hayriye yenge kahvaltıyı hazırlamış, birçok kahvaltı malzemesinin yanında çok güzel bir de mercimek çorbası yapmıştı. İçeri girince çorbanın burcu burcu kokusunu ciğerlerime kadar hissettim. Mükellef bir kahvaltı yaptık. Gözlüklü, doktorun yazdığı iğnelerden birini yaptı. Hapları da aldıktan sonra hazır olan yatağa girerek iyice terledim. Hayriye Yenge, orada kaldığım sürece bana çok iyi baktı. Şu anda kendisini şükranla yâd ediyorum. Gözlüklünün evinde on beş gün kadar kalıp iyice iyileştikten sonra ev sahiplerine teşekkür edip kursa döndüm.
Günden güne kursun kurallarını öğreniyor ve uymaya gayret ediyordum. Sınıftaki arkadaşlarla tanışıp kaynaşmaya başlamıştım. Birçoğu Konya ve civar illere bağlı köylerden gelmiş çocuklardı. Hepsi de saf ve samimilerdi. Aslında Topal Hoca da öğrencilerini çok severdi ama medrese usulü tedrisatın gereği olarak çok sert ve gelenekçi bir görüntüsü vardı. Ders için karşısına vardığımız da korkudan titrerdik. Harflerin mahreçlerine çok önem verir, ayın, dat, vav, kaf gibi harflerin üzerinde çok dururdu. Ayın harfini çıkaramayanın boğazına öyle bir çökerdi ki o kişi zor nefes alırdı. Dat harfini çıkaramayanın ağzını açtırır, dilini tutar, parmaklarıyla ufalardı. Eğer dili elinden kayarsa cebinden mendilini çıkarır onunla tutar ufalardı.
Sınıfımız da Mehmet Altınkeser isminde Konya’nın yerlisi, gündüzlü, çok muzip bir arkadaş vardı. Bu arkadaş vav harfini iyi çıkaramaz, hoca da harfi çıkarttırmak için dudağını ufalardı. Bir gün Mehmet:
“Arkadaşlar yarına hazır olun ben bu hocaya öyle bir oyun oynayacağım ki bir daha dudağımı çekemeyecek” dedi.
Ne yapacak diye hepimiz çok merak etmiştik. Mehmet, sabah kursa gelince cebinden bir tüp krem çıkardı.
“İşte sürprizim bu” diye hoca gelmeden kremi dudağına bolca sürdü ve iyice yedirdi.
Sıra kendisine yaklaşınca biraz daha sürdü ve dersini vermek için hocanın önüne oturdu ve okumaya başladı. Fakat vavı her günkünden daha kötü çıkarıyordu. Hoca:
“Bu ne biçim vav çıkarış!” diye hiddetlendi. Elini Altınkeser’in dudağına attı.
Hocanın eli kaydı, bir daha attı yine kayınca:
“Nedir senin bu ağzındaki?” diye sordu. Mehmet:
“Hocam, dün dudağımı çekmiştiniz. Dudağım şişti babam da doktora götürdü. Doktor:
“Bu neden oldu?” diye sorunca babam:
“Hocası Kuran okuturken dudağını ufalamış ondan olmuş” dedi. Doktor:
“Kimmiş bu hoca ismini ver suç duyurusunda bulunacağım?” diye kızınca babam:
“Ben öyle bir şey yapamam. Hoca çok değerli biridir, oğlumun iyiliği için yapmıştır” diye şikâyetçi olmadı. Deyince hoca öyle bir hiddetlendi ki:
“Kalk şuradan melun! Gözüm görmesin seni!” diye arkadaşımızı bağırarak kovaladı.
Ondan sonra Mehmet Altınkeser’in dudağını bir daha tutmadı. Altınkeser de bu planıyla hedefine ulaşmış oldu.
İbrahim Hoca Öyle Bir Tokat Attı ki
Bütün kurs öğrencileri sırasıyla kursun çeşitli bölümlerinde gece nöbeti tutardık. O gün sıra bana gelmişti. Nöbet yerim abdest aldığımız lavaboların önündeki koridordu. Görev sürem iki saatti. Nöbet tutmaya başladım, gidip geliyorum. Bir olumsuzluk olmasın diye de etrafı durmadan kolaçan ediyorum. Koridorun öbür başına vardım, geriye döndüğüm anda, karşımda pijamalı, seyrek ve uzun sakallı, gözünün biri iyice kaymış şaşı bakan korkunç biri duruyordu. Öyle korktum ki dizimin bağı çözüldü. Nerdeyse altıma kaçıracaktım. Aradaki lambayı göstererek
“Bu lamba niye yanıyor?” diye kükredi.
“Bilmiyordum hocam, bu daha benim ilk nöbetim” deyince:
“Daha konuşuyor ukala!” diyerek yanağıma öyle bir tokat patlattı ki gözümden ateş savruldu.
Nöbetim bittikten sonra yatağıma gittim ama uyuyamadım. Biraz sonra sabah ezanı okundu. Abdest alıp camiye gittik. Namazdan sonra İbrahim Hoca, öğrencilere bizim olayı anlattı.
“Kimdi o ayağa kalksın!” diye beni aradı.
Ben ayağa kalktım ve tekrar hesap vermeye başladım. Hoca anlattıkça ben “bilmiyordum” diye itiraz ediyordum. Yanımda oturan öğrenciler “Sus konuşma!” diye elbisemden çekiştiriyorlardı. Meğer yüzde yüz haklı bile olsan, hocanın söylediğine itiraz edilmez, cevap verilmezmiş. Topal Hocanın sertliğinin gerisinde aslında müthiş bir sevecenlik ve merhamet vardı. Onu şimdi daha iyi hissedebiliyordum. Bu olaydan sonra kurstan nefret derecesinde soğumuştum.
Bir gün, dersimi verdim. Yarınki dersime çalışıyordum. Sınıfa, giriş kapısında ki nöbetçi öğrenci girdi. Hocaya yaklaşarak bir şeyler söyledi. Hoca da:
“Tamam, gitsin” dedi ve bana dönerek, bir açıklama yapmadan:
“Dışarı çık!” dedi.
Ben de nöbetçiyle birlikte dışarı çıktım. Dışarıda nöbetçi bana:
“Müjdemi isterim. Annen baban seni bekliyor” diye misafir bekleme salonuna götürdü. İçeri girip anamı, babamı birlikte görünce; heyecandan dilim tutuldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Anacığım, beni görünce başladı sesli olarak ağlamaya:
“Vay Yusuf’um ne hallere gelmişsin. Bir deri bir kemik kalmışsın. Ben seni buralarda okutmam” gibi laflar edince babam gürledi:
“Kes sesini ne var halinde buraya okumaya geliyorlar, besiye gelmiyorlar!” diye anacığıma sert çıktı.
Sakinleşip heyecanım geçince, babama ve anama defalarca sarılıp yanaklarından öptüm. Anam elimi hiç bırakmıyor devamlı avuçlarının arasında tutuyor, ara sıra da incitmeden sıkıyordu.
Her hafta cumartesi günü öğlene kadar iznimiz olurdu. Çarşıya çıkacağımız anı iple çeker, çıkarken de hoş bir heyecan yaşardık. Ancak çarşıda dolaşmamızın bazı kuralları vardı. Yalınız başına dolaşmak, nahoş davranışlarda bulunmak, ceket düğmesinin açık olması gibi adab-ı muaşeret kaidelerine aykırı davranışlarda bulunmak yasaktı.
Şehrin merkezinde PTT binasının önünde Kayalı Park adında meşhur küçük bir park vardır. Çarşı tatilinde bu parktan ileri geçemezdik. Oraların neden yasak olduğunu ağabeylere sorardım. O alanlar kötülüklerin ve yaramaz insanların olabileceği yerlermiş, ahlaki yapımız olumsuz etkilenmesin diye yasak edilmiş. Dönüş saati geldiğinde, üzgün ve burukluk içinde kursa dönerdik.
Kafam Yine Karıştı
Zamanla Topal Hocanın metodunu öğrendik ve kabullendik. Kuran okuyuşum da yavaş yavaş işlerlik kazanmaya başlamıştı. Konya İmam-Hatip Okulu’nda okuyan, yaz tatilinde de hocaya yardım etmek için gelen eski öğrencilerden Ömer Faruk Kamer isminde bir ağabey vardı. Bir gün kendisine benim okumayla ilgili maceramı anlattım.
“Yusuf kardeş, sana helal olsun kendi başına bu işi becerip Allah yolunda ilim tahsili için gelmişsin ya, bu olay beni çok duygulandırdı” diye bana moral verici sözler etti.
Birkaç gün sonra, ders bitiminde benimle görüşmek istediğini söyledi. Ne görüşeceğini merak etmeye başladım. Heyecanla dersin bitmesini bekledim. Dersten sonra kurs bahçesinin bir kenarına oturduk. Faruk Ağabey:
“Bak Yusuf, ben seni çok takdir ettim. Allah rızasından başka bir maksadın yok. Burada oku hafız ol, Arapça oku ilim adamı ol diyeceğim. Hatta bu konuda sana yardımcı olacağım ama biraz yaşın ilerlemiş. Dünyanın bin bir türlü hali var. Okuduğun yere devletin desteğinin olması lazım” diye uzunca bir nasihatte bulundu.
“Ne yapmalıyım o zaman?” dedim kendisine:
“Sen de bilirsin. İmam-Hatip Okulu diye bir okul var. Orası da ilim ve irfan yuvasıdır. O okulu bitirirsen en azından devletten maaşlı İmam olursun. İstikbalin de garantide olur. Ben durumu evde babama anlattım. Sana yardımcı olacağız, bu konuda hiç endişen olmasın” diye bana güvence verdi.
Faruk ağabey o kadar samimi ve içten anlatıyordu ki, ikna oldum. Kafamda karmaşa kalmadı. Fakat bu konuda babamların ne diyeceğini sonuna kadar bana destek olup olmayacaklarını düşünmeye başladım.
“Sen düşün taşın kararını bana bildir” deyip, kararı bana bıraktı.
Kendi kendime düşünüp taşındıktan sonra kararımı verdim. Faruk Ağabey doğru söylüyordu. Burada nereye kadar okuyabilecektim. Birkaç yıl sonra Kırşehir’deki hocaların yaptığı gibi bana bir kurs bitirme belgesi verip kapının önüne koyabilirlerdi. Hatta kurs hocalarının çocuklarından Kur’an kursunda okuyan kimse yoktu. Ertesi gün sabırsızlıkla Faruk ağabeyin gelmesini bekledim. Gelir gelmez kararımı kendisine açıkladım. Çok memnun oldu.
“Senin gibi düşünen başka arkadaşın olursa ona da yardımcı oluruz, başkasına belli etmeden güvendiğin arkadaşlara bir çıtlat bakalım” dedi. Ben de akşam mütalaasında, samimi olduğum bir arkadaşa konuyu açtım:
“Ben karar verdim İmam-Hatip Okuluna kayıt olacağım. Sen de olmak istemez mi sin?” diye sordum. O da:
“Ben bir düşüneyim sana haber veririm” dedi.
Yatsı ezanı okununca camiye gidip namazı kıldıktan sonra İbrahim Hoca:
“Yusuf Oğuz benim odaya gelsin” deyip camiden çıktı.
Yüreğime bir sızı çöktü. İlk nöbetimdeki tokat aklıma geldi. Fakat ok yaydan çıkmıştı. Kararlı ve metin olmalıydım
Kendimi toparlayıp, kapıyı çaldım ve İbrahim Hoca’nın odasına girdim. Ben farklı bir reaksiyon beklerken, İbrahim Hoca, güler yüzlü ve çok müşfik bir tavırla kabul etti beni.
“Gel bakalım Yusuf! Nasılsın evladım, iyi misin bir sıkıntın falan var mı?” diye hatırımı sordu. Ben de:
“Sağ olun hocam, Allaha şükür bir sıkıntım yok” deyince
“Peki, bir sıkıntın yokta İmam-Hatip’e gitme işi nerden çıktı?” dedi.
“Hocam benim yaşım biraz ilerlemiş olduğu için, kursa intibak edemeyeceğimi düşünüyorum. Onun için de böyle bir karar vermek zorunda kaldım” dedim.
Beni fikrimden caydırmak ve ikna etmek için epeyce nasihat etti. Sonra tekrar:
“Ne düşünüyorsun gitmeye kararlı mısın?” dedi. Ben de:
“Evet, hocam kararlıyım” deyince bir öğrenci çağırdı:
“Yarın ders başlamadan bunun ilişiğini kesin” Talimatını verdi.
Talimatı alan öğrenci nezaketine dikkat ederek odadan çıktı.
Elveda Topraklık
Sabah erkenden kurstan ayrılıp Gözlüklü Hoca’nın evine gittim. Onlarda yeni kalkmış kahvaltı yapıyorlardı. Kahvaltıya ben de oturdum. Bayağı acıkmışım. Kahvaltıdan sonra durumu ve yaşadıklarımı anlattım. Çok memnun oldular, özellikle Hayriye yenge:
“Vallahi Yusuf! O kursa gitmen benim hiç içime sinmemişti. Ne kadar isabetli bir karar almışsın. İnşallah burası senin için daha hayırlı olur” diye moral verici laflar etti.
Onlardan aldığım eşyaları teslim ettim. Vedalaşarak evden ayrıldım. Faruk Ağabeylerin evlerini daha önce öğrenmiştim. Doğru onlara gittim, durumu onlara da anlattım. Oturup bir yol haritası belirledik. Neler yapmamız gerektiğini planladık. Cıvıloğlun da ki “Manevi Değerleri Koruma ve İlim Yayma Cemiyeti” ne gittik. Ahmet Gürtaş ismindeki dernek başkanı aynı zamanda Yüksek İslam Enstitüsü’nde hoca olan çok muhterem bir şahsiyetle tanıştık. Faruk Ağabey daha önce Ahmet Hoca’ya benim durumumu anlatmış. Ahmet Hoca bana:
“Hiç endişe etme. Bu kadar badirelerden geçmişsin. Sen okursun ve okuyacaksın, dernek olarak biz de sana destek vereceğiz. Ancak gelecek yıl çok çalışıp parasız yatılıyı kazanırsan hiç kimseye muhtaç olmadan tahsil hayatını tamamlarsın. Bu yaz memleketine gitme. Niyetini bozarlar, seni okumaktan vazgeçirebilirler. Alt katta bizim yatılı Kuran kursumuz var. Seni orada misafir edelim. Hem de Kur’an ve tecvit bilgilerini yenilemiş olursun” diye rahatlatıcı bir konuşma yaptı.
Bana şimdiye kadar böyle samimi ve ihlâslı konuşan kimse olmamıştı. Kendi kendime:
“Yarabbi sana binlerce şükürler olsun. Daha ilk günde bu kadar lütuf bu kadar destek boş değil” diyerek Yüce Mevla’ya Hamdi senada bulundum.
Dernek odasından ayrılarak Kuran kursuna geçtik. Kursun Ali Can isminde yatılı öğrencilerinden sorumlu bir hocası vardı. Biz varmadan Ahmet Hoca kursa telefon edip benden bahsetmiş. Ali Can Hoca, bana yatağımı, dolabımı gösterdi. Kursun kurallarını anlattı. İki ay sonra, okul kayıtları başlamıştı. Faruk ağabeyle tekrar görüştük. Babası benim velim olacaktı. İkametgâh adresi olarak onların evini beyan edecektik.
Okulun önü ana baba günüydü. O yıllarda Konya’da İmam-Hatip okuluna karşı yoğun bir ilgi vardı. Faruk Ağabey içeri girerek hocalarla görüştü. Bana bir ayrıcalık tanıyıp sıramı öne alarak kaydımı yaptılar. Faruk ağabey ve babasına teşekkürlerimi ve şükranlarımı arz ettikten sonra vedalaşarak ayrıldım. Oradan Ahmet Gürtaş Hocaya gittim. Kaydı yaptırdığımı bundan sonra ne yapmam gerektiğini sordum?
“Sen şimdi memleketine git annenin babanın da rızasını ve hayır duasını al. Okullar açılmadan iki gün önce gel kalacak yerini ayarlayalım” dedi.
“Senin harçlığın da azdır. Al şunu harçlık et” diye bir miktar da para verdi.
Hem Sevinçli Hem Endişeliydim
Köye ilk kez dönecektim. Hem çok sevinçli hem de aynı oranda endişeliydim. Bileti alıp otobüsle yola çıktık. Konya makası ve Şereflikoçhisar üzerinden Ağaçören’e geldim. İkindi vakti olmuştu. Yüküm olmadığı için bundan sonrasını yaya gidecektim. Yolda eski hatıraları canlandırarak yürüyordum. Köye yaklaştıkça da heyecanım artıyordu. Yukarı Mahalle yol ayırımına yaklaşmıştım. Zeynep Halamların evinin önünden bir traktörün geldiğini fark ettim. İyice yaklaşıp dikkatlice baktım gelen traktör bizim traktördü. Sabahattin Ağabeyim traktörü kullanıyor, babam da römorkun üzerinde oturuyordu. Onlarda beni tanıdı. Traktörü durdurup beni de aldılar.
Römorkta çorak yüklüydü. Babamın elini öptüm ama yüz ifadesi hiç hoşuma gitmedi. Bana hoş geldin bile demedi. Biraz sonra eve vardık. Anam beni görünce ne yapacağını şaşırdı.
“Aman kuzum sen nerden çıktın!” Diye bir çığlık attı. Yüzlerimden, gözlerimden öpmeye başladı, ben de onun elini öptükten sonra içeri geçtik. Babamın yüzü halen asıktı.
“Hayırdır, niye geldin?” diye sordu.
Ben kem küm edip lafı gevelerken:
“İmam-Hatibe yazılmışsın öyle mi?” dedi. Ben de:
“Evet, yazıldım” dedim.
“İyi halt etmişin” diye beni azarladı
Meğer benim kurstan ayrıldığımı, İmam-Hatip Okuluna kaydolacağımı, İlhan gönderdiği mektupta babasına yazmış. O da durumu babama anlatmış. Böylece bu konu hakkında malumat sahibi olmuşlar.
Camimizin kadrosu olmadığı için İmamını yıllık ücret karşılığı tutarlardı. O sene köye imam olan şahıs Süleyman Efendi kurslarında yetişmiş acayip çenesi olan Zülkarneyn isminde biriydi. Babamı bana karşı dolduran bu hocaymış. Zülkarneyn, benim geldiğimin ertesi günü bize geldi. İçeri girer girmez:
“Bu mu İmam-Hatipli?” diye müstehzi ifadelerle bana taş vurmaya başladı.
Söz almak için izin istedim:
“Bak hocam! Birincisi ben ilim adamlarına karşı son derece saygılıyım. İkincisi o kursların ekmeğini yedim suyunu içtim, hocalarından bazı şeyler öğrendim. Hiçbir şahsa ve kuruma karşı saygısızlık yapamam. Lütfen kurumları karalamayalım. Sizden bunu özellikle rica ediyorum” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım.
Fakat şartlanmışlığı o kadar fazlaydı ki Hoca yine bildiğini okuyordu. Ben artık hiçbir dediğine kulak asmamaya başladım. Birkaç gün köyde kaldım. Baktım ki işler biraz karışık. Konya da yapacağım işleri bahane ederek izin istedim. Babamın, anamın ellerini öpüp yeteri kadar yol harçlığı aldıktan sonra Konya’ya geri döndüm.
Yine Ahmet Hocaya gidip durumu arz ederek okullar açılıncaya kadar kursta kalmak için müsaade istedim. O da kabul etti. On beş yirmi gün daha Cıvıloğlu Kuran kursunda kaldım. Bir gün Ahmet Hoca:
“Yusuf Oğuz, bana gelsin” demiş.
Hemen makamına çıktım:
“Buyurun Efendim” dedim.
“Yusuf çocuğum, senin kalacak yerini ayarladık, inşallah rahat edersin. Fakat bu yardımın gelecek yıllarda da devam etmesi senin başarına bağlı, senin başarılı olacağından da eminim. Şimdi sana vereceğim adrese gideceksin, yurt müdürü Mehmet Emin Atasagun var, onu bulacaksın o sana yardımcı olacak. Başarılar diliyorum, Allah yardımcın olsun” dedi ve bana yurdun adresini bir kâğıda yazıp verdi. Dolmuş durağını da tarif etti. Ben sevinçten uçacak gibiydim. Ahmet Hocanın yanından ayrılıp Uluırmak dolmuşlarına binerek yurda gittim. Öğrenciler gelmiş kayıt yaptırmak için sıra bekliyorlar, yurt müdürü de kayıt işlemlerini yapıyordu. Bir fırsatını bulunca yurt müdürünün yanına yaklaşıp selam verdim.
“Ahmet Gürtaş Hocanın selamı var. Beni size o gönderdi” dedim.
“Tamam hatırladım. Biraz bekle ben seni çağıracağım” diye bana oturacak yer gösterdi.
Yarım saat sonra ismim okundu. Yurt müdürü gayet ilgili davranarak kayıt işlemlerimi yaptı. Yatakhane ve ranza numaramı da belirledi. Okulların açılmasına iki gün kalmıştı. Artık sabırsızlıkla okulun açılmasını beklemeye başladık.
Geç de Olsa Hayalim Gerçek Oldu
Pazartesi günü saat 8.30’da İmam-Hatip Okulu Uluırmak şubesinin önünde sıra olduk ve hangi sınıfta olduğumuzu öğrenmek için beklemeye başladık. İstiklal Marşından sonra müdür yardımcısı Süleyman Korkmaz, isimlerimizi okuyarak hangi sınıfta olacağımızı belirliyordu. Geçte olsa 15 Eylül 1969’da hayalime ulaşmıştım. Hocalar, ilk derslerini tanışmayla geçirdi. Matematik hocası Abdullah Çakıllı, sıra bana gelince:
“Sen şimdiye kadar ne yaptın?” diye soruşu ve aşağılayıcı tavrı çok ağırıma gitti.
“Babamın davarını güttüm hocam!” diye sert bir şekilde cevap verdim.
“Sen yine gidip babanın davarını gütsen fena olmaz” deyiverdi. Bu sözlere o kadar çok içerledim ki:
“Bu hocanın dersinden imtihan olacağımız zaman, gerekirse o gün yatmayacağım en yüksek notu ben alacağım” diye karar aldım.
Gerçekten de bu kararımı yerine getirdim. Abdullah Hoca, daha sonra:
“Yusufçuğum kusura bakma. Sonradan hata yaptığımın farkına vardım ama bir kere söylemiş bulunduk” diye gönlümü aldı.
Hocalar, dersler başlamadan o yıl okuyacağımız kitabı ve gerekli malzemeyi yazdırdı. Benim o anda karşılayamayacağım bir rakam çıktı. Yine kara kara düşünmeye başladım. Babamdan şu an için destek gelmez. Ahmet Gürtaş Hoca bir yıllık yurt paramı karşıladı ona da bir şey diyemem diye düşünürken aklıma bir plan geldi. Konya Müftülüğüne giderek, durumu Müftü Efendiye anlatıp maddi destek talebinde bulunacaktım. Etraflıca bir daha düşünüp neler diyeceğimi tasarladıktan sonra yola koyuldum.
Bakınca, İnsana Allah’ı Hatırlatıyor
Yarım saat sonra Konya Müftülük binasının önündeydim. Kendime bir çeki düzen verdim. Besmele çekip içeriye girdim. Beni orta yaşta, uzun boylu, zayıf, hafif kambur ama gayet nezaketli bir şahıs karşıladı. Bu şahıs Müftülüğün müstahdemiymiş . Arzumun ne olduğunu sordu. Ben de anlattım.
“Müftü Efendiyle görüşmek istediğimi” söyledim:
“Sen biraz bekle” deyip yan taraftaki kapıdan içeriye girdi.
Bir müddet sonra geri çıkarak:
“Buyurun Müftü Efendi sizi bekliyor” diye beni içeriye aldı.
İçeriye girer girmez büyük bir şaşkınlık yaşadım. Kumral sakalına ara ara aklar düşmüş, yeşil gözleriyle insana bakarken sanki beyninin içini okuyor, feraseti bakışlarından ve tavırlarından seziliyordu. Düz saçlarını geriye itina ile taramış, pırıl pırıl giysiler içinde, elinden yüzünden nur damlayan, bakınca insana Allah’ı hatırlatan bir zat-ı muhteremin karşısındaydım. Bu muhterem ve azametli şahıs Konya Müftüsü Hacı Tahir Büyükkörükçü Hoca Efendi’ydi. Bana, gayet sevecen bir ifadeyle:
“Buyur evladım nedir arzun?” diye sorunca kendimde bir rahatlık hissettim.
Durumumu etraflıca anlattım. Bir taraftan dinlerken bir taraftan da beni süzüyordu. Söyleyeceklerimi tamamlayınca:
“Bak evladım ben İmam-Hatip Okulu talebesine inanırım. Üstelik sen hiç yalan söyleyecek birine benzemiyorsun” dedikten sonra zile bastı.
Beni içeri alan şahıs geldi. Tahir Hoca, masanın çekmecesinden bir miktar para çıkardı. O görevliye vererek:
“Bu gençle, Sakallıoğulları’na gidin bütün kitaplarını ve ihtiyaçlarını alın” diye talimat verdi.
Ayrılırken ben, Hacı Tahir Hoca’nın elini öpmek istedim, müsaade etmedi. Çıkarken benim sırtımı sıvazladı:
“Allah zihin açıklığı versin” diye de dua etti.
Beni içeriye alan amcayla birlikte kırtasiyeciye kadar yürüdük. Yolda bana ihtiyaçlarımın neler olduğunu sordu. Ben de zaten hazır olan kitap ve diğer malzeme ihtiyaçlarımı ihtiva eden listeyi kendisine verdim.
Kırtasiyecinin önü ana baba günü olmuş, bütün öğrenci ve veliler okul ihtiyaçlarının temini için çırpınıyorlardı. Kasada oturan yaşı kırkın üzerinde gösteren, biraz kilolu, ticari nezakete sahip, güler yüzlü bir beyefendinin yanına vardık.
“Tahir hoca efendinin selamı var” deyince hemen ayağa kaktı
“Ne şeref efendim, Hoca Efendiden bize selam getirmişsiniz” diye nezaket gösterdi.
Elemanlarından birini çağırarak, bize yardımcı olması talimatını verdi. Kısa sürede ihtiyacımız olan liste hazırlandı. Beraber geldiğimiz amca:
“Bir daha bak eksiğin kalmasın” dedi.
Ben şöyle bir baktım.
“Yok, her şey tamamdır” dedim.
Bir de Pelikan dolmakalem istedi.
“Bu da sana hoca efendinin hediyesidir” dedi
Önce kırtasiyeciyle vedalaştık. Sonra da birlikte geldiğimiz amcayla vedalaşarak büyük bir sevinç ve rahatlık içinde pansiyonun yolunu tuttum.
Hacı Tahir Hoca’mın hediyesi olan dolmakalemin ucunu kırk beş derece eğimle kestirdim.
Bu şekilde italik yazı daha güzel oluyor. Öğrencilik dönemim boyunca, yazı derslerinde ve diğer dolmakaleme ihtiyaç duyduğumda hep o kalemi kullandım. Hatta o kadar uzun süre kullandım ki 1995 yılında Kırşehir’in Kuruağıl Köyü’nde öğretmenken karnelerin kimlik bilgilerini yazıyordum masanın üzerinde unutup derse gitmiştim. Döndüğümde dolmakalem, koyduğum yerde yoktu. Gidiş o gidiş. Hacı Tahir Hocamın hediyesi olan ve benim için manevi değeri büyük olan kalemi muhafaza etmesini beceremedim.
Tam bu satırları kaleme aldığım günlerde, 5 Mart 2011’de Cumartesi günü, Muhterem Hacı Tahir Hocamın vefat ettiği haberini Konyalı arkadaşların telefonuyla öğrenip çok üzülmüştüm. Hocamın vefatı kadar Mevla’mın hediyesi olan rahatsızlığım nedeniyle cenaze namazına iştirak edemediğim için de çok üzüldüm.
Tahir Hoca Efendi, Konya’da o kadar çok sevilirdi ki onun vaazını dinlemek için İnsanlar Cuma günü namazdan iki saat önce akın akın Kapıcı Camiine gelirlerdi. Tahir hocayı yakinen tanımak nasip olduğu için kendisine karşı bende de çok derin bir kalbi muhabbet hâsıl olmuştu. Ben çok zaman hocalardan izin isteyip Cuma namazını kılmak ve Tahir Hoca Efendinin vaazını dinlemek için Kapıcı Camiine giderdim. İzin alamadığım vakit o gün devamsızlık hakkımı kullanarak derse girmez, vaaz dinlemeye giderdim. Onun vaazını dinlemek bana, başka hiçbir şeyde bulamayacağım manevi bir haz verirdi.
Tahir Hoca, Sille yolu üzerinde ki yeni kurulmuş olan Erenköy semtinde ikamet ederlerdi. Cumartesi akşamdan sonra yatsı namazını kılmak için birkaç arkadaş Muammer Erdem Hoca’ya rica ederdik oda bizi Erenköy Camiine götürürdü. Yatsı namazından sonra Tahir Hoca Efendi yarım saat kadar cemaatle sohbet eder, bu sohbetler de çok feyizli olur, cemaate adeta manevi bir ziyafet çekerdi. Ben, İmam-Hatip Lisesinden mezun olduktan sonra Hoca Efendinin vaazını dinlemek hiç nasip olmadı.
Hoca Efendinin oğlu Abdurrahman Büyükkörükçü ile Konya İmam-Hatip Lisesinde aynı dönemde okuduk ve aynı yıl mezun olduk. Abdurrahman kardeşimizin ta o zamandan babasının hitap tarzına benzeyen bir hitabeti vardı. Sima olarak ta rahmetli babasına çok benzerdi. Hiçbir zaman “Ben Tahir Hoca gibi bir zatın oğluyum” havasında olmamış, vakarı ve mütevazılığı elden bırakmamıştır. Hoca Efendi geride, hayırlı ilim, hayırlı evlat ve hayırlı cemaat bırakarak hakka yürümüştür. Cenaze namazında büyük bir cemaat toplanmış ve Hoca Efendi için gözyaşı eşliğinde dualar etmişlerdir. Devlet erkânından da önemli isimler iştirak etmişlerdir. Biz de kendileri için yüce Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyoruz. Makamı Cennet olsun, kabri nurla dolsun.
Hacı Ali Kap’ın Dayağını Unutamadım
Okulda dersler başlamış, hocalar dersi anlatıyor hemen arkasından ödev veriyorlar, bir sonraki derste ödevleri kontrol ediyorlardı. Birinci sınıfta Arapça dersimize Hacı Ali Kap Hoca geliyordu. Bu hoca gayet hoş sohbet, konuştuğu zaman insanı coşturan fakat sinirlendiği zaman zıvanadan çıkan, sinirine hâkim olamayan biriydi. Bize bir ödev vermişti. Yüz adet maarife yüz adette nekre kelime yazacaktık. Aslında benim için kolay bir ödevdi. Lakin o günlerde öyle bir hastalandım ki ateşim 39–40 C arası gidip geliyor, elimi kaldıracak takati kendim de bulamıyordum. Sabah ilk ders Arapçaydı. Hoca, derse girer girmez,
“Önce ödevleri kontrol edeyim, defterleri çıkarın bakayım!” dedi.
Ben de içimden:
“Çok hasta olduğumu, isterse ateşime bakabileceğini söylerim” diye geçiriyordum.
Sıra bana geldi. Önümde defter göremeyince: “Hani senin defterin nerede?” diye sinirlendi.
“Hocam hastaydım” demeye kalmadı, sağlı sollu tokatlamaya başladı.
Bir taraftan laf sayıyor, bir taraftan da tokatlıyordu. Hatta yüzlerime tokat atarken dizlerimi de tekmeliyordu. Bir süre sonra yüzlerim uyuştu. Tokat’ın acısını hissetmez oldum. Fakat tekmeyle vurduğu yerler çok acı veriyordu. Hacı Ali Hoca aynı zamanda pehlivandı. Güreş müsabakalarında Türkiye birinciliği vardı. Onun için vurduğu yerler alımını alıyordu. Okulun ilk günlerinde öyle bir hoca dayağı yedim ki Topraklık Kuran kursundaki İbrahim Hocanın vurduğu tokat bu dayağın yanında yedi rahmet suyuyla yıkanmış kaldı.
“Yarın ödevini ikişer yüz kelime olarak yazıp getireceksin. Yapmadan gelirsen bu dövdüğümün iki katı döverim” diye de ikaz etti.
Bazı korkular acılara baskın geliyor. Bende de öyle oldu. Yarın ki muhtemel dayağın korkusundan, yediğim dayağın acısına bile yanamadan son dersten sonra hemen ödevin başına oturdum. Önce maarife sonra da nekre kelimeleri yazmayı planladım ve ödev yapmaya başladım. Akşam yemeği yenmiş, akşam ve yatsı namazları kılınmış, mütalaalar bitmiş ben bu olanların farkında bile değilim. Öğrenciler yatma hazırlığı içindeyken ben ödevi tamamladım. Hiçbir şeye bakmadan doğru yatakhaneye gittim. Sadece başımı yastığa koyduğumu hatırlıyorum. Derin bir uykudan sonra, sabah erkenden uyandım. Abdest almak için lavabo ya gittim. Abdest alırken aynaya baktığımda bir de ne göreyim. Her iki yüzüm de isilik olmuş veya alerjik bir rahatsızlık geçiriyor gibi kıpkırmızı sivilcelerle dolmuş, ayak bileklerimin ön taraflarında da benek benek siyah lekeler oluşmuştu.
Hacı Ali Kap’ın dersi üçüncü saatteydi. Derse girer girmez, yoklamadan sonra:
“Dünkü ödevini yapmayanın ödevini göreyim” deyip yanıma gelerek ödeve baktı.
Arap harfleriyle de yazım fena sayılmazdı. Ödevimi çok beğendi.
“İşte ödev böyle olacak!” diye bana iltifat etti.
Sınıf öğretmeni de olduğundan hemen o anda beni sınıf mümessili yaptı. Bu hareketiyle de gönlümü almayı amaçladığı belliydi.
Yedi yıl boyunca dersimize girmediği halde bana hep mümessil diye hitap ederdi. Daha sonra tüm öğrenciler olarak Hacı Ali Hoca’yı çok sevdik. Sık sık ev sohbetlerine giderdik. Genel kültürümüze bu sohbetlerin çok katkısı olmuştur.
Hacı Ali Hoca, güreş sporuna çalışan arkadaşlara antrenman yaptırarak onları müsabakalara hazırlardı. Yine bir gün okulun bahçesinde dolaşıyordum. Hacı Ali Hoca beni görünce:
“Mümessil buraya gel!” diye çağırdı.
Ben koşarak yanına vardım.
“Buyurun hocam!” dedim.
Elinde, içinde ne olduğunu bilmediğim bir poşet vardı. Poşetin içi tıka basa doldurulmuş, tutacak ipleri de biri birine bağlanmıştı. Poşeti bana uzatarak:
“Bunu al sende dursun. Ben isteyince getirirsin” diye poşeti bana verdi. Bende:
“Başüstüne Hocam emriniz olur!” deyip poşeti aldım ve getirip dolabıma koydum.
Poşet bende bir hafta bekledi. Hocaya lazım olunca poşeti getirsin diye haber göndermiş. Ben de götürüp emanetini teslim ettim.
Birkaç gün sonra arkadaşım Ahmet Sorgun’la dışarıdan yurda geliyorduk. Tam yurt girişinin basamaklarına gelirken Hacı Ali Hocayla karşılaştık.
“Mümessil, sen emaneti böylemi koruyacaktın?” diye bana kızdı.
“Hayırdır hocam! Ne olmuş?” dedim.
Yüzünü ekşiterek:
“Bir kokmuş! Bir kokmuş!” dedi.
“Ne Kokmuş Hocam?” deyince:
“Ne kokacak! Poşetteki eşofman ve havlular kokmuş. İnsan onları poşetten çıkartıp, serip kurutmaz mı?” diye bana çıkıştı.
“Hocam inanın ben poşette ne olduğunu bilmiyordum. Sizin emanetiniz diye kilitli dolabımda sakladım. Keşke içinde ne olduğunu ve ne yapmam gerektiğini bana söyleseydiniz? Ben sizin emanetinizi yıkar, kurutur size öyle takdim ederdim” dedim.
“Neyse olan olmuş artık” deyip yüzü biraz asık olarak yanımızdan ayrıldı.
Meğer poşetteki havlulara, güreş yaparken terini silip kurulanırmış. Eşofmanları da antrenman sırasında giyiyormuş. Islak olarak poşete koyup bana teslim etmiş. Poşetin içinde ne olduğunu ve ne yapılması gerektiğini bana söylemedi. Fakat söylediğini zannediyormuş. Hacı Ali Hoca o günden sonra bana mümessil demeyi bıraktı. Karşılaştığımız zaman selamlaşırdık ama aramızdaki sevgi saygı olayı yedi yıl sonra biraz zayıflamış oldu.
Okula Çok Azimli Başladım
Bir ömür boyu sürecek dostlukların temeli bu sınıfta yani 1-V sınıfında atıldı. Zaman hızla akıp gidiyor, imtihanların birinden çıkıp birine giriyorduk. Okula çok azimli ve hırslı başladığım için notlarım dokuzdan aşağı gelmiyordu.
Biri benden yüksek not alsa o gün gözüme uyku girmiyor:
“Bir dahaki imtihana görürsün.” Diye hayıflanıyor, dediğimi de yapıyor, üstün not aldığım zaman da rahatlıyordum.
Bir yandan da yarıyıl tatilinde köye gittiğimde bana yönelecek görevleri tahmin ettiğimden, mahcup olmamak için hazırlıklar yapıyordum. Mütalaadan sonra arkadaşlar yatınca, mescide geliyor Cuma namazıyla ilgili bütün erkânı defalarca tekrar ediyordum. Hutbenin Türkçe kısmıyla ilgili olarak ta Peygamber (Sav) Efendimizin “Veda” Hutbesini seçmiştim. Atık Cuma namazını ve hutbesini ezbere irat edecek durumdaydı.
İmam-Hatip Okulu 1. Sınıfta iken (1970)
Birinci yarıyılın son günleriydi. Yazılı imtihanlar bitmiş, durumu kritik olanlar zayıflarını kurtarmak için sözlü imtihana ümit bağlamışlardı. Karne dağıtım günü gelmiş, sınıfta tüm öğrenciler, sınıf öğretmeninin gelmesini beklemekteydik. Kapı açıldı, sınıf öğretmenimiz elinde bir deste karneyle içeri girdi. Herkeste heyecan son haddine gelmişti. Karneler dağıtıldı. Kimi arkadaşlar sevinç çığlıkları atarken kimileri de eve nasıl gideceğinin, zayıflarını babalarına nasıl göstereceğinin hesaplarını yapıyorlardı. Benim karnemde sadece Kuran-ı Kerim dersi sekiz, geri kalan tüm derslerim on idi. Karnemin ekinde bir de takdirname vardı. Tahsin Varol da takdirname almış, üç kişi de teşekkür almıştı.
Memlekete dönüş hazırlıklarını yaptıktan sonra terminale gidip otobüs biletimi alarak pansiyona döndüm. O gün pansiyonda kaldım. Sabah saat 9.00’da Ankara arabasıyla yola çıktık. Yine aynı güzergâhtan Ağaçören’e geldim. O günlerde, yakın köylere ulaşım, motosikletlerle yapılıyordu. Biriyle beş liraya anlaştık. Beni on dakika içerisinde Harmandalı’ya ulaştırdı. Anacığım, benim geleceğimi bildiği için, bir motosiklet sesi duysa çıkıp yolu gözetlermiş. Eve vardığımda anamı, yine bekliyor olarak buldum. Canım anacığım, beni görünce nasıl heyecanlandı:
“Koç kafalı Yusuf’um geldiğin yollara kurban olurum senin” diye büyük sevinç yaşadı.
Motosikletçinin parasını verip onu gönderdik. İçeriye girdiğimde mis gibi yemek kokusu karşıladı beni. Meğer anam o gün hindi dolması yapmış. Beraberinde birkaç çeşit yemek ve tatlı da yapmış. Biraz sonra babam da geldi. Elini öpmek için vardığım da daha önceki yaptıklarından mahcubiyet içerisinde olduğu belli oluyordu. Ben elini öpünce “Kuzum!” diye candan ve özlemle sarıldı. Zaten babamı olumsuz etkileyen, Zülkarneyn Hocaydı. Bazı hataları nedeniyle görevine son vermişler. Onun yerine Sivaslı Ali isminde başka bir Hocayı köy imamı olarak tutmuşlar. O da çok gayretli ve gayet uysal bir insandı. Ertesi gün camiye giderek hocayla tanıştım. Çok ta iyi anlaştık. Bana:
“Cuma günü, namazı kıldırabilir misin, teklif edeyim mi?” diye sordu. Ben de:
“Eğer teklif edersen çok memnun olurum” dedim.
Cuma günü camiye bir saat önceden gittim. Konya usulü bir sala verdim. Ezana yirmi dakika kalınca mihraba oturup, Yasin süresini Kırat-ı Asım üzere okumaya başladım. Topal hocam (şimdi onu hürmet ve rahmetle anıyorum) tecvidi ve tashihi hurufu çok iyi öğretmişti. Kuran bilenler hayretle ve gıptayla dinliyorlardı. Son yarım sayfaya gelince köy imamı ezanı okuyup bitirirken ben de Yasin-i Şerifi bitirip “El Fatiha” dedim. Hoca efendi, sarık ve cüppeyi getirip Cuma namazını kıldırmamı teklif etti. Tabii ki ben de kabul ettim.
VEDA HUTBESİ
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O’da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib’in torunu Iyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınızı; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey Müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’anı Kerim ve Peygamberin sünnetidir.
Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman’a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar! Cenabı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
- Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere
öldürmeyeceksiniz.
- Zina etmeyeceksiniz.
- Hırsızlık yapmayacaksınız.
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
Sahabe-i Kiram hep birden söyle dediler:
"Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine
getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye
şahadet ederiz!"
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu:
Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Yâ Rab! Şahit ol Yâ Rab!”
***
Hutbede Cenabı Hak belagatime öyle bir akıcılık, sadrıma öyle bir rahatlık verdi ki Yüce Allaha sonsuz Hamdi senalar olsun hutbeyi umduğumdan çok daha rahat ve etkili okudum. Namazı kıldıktan sonra beni ilk tebrik eden Necla yengemin babası Kara Şahin amca oldu. Çıkar çıkmaz gelip boynuma sarıldı:
“Kara yeğenim ne güzel miting verdin (Hutbe okudun)” diye alnımdan öptü.
Tüm köylümüz, sırasıyla beni tebrik ettiler. Babam, cemaati yemeğe davet etti. Babamın yakın ahbap ve dostlarından sekiz on kişi icabet etti. Yemeği yedikten sonra bir de yemek duası yaptım. Hepsi babama tebrik ve takdirlerini belirtince, babam söz alarak:
“Komşular, arkadaşlar! Beni iki dakika dinlerseniz birkaç söz edeceğim. Baba evlattan özür diler mi? Aslında dilemez. Ama ben hepinizin huzurunda bu evladımdan özür diliyorum. Bu çocuğun gönlünü çok incittim. Bırakıp gelsin diye zor anlar yaşattım. Bundan sonra nereye kadar okursa okusun arkasında olacağım” diyerek sözü noktaladı. Ben de:
“Aman babacığım, bu nasıl söz, ben sana asla kırgın değilim. Sen ne yapmışsan benim iyiliğim için olduğunu zannettiğinden yapmışsındır. Asıl ben senden özür dilerim” diye arada ki buzları eritmiş olduk.
Ege ve Akdeniz Bölgesine Okul Gezisine Gittik
Amacım bütün derslerden on almaktı ama sadece bir dersim dokuz gerisi on idi. İkinci sömestri de Tahsin Varol beni geçmiş sınıf birinciliğini yakalamıştı. Onun bütün notları ondu. Hızlı geçen ders maratonunun ardından ikinci yarıyıl da bitmek üzereydi. Şükrü Özüdoğru hoca din dersimize girerdi.
“Bu dersi karnesine on düşürene birer kitap hediye edeceğim” diye vaatte bulundu.
Yılsonunda benimle birlikte dört kişi bu hedefi yakaladık. Hepimize birer kitap verdi. Bana Kuduri-i Şerif adlı eseri vermişti. Halan muhafaza ederim. Meslek dersi hocalarından Necati Günüç gezi kolu başkanıydı. Bir gün öğlen paydosunda beni çağırarak:
“Yusuf evladım, biz yılsonunda Ege ve Akdeniz bölgelerini kapsayan bir gezi düzenliyoruz. Çalışkan talebelerden iki kişiyi kontenjandan götüreceğiz, biri de sen olacaksın. Derslerine baktık, hocalarına da sorduk, gayet başarılı ve uyumlu bir talebesin. Tebrik ederim, oklun yaz tatiline girişinden iki gün sonra hareket edeceğiz. Ona göre hazırlığını yap. Ailene de on gün geç geleceğini bildir” dedi.
Aklıma Bir Kurnazlık Geldi
Karneyi ve takdirnameyi alınca aklıma bir kurnazlık geldi. Postanenin yan tarafında arzu halciler vardı. Oraya gidip sarı zarfın üzerine daktilo ile babamın adını ve adresini, gönderen kısmına da “Konya İmam-Hatip Okulu Müdürlüğü” diye yazdırıp, karne ve takdirnameyi zarfa koyup postaya verdim. Yurda giderek babama bir mektup yazdım:
“Başarımdan dolayı, okul idaresi beni ödül olarak on günlüğüne Ege ve Akdeniz mıntıkasına geziye gönderiyor. Biraz geç geleceğim, merak etmeyin” diye.
Onu da postaladım. Bizim köye gelen mektuplar postanede birikir haftada iki kere getirilip dağıtılırdı. İki mektupta aynı gün babamın eline geçmiş.
“Biri Yusuf un mektubu ama bu sarı zarf neyin nesi?” diye babam merak etmiş.
Zarfı açmadan Halil amcamın odasına götürmüş. Köyün İlkokul Müdürüyle bir öğretmende ora dalarmış. Zarfı birlikte açmışlar. Müdür karneyi görünce hayretler içinde kalmış:
“Maşallah Memduh amca! Tebrik ederim, bu ne kadar güzel karne” diye babamı tebrik ve taltif etmiş.
O gün babamın koltukları kabarmış, çok mutlu bir gün geçirmiş. Babam zaten yapı olarak övülmeyi ve övünmeyi seven bir insandı.
İlkbaharın enerjisiyle birlikte, üç bin sekiz yüz kişilik okulda iki kişiden biri olmak, hocaların takdir ve iltifatlarını kazanmak son derece onur verici gelmişti bana. Vatanımızın, çok önemli ve nadide yerlerini bize refakat eden hocalarımızla birlikte gezip görmek, bizi hem kültürel açıdan zenginleştirmiş hem de görgü ve bilgimizin artması yönünde çok faydalı olmuştu. Gezi, bize hayat boyu unutamayacağımız hatıralar da kazandırmıştı.
Yaz tatili başlayalı on gün kadar olmuştu. Havalar iyice ısınmış, yaz mevsiminin etkisi başlamıştı. Gezi dönüşü memlekete gitmek için otobüs şirketinin birinden biletimi aldım, o gece okulun yurdunda kaldıktan sonra sabah erkenden memleket yolculuğuna başladık. Öğleden sonra Ağaçören’deydim. Yine bir motosiklet kiralayarak Harmandalı yolunu tuttum. Özlediğim köyümün her karış toprağı nasıl da burcu, burcu kokuyordu. O sene de ekinler öyle gür, başaklar öyle doluydu ki herkes son derece mutlu görünüyordu.
Köye girdiğimde sürüler sağlım için köye getirilmiş, köyün kadınları ve kızları da koyun ve keçileri sağmak üzere sağlım yerine gelmişlerdi. Motosikletle sağlım yerinden geçerken köyün kızlarından birkaç tanesi bize bakacağız diye helkesindeki sütü dökmüşler. Tabii eve gidince de analarından fırçayı yemişler. Babamın arkadaşları, komşular, akrabalar hoş geldin yapmak ve tebrik etmek için bize geldiler. Konya’nın meşhur Mevlana şekerinden ikram ettik. Çok sevdiler. Ondan sonra her gelişimde
“Şu mübarek şekerden yiyelim” diye bize oturmaya gelirlerdi.
Parasız Yatılı Olmuştum
Köyde hem yaz tatilimi geçirdim hem de parasız yatılı imtihanlarına hazırlandım. Okullar açılmadan bir hafta önce imtihana katılmak için Konya’ya geldim. Altı yüz elli kişinin üzerinde müracaat varmış. Bakanlığın Konya İmam Hatip Okuluna ayırdığı kontenjan ise sadece on sekiz kişiydi. Kazanma şansım oldukça az olmasına rağmen, ümit var idim. Önce yazılı imtihan olduk. Yazılıyı altmış iki kişinin kazanmış olduğunu, benim de kazananlar arasında olduğumu okulun giriş kapısına asılan listeden öğrendim. Bir gün sonra mülakat olacağımızı da listenin altında belirtmişler.
Mülakat komisyonu toplandı, sırasıyla çağrılan öğrenci mülakat odasına giriyor bir müddet sonra çıkıyordu. Biz hemen çıkan arkadaşın başına toplanıyor, neler sorduklarını öğrenmeye çalışıyorduk. “Yusuf Oğuz” sesini duyar duymaz koşarak mülakat odasına gittim. Komisyon üyeleri üç kişiden oluşuyordu. Bana, hepside ayrı ayrı sorular sordu. Bildiğim kadarıyla cevaplamaya çalıştım. Şimdi tek hatırladığım soru:
“Milli Eğitim Bakanının ismini söyle?” sorusu olmuştu.
Haberlerde falan dinlerken aklımda kalmış
“Şinasi Orel” olduğunu söyledim.
“Tamam, çıkabilirsin” dediler.
Mülakat bittikten bir saat sonra, kazananların isimlerini ihtiva eden listeyi okulun kapısına astılar. Heyecan son safhadaydı. Hepimiz listenin önüne toplandık, ismimizi arıyorduk. Yedinci sıraya gelmiştim ki Yusuf Oğuz ismini gördüm. Çığlık atarak kazanan arkadaşlar birbirimizi tebrik ettik. Artık parasız yatılı öğrencisiydim.
Cıvıloğlu semtindeki, daha önce misafir olarak kaldığım Cıvıloğlu Kuran Kursunun üst katları İmam-Hatip Okulunun parasız yatılı bölümüydü. Şükrü Özüdoğru hocamız da pansiyon müdürü olmuştu. Resmi işlemlerimizi tamamladıktan sonra parasız yatılı pansiyonuna yerleştik. Okulla pansiyonun arası yaya yürüyüşle yirmi dakika sürüyordu. Her gün bu yolu yaya olarak gidişli gelişli iki kere kullanmak zorundaydık. Çünkü öğle yemeği için de pansiyona gidiyorduk. Pansiyon müdürü Şükrü Hoca, beni daha önceden tanıdığı için revir görevlisi yaptı. Ben yatakhanede kalmıyor, revirin yanında müstakil bir yerde kalıyordum. Bana pek karışan olmazdı. Yatış kalkış saatlerim diğer öğrencilerle farklıydı, bu da benim işime geliyordu.
Derslerime istediğim zaman istediğim kadar çalışabiliyordum. Ortam sessiz ve sakin olduğundan dersler kafama daha iyi giriyor, başarım daha da artıyordu. Yemekler konusunda çok hoşnut değildik. Yemeklerin yağları ve kahvaltılık peynirlerimiz Amerikan yardımı olarak gelen iaşe ile karşılanıyordu. Yemekte zorlanıyorduk ama çaresizlikten mecburen yiyorduk.
Meram yolu üzerine yapılan yeni Yüksek İslam Enstitüsü binası tamamlanmış öğrencilerde oraya taşınıyorlardı. Onlar taşınınca bizim parasız yatılı da onun yerine taşındı. Üçüncü sınıfın ikinci yarıyılında eğitime burada başladık. Okulumuzla pansiyonumuz aynı bahçe içerisindeydi. Bu nedenle pansiyona gidiş geliş durumu olmadığından zaman kaybımız da olmuyordu. Ders çalışmaya ve dinlenmeye daha çok zaman ayırabiliyorduk. Kendimizi var gücümüzle derslere vermiş, arkadaşlarla kıyasıya bir yarış içine girmiştik.
Okulumuzun Orta Kısmı Kapatıldı
28 Eylül - 03 Ekim 1970’de Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Orhan Oğuz başkanlığında toplanan 8. Milli Eğitim Şurasında ortaokul ve lise şeklinde ilköğretim üstü yapılan eğitim üzerinde durularak üniversiteye geçişte esas olan lise kolları ile ilgili düzenlemelere dair kararlar alınmıştı. Bu karara istinaden 1972’de Nihat Erim Hükümeti zamanında İmam-Hatip Okullarının Orta kısmı kapatıldı.
Bu olaya hem çok üzülmüş, hem de çok içerlemiş ve yüreğimizde okul kapatan bu zihniyete karşı kin duyguları oluşmaya başlamıştı. Artık Konya sokaklarında ve meydanlarında sık sık yürüyüş ve mitingler yapılıyordu. Yapılan her faaliyette bulunuyor, hatta birçoğunda da aktif rol alıyordum. MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) derneğine üye oldum. Enerjimi derslerden daha çok, bir dava olarak gördüğüm MTTB’nin sosyal faaliyetlerinde harcamaya başladım.
O zamana kadar siyasetin, devlet işlerinin ne olduğunu bilmezdim. İHO nun kapatılma kararından sonra oldukça çok alakadar oldum ve okul kapatan zihniyete kin ve düşmanlığım arttı. Benim gibi düşünen arkadaşlarla ev sohbetleri düzenliyor, Cumartesi Pazar günleri seminerler tertipliyorduk. Heyecanlı ve güzel konuşan hocalarımızı sohbetlerimize davet ediyor, onların coşkulu konuşmalarıyla hem moral buluyor hem de genel kültürümüzü daha da zenginleştiriyorduk. Yine bir sohbetten sonra konuşmacı olarak gelen hocamız:
“Çocuklar sizi topluca bir konferansa götüreceğim. Yarın falan yerde buluşalım” dedi.
Konferansı verecek kişinin kim olduğunu ve konusunu merak etmiştik. Ertesi gün randevulaştığımız yerde buluştuk. Hoca gideceğimiz yer hakkında bizi kısaca bilgilendirdi. En son da:
“Dinleyeceğimiz şahıs profesör, dünya çapında bir bilim adamı, Türkiye’yi saracak bir siyasetçi” diyerek bilgilendirme konuşması yaptı.
Oradan yürüyerek bizim okulun yolu üzerinde ki Şahin Sinemasına geldik. Biraz erken geldiğimizden yer bulmada zorluk çekmedik. Bütün arkadaşlar hocamızla birlikte sahneye yakın bir yere oturduk.
Bir saat kadar sonra koşuşturma ve izdiham başladı. Bir de baktık ki gurubun önünde babayiğit, enerji dolu, gözlerinden ateş fışkıran, nurani simasıyla herkesi etkileyen, bir bahadır içeri girdi. Sahnede kendisine ayrılan yere oturdu. Bir sunucu kürsüye gelerek, heyecanlı bir sunuş konuşması yaptıktan sonra:
“Şimdi sizlere konuşmasını yapmak üzere Mücahit Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı kürsüye davet ediyorum” deyince salonda bir alkış tufanı koptu.
Alkışlar ve sloganlar eşliğinde Erbakan Hoca kürsüye geldi. Ayın on dördü gibi parlayan bir siması vardı. Konuşmasına selam ve besmele ile başladı. Üç saat süren tarihi bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan müthiş etkilenmiştik. Daha önce hiç duymadığımız, devlet meseleleri, dış güçler tarafından ülkemiz üzerinde oynan oyunlar, manevi değerlerimiz ve kültürümüzde yapılan tahribatlar gibi daha birçok önemli konular hakkında malumat sahibi olduk. Meğer o gün kapatılan MNP (Milli Nizam Partisi) yerine kurulan MSP’nin (Milli Selamet Partisi) açılışı yapılacakmış.
Öğrenci olayları yoğunlaşmış, bütün Türkiye de olduğu gibi Konya’da da sık sık olaylar oluyor, yaralananlar hatta ölenler olduğunu duyuyorduk. Bu tip öğrenci olayları karşısında hazırlıklı olmamız gerekiyordu. On arkadaş tekvando kursuna gitmeye karar verdik. Stadyumun kapalı bölümlerinde tekvando kursu veriyorlardı. Arkadaşlar topluca gidip o kursa kayıt olduk. İmtihan sonucu bütün öğrencilere seviyelerine göre kuşaklar verildi.
Her fırsatta MTTB ye gidiyor oradaki arkadaşlarla birlikte gündemde olan konular üzerinde sohbetler ediyor, fikir alış verişinde bulunuyorduk. Yine böyle bir akşam Hamza Keniş, İsmail Maçin ve ben, dernekten pansiyona dönüyorduk. Bizim okulun yolu üzerinde yatılı Kız Öğretmen Okulu vardı. Kız öğrenciler dışarı çıkmışlar cıvıl cıvıl oyun oynuyorlardı:
“Bizim okulumuz kapatılıyor, istikbalimizle oynanıyor, biz hüzün içindeyken şunlarda ki keyfe bak” diye bir sohbet geçti aramızda:
“Arkadaşlar benim aklıma bir şey geldi yapar mısınız?” dedim.
“Önce ne olduğunu söyle bakalım?” dediler.
Okulun etrafında yüksekçe bir avlu duvarı, üzerinde de demir parmaklıklar vardı:
“Şu duvarın üzerine çıkalım Hak Yol İslam diye bağıralım var mısınız?” dedim
“Tamam” dediler.
Üçümüz de duvarın üzerine çıktık.
“Hak Yol İslam!” diye hep bir ağızdan gücümüzün yettiği kadar üç kez bağırdık.
Çocuklar topluca içeri kaçtılar. Avludan indik, koşarak pansiyona geldik. Gençlik heyecanıyla ve içimizde oluşan kin duyguları sonucu buna benzer sivri davranışlarımız bazen oluyordu.
Huzur Sokağı
Bir taraftan spor işleri, bir taraftan dernek işleri, bir taraftan dersler derken epeyce meşguliyet vardı. Üst sınıftaki ağabeylerin tavsiye ettikleri kitapları bir yolla tedarik edip onları da bu meşguliyetin arasında okuyordum. İlk okuduğum kitaplardan biride Şule Yüksel Şenlerin “Huzur Sokağı” adlı iki ciltlik romanıydı. Bu kitaptan o kadar etkilendim ki romanın kadın kahramanın ismi daha sonra kızım Feyza’nın ismi oldu. Meğer o yıllarda eşim Müşerref Hanım da Nevşehir’de Şule Hanımın eserlerini okuyor ve konferanslarına katılıyormuş. O da aynı temennilerde (kızımızın adı konusunda) bulunmuş. Şule Hanımın eserleri ve konferansları eşimin kapanmasına da vesile olmuş. Daha sonra sohbet arasında sevgili eşimle konuşurken bu tevafuku hayretle yâd ederiz. Birçok konuda olduğu gibi fikri yapı olarak da aynı şeyleri düşünür, aynı şeyleri tahayyül eder, aynı şeyleri temenni ederiz. Bu da aile saadetimize önemli katkılar sağlar. Bunu yaparken şuursuzca bir taassup içinde asla olmayız. Kendimize göre yanlış bulduğumuz durumları tartışır, değerlendirir, tenkitimizi yapar, nasıl olması gerektiği konusunda mutabakata varır ve sohbeti sonuca bağlarız. Çocuklarımız yanımızda olduğu zamanlar bu tip sohbetlerde konuya müdahil olurlar ve mutabakat hususunda katkı sağlarlar. Yüce Allah’a bana böyle bir eş ve böyle çocuklar verdiği için binlerce Hamdi Senalar ediyorum.
Bu yoğunluk ve koşturmanın içinde derslere fazla zaman ayıramıyordum. Sınıfta dinlediklerimle imtihanlara giriyor, yine de fena sayılmayacak notlar alıyordum. Notlarım genelde beş ile sekiz arasında değişiyordu. Hocaların bazılarıyla fikri olarak anlaşamıyorduk. Bu hocaları bazen çeşitli sorularla zora sokar bunaltırdık. Buda bizim çok hoşumuza giderdi.
Tüm gayretlerim öğrenci dernekleri ve kuruluşları üzerine yoğunlaşmıştı. Şimdi düşünüyorum da; okul kapatan zihniyet neye hizmet etmek istiyordu. Saf, okumaktan başka arzusu olmayan genç dimağların geleceğini karartıyor, kin ve nefret duygularıyla yetişmelerine vesile oluyorlardı. Hâlbuki bu okulda okuyan gençlik, hiçbir olaylara karışmayan, büyüklerine ve hocalarına saygıda kusur etmeyen, vatanını canından aziz bilen, gariban Anadolu insanlarının çocuklarıydı. Ama farkında olmadan kendi elleriyle kendilerine düşman bir nesil yetiştiriyorlardı.
Üçüncü sınıfın birinci yarıyılı bitmişti. Sınıf hocamız karneleri dağıtmak için sınıfa elinde bir tomar karneyle girdi. Ama hiç kimsede önceki yıllarda ki heves ve heyecan yoktu. Notlar da öyle ahım şahım değildi. Motivasyonumuz dibe vurmuş hayal ve hevesler suya düşmüştü. Okulumuzun tekrar açılması için, devletin çeşitli makamlarına mektuplar yazıyor, telgraflar çekiyorduk. Ama pek dikkate alan olmuyordu. Konya’da teşkilatı olan partilere gidiyor, okulumuzun eski haline dönüştürülmesi için destek taleplerinde bulunuyorduk. Hepsi de talebimizi yerine getireceklerine dair söz veriyordu. İkinci yarıyılda pek farklı değildi. Şevksiz ve hevessiz olarak ikinci yarıyılı da tamamlayarak, dördüncü sınıfa geçti.
ARTIK KIŞEHİRLİ BİR AİLEYİZ
Harmandalı’dan Kırşehir’e Taşındık
Ben de yaz tatilini geçirmek üzere Harmandalıya geldim. Köyün Almancılarının büyük bir kısmı izinlerini 15 Temmuz ile 30 Ağustos tarihleri arasında Harmandalı’da geçirirlerdi. İhsan ağabeyim de izine gelmişti. O yıl ailede şehre göçme hevesi başladı. Bu hevesi başlatan da köyün işlerinden iyice bıkmış ve yorulmuş olan evin kadınlarıydı. Babam, İhsan ağabeyim ve yengelerim bir gün Kırşehir’e gittiklerinde yeni yapılan evlere bakmışlar ve iki ev beğenmişler. Birini babam, birini de İhsan ağabeyim satın almış. Köyde ne kadar mal mülk varsa hepsini satarak Kırşehir’e taşındık. Şehre taşındıktan sonra yeni yapılmış olan evlerimizin eksiklerini gidermek için gayretli bir şekilde çalışıyordum. Gençlik heyecan ve hevesiyle sabahtan akşama kadar çalışıyor, yorulmak nedir bilmiyordum. Havva ablam, Nazmiye ve Necla yengelerim de bana yardım ediyorlardı. Okullar kapılarını yeni bir öğretim yılına açmaya hazırlanırken ben de dördüncü sınıfı okumak üzere Kırşehir’den Konya ya geldim ve okula başladık.
Ben Konya’dayken Sabahattin Ağabeyim de askerliğini tamamlayıp terhis olmuştu. Harmandalı’dan ayrılarak gittiği askerliği Kırşehir’e gelerek tamamlamıştı. Aslında şehre göçülmesine en çok sevinen biri de bu ağabeyimdi. Çünkü evin tüm işleri onun üzerine kalmıştı. Fakat terhis olup Kırşehir’e gelince kendisini elim bir haber bekliyordu.
Sabahattin Ağabeyimin İlhami adında bir oğlu vardı. Ağabeyim de onu çok severdi. Askere giderken iki buçuk veya üç yaşındaydı. Daha Kırşehir’e göçmeden, İlhami ele geçirdiği bir patatesi yeni ekmek yapılmış tandıra gömmeye çalışırken tepesi üstüne düşüp yanarak can vermiş.
Ben bu olayı Konya’da duydum. Duyduğumda çok üzülmüştüm. Kurban Bayramı yaklaşmıştı. Bayram tatilinde ben Kırşehir’e gitmedim. İzmir Bornova’da askerlik yapan ağabeyimin yanına gittim. “57. Topçu Tugayı”nın girişinden anons ettirdim. Sabahattin Ağabeyim koşarak geldi. Beni görünce sarıldık ve ağlaştık. Hem askerliğin sıkıntısı, hem memleket hasreti, hem neden olduğunu bilemediği içindeki ateşin sonucu o günkü ağlayışı bana büyük bir hüzün yaşatmıştı.
O gün Kurban Bayramının birinci günüydü. Akşama kadar birlikte olduk. Bana sık sık oğlu İlhami’yi soruyordu. Ben de hep, çok iyi olduğunu söyleyip konuyu değiştiriyordum. Söylemek için çok yeltendim. Fakat cesaret edip söyleyemedim. Gözümün önüne hep ilk görüştüğümüz anda ki ağlayışı geldi. İzin saatleri bitip içtima saatleri yaklaşınca da vedalaştık ve ben ayrıldım.
14 Ekim 1973’de yapılacak olan Milletvekili seçimiyle ilgili her türlü çalışmalar başlamıştı. Kendimizi bir anda seçim çalışmalarının içinde bulduk. Zaten okulumuzun yeniden eski hüviyetine kavuşması ile ilgili umudumuzu seçim sonuçlarına bağlamıştık. O kadar yürekten çalışıyorduk ki, ne görev verseler can-ı gönülden seve seve koşuyorduk. Geceleri geç vakitlere kadar afiş yapıştırıyor, gündüzleri de bildiri dağıtıyorduk. Seçime kadar okula devamsızlığım on üç gün olmuştu. Okulumuzun geleceği hatırına hocalarımız da bize biraz göz yumuyordu. Nihayet seçim günü gelmişti. Herkes heyecanla sandık başına gidiyor, oylarını kullanıyorlardı. O zaman teknolojik imkânlar şimdiki gibi değildi. Seçim sonuçlarını almak iki üç gün sürüyordu. Her yerde televizyon olmadığından kahvehanelerde ve çay ocaklarında seçim sonuçlarını takip edebiliyorduk.
CHP - MSP Koalisyon hükümeti kuruldu
Verilen gayrı remi seçim sonuçlarına göre partilerden hiç biri tek başına iktidar olamıyordu. Hükümet kurma çalışmaları bayağı uzamıştı. Müzakereler sonunda CHP ile MSP arasında bir koalisyon hükümeti kurulması konusunda mutabakat sağlandı ve 26 Ocak 1974’de 1. Ecevit Hükümeti kuruldu. Bizi ilgilendiren taraf İmam-Hatip Okullarının eski haliyle tekrar açılmasıydı.
Hükümet programı meclis kürsüsünde okunurken öğrendik ki bizim okulların tekrar açılması mutabakat metnine alınmıştı. Öğrenir öğrenmez sevincimizden havalara uçtuk. Daha sonra mutabakatın gereği fazlasıyla yerine getirildi. İmam-Hatip Okulları bu defa İmam-Hatip Liseleri olarak, istenilen özelliklere sahip yeniden açıldı. Bu konuda CHP lideri rahmetli Bülent Ecevit ile MSP lideri rahmetli Necmettin Erbakan’a minnet duyguları içindeyim. Her ikisine de Allahtan rahmet diliyorum.
Kurtuluş ağabeyimin ilk eşi Yaşar Yengem uzun süredir epilepsi hastasıydı. Sara nöbetleri çok sık gelirdi. Küçük oğlu Önder’i kucağında emzirirken yine sara nöbeti gelmiş. Düşerken de boynu kendi altında kalmış. Üç tane yavruyu öksüz bırakarak hakkın rahmetine kavuştu. Onun için Allah’tan mağfiret diliyorum.
Eskisinden daha fazla ve hevesli olarak derslere yoğunlaştık. Arkadaşlarla bir araya gelerek geleceğe yönelik planlar yapıyor, üniversite hayatımızla ilgili neler yapmamız gerektiği konusunda görüş alışverişinde bulunuyorduk. O zaman Türkiye’de üniversite çok azdı ve belirli şehirlerde vardı. Genelde arkadaşların temayülü Hukuk Fakültesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi ağırlıklıydı. Daha sonrada Eğitim Enstitüleri, Yükseksek İslam Enstitüleri ve İlahiyat Fakülteleri idi.
Gerçekten de arkadaşların ekseriyeti hedefledikleri yerlere gitmeyi başardılar. Aklımda kaldığı kadarıyla benim tanıdıklarımdan; Tahsin Varol, Hamza Keniş, Ali Osman Koca, Mustafa Büyük Siyasal Bilgiler Fakültesini kazandılar. Ahmet Sorgun, Hüsnü Tuna, Fethi Şimşek Hukuk Fakültesini kazandılar ve şimdi Türkiye’nin önemli kurumlarının başındalar. Prof. Azmi Bilgin Edebiyat Fakültesini, Dr. Nurettin Kayaalp Tıp Fakültesini, Mustafa Çelik İslami İlimler Fakültesini, Ekrem Keleş İlahiyat Fakültesini kazandılar.
Ben de Eğitim Enstitüsünü kazandım fakat hedefimdeki yer değildi. Benim hedefimde Siyasal Bilgiler Fakültesi vardı. Orayı kazanamayışımın sebebi de; İ.H.O’larının kapatıldığı yıllarda dernek ve siyaset işlerine biraz fazla girmiştim. Daha sonra’da kopamadım, aynen devam ettim. Dolayısıyla derslere ilk yıllardaki gibi yoğunlaşamadım. Sokaklarda koşturmak, kavgaya dövüşe katılmak, birilerinden iltifat görmek, pohpohlanmak hoşuma gidiyordu. Bir müddet sonra insanoğlu alışkanlıklarının esiri oluyor. Bir başka sebepte; ben diğer arkadaşlara göre, beş yıl aradan sonra tahsil hayatıma başladım. Yaşım biraz ileriydi. İHL bitince evlenmeye odaklanmıştım. Bu da ileriye yönelik hedeflerimde bazı kırılmalara sebep oldu.
Dördüncü sınıf bitince yine Kırşehir’e döndüm. Bana fikren en yakın bildiğim İmam-Hatip Lisesi Mezunları Derneğine giderek oranın üyeleriyle tanıştım. MTTB Kırşehir şubesi yeni açılmıştı. Dernek merkezinin Fatih iş hanında olduğunu öğrendim. Birkaç arkadaş ziyarete gittik. Halen aile dostluklarımızın devam ettiği arkadaşlarla orada tanıştım. Fakat derneğin genel kurulunu, bir yıl bitmeden yapmaları lazım gelirken ihmal etmişler. Emniyet Müdürlüğü Dernekler Şubesi mahkemeye vermiş. Duruşma sonunda Kırşehir MTTB şubesi mahkeme kararıyla kapatıldı.
Yeniden faaliyete geçirmek için İstanbul’da ki merkezinden yetki alındı. Kurucu üye olarak Duran Yavuz, Yusuf Oğuz ve Berat Bıçakçı olmak üzere derneğin kuruluşunu yeniden gerçekleştirdik. Arkadaşlarla yaz tatili boyunca dernekte ve mahallede toplantılar yapıyor, MTTB saflarına üye katmak için canhıraş çalışıyorduk.
Tekvando Hocalığı Yaptım
Bir gün birlikte otururken benim tekvando sporuyla uğraştığımı eğer imkân verilirse buradaki arkadaşları çalıştırabileceğimi, böylece derneğe daha çok üye toplayabileceğimizi söyledim. Arkadaşlar çok memnun oldular. Hemen faaliyete geçtik. Derneğin en büyük odasını çalışma salonu olarak ayarladık. Artık ben tekvando hocasıydım. O kadar azimli ve kararlı çalışıyorduk ki salonda çalışanları seyretmek üzere derneğimizle alakası olan olmayan büyük bir gençlik grubu toplanıyor ve camekânlı kısımdan bizi seyrediyorlardı.
Teşkilatlı bir çay ocağımız vardı. Daha önceden planladığımız gibi spor çalışması biterken çay da demlenmiş oluyordu. Hem sporcuları hem de seyircileri çaya davet ediyorduk. O zaman derneğimizin büyüğü ve ağabeyi olan öğretmen Ali Çelebi, Daha önceden hazırladığı pembe yapraklı defteri çıkartır, Cevat Rıfat Atılhan, Ali Fuat Cebesoy, Necip Fazıl Kısakürek gibi kudretli kalemlerin eserlerinden pasajlar katarak çok heyecanlı ve etkileyici konuşmalar yapardı. Bu yolla derneğe hem çok üye ve gönüldeş kazandırdık hem de üyeler çok aktif ve kendine güvenen kişiler olarak yetiştiler.
O günlerde talebe olayları şiddetini artırıyor, her gün “onlarla” ifade edilen genç bedenler toprağa düşüyordu. Şehirlerde kurtarılmış bölgeler oluşturuluyor, sağcı solcunun bölgesine, solcu da sağcının bölgesine giremiyordu. Zaruretten veya sehven girenler ya temiz bir dayak yiyor ya da kurşunlanıyordu. Rahmetli babam bunları duyduğu için bana her gün nasihat eder:
“Oğlum, bir gün parmakla gösterilen biri olursan sen de kurşunlanırsın, bırak şu spor işini” diye bana kızardı.
Fakat babamın söyledikleri bir kulağımdan girer öbüründen çıkardı. Konya’ya Ahmet Sorgun arkadaşıma mektup yazarak bize bir tekvando hocası göndermesini rica ettim. O da olumlu cevap vermişti. O günlerde Kırşehir postanesinin önünde bir öğrenci öldürüldü. Sağcı, solcu gerilimi iyice tırmanmaya başladı. Ahmet’e tekrar mektup yazarak:
“Güvenlik konusunda sıkıntımız var, hoca gönderme işi kalsın” dedim.
Nam-ı diğer: Ayaklı Kütüphane
Halil amcamın oğlu Saadet Oğuz Konya’ya ziyaretime gelmişti. Sohbet arasında:
“Bekdik’li Ethem Hoca’nın oğlu burada Kütüphane müdürüymüş sen biliyor muydun?” diye sordu.
“Hayır, bilmiyorum” deyince elini cebine atıp bir kâğıt çıkartarak:
“Adı da Lütfi İkizmiş, şu da telefonu” diyerek adı ve telefonu yazılı kâğıdı bana verdi.
Daha sonra postaneden telefon ettim. Görüşmeden tanıştık. Sülalemizden bahsettim; dedemi, babamı, amcalarımı anlattım:
“Demek sen Molla Yusuf Amcanın torunu musun? Dedenin çok ekmeğini yedik. Kahvesini içtik. Bekdik’ten Kırşehir’e giderken Harmandalı’da dedenlerde kalırdım. Geç vakitlere kadar oturur sohbet ederdik” diye dedemden sitayişle bahsetti.
Daha sonra makamına gidip kendisiyle, yüz yüze görüştüm. Tarif edilemeyecek derecede inanılmaz bir kültürel birikimi vardı. Konya’da kendisine ayaklı kütüphane derlerdi. Birikimi kadar çevresi de çok genişti. Fırsat buldukça sık sık ziyarete giderdim. Yöresel kültürümüz aynı olduğundan çok iyi anlaşıyorduk. Ben kendisine çok sık sorular sorardım. Net ve kısa cümlelerle anlatırdı. Ağır Osmanlıca cümleler kurarak anlattığından ben çok zaman anlayamaz, sözünü keserek anlayamadığım ifadelerinin açıklamasını isterdim. Fakat bana hiç açıklama yapmaz, bu terim ve terkipleri öğreneceksin onun için de mutlaka Osmanlıca öğrenmem gerektiğini söylerdi.
Dr. Ali kemal Belviranlı’nın yazdığı Osmanlıca, alfabe ve gramer kitaplarını alıp onlardan öğrenmemi tavsiye etti. Ben de satın aldım ve çalışmaya başladım. Osmanlıcamı biraz ilerletmiştim. Derslere çalışmak, üniversiteye hazırlanmak, öğrenci dernekleri hizmetlerinde koşturmak gibi meşguliyetler nedeniyle devam ettiremedim. Ben sohbet arasında (olanak, olasılık) gibi Türkçemizde yeni kullanılan kelimeleri telaffuz ettiğim zaman bana çok kızar:
“Bak Yusuf, benim yanımda bu kelimeleri bir daha kullanırsan hiç acımam seni döverim. (İmkân, ihtimal) kelimelerinin suyumu çıktı” derdi.
Beni, bazen Mustafa Yazgan, Dr. Ali Kemal Belviranlı, Cemil Meriç, Dr. Emin Acar gibi mütefekkirlerin sohbetlerine götürür, fikirlerinden istifade etmemi sağlardı. Kendisi Almanya’da kütüphanecilik üzerine çalşıma yaptığı sırada bir Alman kadınla evlenmiş, Onunla Türkiye’ye gelmişler daha sonra anlaşamayarak ayrılmışlar.
Benim tanıştığım yıllarda bekâr hayatı yaşıyordu. Daha sonra Konya’nın yerlisi olan Türkçe Öğretmeni Gönül Mumcu(İkiz) Hanımefendiyle evlendiler.
Evlendikten sonra da ben, irtibatımı kesmedim. Gönül Hanım, kültürlü, birikimli ve gayet nezaketli bir Hanımefendiydi. Beni de çok severdi:
“Ben Yusuf’a Konya’dan bir kız bulacağım ve onu Konyalı yapacağım inşallah” diye bana şaka yapardı.
Ben mezun olup Kırşehir’de göreve başladıktan sonra sık sık Kırşehir’e gelir, arkadaşlarıyla ve dostlarıyla görüştükten sonra bizim evde misafir olurlardı. Konya’ya döndükten sonra da gayet kibar, edebi değeri olan bir mektup yazıp
“Göstermiş olduğunuz ince nezaket ve mihmandarlığınızdan dolayı müteşekkiriz ” diye memnuniyetlerini ifade ederlerdi.
İkiz ailesinin İbrahim Ethem adında bir oğlu ve Afra adında bir kızları oldu. Çocuklar ikiz doğmuşlardı. O zaman Konya’nın mahalli gazetelerinden biri
“İkizlerin ikizleri oldu” diye başlık atmıştı.
Benim evlenmeme de Lütfü Beyler vesile oldular. İleride sırası gelince evlenmemle ilgili ayrıntılı hatıramı anlatacağım. Lütfi Bey 24 Ağustos 2007 tarihinde Hakkın rahmetine kavuşmuş ve Konya’daki Üçler mezarlığına defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin makamı cennet olsun.
Arkadaşlarla Kâra Gittik (!)
Benden bir sınıf üstte olan İsmail Maçin ve Yunus Mete’yle çok samimi üçlü arkadaş ve dost olmuştuk. Okuldan çıkınca akşam yemeğinden sonra muteala saatine kadar birlikte çarşıya çıkar Aleatdin tepesini bir kere turlar, turlarken de evlilik muhabbetleri yapardık. Bir Cumartesi günü okulun bahçesinde yine turluyorduk. Yaşı kırkın üzerinde gösteren bir amca geldi. Üçümüzü birlikte görünce bize yöneldi. Kendisine yakın ilgi gösterdik, arzusunun ne olduğunu sorduk.
“Evladım, benim bir imalathanem var orada şahmeran levhaları üretiyorum. Bu günlerde siparişler çoğaldı yalnız yetiştiremiyorum. Aklıma sizin okulun öğrencileri geldi. Bunlar imanlı çocuklardır hile yapmadan çalışırlar, hem de harçlıklarını çıkartırlar” diye buraya geldim.
“Siz üçünüz çalışmak ister misiniz?”diye fikrimizi sordu.
Bizde kendi aramızda istişare yaptık. Fiyat konusunda da anlaşarak kabul ettik. Atölyesi Aziziye Camiine yakın ara sokaklarda ikinci katta bir yerdeymiş. Atölyede iş elbiseleri varmış onları giydik. Aramızda görev bölümü yaptık. Birimiz, ayakla hareket ettirilen makinede ölçülere uygun çerçeve kesecek, birimiz çeşitli boyutlarda şahmeran kalıplarına yağlı boya ile cam üzerine baskı yapacak, birimiz de kesilen çerçeveleri çakarak, kuryan şahmeran resimlerini o çerçeveye yerleştirerek imalatı tamamlamış olacaktık.
Hiç zaman kaybetmeden işe başladık. Çokta seri üretim yanıyorduk. Patron da çalışmamızdan oldukça memnun gözüküyordu. Öğlen yemeğinde bize birer ekmek arası getirdi ve ikram etti. Tam doymadık ama idare ettik. Akşam iş bitiminde bize, anlaşmış olduğumuz üzere yirmi beşer lira para verdi. Bir öğrenciye göre gayet iyi bir paraydı. Patron:
“Eğer dersiniz yoksa yarın da gelin” dedi. Biz de
“Dersimiz yok amca kesin geliriz” dedik ve müsaade isteyip çıktık.
Öyle Sevinçliydik ki:
“Böyle giderse biz haftada ellişer lira kazanmış olacağız” diye sohbet ederek Kayalı parka gelmiştik.
Yurtta yemek saati geçmiş olduğundan ve öğlen yemeğimiz biraz muğlâk olduğundan aç olan karnımızı doyurmamız gerekiyordu.
Nereye gidelim diye fikir teatisinde bulunurken ortak bir kanata vardık:
“Bu kadar yorulduk, iyi de para kazandık, temiz ve modern bir yerde yemek yiyelim. Böylece yorgunluğumuz da çıkmış olur” kararı aldık.
Mekân olarak da eski belediye binasının karşısındaki “Bomanti” restoranı seçtik.
Yarımşar piliç çevirme, ortaya da duble bir salata söyledik. Yemekten sonra birer şöbiyet yedik. Üstüne de birer Türk kahvesi içtik. Keyfimiz öyle yerindeydi ki:
“Oh be yorulduysak ta karnımızı iyice doyurduk gitse gitse onar liramız gider” diye sohbet ediyorduk.
Yanımıza garson gelerek başka bir isteğimizin olup olmadığını sordu. Biz de:
“Başka bir isteğiz yok. Hesabı getirirsen memnun oluruz” dedik.
Biraz sonra şef garson porselen tabak içerisinde hesap fişini getirerek masanın üzerine bıraktı ve gitti. Servis tabağındaki fişi ilk ben aldım. Bakınca gözlerime inanamadım
“Aman Allah’ım bu nasıl hesap” demişim.
İsmail ile Yunus ta benim bu tavrımdan afalladılar, fişi alıp baktılar. Aynı şaşkınlığı onlarda yaşadı. Toplam hesap doksan altı lira gelmişti. Adam başı otuz ikişer lira düşüyordu.
Başladık kara kara düşünmeye. Para kazanacağız derken yedişer lira açık vermiştik. Düşünmenin faydası yoktu. Buradan nasıl çıkacaktık! Onu düşünüyorduk. Artık işi gırgıra döktük. Yunus:
“Arkadaşlar, ben Eskişehir’de çok garsonluk yaptım bulaşıkları ben yıkar kurtulurum(!)” dedi. Bende:
“Çok iyi temizlik yaparım(!)” dedim.
İsmail boynunu bükmüş bizi dinliyordu. Bizim sözümüz bitince; sen ne yapacaksın anlamında ona baktık. Oda:
“Arkadaşlar ben hiçbir şey yapamam. Adamlar gelince sırtımı döner, kıçıma iki tekme, esneme de iki tokat vurun ödeşelim(!)” derim. Deyince bizi bir gülme krizi tuttu.
Öylesine gülüyorduk ki gülmekten karın kaslarımız ağrımıştı. Şef garson yanımıza gelerek:
“Gençler hayırdır nedir sizi bu kadar güldüren şey” diye sordu.
Biraz kendimize geldik ve ancak gülmeyi kesebildik.
Durumu anlattık. Oda biraz taaccüp ettikten sonra beni patronun yanına götürdü.
Düştüğümüz durumu patrona da anlattım. O da anlayışlı davranarak:
“Bak evladım, madem siz öğrencisiniz burada ne işiniz var. Aynı yemeği Arapoğlu makasında yedi buçuk liraya yiyebilirdiniz. Burada Konya’nın zenginleri yemek yer. Bu yedişer lira da benim size ikramım olsun” dedi. Biz de o gün tüm kazandığımız parayı “Bomanti” ye yatırdık ve yurdun yolunu tuttuk. Bir daha da çalışmaya gitmedik.
İmam-Hatip Lisesinden Mezun Oldum
Zaman hızla akıyor, mezuniyet günleri yaklaşıyordu. Son sınıftaki arkadaşları üniversite sınavlarının heyecanı sarmıştı. Şimdiki gibi özel dershaneler yoktu. Kendi imkânlarımızla temin ettiğimiz, üniversiteye hazırlık kitaplarına ve dergilerine çalışarak hazırlanıyor, başarılı olmak için sürekli Cenabı Allaha dualar ediyorduk.
Başvuru formları ve kılavuz kitapçıklar, okul idaresine gelmişti. Cüzi bir para karşılığında temin edip, sınav ücretlerini de kılavuzda belirtilen yere yatırdık. Bundan sonrası mezun olmak, sınava hazırlanmak ve sınavda başarılı olmaktı. Artık mezuniyetimize sayılı günler kalmıştı. Hocalar ders vermiyor, hoş sohbet ve nasihatlerle zamanı değerlendiriyorlardı.
Başmüdür yardımcısı Abdurrahman İzmirli, Kur’an-ı Kerim dersimize gelirdi. Bize, fırsat buldukça evlilik ve ailenin kutsallığı üzerine konuşmalar yapar, en çokta:
“Kendi yörenizden evlenmeye gayret edin. Çünkü mahalli gelenek görenekler, geçim ve aile mutluluğu için çok önemlidir” derdi.
Okul olarak özel bir mezuniyet günü yapılmadı. Hocalarımızla son derslerde helalleşip vedalaştık. 7/D sınıfı olarak topluca piknik yapmayı dolayısıyla veda yemeği düzenlemeyi planladık. Yer olarak ta Meram’ın hemen yanındaki Çayırbağı mevkiinde sulak ve yeşillik bir alanı seçtik. Sınıfımızdaki tüm arkadaşlar pikniğe iştirak etmişlerdi.
O gün akşama kadar tüm arkadaşlarla unutamayacağımız hoş anlar yaşadık. Birbirilerimizin adresini aldık. Ömür boyu irtibatlarımızın kesilmeyeceğine dair söz verdik. Çok duygusal bir ortam içerinde vedalaşarak, memleketlerimize döndük. Gerçekten de arkadaşlarla irtibatımız hiç kesilmedi.
Her beş yılda bir Konyalı arkadaşlar Konya dışındaki arkadaşları Konya’da ağırlarlar. Ulaşabildikleri hocalarımızı da davet ederler, genellikle çoğu iştirak ederlerdi. Özellikle Şükrü Özüdoğru hocamızla Abdurrahman Poçan hocamız her toplantıda bulunarak bizi onurlandırırlardı. Eski günlerimizi ve güzel anılarımızı yâd eder ve hasret gideririz Bu işe daha çok Ahmet Sorgun arkadaşımız öncülük eder. Diğer Konyalı arkadaşlarımız da ona destek olurlardı.
Bu misafirperverliklerinden dolayı her zaman kendilerine minnet duymaktayım. Konya’dan fiili olarak irtibatımız kesildi. Ama gönlümüzden, Konya’nın hasreti ve muhabbeti hiç kesilmedi. Ömrümüz olduğu müddetçe de daimi olacak inşallah. Mezun olduktan hemen sonra Diyanet İşleri Başkanlığı, Bütün illerin parasız yatılıda okumuş olan mezunlarını sırasıyla Ankara’ya sınava çağırdı. Parasız yatılıda ki arkadaşların tümü gelmişti. Sınavdan sonra atanmak istediğimiz, beş il tercih ettik. Ben Kırşehir ve çevre illeri seçmiştim. Sonucu beklemek üzere memleketlerimize geri döndük.
MEMURİYET HAYATIM
Devlet Memurluğuna 1 Ağustos 1977’de başladım
Atama sonuçlarının gelmesi bir aydan fazla sürdü. Mahallemiz yeni kurulmuş bir yerleşim yeri olduğundan evler hep yeni yapılmış, birçoğunun boya badana işleri yapılmamıştı. Daha önce bizim evlerin boya badana işlerini yaptığımdan elimin yatkın olduğunu, komşular biliyorlardı. Bu nedenle dört beş evin boya badana işini yaparak bayağı bir harçlık biriktirmiştim. En son Yusuf Akın’ın (Namı diğer Sarı Yusuf) evini boyuyordum. Nefes nefese Necla yengem geldi.
“Ağabey müjdemi isterim” diye, elindeki sarı zarfı bana verdi.
Zarfın üzerinde Diyanet İşleri Başkanlığının kaşesi vardı. Açtım, Kırşehir’in Merkez Ecikağıl Köyüne İmam-Hatip olarak atanmışım. Birkaç gün içinde elimdeki işimi de bitirerek hazırlıklarımı yaptım. Tarihin 01 Ağustos 1977 Pazartesiyi gösterdiği günün sabahında Kırşehir Müftülüğüne gidip İl Müftüsü Vahip Danışman’la görüşerek memuriyet görevime başlamak için gerekli işlemin yapılmasını talep ettim. Vahip Danışman Hoca çok muttaki bir ilim adamıydı. Kürsüye çıktığı zaman pervasız konuşur, icraatını yanlış bulduğu ve İslami kurallara göre yanlış yaptığını düşündüğü devlet adamlarından çatmadığı ve sataşmadığı kimse kalmazdı. Yolda yürürken hep önüne bakardı.(Bu davranışa tasavvufta Nazar berkadem deniliyor.) İsmail Dinçer(Laz) Hoca; Müftü Efendi için:
“Deve kadar imanı var, pire kadar aklı yok” derdi.
Yine bir Cuma günü Cacabey Camiinde vaaz ederken devlet adamlarına karşı suç teşkil edecek sözler sarf etmiş. Cemaatten bazıları şikâyette bulunmuş. Mahkeme sonunda suçu sabit bulunarak on sekiz ay hapis cezası verildi. Ömür boyu da kamu görevinden men edildi. Hapis cezasını çektikten sonra görevinden alınmış olduğundan memleketi olan Bolu’nun Gerede İlçesine döndü.
Müftülükten göreve başlama yazımı alarak aynı gün görev yerim olan Ecikağıl köyüne gittim. Köy Muhtarı Mükremin Acer’le görüştüm. Birlikte Kırşehir’e geri döndük. Muhtar:
“Köyümüzdeki görevine başlamıştır” diye Müftülük Makamına resmi bir yazıyla bildirdi.
Bu saatten itibaren devlet memuru olmuştum. O zaman maaşlar ayın başında verilirdi. İlk maaşımı da alarak Çarşı Camii yakınında ki bakkal dükkânımıza geldim. Babam masanın başında oturuyordu. Selam verdim
“Bu benim ilk maaşım babacığım.” diye parayı olduğu gibi masanın üzerine bıraktım.
Babamın duygulandığı belliydi. Parayı saydı ve bir miktarını bana verdi. Diğer kısmı masanın üzerinde bekliyordu. İçeriye komşumuz Hasan Bıçakçı (Hasan Çavuş) girdi. Babamın da samimi dostuydu. Yer verdik oturdu. Babam, Hasan Çavuşa dönerek:
“Hasan Çavuş bu nedir?” diye sordu. O da:
“Ne olacak para” dedi.
“Bu mayış (maaş) Hasan Çavuş mayış, oğlumun ilk mayışı!” dedi. Hasan çavuş:
“Hayırlı olsun. Yusuf onu hak etti” diye cevapladı.
O gün Kırşehir’de kalarak, köyde bana lazım olacak her türlü malzeme ve eşyayı hazırladık. Köyün dolmuş şoförüyle anlaşarak hazırladığımız eşyaları ertesi gün Ecikağıl’a götürdüm.
Ecikağıl’da İlk Günlerim Sıkıntılı Başladı
Cami lojmanını muhtarla birlikte açarak içeri girdik. İçerisi kullanılacak gibi değildi. Lojman, iptidai bir şekilde inşa edilmiş olup iki küçük oda ve bir aradan ibaretti. Odaların tabanları ve duvarların sıvaları saman katılmış çamurla yapılmıştı. Tabanlar delik deşik vaziyetteydi. Lojman, caminin batısına ve cami duvarına bitişik yapıldığından öğlenden sonra evin içi katlanılamayacak derecede sıcak oluyordu. Bütün köy evlerinde olduğu gibi lojmanın da tuvaleti evin dışındaydı ve çok bakımsızdı. Yüzeysel bir temizlik yaparak getirdiğim eşyaları lojmana yerleştirdim.
Ecikağıl’da ilk gecemi geçirecektim. Yatağımı odanın orta yerine serdim. Koşturmaktan çok yorulmuştum. Yatınca hemen uyurum düşüncesiyle lambayı söndürüp yatağa uzandım. Biraz sonra odanın içinde çıtırtı ve hışırtı sesleri gelmeye başladı. Gittikçe de artıyordu. Yataktan kalkarak lambayı yakmamla birlikte duvarda ki hamam böcekleri hızlı bir şekilde yerlerine kaçıştılar. Yapacak bir şey yoktu. Bunlara alışmam lazım diye yatağa yattım. Biraz sonra yatağın üzerinden bir şeylerin gelip geçtiğini hissettim. Tekrar kalkarak lambayı yaktım. Duvarla tabanın bitiştiği yerde büyükçe bir delik vardı. O deliğin içinden kafasını çıkarmış bana doğru, fıldır fıldır bakan bir fare duruyordu. Fareyi de görünce iyice tedirginleştim. Gözüme uyku girmez oldu.
Evin duvarları güneşten iyice ısınmış, akşam olunca da sıcağı içeriye vermeye başlamıştı. O gece, bana hafızamdan çıkmayacak bir kâbus olmuştu. Sabah erkenden kalktım. Gece uyuyamadığımdan sersemlemiştim. Kendime, getirdiğim malzemeden bir kahvaltı hazırlayıp karnımı doyurdum. Muhtarı buldum Lojmanın durumunu anlattım. Kırşehir’den çimento alçı ve kireç getirttik. Köyün yakınından geçen Kızılırmak’tan da kum temin ettik. Bu malzemenin parasını kendim ödedim. Köyün gençleri amele oldu. Bende usta oldum. Lojmanı el birliğiyle güzelce tamir ettik. Cemaatle ilişkilerimiz çok iyiydi. Camide topluca namazımızı kılıyor sonra hariciye odası olan, cemaatten birinin evine misafir oluyor, bol bol sohbetler ediyorduk.
Bir gün yaşlı bir amca, benim eve misafir oldu. Sohbet arasında bana:
“Hocam eğer sen de kabul edersen torum ..... yi sana münasip görüyoruz. Ne dersin?” diye sordu.
Ben de, bazı gerekçeler beyan ederek olumsuz cevap verdim. O andan itibaren bana tavrı değişti. Her fırsatta açığımı aramaya başladı. Ankara’ya gidip zamanın Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’a basit bahaneler üreterek beni şikâyet etmiş. Muhakkik tayin edilerek konu incelendi. Suç unsuru bulunamadığından herhangi bir idari işlem yapılmadı.
Hem Devlet Memuru Hem Üniversite Öğrencisiydim
ÖSYM (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) Sınav sonuçları adreslere gelmeye başlamıştı. Benim sonuç gelince; Sabahattin ağabeyim, motosikletle akşamüstü köye getirdi. Merkezi yerleştirme sistemiyle (Fakülte niteliğinde olan) bir yere giremiyordum. Ancak ön kayıt sistemiyle öğrenci alan (Enstitü niteliğinde olan) okullardan birçoğunu tutuyordu.
Hem görevde olup, hem de öğrenci olmak daha çok işime geleceğini düşünerek, kaydımı Kırşehir Eğitim Enstitüsüne yaptırdım.
Sabah namazını kıldırdıktan sonra kahvaltımı yapıyor, ilk dolmuşla, gün doğmadan Kırşehir’e hareket ediyordum. Öğlen namazına yetişemiyordum ama hem müftülük hem de cemaat müsamaha gösteriyorlardı. Caminin anahtarını cemaatten birine vermiştim.
Vakit girince, namaza en muktedir olan, imam olup namazı kıldırıyordu. Anarşinin iyice arttığı, kardeş kardeşe kuşun sıktığı, her görüşün kendi içinde fraksiyonlara ayrıldığı günleri yaşıyorduk. Herkes kelle koltukta geziyordu. Sağcıların kalabalık bir gurubu vardı. Aynı oranda solcularında vardı. MTTB’nin de kırk kişilik bir gurubu vardı. Ben bu kırk kişilik gurubun içinde gidip geliyordum. Genellikle sağ ile solun çatışması olur, bizimle uğraşmaya zaman bulamazlardı. Biz genellikle fikri tartışma yapardık. İmam-Hatip Okullarının orta kısmının kapatıldığı günlerde hocalarla yaptığımız ev sohbetlerinde ki birikimler en büyük desteğimiz olmuştur.
EVLİLİĞE İLK ADIM
Müşerref Hanım’la Nişanlandık
Babamlar da Kırşehir’de bildikleri ailelerin kızlarına bakıyorlardı. Kimini ben istemiyordum. Kimi de olumsuz cevap veriyordu. Okulda büyük bir kavga olmuş o gün eğitime ara verilmiş, ben de eve gelmiştim.
Bahçede gezinirken evin önünde sarı renkli bir Volkswagen araba durdu. Dikkatlice baktım, gelen araba Lütfi Beyin arabasıydı. Lütfi Bey ve eşi Gönül Hanım arabadan indiler. Salona buyur ettik. Hoşbeş ten ve ikramlardan sonra Lütfi Bey:
“Biz sizi Konya’ya götürmeye geldik. Tanıdık dostların kızlarına bakacağız. Hazırlanın yola çıkıyoruz” dedi.
Ben izinli olmadığım için gidemedim. Babamı ve anamı da alarak önce Nevşehir’e daha sonra da Konya’ya gitmek üzere yola çıktılar. Onlar gittikten sonra bende Ecikağıl’a döndüm. Köyde vakit geçmeyi bilmiyordu. Bir sürü hayaller kuruyor, polis radyosundan şarkılar türküler dinliyor, vakit geçirmeye çalışıyordum. Üç gün sonra şehre gidenlerden biri eve gelerek:
“Hocam, yarın okulunuzda eğitim başlıyormuş” diye bir haber getirdi.
Bu habere çok sevindim.
“İnşallah babamlar da gelmiş ve hayırlı havadisler getirmiştir” diye dualar ediyordum.
Sabah ilk dolmuşla Kırşehir’e geldim. Yolda inerek eve geliyordum. Hasan Çavuş’un evinin yanındaki köşeyi dönmeden babamla karşılaştım. Durumu sordum?
“Nevşehir’de temiz bir ailenin kızına söz kestik, detayları anan sana anlatır” diye cevap verdi.
Eve elli metre kalmıştı. Heyecandan nereye bastığımı bilmiyordum. Ayaklarım birbirine dolaşıyor, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Bir taraftan da:
“Daha ben görmeden neden söz kestiler, birbirilerimize karşılıklı taleplerimizi söylesek, biraz zaman tanınsa araştırıp soruşturup biraz malumat sahibi olduktan sonra söz kesilse daha iyi olmaz mıydı?” diye düşünerek içeri girdim.
Anam salonda oturuyordu. Yanına varıp boynuna sarılarak yanaklarından öptüm.
“Canım anacığım! Demek bana kız buldun öylemi?” diye anama defalarca teşekkür ettim. Anam da:
“Oğlum tam senin istediğin gibi tesettürlü, terbiyeli, eli yüzü nurlu, namazlı abdestli, iyi bir insan evladına benziyor. İnşallah hayırlı olur” dedi.
Bir hafta sonra babam, anam, yeğenim Mürüvvet ve ben bir taksi kiralayarak Nevşehir’e gittik. Bizi salona buyur ettiler. Biz sohbete koyulmuştuk. Kayın peder bir şeyler sorup benim verdiğim cevaplardan beni ölçmeye çalışıyordu ki kapı açıldı ve Müşerref Hanım içeriye girdi. Hızlıca tepeden tırnağa süzdüm. Başını eflatun tonlu gayet şık bir eşarpla kapatmış, kiremit renginde el örgüsü, düğmeleri rengine uygun bir kazak giymiş, onun altına ördekbaşı yeşil kumaştan dikilmiş eteğini, koyu bej renginde çorap ve kırmızı rugan terlikle tamamlamıştı. Görünce olan oldu, kalbimin tam ortasına bir ateş düştü. Anamın ve babamın elini öptü. Sıra bana gelince toka yapmak için elini bana uzattı. Ben toka yapmayıp sadece teşekkür ettim. Eli havada kaldı. Bu duruma çok bozulmuş. Ben takvalık yapacağım derken böylesine zarif ve narin bir kıza nezaketsizlik yapmış oldum. O dışarı çıkınca, anam bana bakarak
“Ne diyorsun uygun mu?” diye yavaşça sordu. Bende
“Tamam, uygun beğendim” dedim.
Böylece 20 Eylül 1977’de Salı günü Müşerref Hanımla, hayat arkadaşı olmak üzere ilk adımı atmış olduk.
Eşimin o ilk gördüğümde ki kıyafetini çok sevmiştim. Evden biraz uzak kaldığım zaman, onu hayal ederken hep o kıyafetle hayal ederim. İstesem de başka türlü tahayyül edemiyorum. O gün Nevşehir’de misafir olduk. Nişanlıma giysiler ve takılar almak için çarşıya çıktık. Fırsat buldukça uzaktan uzağa tebessüm eşliğinde kaçamak bakışlarımız oldu. Bu konuda, rahmetli kayın validem çok anlayışlı bir insandı. Çarşıdan eve gelince, bir fırsatını bulup, karşılıklı baş başa sohbet imkânı sağladı bize. Ertesi gün, tek ulaşım aracı olan Aktaş seyahatle Kırşehir’e döndük.
5 Kasım 1978’de Düğünümüz Oldu
On dört ay nişanlı kaldık. Bu sürede bol bol mektuplaştık. Fırsat buldukça telefon görüşmesi yapardık. Bazen de nişanlımı görmek için izin alıp Nevşehir’e giderdim. Çok heyecan verici ve hayallerimi süsleyen, nişanlılık anılarımız bir özlem olarak mazide kaldı.
Kurtuluş Ağabeyim, Her mektubunda:
“Ben gelinceye kadar düğünü yapmayın” diye yazardı.
Temmuz’da geliyorum dediği halde Ekim’in sonuna doğru gelmişti. Düğünü 05.11.1978’de yapmak üzere kararlaştırabildik. Biz düğün hazırlıklarıyla uğraşırken bizden bir dönem önceki Eğitim Enstitüsü öğrencileri mezun olmuşlar, hemen ardından da atamaları olmuştu. Dernek çalışmalarında dostluğumuz oluşmuş olan Bekir Güneş Hoca’nın da ataması yapılmış, bu nedenle Çamlıtepe Camisindeki İmamlık görevinden ayrılmak üzere olduğunu duydum.
Araştırdım, memleketi olan Kozaklıya bağlı Yassıca köyüne gitmiş.
“Bu fırsat bir daha ele geçmez” diye, bir taksi kiralayıp Yassıca ya gittim.
Bekir Hoca:
“Yusuf Hocam ben becayiş yapmak üzere başkasına söz vermiştim ama söz konusu sen olunca, o arkadaştan özür dileyip gönlünü aldıktan sonra seninle becayiş eder, Ecikağıl Camii İmamlığından istifa etmiş olurum. Sen gönlünü ferah tut ve düğün işlerine yoğunlaş” dedi.
Bekir Hoca ertesi gün Kırşehir’e gelmiş birlikte Müftülüğe giderek karşılıklı dilekçe verip becayiş işini gerçekleştirmiş olduk. Zaten davetiyeleri dağıtmış, düğün hazırlıklarını da tamamlamıştık. 05 Kasım’da düğünümüz başladı. Daha önceden planladığımız gibi düğün mümkün mertebe İslami adetler çerçevesinde yapıldı. Ertesi gün sabahtan gelin almak için Nevşehir’e gidildi. Hiç bir sorun yaşanmadan orada da gerekli merasimlerden sonra gelini alarak Kırşehir’e döndü
Benim izin bitince, Çamlıtepe Camii’ndeki görevime başladım. Camiye üç yüz metre mesafede bulunan bir ev kiraladık. Daha önce bir aylığına kiraladığımız evde on gün oturmuştuk. Kirayı bir aylık ödeyerek oradan Kervansaray mahallesindeki yeni evimize taşındık.
Yeni evimiz zamanın şartlarına göre çok güzel bir evdi. Yeni eşyalarımızı da yerleştirince oldukça sevmiştik.
Komşularla çok iyi ilişkiler içindeydik. Babamlar, akşamları ben camiye gittiğimde gelin yalnız kalmasın diye Kurtuluş ağabeyimin büyük oğlu Mahmut’u bizim yanımıza göndermişlerdi. Okula bizim evden gidip gelirdi.
Ben ikinci sınıfa geçmiştim. Okula her gün sabah 7.00’de gider 11.30’da gelirdim. Böylece, namaz vakitlerini de hiç aksatmamış olurdum. Türkiye’de sağ sol ayırımı çok tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Kırşehir’in polisiye tedbirleri yetersiz kalınca Nevşehir’deki komando birliğinden takviye güç geldi. Her sınıfa iki asker girerek nöbet tutar, süngülerin gölgesinde ders yapardık. Teneffüse çıkınca komandolar koridorun ortasına baştanbaşa ve omuz omuza dizilirler bir tarafta sağcılar bir tarafta da solcular bulunurdu. Askerlerin üzerinden bir birilerine yumruk savururlardı. Emir gelmediği için de askerler müdahale etmezlerdi. İş iyice karışınca komutan asker metoduyla emir verir, ortalığı dipçik sesleri alır vururdu.
Biz, MTTB gurubu olarak hiç teneffüse çıkmazdık. Uzun süre oturduğumuz için bazı arkadaşın oturma mahallinden çıban çıkmıştı. 1979’da dövüşlü, kavgalı, badireli bir yüksekokul hayatını da tamamlayarak Kırşehir Eğitim Enstitüsünden mezun oldum. Mezuniyetin hemen ardından atamalar yapıldı. O zaman atamalar şimdiki gibi değildi. Mezun olanların listesi okul tarafından Milli Eğitim Bakanlığına bildirilir, bakanlıkta beklemeden atamaları yapardı.
İlk Öğretmenlik Atamam Çankırı’ya Yapıldı
Benim atamam Çankırı’ya çıkmıştı. Çankırı valiliğince de Yapraklı İlçesinin Müsellim Köyüne verilmişim. Yeni görev yerimi yakinen tanımak amacıyla Çankırı’ya oradan da Müsellim Köyüne gittim. Okul Müdürü ve öğretmenler çok ilgilendiler. Göreve başlama yazımı da Yapraklı Kaymakamlığı’na gönderdiler. Ben de Kırşehir’e döndüm. Durumu bazı büyüklere ve arkadaşlara anlattım. Kırşehir’de eski görevde kalmam hususunda ortak kanaat oluştu. Böylece ben de öğretmenliğe geçmekten vazgeçmiş oldum.
İmamlığı da sevmiştim. Başlangıçta fazla cemaatim yoktu. Devamlı gelen Şıho Dayı diye bir cemaatim vardı. Hiçbir vakti kaçırmaz, benden önce camiye gelir beni beklerdi. Sabah namazlarında tek cemaatim Şıho dayıydı. Bana çok zaman
“Hoca, sen geliyorsun diye ben de geliyorum. Sende evinde kıl” diye tembihte bulunurdu.
Ama ben yine de hiç cemaat gelmese bile her vakit camiyi açıp ezanı okuyup namazı kendim kılmaya gayret ediyordum. Benim cami tamda solcuların bölgesinde idi. Fakat o dönemde her görüş ve düşüncedeki kişilerce din adamlarına karşı bir saygı ve müsamaha vardı. Fikirlerine katılmasa bile:
“Çevrem beni kınar ve dışlar” diye rahatsız etmezlerdi.
Yine de tedbirli olmak zorundaydım. Sabah ve yatsı namazlarına giderken, “Astra” marka tabancamı yanıma alır, mermiyi de namluya verir, öyle giderdim. Caminin yapılmasına vesile olmuş, kendini caminin yöneticisi olarak gören Hacı Osman Eskihoron isminde bir cemaatim vardı. Morali yerinde olunca çok iyi geçinirdik fakat morali bozuk olunca da hiç çekilmezdi. İlk yıl İmamlığın yanında kameti de kendim yaptım.
Eşimi:
“Bulantısı var, üşüttü mü? Yoksa” diye doktora götürmüştüm.
Doktor, üç aylık hamile olduğunu söyledi. Çok mutlu olmuştuk. Yaklaşık altı ay kadar sonra bir oğlumuz oldu. Ben Ebubekir ismini çok severdim. Gönlümden bu geçiyordu ama babama:
“Torununun adını ne koyalım?” diye sordum.
“Ali olsun” dedi ve öyle oldu.
Rahmetli Kayınpederim Ali’nin doğduğu gece rüyasında Üstat Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerini rüyasında görmüş, bize gelince rüyasını anlattı.
“Ali Sait koysanız daha iyi olmaz mı?” diye fikrimizi sordu.
Bu ismi bizde çok sevmiştik ama nüfus kaydını yaptırdığımız için değiştiremedik. Ali’miz minyon tipliydi ama nur parçası gibiydi. Görenler, sevmeden geçmezdi. Hele kirpiklerine herkes meftundu. Rahmetli anneannesi Kamuran Hanım, Ali’ye ne öreceğini ne giydireceğini şaşırırdı.
Mahallenin Çocuklarıyla Çok İyi Anlaştık
Bir gün kendi kendime:
“Böyle olmayacak!” deyip.
Önce mahallede hangi ailenin okul çağında çocuğu var, tespit ettim. Sonra eşimle birlikte çocuğu olan aileleri ziyarete gittim. Önce tanışıyor ve ahbap oluyor, daha sonra okumanın önemini anlatıyor, Allah’ın ve Resulünün ilme verdiği önemi örnekleriyle açıklıyor, eğer arzu ederlerse bu konuda çocuklarına yardımcı olabileceğimi, kendimin aynı zamanda öğretmen olduğumu ödevleri konusunda da çocuklara yardımcı olabileceğimi anlatıyordum. Namazlardan sonra:
“Allah’ım, bu konuda aciz kuluna yardımını esirgeme. Benim söylemesini beceremediğim konular üzerinde sen tesir halk eyle” diye dualar ediyordum.
Samimiyetle yapılan dua ve hizmetleri Yüce Allah’ım asla boş çevirmiyor. Caminin tam karşısında ki komşumuz Mehmet Çelik Almanya’dan izine gelmişti. Durumu ona da anlattım. Çok memnun oldu ve ilkokulda okuyan üç evladını bana emanet etti. Çocuklar sabah namazı dâhil evde oldukları her vakit camiye gelirlerdi. En büyükleri Ercan, ortancası Ertaş, en küçükleri de Ertan’dı. Allah bağışlasın üçü de çok zekilerdi. Daha sonra Ercan Kayseri İlahiyat fakültesini, Ertaş İTÜ Elektrik Mühendisliğini, Ertan da Sakarya İnşaat Mühendisliğini bitirdiler ve şimdi meslekleriyle ilgili işlerinin başındalar. Bu çocukları namaz sürelerinden sonra Kur’an-ı Kerimi okuyabilmeleri için elif cüzüne başlattım. Kur’an harflerini gösterdim.
“Yarın bu harfleri tanıyacaksınız ve ezbere okuyacaksınız” diye de ödev verdim.
“Ben, zaman işini çok kısa tuttum. Daha başta, çocukları Kuran’dan soğutmuş olabilir miyim?” diye üzülüyordum.
İkindi vakti yaklaştığı için camiye gelmiştim. Biraz sonra Ertaş geldi ve bana yaklaşarak:
“Hocam! Ben ödevimi yaptım okumak istiyorum” dedi. Ben de:
“Atma Ertaş! Bak yanlışın çıkarsa arayı açarız, istersen biraz daha çalış” dedimse de okumakta ısrarlıydı.
Namazı kıldıktan sonra derse başladık. Harfleri bir çırpıda ezbere eksiksiz saydı. Şeklen de çok iyi tanıyordu. Çok duygulandım. Yarınki ödevini de anlatarak Ertaş’ı evlerine gönderdim. Ertaş üç gün sonra Kur’an okumaya başladı. Ercan ile Ertan’ın Kur’an okumaya başlaması ise bir haftayı bulmuştu. Artık gönlüm çok rahattı. Hem Mushaf-ı Şerife karınca kararınca hizmet ettiğime inanıyor, hem de camide kendime bir meşguliyet bulduğuma seviniyordum. Ercan da Ertaş ta ezan okumayı ve kamet yapmayı beceriyorlardı. Cemaatten bu çocukları görenler:
“Hoca Efendi bizim çocuğu da göndersem okutabilir misin?” diye soranlar oluyordu.
Benim de zaten aradığım buydu. Çocukların birçoğunun babasıyla, ziyaretten sonra bu konu hakkında konuşmuştum. Günden güne camide genç ve çocuk cemaatim artmaya başlamıştı. Namazdan sonra yaşlı cemaat evlerine gidiyor, ben gençlerle baş başa kalıyordum. Camiye gelen gençlere hem namaz surelerini öğretiyor, hem Kur’an okumayı öğretiyor hem de dini sohbetler yapıyorduk. Nerdeyse her evden bir veya birkaç öğrencim olmuştu. Öğrencilerle aramızda öyle samimiyetler gelişti ki hoca öğrenci gibi değil de ağabey kardeş ve baba evlat gibi olmuştuk. Yatsı namazından sonra yetişkin cemaat evlerine gider, biz gençlerle camide kalır, caminin kaloriferli odasında ders çalışır ve karşılıklı dini sohbetler yapardık. Kış günleri geceler uzun olduğundan bazen saat 24.00’e kadar sohbet ederdik.
Caminin küçük bir odası vardı. O odayı kütüphane olacak şekilde hazırladım. Genelde çocuk ve gençlerin anlayabileceği kitapların isimlerini, arkadaşlara da sorarak tespit ettim. Durumu iyi olan variyetli kişilere ikişer üçer kitap aldırıyordum. Evden getirelim diyenlerin kitaplarını istemiyordum. Yaprakları sararmış ve yıpranmış kitapların, çocukların heves ve heyecanını kıracağını düşünüyordum. Hem cemaate hem arkadaşlara hem izine gelen Almancılara epeyce kitap aldırdım. Dört katlı kitap raflarının tamamı doldu. Kitaplara demirbaş numaraları verdim. Bir demirbaş defteri aldım ve kitapları kaydettim. Cami adına bir kaşe yaptırdım. Her kitaba bir tanıtım kartı bastırdım. Camiden kitap almak isteyenler için kimlik kartları bastırdım. Kitap almadan önce kimlik çıkartmaları gerekiyordu. Gerekli bilgileri yazdıktan sonra kaşe vurup imzalıyordum. Kitap alanların kimlik kartıyla, kitap tanıtım kartını birleştirip özel yaptırdığım zarflara koyup öyle muhafaza ediyordum. Böylece hangi kitabın kimde olduğunu takip edebiliyordum
Camiye devamlı gelen öğrencilerden ikisini kitaplık görevlisi yaptım. Onlar da büyük bir hevesle bu işi yürüttüler. Aldığı kitabı okuyanlardan kısa özet çıkarmalarını istiyordum. Bu işi yapanlara daha önceden aldığım küçük hediyeler vererek onları motive ediyordum. Yaptığımız iş biraz iptidai ve basitti ama böyle bir işi başlatıp güzel sonuçlar almaktan inanılmaz bir haz duyuyordum.
Bu öğrencilerden birçoğu önemli okullar kazanarak, önemli meslekler edindiler ve önemli yerlere geldiler. Bunların hepsi kaliteli üniversitelerde okumanın ötesinde imanlı, İhlâslı, ibadet ehli gençler olarak yetiştiler. Bu öğrencilerime başarı ve ömür boyu muvaffakiyetler diliyorum.
Okullar yaz tatiline girince tüm camilerde yaz kursları açılır, okumak için her yaştan ve her kesimden çocuklar gelirdi. Benim her yıl ortalama yüz yirmi kişi civarında öğrencim olurdu. Hepsini ben okutacak olsam gün içinde bitmesi mümkün değildi. Eğer bu işi severek ve isteyerek yapmayacak olsam katlanılacak gibi değildi. Çocukların gürültüsüne ve yaramazlıklarına tahammül etmek çok zor oluyordu ama severek yaptığımdan müthiş keyif alıyordum
Öğrencileri Seviyelerine Göre Gruplara Ayırırdım
Kursun ilk günlerinde öğrencilere seviye tespit sınavı yapardım. İçlerinden en zeki ve yeterli olan on bir kişiyi birinci gurup olarak belirler, kalan öğrencileri de seviyelerine göre on bir ayrı guruba böler, bu gurupların her birinin başına da birinci guruptaki çocuklardan bir kişiyi görevlendirirdim. Görevlendirdiğim çocuklar, grupları okuturken ben de grupları dolaşır, doğru okutup okutmadıklarını kontrol ederdim. Her gün bir grubu da ben okutur, böylece onları teftiş eder eksikliklerini tamamlardım. Bu metotla gayet iyi sonuçlar almıştık.
Grupların dersleri bitince, birinci grup hariç diğerlerini evlerine gönderirdim. Öğlen namazını cemaat olarak kıldıktan sonra kalan grubun derslerini dinler, sorularını cevaplamaya çalışır, çok feyizli ve zevkli sohbetler yapardık. Hayatımın manevi olarak en verimli ve unutamadığım günleriydi o günler.
Bende çocukluktan beri müthiş bir araba tutkusu vardı. 1974’te Profesyonel (B) ehliyet sahibi olmuştum. Evlendikten sonra eşimi bin bir zorlukla ikna ederek kendisine ziynet eşyası olarak takılan altınları satıp Murat 124 marka ikinci el bir araba aldım. Namaz vakitleri haricinde taksicilik yaparak ek gelir sağlıyordum. Tanıdıklar ve akrabalar benim arabayı tercih ediyorlardı. Maddi yönden durumum düzelmiş, elim biraz para görür olmuştu.
Oğlum Ali bir yaşını doldurmak üzereydi. Bir gün dükkâna varmıştım ve ağabeylerimle laflıyorduk. Her iki ağabeyimde o gün bana olağanüstü iltifatlı ve iyi davranıyorlardı. Kurtuluş ağabeyim biraz sonra ağzında ki baklayı çıkarttı; eşinin rahatsızlığını bahane ederek babamın yanından ayrılmaları gerektiğini çeşitli bahane ve gerekçeler göstererek anlattı. O ayrılınca Sabahattin ağabeyim:
“Kesinlikle bende ayrılırım” demiş.
Kurtuluş ağabeyim:
“Daha önce İhsan ağabeyimin şimdi de kendilerinin, babamın hizmetini uzun süre yaptıklarını bu konuda benim emeğimin hiç olmadığını, birazda benim üstlenmem gerektiğini uygun ve kurnazca bir dille uzun uzadıya anlattı” Bu sözler karşısında biraz mahcubiyet birazda eziklik hissetmeye başladım.
Anam babam da söz konusu olunca işi daha etraflı ve derin düşünüyordum. Zaten, duygusal yaklaşınca benim kanağım kolaydır. Bazı vaatlerde de bulunarak beni oracıkta ikna ederek “evet” dedirttiler.
Eve gelip durumu eşime anlatınca küplere bindi, krizler geçirdi, gitmemek için beni ikna etmeye çok uğraştı ama bir kere söz verdim diye sözümden dönmedim. Hazırlıkları yapıp, kervansaray mahallesinden saraycık mahallesine babamların yanına taşındık. Kervansaray Mahallesi ile saraycık mahallesinin arası altı km. idi. Özellikle kış aylarında sabah ve yatsı namazlarına gidip gelmede çok sıkıntı çekiyordum. Çoğu zaman yollar kapalı oluyor, sabah namazlarına gidemiyordum. Cemaat, beni Müftülüğe şikâyet etmiş. Dikkatli olmam konusunda bana bir uyarı yazısı geldi. Gidiş gelişlerde harcadığım yakıt parası arabanın kazancından çok oluyordu. Ağabeylerim de verdikleri destek sözünde durmadılar. Daha doğrusu destek verecek durumları kalmamıştı. Biz babamların yanına taşındıktan kısa bir süre sonra 12 Eylül 1980’de Ordu idareye el koydu. Kenan Evren Devlet Başkanı oldu. Artık, Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi değildi.
En son Kırşehir Müftüsü Hüseyin Bakır beni çağırtarak:
“Yusuf Hoca, biz seni severiz fakat görevini aksatıyorsun. Ya buna bir çare bul veya hakkında işlem başlatacağız” diye sözlü olarak uyardı.
Cemaat caminin yanına lojman yapımını hızlandırmıştı. Artık benim de babamlara durumu söylemem gerekiyordu. Zaten babam da bu işin bu şekilde yürümeyeceğinin farkındaydı. Birlikte oturup konuştuk ve lojmana taşınmam gerektiği konusunda mutabakata vardık. Bir buçuk yıl sonra tekrar Kervansaray Mahallesinin yolunu tuttuk. Anamla babamı o şekilde bırakıp gelmek içimi çok acıtmıştı. Yıllarca da bu acıyı duyarak yaşadım. Sık sık ziyaretlerine gider, babamın tıraş, banyo ve diğer hizmetlerini yapmaya gayret ederdim. Allah razı olsun İhsan ağabeyim de Almanya’dan kesin dönüş yapmıştı ve babamların evlerine yakın oturduklarından babamın ve anamın hizmetlerinin büyük bir kısmını onlar görüyordu.
Yeni yapılan cami lojmanı iki oda bir salon, banyo, mutfak ve tuvaletten oluşuyordu. Sıhhi tesisatı yoktu. Eve lazım olan suyu, emektar eşim testilerle ve güğümlerle mahalle çeşmesinden getirirdi. Ev hiç güneş almazdı ve çok soğuk olurdu. Ben kışın sık sık soğuk algınlığına yakalanırdım. Fakat olumsuzlukları olumluya çevirmek gerekiyordu. Çünkü hayat mücadeleden ibaretti. Lojmanın önündeki boş alanı birkaç kez belledim. İğdecik köyünden bir kamyon milli, ince İğdecik kumu getirttim. Bahçe toprağıyla karıştırıp beldim. Oraya meyve fidanları diktim. Kapı önlerine çeşit çeşit yediveren gülleri aşıladım.
Caminin önünde ki şadırvanın yan tarafına bir havuz yaptım. Cemaatin abdest aldığı sular o havuzda birikir ben de o suyla fidanlarımı sulardım. İlkbaharla birlikte sebze fideleri alır, organik sebzeler yetiştirirdim. Üç dört sene sonra şeftali kiraz ve ayva fidanları meyve vermeye başladı. Rahmetli kayın pederim bize geldiğinde lojmanın balkonunda oturur meyveleri seyreder ve söz arasında:
“Bunları yemekten daha ziyade yeşil yapraklar arasında kırmızı ve sarı meyveleri seyretmek bana daha çok haz veriyor” derdi.
Askerliğimi Kısa Dönem Er Olarak Yaptım
20 Kasım 1981’de kısa dönem er olarak askerliğimi yapmak üzere Burdur 58. Topçu Tugayına ( 58. Piyade Eğitim Alay Komutanlığı) gitmek üzere celp kâğıdım geldi. Askere gitmemin sıkıntısı bir tarafa, askerde bana para lazım. Burada kalan eşim ve oğlumun geçimi için para lazım. Dört ay maaşım kesilecek başka bir gelirimiz yok. Son çare olarak arabayı satmamız gerekti. Satılığa çıkardık, değerinden birazda aşağı verince arabayı sattım. Evin, kışlık odununu ve kömürünü aldım. Yetecek kadar da eve para bıraktım. Gerisini de ağabeylerime emaneten verdim ve askere yolcu oldum. Önce Eskişehir’de ki ablamlar’a gittim. Bir gün orada kaldım. Ertesi gün gece Burdur arabasıyla yola çıktım. Sabaha karşı Burdur’a vardım. Otobüsten iner inmez daha önce hiç görmediğim bir soğukla karşılaştım. Terminalin yakınında ki bir camiye giderek sabahın ayazında titreyerek abdest aldım. Namazdan sonra cemaat bizimle ilgilendi. Burdur hakkında biraz bilgi verdiler. Caminin sobası yanıyordu. Mesai saatine kadar oturduk. Diğer kentlerden gelen arkadaşlarla camide tanıştık. Mevsim kışa denk geldiğinden dört ay zor ve sıkıntılı bir askerlik dönemi geçirdim. Tam terhis olup memlekete döneceğim sırada bende bir bulantı ve halsizlik başladı. Bir taraftan da kilo kaybı oluyordu. Bu halimle terhis olup teskereyi alarak memlekete döndüm Askerde Sarılık Oldum
Eve gelince kısa bir süre dinlendikten sonra doktora gittim. Tetkik ve tahliller yapıldı. Hepatit B teşhisi kondu. Kırk beş gün istirahat verdiler. Bu süreyi yatarak ve dinlenerek geçirdim ve raporun bitiminde göreve başladım. Göreve başladıktan sonra halsizliğim devam ediyordu. Bir müddet sonra hastalığım yeniden nüksetti. Kırşehir’deki doktorlar beni Ankara Yüksek İhtisas Hastanesine sevk etti. Yıllarca bu hastaneye gidip geldim. İki kere hastanede yatarak tedavi gördüm. 1983 yılından 2001 yılına kadar HBS(+) Kronik Hepatit B hastası olarak yaşadım. Doktorlar ömür boyu bu hastalıkla yaşamaya alışmamı söylediler.
Bu arada eşimin yine hamile olduğunu öğrendik. Sevinmenin ötesinde doğacak çocukta Hepatitli olursa diye endişe duyuyorduk. Kontrole giderken Ankara’ya eşimle birlikte gittik. Tahlil yapılmak üzere ondan da kan aldılar. Çok şükür eşimde HBS (-) çıktı.
“Bu, çıkmayacak anlamına gelmez, eşin ve oğlun (Ali) için aşı yazıyoruz” dediler.
Onları da aşılattık. Gıdalarımıza ve ilaçlarımıza gayet itina gösteriyorduk. Nihayet eşimin, doğum sancıları başladı. Kırşehir Devlet Hastanesine götürdük. 06.12.1982’de Pazartesi günü koç gibi bir oğlumuz daha oldu.
Bu kez:
“Adını ne koyalım?” diye anama sordum. O da:
“Ben Murat adını çok severim. Murat olsun” dedi.
Böylece ikinci oğlumuz Murat’la aile nüfusumuz dört kişi oldu. Murat çok gelişatlı bir çocuktu. Çok ta boğazlıydı. Halende bu özelliği devam etmektedir. Ben Muradı severken
“Bu çocuk ileride inşallah yiğit bir delikanlı olur. Benim koç kafalı oğlum” diye severdim.
İki yıl aradan sonra dünyalar tatlısı kızım Feyza dünyaya geldi. Doğduğunda gür saçları vardı. Kendisi esmer tenliydi ama çok tatlıydı. Benim kız çocuklarına karşı bir zafiyetim vardı. İlk çocuğumun kız olmasını istemiştim. Allah ancak üçüncü çocuğumuzu kız olarak nasip etti. Doğumu yaptıran Dr. Erdal Ahad bana:
“Yusuf Bey, artık burada kes üç çocuk yeterli” dedi. Ben de:
“Doktor Bey, inan biz de öyle düşünüyoruz” dedim.
Fakat bizim düşünmemiz yetmiyor. Cenabı Hakkın takdiri neyse o oluyor. Feyza bir yaşını yeni geçmişti. Bütün tedbirlere rağmen eşim yine hamileydi. Takdire boyun eğmekten başka bir şey yapamazdık. Eşim çok sıkıntılı bir hamilelik dönemi yaşadı. Sık sık kontrole götürüyordum. Son kontrolünde Doktor:
“Ya ikiz olur veya çocuk biraz kilolu olur” dedi.
Eşimin, doğum sancısı başlamadan, doktor doğumunu riskli gördüğü için hastamızı Kayseri’ye havale etti.
Hastanenin ambulansı arızalı olduğu için kendi imkânımızla gidecektik. Birkaç taksiciden
“Kayseri’ye kaça gidebileceklerini” sordum?
Benim o anki gücümün üzerinde bir rakam istediler. Başka çaremiz kalmadı. Benzinliğin karşısında ki Kayseri yolunda otobüs beklemeye başladık. İlk gelen otobüse binerek Kayseri’ye doğru yola çıktık. Bütün korkumuz:
“Kayseri’ye varmadan doğum başlarsa ne yaparız?” endişesi olmuştu.
Çok şükürler olsun ki korktuğumuz başımıza gelmedi. Kayın biraderim Dr. Salim Kesekçi Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde ihtisas yapıyordu. Onun desteğiyle eşimi hastaneye yatırdık. Ben dışarıda yalnız kaldım. Mevsim kış olduğundan hava çok soğuk ve kasvetliydi. Bu hal, olduğu gibi içime de yansıyordu. Erciyes dağı tam karşımızda bütün haşmetiyle duruyor, başını pare pare dumanlar bürümüş, dumanların dağın eteklerine doru uzanan kolları sanki biraz sonra gırtlağıma sarılacakmışçasına içimi sıkıntılara gark ediyor, sanki beni boğuyordu. Bu duygular içinde gezelerken vakit gece yarısını geçmişti. Doğumhanenin kapısı açıldı. İçerden çıkan Doktor beni görünce:
“Haydi, gözünüz aydın; tosun gibi bir oğlunuz oldu” dedi.
Ben Doktor’a teşekkürü zor ettim. Gariplik iyice sineme çökmüştü. Hastanenin koridorunda benden başka kimse yoktu. Bir bank bulup oturdum. Başladım sessizce gözyaşlarımı boşaltmaya. Oğlumuz, dört kilo iki yüz gram doğmuştu.
Doğum günü, Büyük Mutasavvıf Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretlerinin Ebediyete irtihal ettiği tarihe denk geldiği için adını Sami koyduk.
Mehmet Ali Acar Kamanda Öğretmendi
Sami’nin doğumundan yıllar sonra, Konya İmam-Hatip Lisesinden arkadaşım Mehmet Ali Acar Kırşehir Kaman’a öğretmen olarak atanmıştı. Kırşehir’e geldiği zaman benim yanıma gelir, eski hatıralarımızı yâd ederek çok iyi muhabbetler ederdik.
Bir gün sabah saatlerinde Kırşehir Devlet Hastanesine gitmiştim. Mevsim kış, dışarı karlı, hava çok soğuktu. Hastanenin koridorunda Mehmet Ali’yi gördüm.
“Hayırdır bu saatte” diyerek yanına vardım.
Ağlamıyordu ama konuşurken dudakları titriyordu. Eşinin doğumunun biraz riskli olacağını tahmin ettikleri için Kamandan Kırşehir’e havale etmişler. Onlarda getirip hastaneye yatırmışlar. Hiç yakınları olmadığı için de hastanın yanında kimse yoktu. Mehmet Ali de hastanenin giriş koridorunda buz gibi havada beklemek zorunda kalmıştı.
Arkadaşımı o halde görünce; Kayseri’de Sami’nin doğumunda yaşadığım anlar gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Birlikte biraz oturduk sohbet ettik, onu teselli edici sözler söyledim. Hastasının ve kendisinin nelere ihtiyaçları olduğunu öğrendim ve hemen eve gittim. Arkadaşımın bu sıkıntılı durumunu eşime de anlattım. O da gerekli hazırlığı yaptı birlikte hastaneye geldik. Eşim refakatçi olarak hastanın yanında kaldı. Mehmet Ali’yle bizim eve geldik.
Mehmet Ali’nin kayın pederi ve kayın validesi Aydınlı olduğundan orada ikamet ediyorlarmış. Onlara haber göndermişler, kayın validesinin gelmesini bekliyorlarmış. Fakat mevsim kış, hava soğuk ve yollar kısmen kapalı olduğundan gelmesi gecikmişti. Eşim refakatçi kaldığı süre içinde doğum gerçekleşmişti. Akabinde de bekledikleri misafirleri gelmiş.
Eşim eve geldi, hastanın annesi refakatçi kaldı. Birkaç gün sonra taburcu oldu. Hastayı ve çocuğu alıp bizim eve getirdik.
Çocuk uzun bir süre oksijensiz kaldığından bebekliği biraz sıkıntılı olmuştu. Daha sonra büyük ölçüde düzelme olduğunu tahmin ediyorum. Çocuğa dedesinin adı olan Durmuş adını koymuşlar. Akıllı ve hayırlı bir evlat olmuştur inşallah.
Diyanet Başmüfettişi Kırşehir’e Gelmişti
Ben göreve başlayalı dokuz yıl olmuştu. Hac ve Umre organizasyonunu Diyanet İşleri Başkanlığı yaptığından din görevlileri de, Diyanet mensupları içinden tespit edilerek gönderiliyordu. Kırşehir’de hemen her yıl müftüye yakın insanlar din görevlisi olarak Hacca veya Umreye gidiyorlar, bize sıranın geldiği ve geleceği yoktu. Camilerin ve İmamların genel teftişi için Ankara’dan Diyanet Başmüfettişi Abdullah Soyak Kırşehir’e gelmişti. Teftişi tamamladıktan sonra Ankara’ya gitmeden, tüm Müftülük personeli ile Cacabey Camiinde bir toplantı yaptı. Yaptığımız mesleğin önemine değinerek, özetle:
“İmamlık mesleği diğer meslekler gibi dünyaya yönelik bir meslek değildir. Maddi yönünden daha fazla manevi yönü önem arz etmektedir. Onun için görevinizi ifa ederken ihlâsla ve hulusu kalp ile yapın. Aynı zamanda çocuklarınızın rızkını buradan kazanıyorsunuz. Öyle olunca da mesainize dikkat edin. Namaz vakitlerini aksatmayın.” gibi bizim yararımıza olan birçok nasihatlerde bulundu. Sonunda da:
“Sizin bana bir sorunuz varsa çekinmeden sorabilirsiniz?” dedi.
Bazı arkadaşlar çeşitli sorular sordu. Müfettiş cevaplandırdı. Ben el kaldırıp söz istedim. Müfettiş sözü bana verdi. Ben de daha önceden tasarladığım konuları aktarmaya çalışarak,
“Efendim, anlattığınız konularda çok haklısınız. Görevimizi ihlâsla ve samimiyetle yapmamız lazım. Böyle yapmasak bile elinizde yaptırım imkânlarınız var. Onu kullanarak zorla da yaptırırsınız. Ancak bunu teşvik ederek, heveslendirerek, Cami görevlilerinin motivasyonunu yükselterek yaptırsak daha iyi sonuç almaz mıyız?” diye bir soru sordum. O da:
“Mesela” dedi. Ben tekrar söz alarak:
“İmamlar arasında hutbe yazma yarışımsı düzenleyerek 1. gelen arkadaşın hutbesi o ay tüm camilerimizde okunsa, okullar yaz tatiline girince hangi camide ne kadar çocuk okutuluyor bunda ne kadar başarılı olunuyor incelenip tespit edilse. Mahalle sakinleriyle İmamın ilgi ve alakasının hangi düzeyde olduğu belirlense, kısaca; İmam arkadaşlarımızın genel performansları değerlendirilip, belirlendikten sonra, elimizdeki imkânlarla ödüllendirme yoluna gidilse, o zaman görevimizi daha istekli ve İhlâslı yapmaz mıyız?” dedim.
Müfettiş, ben konuşurken dikkatle dinledi. Yanındaki memura söylenen her şeyi not aldırıyordu. Ben sorumu bitirince:
“Elimizdeki imkânlar dediğin nedir?” diye sordu. Bende:
“En önemlisi; Hacca ve umreye din görevlisi olarak gitmenin ölçütü, başarı ve performans olmalıdır. Bu ölçütü koyup, duyurduktan ve adil bir şekilde uygulamaya başladıktan sonra tüm imam arkadaşların, performanslarının büyük bir ivmeyle yükseldiğini göreceksiniz. Bazı İmam arkadaşlarımız, lütfen alınmasınlar. Onlarda değerli ağabeylerimiz ve kardeşlerimiz. Ancak; yedi sekiz seferdir gidenler var. Bu adil olmayan uygulamadan İmam arkadaşların ekseriyeti çok huzursuz ve rahatsızlar. Bu da ihlâs ve samimiyet boyutunu olumsuz etkiliyor” dedim ve sözümü bitirdim. Müfettiş, İl Müftüsü Hüseyin Bakır’a:
“Müftü Efendi, dinledin mi Hoca Efendinin söylediklerini?” diye, imalı bir şekilde baktı. Bana da bu konuyu dile getirdiğim için teşekkür etti.
Din Görevlisi Olarak Umreye Gittim
Müfettiş gittikten sonra Müftü Bey, beni makamına istemiş. Vakit yakın olduğu için hemen gidemedim. Öğlen namazını kıldırdıktan sonra gittim. Makamına vararak,
“Buyurun Hocam! Beni istemişsiniz” dedim.
“Yusuf Hoca, Müfettiş Bey’e söylemen de iyi oldu ama ben zaten bu sene seni Hac veya Umre görevlisi olarak yazacaktım” diye konuyu geçiştirmeye çalışıyordu.
“Hocam lütfen yanlış anlaşılmasın. Beni de Hacca veya Umreye yazın diye söyledim. Bu tip cazip görevlerin, mesleğimizi cazibe odağı haline getirmesini istediğim için dile getirdim” diye cevap verdim. Müftü:
“Yakında Umre kayıtları başlıyor, seni bu seneki umre sezonunda din görevlisi olarak yazacağım. Ona göre hazırlıklara başla. Haydi, şimdiden hayırlı olsun” diyerek beni gönderdi. Umre kayıtları yapıldı ve bitti. Yolculuk hazırlıkları da yavaş, yavaş tamamlandıktan sonra 2 Aralık 1986’da soğuk bir Salı sabahı bizi uğurlamaya gelenlerle vedalaşarak Umre yolculuğumuza başladık. Irak üzerinden gideceğimiz için namaz vakitlerinde mola vererek, gece yarısı Kahramanmaraş’a vardık. Ogün orada geceledik. Sabah kahvaltıdan sonra hareket ettik. Konaklayarak gittiğimizden akşam olurken Şanlıurfa’ya vardık. O gün de bu ilimizde konakladık. Sabah olunca tüm ziyaret yerlerini ayrı ayrı gezdik. Öğlenden sonra Habur gümrük kapısına gitmek üzere yola koyulduk. Cizre’ye vardığımızda vakit çok ilerlemiş olduğundan geceyi bu ilçemizde geçirdik. Sabah namazından ve çorbamızı içtikten sonra hareket ederek erkenden Habur gümrük kasında işlemleri yaptırmak üzere gişelerin önünde sıra olduk. Gümrük işlemlerini de kısa sürede hallederek Türkiye topraklarına veda edip Irak topraklarına doğru yol almaya başladık.
Umreye gidenlerin yirmi üçü erkek, dokuzu kadın olmak üzere otuz iki kişi mevcudu vardı. İki şoför, bir de din görevlisiyle birlikte otobüsteki toplam mevcudumuz otuz beş kişi oluyordu.
Akşamüzeri otobüsümüz Zaho dağlarını tırmanırken Bülbül Hocanın kaseti çalıyordu. Yolcular mest olmuş çıt bile çıkartmadan bülbül hocayı dinliyorlardı. Ses olarak sadece Mercedes 302’nin vızıltısı geliyordu. O yıllarda İran-Irak savaşı olduğundan savaş yapan bir ülkenin topraklarında ilerlemek insana ürkütücü geliyordu. Akşam namazını Zaho şehrinde kıldıktan sonra Musul yolcusuyduk. Tam yatsı namazı vaktinde Musul’a ulaştık.
Yatsı namazımızı kılıp bir şehir turu yaptıktan sonra Bağdat yollarında ilahiler, kasideler eşliğinde ilerliyorduk. “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” Atasözüyle özdeşleşen Bağdat, savaşlar sonucu kim bilir şimdi ne hale gelmiştir diye kafamda hayaller kuruyor, birçok evliyanın ve ulemanın
türbelerinin de bulunduğu masallar diyarı Bağdat’a bir an önce ulaşmak için can atıyordum.
Nihayet gece yarısı saat 24.00’e gelirken biz de Bağdat şehrine vasıl olduk. İmamı Azam Efendimizin Camiinde ikişer rekât “Tahiyyat-ül Mescit” namazı kıldıktan sonra istirahata çekildik. O gece Mezhep İmamımızın misafiri olarak geceyi camide geçirdik.
Sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra Bağdat’ta bulunan bütün türbeleri ve ziyaret yerlerini gezip ziyaret ettik. Hazreti Hüseyin Efendimizin şehit edildiği, hüzünlü şehir Kerbela’ya gitmek üzere yola çıktık. Bir taraftan da kasetten yüreğimiz dağlanarak, Kerbela için yazılmış ve bestelenmiş ilahiler dinliyorduk.
KERBELA İLAHİSİ
İmam Hüseyin’i vurdular
Kolun kanadın kırdılar
Alkanlara boyadılar
Kerbelada kerbelada
İmam Hüseyin susamıştı
Bir yudum su aramıştı
Ana yüreği yanmıştı
Kerbelada Kerbelada
İmam Hüseyin şehit oldu
Gül bahçemde güller soldu
Topraklar kan ile doldu
Kerbelada Kerbela’da
Acıları bağrında taşıyan Kerbela’ya giriş bile Hz. Hüseyni’nin matemini yansıtıyordu. Şehir içinden ilerleyerek Hz. Hüseyin Efendimizin türbesine vardık. O mekânlarda yaşanan olayları daha önce Siyer ve İslam tarihi kitaplarından defalarca okuduğum için sanki Kerbela vakıasını yeniden yaşıyormuşçasına elemlendim, kederlendim ve hüzünlendim. Gereken ziyaretleri yaptıktan sonra Arar gümrük kapısına doğru yola çıktık. Kerbela ve Arar arası epeyce uzak olduğu için gece yarısı Arar’a ancak varabildik. Arar gümrük kapısında denetim ve aramalar çok sıkı olduğu için işlemler sabah kadar sürdü. Sabah erkenden giriş işlemlerini de yaptırdık. Artık Suudi Arabistan topraklarında ilerliyor, Allah’ın Resulüne kavuşmanın hayaliyle yanıp tutuşuyorduk.
Bundan sonrasını yazabilmek için kelime bulmakta aciz kalıyorum. Beşeri bir lisanla anlatabilmek ve aktarabilmek için kendimi çok yetersiz buluyorum. Bunu yaşamak ve hissetmek gerekiyor. Layık-ı veçhile anlatamayacağımı düşündüğüm için Umre ve Hac konusunu anlatmayı burada noktalıyorum. Bundan sonra görevli olarak, iki kere daha Hacca gittim. Bu görevler sırasında hiçbir hacıyı incitmedim. Hiç kimsenin gönlünü kırmadım. Görevli olarak başlarında gittiğim insanlarla çok samimi dostlar olduk. Ben hepsinden son derece memnunum. Benim haklarım varsa hepsine helal ediyorum. Onların da bana helal ettiğinden kesinlikle eminim.
Yeniden Doğmuş Kadar Sevindim
2001 yılında fistül rahatsızlığından İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ameliyat olmam gerekti. Ameliyat öncesi tüm tahliller yapıldı. Benim HBS (-) çıktı. Ben Doktorlara çıkarak, Kronik Hepatit B hastası olduğumu bu tahlil sonucunun yanlış olabileceğini söyledim. Beni İzmir Hıfzıssıhha Enstitüsüne havale ettiler. Orada yapılan tetkiklerde de HBS (-) çıkınca sanki yeniden doğmuş gibi sevinmiştim. Ben ömür boyu bu hastalıkla yaşamaya sonunda da ya Siroz yâda Karaciğer kanseri olma riskini göze alarak yaşıyorken böyle bir havadis beni inanılmaz derecede mutlu etmişti. Bu hayırlı haber nedeniyle yüce Mevla’ma sonsuz şükürler etmiştim ve ediyorum.
ne yapacağım. Bir hal çaresi bulalım” diye bana dert yanardı.
Bir gün çarşıya indiğimde tanıdık Marangoz’a uğradım. Yirmi cm eninde tahtalar aldım. Dört cm genişliğinde biçtirdim ve sildirdim. Bir at arabasına yükleyip eve getirdim. Eşim görünce:
“Yine ne getirdin? Evi batırma sakın” dedi.
“Senin sıkıntına hal çaresi bulacağım hayatım!” diye cevapladım.
Harmandalı’da benim çocukluğumda Mart ayından önce doğan kuzular ve oğlaklar üşümesin diye evin içindeki soba kurulu odanın köşesine çıtalardan PİN yapar, içine kuzuları ve oğlakları koyar, orada barındırır, besler ve büyütürdük. Şimdi aynı metodu ben çocuklara uygulayacaktım. Pinin imalatını yapıp bitirdikten sonra çocukları içine koyup gözlemlemeye başladım. İlk etapta çok sevdiler ama özgürlükleri kısıtlandığını anlayınca isyan bayrağını açtılar. O pini, çocuklar büyüyünceye kadar kullandık. Şimdi hoş bir hatıra olarak yâd ediyoruz.
Kurtuluş ağabeyimin kızı Hatice Kur’an kursunda okuyordu. Çok başarılıydı. Hafızlığa çalışıyordu. Neredeyse yarım hafız olmuştu. Daha on beş yaşındayken bir gençle kaçtı. Bu duruma kabilece çok üzülmüştük. Özellikle babam gereğinden fazla üzülmüş olmalı ki Hatice’nin kaçma olayının hemen ardından glokom hastalığına yakalanarak gözlerini kaybetti. Teşhis ve tedavi için biraz geç kalınmış, bu yüzden ömrünün sonuna kadar görmeden yaşamak zorunda kaldı.
12 Eylülden sonra ağabeylerimin işleri iyice bozuldu. Bazı ticari ve etik açıdan yaptıkları yanlış nedeniyle ticari hayata da elveda demek zorunda kaldılar. Sabahattin ağabeyim işsiz kaldı ve tekrar babamın yanına taşındı. Birlikte birkaç sene daha yaşadılar. Kurtuluş ağabeyimin eşi Gümüşhaneli idi. Babası Trabzon’dan ev almış ve orada yaşıyordu. Kurtuluş ağabeyim de eşini çocuklarını alıp Trabzon’a taşındı.
Anavatan Partisi İktidara Geldi
İhtilaldan sonraki ilk seçimlerde rahmetli Turgut Özal’ın partisi ANAP iktidara geldi. Bu dönemde Türkiye’de çok önemli değişimler oldu. Ülke resmen kabuk değiştirdi. Türkiye, Dünya’ya bu dönemde açıldı. Özal Türkiye’ye adeta çağ atlattı. Çok girişken, atılgan ve ufku geniş bir insandı. Ona Allahtan rahmet diliyorum.
Mahalli seçimlerde Kırşehir Belediye Başkanlığını ANAP adayı kazanmıştı. Arkadaşımız Rahmetli Kemal Çapkur’da Fen İşleri Müdürü oldu. Ona arkadaşlarla hayırlı olsuna gitmiştik. Orada:
“Sabahattin ağabeyime iş için yardımcı olabilir misin?” dedim.
“İnşallah kadrolu bir iş ayarlamaya çalışacağım” diye bir nevi güvence verdi.
Gerçekten de sözünde durdu. Şoför kadrosunda ihtiyaç varmış ağabeyim için başkana referans olmuş. Belediye başkan yardımcısı Kemal Aslan’da yardımcı oldu ve Sabahattin ağabeyim böylece işe başladı. Belediye Başkanı Hakkı Göçen, belediye çalışanlarına ücretsiz arsa tahsis etmişti. Sabahattin Ağabeyim de kendine tahsis edilen arsaya müstakil bir ev yaptırdı. Oturma ruhsatını alınca:
“Ben evime çıkacağım” diye ayrıldı.
Babam yine anamla baş başa kaldı. Fakat bu kez ikisi de hem çok ihtiyarlamıştı, hem de babam âmâydı.
Bizim mahalleye, Ahmet Ceyhan bir inşaat başlatmıştı. Şantiyeye bir inşaat bekçisi lazımmış. Bana sordular ben de memnuniyetle yapabileceğimi söyledim. Hem maaşıma ek bir gelirim olur hem de boş zamanımı değerlendirmiş olurum diye kabul edip işe başladım. Temelinden çatısına kadar her aşamayı dikkatlice izliyor, eve gelince inşaatla ilgili teknik tabirleri defterime yazıyordum. Ahmet Bey’e “malzeme alırken ben de bulunabilir miyim?” Diye rica ettim. Oda beni kırmadı. Böylece hem inşaat işinin inceliklerini hem de kullanılacak malzemenin kalite ve standartlarını öğreniyordum. Ahmet Ceyhan’la çok iyi anlaşıyorduk. İnşaatla ilgili olarak Ahmet Ceyhan’dan çok şey öğrendim. Çok hatır naz bir insandı. Sohbet esnasında zengin edasında ve havasında olmaz gayet doğal ve mütevazı davranırdı.
Daha sonra Kırşehir’deki malvarlıklarını satıp Antalya’ya göçtü. Bir daha da görüşemedik. Ben Çamlıtepe Camii’ne atandıktan sonra Mehmet Çelik kardeşimle tanışmış çok iyi bir dost olmuştuk. Müşerref Hanım da eşi Gülmen Hanımla bacı kardeş gibi olmuşlardı. Kendisi de eşi de değer biçilemeyecek derecede kaliteli insanlardır. Karşılıklı olarak birbirimize sonsuz bir güvenimiz vardı. Çocukları da kendi çocuklarımdan farklı değildi. Orta öğrenim yıllarında üçünün de velisi ben olmuştum. Üçü de oldukça başarılı öğrencilerdi. Maddi olarak sıkıntıya girdiğimiz her zaman bu vefakâr aileyi yanımızda bulduk. İnşallah Cenabı Allah bizi cennetinde de komşu yapar. Bir gün birlikte otururken, Mehmet kardeşim:
“Hocam ben şimdiye kadar olan kazancımı, Kayseri Merkez Bankasına yatırdım. Fakat bu yüzden gönlüm çok rahat değil. Ne yapsak bu konuda bana bir fikir verir misin?” diye görüşümü sordu.
Çeşitli fikir teatisinden sonra şehir merkezinden imar planı yapılmış sorunsuz bir arsa alınması fikri ağırlık kazandı. Araştırırken Emin Ayak’ın Ekizarası semtinde uygun bir arsasının olduğunu, ihtiyacından dolayı da satılığa çıkardığını duydum. Mehmet’e durumu anlattım. Beraberce gidip arsaya baktık Mehmet arsayı beğendi. Emin Ayak ’la pazarlık sonucu arsayı satın aldı.
Bir hafta sonra Gülmen hanımla bize oturmaya geldiler. O arsaya bina yaptırmaya karar vermişler.
“Sen bu işi yürütür müsün?” diye bana sordular.
Beklemediğim bir teklifle karşılaşınca tuhaf oldum. Hemen cevap veremedim.
“Ben bir düşüneyim taşınayım” diye zaman istedim.
Daha sonra eşimle de bu konuyu değerlendirdik. Eşim de:
“Sen el atarsan becerirsin” diye beni cesaretlendirdi.
Mehmet’le bütün şartları konuştuk. Bina işini yürütmeye karar verdik Ahmet Ceyhan’ın bizim mahalledeki inşaatı bitmek üzereydi. Kendisiyle görüşerek; gelişmeleri anlattım ve oradaki işi bıraktım. Yapılacak binanın plan, proje ve kontrollük işini de Ahmet Ceyhan’a verdik. O da projeyi en kısa sürede hazırlayarak teslim etti. Biz de belediyeden gerekli izin ve ruhsatı alarak besmeleyi çekip işe başladık.
Kasım Ayında Binanın Temelini Attık
Hafriyatı yaptırıp Kasım 1987’de binanın temelini attık. Kalıp, demir ve beton işini Hacı Müslim Gürsoy’a verdim. Hacı Müslim Ağabey aslen Trabzon Çaykaralıdır fakat Kırşehir’e yerleşmiş ve nüfus kaydını da oraya aldırmıştı. Benim açımdan Müslim Ağabeyin Kırşehir’e yerleşmesi şehrimize değer katıştır. Kendisiyle halen dostluğumuz devam ediyor. Zor zamanda insanın yanında olan gücü yettiği her konuda yardıma koşan kara gün dostu bir insandır. Ben inşaatla ilgili bir takım bilgi ve beceriyi bu insandan öğrendim. Binanın statik işini Müslim Ağabey’e vermek suretiyle işim oldukça kolaylaşmış oldu. Kendisini hep hayırla yâd ediyorum.
Kış girmeden bodrum kat ve zemin katın betonunu attık ve inşaata ara verdik. 1988’in Nisan ayında inşaat mevsiminin girmesiyle birlikte tekrar inşaata başladık. O günün şartlarında öyle gayretli ve azimli çalıştık ki 1988’in sonbaharında inşaatı tamamlayarak yapı kullanma izin belgesini Kırşehir Belediyesinden aldık. Bodrumlarla beraber on daireli “Çelik” apartmanı artık oturmaya hazırdı. Allah razı olsun Mehmet kardeşim, 2. Kattan bir dairenin tapusunu benin adıma tescil ettirdi. Ben de anamdan bana intikal eden tarlayı satarak parasını Mehmet’e verdim. Kalan kısmını da inşaatı yürütme bedeline saydık.
İmamlık Mesleğinden Ayrıldım
Sesim güzel olmadığı için Kırşehir müftüsüyle görüşerek beni geri hizmetlerinde değerlendirmesini istedim. O da makul karşıladı ve beni “Kitap Satış Memurluğu” kadrosuna aldı. Biz de cami lojmanından ayrılarak çelik apartmanındaki dairemize taşındık.
Sık sık babamı ve anamı ziyarete giderdim. Yine bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Mevsim kış, hava soğuktu. Avlu kapısından girince babamla anamın kömürlük tarafından sesleri geliyordu. Kulak verdim karşılıklı tartışıyorlardı. Evin köşesini dönünce onları gördüm. Anam kömür kovasını doldurmuş, bir ucundan kendisi tutmuş diğer ucundan da babamın tutması için uğraşıyordu. Babam göremediği için nereden nasıl tutacağını bilemiyor anam da onun için sinirlenip bağırıyordu. Onları öyle görünce tepemden bir kazan kaynar su döküldü. İçimden:
“Bizim gibi evlat olmaz olsun! Bizi büyütüp, yetiştirip bu günlere getiren insanlar bu hallere mi düşmeliydi?” diye kendimi lanetliyor, gözyaşlarım yanaklarıma ateş parçası gibi düşüyordu.
Anam beni görünce, ağlamaya başladı. Önce onları içeriye götürdüm. Sonra kömür kovasını getirerek sobayı yakıp yanlarına oturdum. Kendilerine bu durumu yaşattığımız için nedamet duygusu içindeydim. Kendilerine dönerek:
“Canım babacığım, anacığım! Böyle olmaz. Eğer sizde uygun görürseniz bizim yanımıza gelin. Sizin hizmetinizi orada daha iyi yaparım inşallah. Ne dersiniz?” diye sordum.
Anacığım ne kadar ince düşünceli bir insandı.
“Oğlum! Ben de isterim gelmeyi ama geline kıyamıyorum. Dört çocuğu var. Onlara mı bakacak bize mi bakacak? Kadıncağız yeni bir rahata kavuştu bu kez de biz huzursuz etmeyelim” diye rıza göstermedi.
“O zaman ben, kendisiyle bir görüşeyim. Emri vaki gibi olmasın. İnşallah hayırlara vesile olur” diye ellerini öpüp ayrıldım.
Eve geldiğimde kendimi çok bitkin hissediyordum. Biraz oturup dinlendikten sonra durumu eşime açıp bu günkü yaşadıklarımı anlattım.
“Babamı anamı bize getirmeyi düşünüyorum ne dersin” diye fikrini sordum. Allah razı olsun o da:
“Yabana atacak değiliz ya senin anan baban benim de anam babam sayılır. Ne yapalım sıkıntıya da katlanacağız.” diye gayet gönlümü hoş eden sözler söyledi.
Sevgili eşimi bu konuda bir kere daha çok derin minnet duygularımla yâd ediyorum.
Birkaç gün sonra bir traktör kiralayıp babamların işe yarar eşyalarını yükleyip bizim eve getirdim. Rahmetli babamın gözleri göremediğinden çok sıkıntılıydı. Gittikçe de sıkıntısı artıyor, ağır bir depresyon yaşıyordu. Sıkıntısından dolayı durmadan anamla kavga ediyor, zavallı anamı çok incitiyordu. Anam her gece birkaç kere beni çağırır, uyandırır, ben gider babamı teskin etmeye çalışır, biraz sakinleştirir, tekrar gelir yatardım. Bu olay her gün tekrar ettiğinden benim de sağlığım bozulmaya başlamıştı. Bir gün Anamı doktora götürmüştüm. Kendimde muayene oldum. Doktor Bana:
“Sen, hasta diye anneni getirmişsin ama sen annenden hastasın. Şu anda tansiyonun 18’i gösteriyor” dedi ve bana birkaç çeşit ilaç yazdı.
Bu sıkıntılardan dolayı ben 1992’den beri tansiyon hastalığı ile mücadele ediyorum. Ancak asla halimden şikâyetçi değilim. Babama anama hizmet etmekten dolayı bu hastalık gelişmişse ondan da büyük mutluluk duyuyorum.
Babama “Pankreas Başı Kanseri” Teşhisi Kondu
Babam bize geleli beş ay kadar olmuştu. Son günlerde babamda iştahsızlık ve kilo kaybı başlamıştı. Bir taraftan da gözünde sarılık belirince babamı Dâhiliye Mütehassısı Dr. İsa Tanyeri’ne götürdüm. İsa Bey, muayene etti, ultrasonla baktı. Bana dönerek:
“Maalesef size iyi bir haber veremeyeceğim. Safra yolunu taş tıkamamışsa kitle ihtimali yüksek gözüküyor” dedi ve babamı Devlet Hastanesine havale etti.
Hastanede yapılması gereken tüm tahliller yapıldı. Sonuç olarak Pankreas Başı Kanseri teşhisi konuldu. Babamın daha önce çektiklerini de düşünüce bu sonuca o kadar çok üzüldüm ki günlerce kendime gelemedim. Babamı hastaneye yatırdığımız gün, Kırşehir’in ileri gelenlerinden ve kanaat önderlerinden olan Hacı Kemal Keleş Hoca da kalp krizi geçirerek vefat etmiş ve cenazesi Kırşehir Devlet Hastanesine getirilmişti. O da ayrı bir hüzün kaynağımızdı.
Hastanede, babamı ameliyat etme kararı alındı. Safra maddesinin akışını sağlamak için safra yoluna drenaj ameliyatı yapıldı. Bu operasyondan sonra babamın gözündeki sarılık geçti fakat halsizlik ve kilo kaybı günden güne artıyordu. Hastanede on gün kadar yattıktan sonra taburcu edildi. Babam eve gelince durumu iyice ağırlaştı. Bilincini tümüyle kaybetti. Tarih 21 Temmuz 1992 Pazartesiyi gösteriyordu. Ben gece hiç uyumamıştım. Biraz dinlenmek amacıyla yan odada uykuya dalmışım. Sabahattin ağabeyim telaş içinde gelerek beni uyandırdı:
“Babamın durumu değişti çabuk gel.” dedi.
Ben kalkıp abdest aldım. Babamın başucuna oturdum. Kur’an-ı Kerim’den Yasin süresini okumaya başladım. Son sayfanın yarısına gelmiştim. Canım babacığım uzunca bir nefes aldı. Aldığı nefesi içinde epeyce tuttu ve son kez boşalttı. Koca çınar, meşakkatli ve çileli geçirmiş olduğu ömrünü saat 15.30’da tamamlayarak 79 yıllık emaneti Mevla’sına teslim etti.
Rahmetli Babam İçin Yapılan Bir Tazarru
“Canım babacığım, sana hakkıyla evlatlık yapamadım. Son zamanında zor günler geçirdin. Seni rahat ettirmek için gerekli ihtimamı gösteremedim. Kusurlarımdan dolayı beni affet. Zira hadisi şerifte “Babanın rızası Allah’ın rızası, babanın gazabı Allah’ın gazabıdır” buyruluyor. İnşallah seni razı edebilecek bir hareketim olmuştur. Yaşadığım zaman içerisinde sevap haneme yazılmış ne gibi bir amelim varsa yüce Mevla’m benden alıp sana ihsan buyursun. Benim gönlüm, senin eza görmene asla razı olmaz. Bu dünyada çektiğin sıkıntıların karşılığı olarak Cenabı Allah seni cemaliyle mükâfatlandırsın. Âmin, âmin, âmin…”
Amcalarım, dayılarım, ağabeylerim, ablalarım ve tüm yakınlarımız önceden gelmişler, hepsi bizim evdelerdi. Daha önceden tekfin ve teçhiz malzemesi hazırlanmış olduğundan ve dışarıdan gelecek kimsemiz de bulunmadığından hazırlıkları tamamlayarak babamın cansız bedenini aşağı indirip teneşire koyduk. Babamı yıkamak bana nasip oldu. Suyunu ise ağabeylerim döktü. Rahmetli babam yıkandıkça kehribar gibi sarardı ve nurani bir görünüme büründü. Babamın bu halini görmek bana olağan üstü bir iç huzur vermişti.
Kırşehir’in Hızır ağa mezarlığında kabri hazırlanmıştı. İkindi namazından sonra Ekizarası Camiinde babamın cenaze namazını Kırşehir Müftüsü Hüseyin Şimşek kıldırdı. Belediyenin cenaze aracıyla mezarlığa taşıdık. Defin işlemini hazırlarken şiddetli bir yağmur başladı. Bir müddet sonra babamın kabri yarıya kadar yağmur suyuyla doldu. Bu haliyle defin işlemini yapmak imkânsızdı. Cenazemizi de alarak geri döndük. Babamın Cenazesini Devlet Hastanesinin morguna koyduk ve eve geldik.
Ertesi gün hava güneşli ve her taraf pırıl pırıldı. Babamın cenazesini tekrar kabristana getirerek, bedenen ebedi mekânı olan kara toprağa defnederek, ruhen Allaha emanet ettik. İnşallah Mevla’mın rahmetine erişmiş ve makamı Cennet olmuştur.
Artık taziyeye gelen misafirlerle ilgileniyor, uzaktan gelen misafirleri en iyi şekilde ağırlamaya gayret ediyorduk. Bir hafta sonra taziye merasimi de bitince herkes işinin başına döndü. Uzaktan yakından zahmet buyurup babamın cenaze merasimine ve taziyesine iştirak eden herkese kalbi teşekkürlerimi sunuyor bundan sonraki yaşamlarında huzurlu günler geçirmelerini diliyorum.
Babamın sağlığında, anacağım bıkkınlık gösteri
“Yarabbi iki iyilikten birini nasip et! Onu da kurtar ona bakanları da!” diye dua ederdi.
Vefatından sonra sık sık:
“Keşke ölmeseydi de nefesini hissetsem o bile bana yeterdi” diye özlemini dile getirirdi.
Ben her gün işe giderken ve işten geldiğimde anamın elinden ve yanaklarından öper hayır duasını alır ondan sonra diğer işlerime bakardım. Anam, ben işten gelince müthiş keyiflenir:
“Oğlum sen gelince evin içi dolup kalıyor. Allah yokluğunu bize göstermesin.” Diye dua ederdi.
Öğretmenliğe Geçmeye Karar Verdim
Televizyon haberlerinde öğretmen alınacağını en çok ihtiyacında sınıf öğretmenine olduğunu dinledim. Önce çok önemsemedim daha sonra, Hüseyin Sağlam’la bu konuyu değerlendirdik ve öğretmenliğe geçmenin hem hizmet açısında hem de maddi yönden yararlı olacağı konusunda hem fikir olduk. Bir gün sonra Milli Eğitim Müdürlüğüne giderek başvurunun ne zamana kadar yapılabileceğini ve gerekli evrakın neler olduğunu öğrendim. Müstafi öğretmenler ayrıldıkları ilden başvuru yapabileceklerdi. Gerekli evrakı hazırlayarak Çankırı’ya gittim ve başvurumu yaptım.
Benimle başvuru yapanların atamaları yapıldı. Benim atamam bir türlü yapılmıyordu. Aradan altı ay geçti hala atamamdan bir haber yoktu. Kırşehir Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğünde çalışan bir dostum vardı. Sohbet arasında konuyu ona da açtım. O da:
“Şimdiye kadar sen bana neden söylemedin. Milli Eğitim Bakanlığında yetkili bir makamda tanıdığımız var. İşin mahiyetini ondan öğrenirdik.” dedi.
Bana o şahısla ilgili gerekli bilgileri verdi.
Daireden izin alarak ertesi gün Ankara’ya gittim. Mahir Yenemük’ün ismini vererek görüşmek istediğimi söyledim. Yeri bakanlık makamının olduğu binadaymış. Adamcağız benimle o kadar yakından ve içten ilgilendi ki Mahir Beyin bu içtenliğini hiç unutamıyorum. Hemen telefon açarak benim dosyayı atamadan sordu. Benim dosya Atama Üst Kuruluna gönderilmiş. Gönderilme gerekçesini sordu. Emniyetin istihbarat soruşturmasında MTTB’nin kurucu üyesi olarak görünüyormuşum. O yüzden atamamı sakıncalı görüp yapmamışlar. Mahir Bey bana:
“Sen hiç üzülme şimdi evine git istirahatına bak. Ben en kısa zamanda halledeceğim” dedi.
Benim telefon ve adresimi aldı. Teşekkür edip vedalaştıktan sonra ben bakanlıktan ayrıldım. Terminale gelip biletimi aldım ve yola çıktım. Kırşehir’e geldiğim de beni kapıda ilk karşılayan kızım Feyza oldu.
“Baba! Gözün aydın ataman yapılmış” dedi,
“Ne biliyorsun kız?” dedim.
“Bizi Ankara’dan Mahir Bey diye biri aradı o söyledi sana da selamı var” dedi.
Bir hafta sonra atama yazımın Kırşehir Milli Eğitim Müdürlüğü’ne geldiğini öğrendim ve Kırşehir Milli Eğitim Müdürlüğünün atama emrini beklemeye başladım.
İlk Atamam Çelebiuşağı Köyü İlkokuluna Yapıldı
Atamam Kırşehir’e depo öğretmeni olarak yapıldı. Bütün depo öğretmenleri Vali Mithat Saylam ilköğretim Okuluna verilmişti. Zaten 1992–1993 öğretim yılı da bitmek üzereydi. Bazı boş derslere giriyor, karne doldurmada müdür yardımcılarına yardım ediyorduk. Okullar yaz tatiline girdi. Bizim kadromuz dört ay Vali Mithat Saylamda kaldı.
1993–1994 öğretim yılı başlamadan yeni görev yerlerimiz belli oldu. Benim atamam Akpınar İlçesinin Çelebiuşağı Köyüne yapılmıştı. Çelebiuşağı Akpınar’a 20 km, Kırşehir’e 60 km uzaklıkta, 35 hane, 120 nüfuslu, vadinin yamacına kurulmuş şirin bir köydü. Fakat köylüler, artık köylerine bakmıyor, yıkılanı onarmıyor, bozulanı yapmıyorlardı. Sebebi de Karaova barajı yapımı nedeniyle
köyün ve köye ait tüm arazilerin baraj suyu altında kalacağından kamulaştırılmış olmasıydı. Aslında kamulaştırma işlemi de bitmiş tebligatlar mülk sahiplerine yapılmıştı. Fakat köy halkının hemen hemen tümü değer takdir bedellerine itiraz ederek mahkemeye başvurmuşlar onun sonuçlarını bekliyorlardı.
Okulun tek sınıfı vardı. Bütün öğrenciler aynı sınıfta ders yapıyorlar, hangi sınıfın dersi yapılırsa diğer sınıftakiler gayet sessiz ve sakin olarak kendi derslerine hazırlık yapıyorlardı. Uzun yıllar tek öğretmenle ders yapıldığı için öğrenciler bu sisteme alışmışlar ve uyum sağlamışlardı. Okulda başarı oranı çok yüksek olmasa da öğrenciler arasındaki uyum, kaynaşma, dayanışma ve kardeşlik ilişkileri çok ileri derece de gelişmişti. Okulun karşısında odun, kömür, okul araç ve gereçlerinin konduğu depo mahiyetinde iki odalı bir yer vardı. Odanın birindeki malzemeyi boşaltarak sınıf haline dönüştürdük. Diğer odayı depo olarak kullanacaktık.
Okulun müdür yetkili öğretmeni Mehmet Tekin adında bir arkadaştı. Onunla oturup, bir çalışma yaptık. 1. 2. ve 3. sınıfları Mehmet Tekin okutacak, 4. ve 5. sınıfları da ben okutacaktım. Yeni öğretmenliğin verdiği azimle öğretim yılına pek hevesli başladım. Çocuklara öğretmenliğin ötesinde bir baba gibi davranıyor, onların dersleriyle birlikte özel sıkıntıları ile de ilgileniyor, gerektiği yerde destek veriyordum.
Böyle davranmak ve ilgilenmek hem öğrencileri hem de velileri pek memnun etmişti. Velilerden bazıları ziyarete gelip teşekkür ediyorlar:
“Hocam! Bizim çocuklar bu sene pek gayretliler, derslerine hevesli çalışıyorlar, sizi de çok sevdiler.” diye memnuniyetlerini belirtiyorlardı.
Okullar açılınca köye dikiş nakış hocası olarak, Melek Eldemir isminde bir kız arkadaş verdiler. Melek Hanım çok samimi bir arkadaşımın amcasının kızıydı. Biz de ona öz kızımız gibi sahip çıktık.
. Kırşehir’den Çelebiuşağına her gün gidiş geliş yapardık. Ben de Renault 12 TS marka ikinci el bir araba aldım. Onunla gider gelirdik. Maaşları alınca bana yol ücreti olarak bir miktar benzin parası verirlerdi. Köyün Ömer Karahan adın da birde İmam-Hatibi vardı. Zaman buldukça gelir sohbet ederdik. Hep birlikte gayet samimi ve dostane bir arkadaşlığımız oluşmuştu. Köy halkının adet haline getirdiği ve her sene uygulanan bir geleneği vardı. Her gün bir aile bu dört devlet görevlisini davet eder, imkânları dâhilîde bir ziyafet çekerdi. Köyde hindi bol bulunduğu için ziyafet sofralarının vaz geçilmez yemeği hindi dolması olurdu. Öğrenciler bazen:
“Bizden hediye olarak evinize götürün” diye ya koyun yoğurdu veya köy yumurtası getirirlerdi.
Parasını verirdik asla kabul etmezlerdi. Bizde şehirden gelirken ailenin ihtiyacına uygun bir hediye alır onunla karşılık verirdik. Hem köy halkıyla, hem öğrencilerle hem köydeki resmi görevi olan kişilerle gayet uyumlu ve verimli çalışarak birinci yarıyılı tamamladık ve 15 gün tatile girdik. İkinci yarıyıla başlamak için Akpınar’a geldim. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne uğrayıp Çelebiuşağına geçecektim. Müdür yardımcısı odasına girer girmez karşımda mesai arkadaşım Mehmet Tekin’i gördüm. Kendisine bir masa vermişler orada oturuyordu. Selam verip:
“Hayırdır Mehmet Bey!” dedim.
Başladı gülmeye.
“Benim Atamam buraya yapıldı” dedi.
Müdür Yetkili Tek Öğretmendim
Artık Çelebiuşağı’nda Müdür yetkili olarak tek öğretmendim. Tekrar öğrencilerin tümünü tek sınıfta birleştirdim. Bütün, yıllık plan ve ünite planını yeniden hazırladım. Günlük planları beş sınıfa göre ayrı ayrı yapmaya başladım. Sorumluluk tek benim omuzlarımda olunca başarılı olabilmek için bütün enerjimle derslere, okulun tertip ve düzenine, çocukların temizlik ve intizamına yöneldim. Okulun yakın bir gelecekte su altında kalacağını bildiğim halde şehirden, parasını cebimden vererek badana ve boya malzemeleri aldım. Cumartesi ve Pazar günleri de eşim ve çocuklarımla birlikte geliyor okulun badana boya ve bahçe düzeniyle uğraşıyordum. Çocuklarla da bir nevi piknik yapmış oluyordu.
Küçük onarım işleri bittikten sonra, okulun sınıfları bahçesi ve genel görünümü yeni yapılmış gibi oldu. Aslında benim Mükemmeliyetçi bir yapım olduğundan nerede olursam olayım bir olumsuzluk gördüğüm zaman onu gidermeden asla rahat edemem. Daha sonra İzmir’de daire lojmanında buna benzer çalışmalar yaptım. Sırası gelince daha geniş anlatacağım.
Çocuklarla iletişim kurmada, İmamlıktan kalma deneyimim olduğundan burada da çok iyi bir diyalogumuz oldu. Dersler haricinde 20 dakikalık teneffüslerde çocuklar yanımdan hiç ayrılmazlar, devamlı istikbale dair motive edici konuşmalar yapardık. Burada yeni yaşadığım bir hatıramı nakledeyim.
Ulustaki çalışma odamda birikmiş evrakı imzalamakla meşguldüm. Aşağıdan güvenlik görevlisi ziyaretçimin olduğunu söyledi.
“Buyursun gelsin” dedim. İçeriye genç ve enerjik bir delikanlı girdi.
“Hocam beni tanıdın mı?” dedi. Ben de:
“Kusura bakma tanıyamadım” dedim.
“Ben Çelebiuşağı Köyünden Yusuf İnci’yim, sizi yakinen tanıyan birinden adresinizi aldım ve ziyaretinize geldim” dedi.
“O Yusufçuğum Maşallah ne kadar babayiğit bir delikanlı olmuşsun. Ne yapıyorsun? Nerelerdesin?” dedim.
“Akpınar’da vergi takip memuruyum hocam” dedi.
“Maşallah nereyi bitirdin?” diye sordum.
“Adana Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdim” dedi.
“Biz babamla petrol istasyonu işletmeye kara vermiştik. Senin bize yapmış olduğun konuşmalardan çok etkilendim. Babamı zor ikna ederek okumaya karar verdim” dedi.
O esnada çok duygulandım. Kendisini tebrik ettim. Öğretmenliğin; buna benzer duygusal anları oluyor ve umulmadık bir anda ve ortamda insanın karşısına çıkıveriyor.
İkinci yarıyılın ortalarına gelmiştik. İl Milli Eğitim Müdürlüğünden iki müfettiş geldi. Sınıfın düzenine baktılar, plan defterlerimi incelediler, çocuklara kitaplardan parçalar okuttular, aritmetik ve geometriden çeşitli sorular sordular. Kısaca detaylı bir teftiş yaptılar. Daha sonra teftiş raporu geldi. “doksan iki” vermişler. Bu kadar aradan sonra öğretmenliğe yeni başlamış biri için fevkalade bir puandı.
İkinci yarıyıl da bitmek üzereydi. Çocukların notlarını tamamlayıp karnelerini doldurdum. Okulun son günü karneleri dağıtıp çocuklarımla vedalaşarak köyden ayrıldım. Mezun olanlarla ilgili, işlemleri tamamlayıp İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne teslim ettim.
1994 Yılında atamam Kuruağıl İlkokulna Yapıldı
Yaz tatilinde, arkadaşlarla gezmeninin ve sohbetin tadına vardık. Çünkü ben, daha önceki mesleğim gereği yıllık izin haricinde devamlı görev yerinde bulunmak zorundaydım. Hatta lojman caminin yanında olduğundan izinli olduğum zamanlar bile evde olduğum sürece camiye gidiyordum. Hasbelkader bir vakte gidemeyecek olsam cemaat arasında:
“Bunlara para vermesen namaz da kılmazlar.” gibi dedikodular başlıyordu.
Hemen her hafta eski MTTB li arkadaşlarla Hirfanlı Barajına pikniğe gittik. Çok hoş günler ve anlar yaşadık. Daha doğrusu bu piknikler, benim için çok anlamlı ve ayrıcalıklıydı. Zira on beş yıldır bu tip etkinlikler içinde yeni bulunuyordum.
Eylül ayı girmeden il içi atamalar yapılmıştı. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden atamamın, Merkeze bağlı Kuruağıl Köyü İlkokuluna yapıldığını öğrendim. Kuruağıl, Kırşehir Merkeze bağlı, şehre yirmi km. uzaklıkta, Kırşehir - Ortaköy yolu üzerinde fazla ağaçlık ve yeşilliği olmayan, evlerin çoğu yıkılmış veya harabe durumunda bir köydü. Nedeni de şehir merkezine yakın olması ve ulaşım imkânının çok kolay olması sonucu gençlerin hemen hemen hepsi tahsil hayatlarına Kırşehir’de devam edip, bir meslek sahibi olmuşlar. Mesleklerinin gereği olarak başka illere yerleşmişler. Şehre göçen bir aile, köydeki başka ailelere örnek olmuş ve Kuruağıl köyden şehre göçün en yoğun yaşandığı bir köy haline gelmiş. Böylece bakımsız ve virane görünümünde bir yer oluvermiş.
Köyde yetişmiş memur ve bürokrat sayısı oldukça yüksekti. Doktorundan yüksek rütbeli subayına kadar her alanda insanı var Kuruağılın. Benim görev yaptığım yıllarda yetiştirmiş olduğu öğretmen sayısı altmış iki kişiydi. Köyde kalanlar, genelde yaşlılar ve kendini köye bağlayan tarlası ve diğer gayrı menkulü olan ailelerdi. Köyün nüfusu az olmasına rağmen merkezi konumda olması nedeniyle her türlü sosyal üniteler (ilkokul, ortaokul, sağlık ocağı, tarım kredi kooperatifi, un değirmeni) Kuruağıl’a yapılmıştı. Yakın köylerdeki (Saraycık, Karaboğaz Ecikağıl ve Kesikköprü) İlkokul ve Ortaokul öğrencileri taşımalı olarak Kuruağıl’a geliyorlardı.
Okullar açılmadan, Akpınar’dan ilişiğimi keserek Kırşehir Milli Eğitim Müdürlüğü emrinde göreve başladım. Okullar açılmadan on beş gün önce seminer için Kuruağıla giderek üç yılımı geçireceğim öğretmenliğe başladım. Köyde benden başka Hikmet Seçilmiş, Mehmet Koyuncu, Yaşar Pekcan, Zeynep Koyuncu arkadaşlarımız görev yapıyorlardı. Onlarla tanıştık kısa zamanda çok samimi dostlar olduk. Köy genelde adı gibi kurak olmasına rağmen okulun otuz dönüm (30000 m2) genişliğinde bir bahçesi vardı. Bu bahçeyi Köy Enstitüsü mezunu olup köyde uzun yıllar görev yapmış olan bir öğretmen, son derece düzenli ve toprağın yapısına uygun çeşit çeşit ağaçlar dikerek süslemiş ve donatmış. O gün dikilmiş olan fidanlar şimdi yetişkin ağaçlar olmuş ve yeşilliği ile gölgesi ile oksijeni ile insanlığa kalıcı hizmet vermektedir. Zaten köyün tek yeşillik alanı da okulun bahçesiydi. Kendisini görmediğim ve tanımadığım bu öğretmen için yaptığı bu hizmetten dolayı teşekkürlerimi sunmak istiyorum.
Görev bölümünde bana 3. sınıf düştü. Öğrenciler, daha öncekiler gibi saf ve samimi köylü çocuklarıydı. Onlarla da çok iyi anlaştık. Bu meslekte şunu yakinen gördüm ve müşahede ettim ki öğrencilere ne kadar samimi içten ve yürekten davranır ve seversen onlarda sana kat, kat fazlasıyla mukabele ediyorlar. Sınıfımda doğru Ömer diye bilinen bir öğrencim vardı. Çok terbiyeli ve nezaketli bir çocuktu. Bir gün ödevleri kontrol ediyordum. Yapanlara iltifat ediyor, yapmayanları da biraz sert ifadelerle eleştiriyordum. Sıra doğru Ömer’e gelmişti. Baktım ödevini yapmamış, bende hiçbir şey demeden geçtim. Çünkü Ömer ödevini eksiksiz yapan biriydi. Biraz sonra arka taraftan bir parmak kalktı. Baktım kalkan Ömer’in parmağıydı.
“Söyle Ömer” dedim.
“Öğretmenim! Bende ödevimi yapmamıştım, bana hiç kızmadınız” diye çok samimi bir ifadeyle cevap verdi.
Öğlen yemeğini sırasıyla her gün bir arkadaş hazırlıyordu. Öğlen paydosu bir buçuk saat olduğundan zaman sorunumuz yoktu. Özellikle İlkbahar ve Sonbahar aylarında öğlen yemeklerimiz daha çok piknik havasında geçerdi. Her türlü piknik araç ve gereçleri daha önceden tedarik edildiğinden bir sorun yaşamıyorduk. Özellikle Mehmet Koyuncu arkadaşımız Şanlıurfa ve ilçelerinde uzun yıllar görev yaptığı için mangal yakmaya ve kebap yapmaya eli çok yatkındı. Arkadaşlarla o kadar kaynaştık o kadar dost olduk ki akşamları her hafta birimizin evinde toplanıp sohbetler ediyorduk. Bu vesileyle eşlerimizde tanışıp dost oldular. Bu dostluk ve samimiyet içinde yılların nasıl geçtiğini bilemedim.
RP İle DYP Koalisyon Hükümeti Kurdu
25 Arlık 1995’te yapılan genel seçimlerde Refah Partisi birinci parti olarak TBMM ne girdi. Bu nedenle de hükümet kurma görevi Cumhurbaşkanınca Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a verildi. Tüm gayret ve çalışma bir netice vermedi ve Erbakan Hoca emaneti iade etti. Bu sefer görev ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaza verildi. Yapılan Müzakerelerden ve imzalanan ortak protokolden sonra 6 Mart 1996’da Mesut yılmaz başkanlığında, 53. hükümet kurulmuş oldu. Fakat bu hükümetin ömrü çok uzun olmadı. 6 Haziran 1996’da Başbakan Mesut Yılmaz istifasını Cumhurbaşkanına sundu ve istifası kabul edildi.
Bir kere daha Hükümeti kurma görevi Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a verildi. Doğru Yol Partisi ile yapılan uzun müzakere ve pazarlıklardan sonra imzalanan protokol neticesinde 28 Haziran 1996’da Necmettin Erbakan Başkanlığında 54. Hükümet kurulmuş oldu ve icraata başladı. 5 Nisan kararlarıyla halk iyice maddi sıkıntı içine girmişti. Bir öğretmenin maaşı ek ders ücretiyle birlikte üç yüz dolar civarındaydı. Memur maaşlarına esaslı zamlar yaptı. Bir yıl içinde yapılan zam oranı yüzde iki yüz elliyi buluyordu. Buna ek olarak ordu mensuplarına ayrıca bir zam daha yaptı.
Sadece memurun değil her kesimin cebi para görmeye başladı. Tüm kamu gelir ve giderlerini ortak havuzda topladı. Enflasyon hızlı bir şekilde düşme eğilimindeydi. Dünya devletleriyle önemli anlaşmalar imzalanıyor, önemli oluşumlar hayata geçiriliyordu. D8 Ülkeleri Birliği bunlardan biriydi. Ben burada dışarıdaki halkın da görebileceği bazı icraatları örnek olarak verdim.
BÜROKRATİK HAYATI
TERCİH ETTİM
Kültür Müdürlüğüne Talip Oldum
Ben Kuruağıl İlkokulunda öğretmenliğe devam ediyor, dersler bitince de Kırşehir’e gelip kulisler yapıyordum. Eski MTTB’li arkadaşlar bana sık sık bir görev iste diye telkinde bulunuyorlardı. Bizim arkadaşlardan Cafer Güneş kardeşimiz de Refah Partisinden Kırşehir Millet Vekili olarak TBMM’ne girmişti. Cafer Bey yapı olarak gayet müşfik bir insandı. Mebus olduğu sürece hiç kasıntılı biri olmadı. Eski davranışlarını hiç değiştirmedi. Buna rağmen dışarıdaki insanlar yani bizler illaki eleştirecek bir şeyler bulurduk. Cafer Bey’e oy vermiş herkesin bir isteği vardı ve gerçekleşmesini istiyordu. Olmayınca da düşman kesiliyorlardı. Siyaset kadar insanı yıpratan, bir meslek görmedim. Cafer Bey ve İl Başkanı Hasan Eraslan’a bir gün yalnızken niyetimi açtım. Kırşehir Kültür Müdürlüğüne talip olduğumu söyledim. Cafer Bey bana:“Ağabey bunu bizde düşündük en liyakatlide seni görüyoruz fakat çok talip olan var. Bize biraz zaman tanı” dedi.
Ondan sonra ben de bir daha üzerlerine varmadım. RP il başkanlığında, parti üyeleri arasında talip olanların ismini yazarak bir oylama yapmışlar. Oyların yüzde seksini bana çıkmış. Akşam telefonla bana:
“Çayını içmeye geleceğiz” diye haber verdiler.
Yatsı namazından sonra Cafer Bey’le Hasan Bey bize geldiler. Hal hatır sorduktan sonra
“Ağabey Kültür Müdürümüz oluyorsun hayırlı olsun. Sabah erken hazırlan Ankara’ya gidiyoruz” diye durumu anlattılar.
Onlar gidince ben aile meclisini topladım. (Anam, eşim ve dört evladım)
“Millet Vekili ve İl Başkanı bana İl Kültür Müdürü olmam için teklif getirdiler ve cevap istiyorlar. Ben de sizin görüşünüzü almak istedim ne diyorsunuz?” diye sordum.
Bazı tereddütler haricinde genelde olumlu bakıyorlardı.
Cafer Bey’le Ankara’ya Gittik
Sabah erkenden Cafer Bey’le Hasan Bey beni evden aldılar ve Cafer Bey’in arabasıyla Ankara’ya gitmek üzere yola çıktık. Biz Ankara’ya vardığımızda mesailer başlamak üzeriydi. Sabah kahvaltımızı bir restoranda yaptıktan sonra Kültür Bakanlığına gittik. Görevliler bizi ikinci kattaki bakan Müşaviri Hüseyin Coşkun’un odasına yönlendirdiler. Çünkü Bakan Bey atamalarla ilgili tüm yetkiyi Hüseyin Coşkuna vermişti. Odasına vardığımızda Hüseyin Bey Daha gelmemişti. Bize yer gösterdiler oturduk ve Hüseyin Bey’i beklemeye başladık.
Biraz sonra Bakanlık binasında bir koşuşturma başladı. Meğer Hüseyin Bey gelmiş onun koşuşturmasıymış. Önden iki hizmetli takım elbiselerini çantasını getirdi. Biraz sonra da Hüseyin Coşkun içeri girdi. Türkiye’nin çeşitli illerinden gelmiş insanlarla sırasıyla görüşmeye başladı. Gelen ziyaretçilerin kimi bizim gibi yeni görev talebi için, kimi yer değişikliği için, kimi de çeşitli mağduriyetlerinin giderilmesi için taleplerini bildirmek üzere gelmişlerdi.
Sıra bize gelince içeri girip gösterilen yerlere oturduk. Hoş beşten sonra Hüseyin Bey talebimizin ne olduğunu sordu. Millet Vekili Cafer Bey söz alarak:
“Kırşehir teşkilatınca alınan karar sonucu Yusuf ağabeyimizin Kırşehir’e Kültür Müdürü yapılmasını talep etmeye geldik” deyince; Hüseyin Coşkun biraz düşündükten sonra:
“Kırşehir kadrosu dolu oraya dokunmamız mümkün değil” dedi.
Bu kez hepimizin morali bozuldu. İl başkanı Hasan Eraslan söz alarak:
“Sayın Müşavirim biz sizin şartlarınızı bilemeyiz. Bizim yıllardır beklediğimiz iktidar şansımız bir kere gelmiş. Eğer bu işi buradan çözmeden gidersek bizi Kırşehir’e koymazlar, ben şimdi gider dışarıdan bir battaniye alır gelir bu işi halledinceye kadar burada yatarım” diye kararlılığımızı bildirdi. Hüseyin Coşkun biraz düşündükten sonra:
“O zaman Bakan Beyin gelmesini bekleyeceksiniz bu iş beni aşar” dedi.
Bakan Beyin nerde olduğunu sorduk? Yurt dışında olduğunu söyledi. Hüseyin Coşkun’un yüzü asıldı. Canı sıkıldı. Bize ilgisiz davranmaya başladı. Odaya başka bir ziyaretçi aldı. Biz bekleme salonuna çıktık. Salonda otururken Cafer Bey bana dönerek:
“Ağabey gel seninle bir yere gidelim” dedi.
Dışarı çıktık ve Müsteşar Cevdet Türkeroğlu’nun odasına yöneldik. Müsteşar Erzurumluydu fakat Kırşehir’den evliydi. Kırşehir Eğitim Enstitüsü’nde de uzun süre görev yapmış bir insandı. Kapıyı çalıp içeri girince Cevdet Bey bize Hüsnü-ü kabul gösterip izzet ikramda bulundu. Cafer Bey Müsteşara Hüseyin Coşkunun odasında yaşananları anlattı. Müsteşar:
“Ben seni Bakanla görüştüreyim. Yurtdışından bu sabah geldi. Şu anda evinde ben biraz önce telefonla görüştüm” dedi.
Özel Kalemine talimat verip, Bakan İsmail Kahramanı bağlattı ve telefonu Cafer Beye verdi.
Cafer Bey, Kültür Bakanıyla Telefonla Görüştü
Cafer Bey, çok güzel ifadelerle ve fasih bir üslupla meramımızı Sayın Bakana anlattı.
Bakan da Cafer Beyin bu nezaketi karşısında:
“Ben Hüseyin Bey’i hemen arıyorum sizin işi halletsin” demiş.
Biz Müsteşar’ın odasında bir müddet daha oturup kahvemizi içtikten sonra müsaade isteyip ayrıldık. Dışarı çıktığımızda bakanlığın hizmetlileri bizi bulabilmek için bakanlık binasının içinde dört dolanıyorlardı. Bizi görünce:
“Ağabey siz neredesiniz? Bakanlıkta aramadığımız yer kalmadı. Sizi Hüseyin Bey acilen odasına bekliyor” dediler.
Hüseyin Coşkun’un odasına girdiğimizde bizi ayakta karşıladı:
“Yahu siz ne kadar girişken insansınız Bakanın geldiğini daha ben duymadan siz görüşmüşsünüz.” diye şaka yaptı.
Millet Vekiliyle İl Başkanına iltifatlar yağdırdı. Zile bastı Genel Müdür Yardımcısı Nurullah Yüce’yi istedi. Nurullah Yüce gelince:
“Kırşehir Kültür Müdürü İlhan Eray’ı vekâleten başka bir ile veriyorsunuz. Yerine de Yusuf Oğuz’u yazıyorsunuz. Formalitesini ayarlayıp Kararnameyi yazıp bana getiriyorsunuz” diye talimat verdi.
Biz Nurullah Beyle atama şubesine geçtik. Bilgisayardan, boş şube Müdürlüğü kadrolarına baktılar. (Çünkü şimdilik önce şube müdürlüğüne verip il müdürlüğüne vekâlet edecek, daha sonra il müdürü olarak kararnamem yazılacaktı.) Benim razı olabileceğim bir kadro Aksaray Kültür Müdürlüğünde, bir kadroda Uşak Kültür Müdürlüğünde vardı. Ben Aksaray doğumlu olduğum için oraya yapılamıyordu. Bende mecburen Uşak Kültür Müdürlüğüne olmasını kabul ettim. Siyasi olarak yapılacak bir şey kalmayınca Cafer Beyle Hasan Bey Meclise gitmek üzere Bakanlıktan ayrıldılar. Bende gerekli evrak ve dilekçeyi personel dairesine verdikten sonra Bakanlıktan ayrılarak Başkent Öğretmen Evine gittim. Gece Öretmen evinde kaldım. Sabah kahvaltıyı yaptıktan sonra odamda biraz daha dinlendim. Saat 10.30’da bakanlığa gittim. Nurullah Beyle görüştüm,
“Bizim Kararnameden ne haber?” diye sordum.
“Her şey tamam, kararname Bakan Beyin İmzasına gitti. İnşallah öğlenden sonra çıkar” dedi.
Ben de bakanlıkta beklemedim. Ulus’u şöyle bir dolaşayım diye dışarı çıktım. Öğlen yemeğimi dışarda yedim. Mağazaları biraz dolaştım. Öğlen mesaisi başladıktan sonra Bakanlığa geldim. Kararname Bakanın onayından çıkmış üst yazısı yazılıyormuş.
Uşağa Gitmek Üzere Yola Çıktım
Saat 14.00’e gelmeden her şey tamam oldu. Zarflanmış vaziyette evrakı elden teslim aldım. Hiç beklemeden AŞTİ’ ye gittim. Uşağa giden Otobüs şirketinden biletimi de alarak yola çıktım. Beş saat sonra Uşağa vardığımda akşam olmuş hava kararmaya başlamıştı. O gece Uşak öğretmen evinde konakladım. Sabah öğretmen evinden ayrılarak Uşak İl Kültür Müdürlüğüne gittim. Kültür Müdürü Recep Kılıçaslan’la tanıştık.
Recep Bey bana karşı çok ilgi ve alaka gösterdi. Kapalı zarfı kendisine takdim ettim. Evrakın kaydını yapıp beni göreve başlatarak aynı gün ilişiğimi kestiler. Öğlen paydosu yaklaşmıştı. İl Müdürü Recep Bey’le birlikte öğlen yemeğimizi yedikten sonra, gösterdikleri yakın ilgiye teşekkür ettim ve Uşaktan ayrıldım. Çocuklar zaten heyecanla beni bekliyorlarmış. İçeri girer girmez:
“Ne oldu baba müdür oldun mu?” diye sormaya başladılar.
Müdür olduğumu öğrenince de müthiş sevinmişlerdi.
Canım anacığım, sevgili eşim ve çocuklar beni tebrik edip hayırlı olması için dileklerini belirttiler.
Sabah kahvaltıyı yaptıktan sonra Mehmet Çelik kardeşimin arabasını aldım. Önce Rahmetli babamın mezarına gittim. Yasin’i şerif okuyup ruhuna bağışladım. Kırşehir’in yetiştirmiş olduğu âlim ve kanaat önderlerinden Ali İhsan Hoca Efendinin evine giderek dualarını talep ettim. Daha sonra Kırşehir Valisi Selahattin Başar’ın makamına giderek, Kültür Müdürü olarak atandığımı, emir ve talimatlarına hazır olduğumu arz ettim. Kültür Müdürlüğü binası Valilik binasına çok yakındı. Vali Bey’in Makamından ayrılarak yeni görevime başlamak üzere Kültür Müdürlüğüne gittim. Bahçe kapısından girdiğimde bina girişinde beş altı kişinin beklediğini gördüm. Yanlarına varıp kendimi tanıttım. Orada bulunanlarla tokalaştım. Birlikte kullanacağım odaya çıktık. Göreve başladığımı duyan personel gruplar halinde gelip hoş geldin ettiler ve kendilerini tanıttılar. Müdürlüğe Ahmet Turan İnanç vekâlet ediyormuş. Odada kaldı ve bana Kültür Müdürlüğünün yapısı, hizmet alanları ve personeli hakkında mini bir brifing verdi. Kültür
Müdürü Olarak Yeni Görevime Başladım
Ahmet Bey, göreve başlama yazımı hazırlatıp benim parafımdan sonra Vali Bey’in imzasına gönderdi. Böylece 19 Aralık 1996 Perşembe günü saat 11.30’da bürokrasi hayatına yelken açmış oldum.
Göreve başlayalı daha 15–20 dakika olmuştu. Yerel basın mensuplarının geldiğini söylediler. Kabul edip hoş geldin yaptık. Gelenler KTV (Kırşehir Televizyonu) ekibiydi görevimle ilgili beyanat istediler. Bunu Tahmin ettiğim için daha önce kısa bir metin hazırlamıştım ve onu üç beş kez okumuştum.
Bu yüzden kendimi rahat hissediyordum. Gerekli beyanatı verdikten sonra izzet ikramımızı da yaparak onları uğurladım. Aradan 10 dakika geçmişti ki bir TV ekibi daha geldi. Onlar da ATV (Ahi televizyonu) ekibiymiş. Bir beyanatta onlara verdim. İzzet ikramdan sonra onları da uğurladık.
Misafir ağırlama faslı bittikten sonra şube Müdürü arkadaşlarla bir toplantı yaptım. İl Müdürlüğünde dört şube Müdürü vardı. Kendileriyle hem yakinen tanıştım hem de öncelikli ve çözüm bekleyen konular hakkında fikir alış verinde bulundum.
Kütüphaneler haftası da yakındı. Bunu da gerekçe göstererek, haftaya yönelik etkinlik olarak: “Kitap toplama kampanyası” başlatıp toplanan kitapları E Tipi Kapalı Cezaevine verecektik. Öncelikle bağlı olduğumuz Vali Yardımcısından “Olur” yazısı aldık. Televizyon ve mahalli gazetelere ilan verdik. Bütün personele gerekeni yapmaları ve gayret etmeleri için talimat verdim. Bu bizim ilk icraatımız olacağından çok önemsiyordum. Kampanya, beklediğimizden daha çok ilgi gördü. Bir hafta içerisinde bin iki yüz cilt civarında kitap toplandı. Toplanan bu kitapları bir tutanağa bağlayıp kolilere doldurduk. Bir pikap kiralayıp ona yükledik. Personelden iki arkadaşı da görevlendirerek E Tipi Cezaevine gönderip tutanak karşılığında teslim ettirdim. Kırşehir Valisi Selahattin Başar bunu öğrenince beni çağırtarak teşekkür etti. Bu tip kültürel faaliyetlere çok önem verdiğini devamını beklediğini söyledi.
Kültür Müdürlüğünü Tanımak İstedim
Kültür Müdürlüğü hizmet binasını tanımak amacıyla, Ahmet Turan İnançla birlikte dolaşmaya çıktık. Hem gezdik hem de gördüğümüz eksiklikleri tespit ettik. Tespitimiz şöyleydi:
Müzenin yeri ayrılmış. Fakat tüm etnografık ve arkeolojik eserler depoda muhafaza ediliyor. Teşhir ve tanzim gerekiyordu. Daha önce Cacabey Camiinin avlusunda bulunan, tarihi ve sanatsal önem taşıyan mezar taşlarını binanın arkasında kuytu bir yere kamyonla getirip rastgele dökmüşlerdi. Taşların üzerinde Ayet-el Kürsü ve benzeri süreler yazılıydı. Üzerinde evcil hayvanlar gezmiş, kuşlar taşların kovuklarına yuvalar yapmış, görünüm içler acısı. Binanın etrafındaki toprak alanda bir tane bile yeşil alan yok. Nedenini araştırdım. Binayı yapan Müteahhit inşaat artığından kalan taş, moloz ve kiremit parçalarını binanın etrafına sermiş ve üzerini on cm kalınlığında toprakla örtmüş. Bu alanda hiçbir bitki yetişmiyormuş. Binanın girişinde geniş bir alan vardı. Bu alana mozaik dökülmüş fakat mozaiklere hiç silim yapılmamış. Çirkin bir görünüm arz ediyordu. Bahçenin ağaçlandırma ve yeşillendirmeye ihtiyacı vardı. Mevsim kış olduğundan inşaata başlayamadık. Bina içerisinde ufak tefek bakım ve tamirat işleriyle uğraştık. Fakat tespit ettiğimiz işlerle ilgili ne yapabileceğimizin nasıl kaynak bulabileceğimizin araştırmasını yaptım.
Kültür Müdürlüğünün sekretarya işine bakacak belirlenmiş bir personeli yoktu. Rastgele birileri bakıyor, ondan da gerekli verim alınamıyordu. Kütüphane müdürü Temel Çiloğlu ile konuşarak nezaketli ve dürüst bir personel ayarlamasını söyledim. Sağ olsun oda gayet ilgili ve hassas davranarak kendinin de çok işine yaradığı bir personeli tavsiye etti. Ben bir gün kütüphanede ki personeli ziyarete gitmiştim. Temel Bey’in referans olduğu Suzan Akçakaya ile de görüşüp:
“Eşinle de konuş, eğer birlikte uygun görürseniz müdürlüğün sekretarya işlerini senin yürütmeni istiyorum” dedim.
Suzan Hanım konuyu eşiyle de değerlendirmişler ve uygun bulmuşlar. Müdürlüğe gelerek:
“Müdür Bey, sizin tasarrufunuzu eşimle görüştüm ve değerlendirdik. Sizin uygu gördüğünüz şekilde çalışmayı kabul ediyorum” dedi.
Suzan Hanımla altı ay kadar birlikte çalıştık. Fevkalade üstün meziyetlere sahip bir insandı Suzan Akçakaya. Düzen, intizam, nezaket, insani ilişkiler ve kişilik özellikleriyle bulunduğu konumu hakkıyla dolduruyordu. Ben de Suzan Hanıma öz kardeşim kadar değer veriyor ve önemsiyordum. Suzan Hanımla birlikte çalışmaya başladıktan sonra işlerim yarı yarıya kolaylaşmıştı. Görevli olarak veya izinli olarak daire dışında olduğum zaman hiç gözüm arkada kalmaz güven içinde gideceğim yere gider gelirdim. Böyle bir güven duygusu vermişti bana Suzan Hanım. Kendisini her zaman olduğu gibi şimdide şükranla anıyor, değerli eşi ve evladıyla birlikte mutlu bir hayat geçirmelerini Yüce Mevla’dan diliyorum.
Kırşehirli olup İstanbul’da ikamet eden Kırşehir’in zengin, hatırlı ve saygın bir evladı olan rahmetli Muzaffer Mermerle irtibat kurarak müzenin durumunu anlattım. Ziyarete açılabilmesi için gerekli ödeneği sağlayamadığımızı bu nedenle maddi desteğe ihtiyaç olduğunu söyledim. Bir gün beni tele fonla arayıp:
“Müzenin girişine benim söyleyeceğim metini istediğim standartlarda yazdırır asarsanız bu talebinizi karşılarım değilse olmaz. Düşünün bana haber verin” deyip, kararı bize bıraktı.
Ben hemen ertesi gün Ankara’ya gittim. Konuyu Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Mehmet Akif Işık’a anlattım. Durumu Bakan’a sormuş. O da:
“Sakın öyle bir şey yapmasınlar! Ben Müzeyi beş yıl sonra açarım ama devletin imkânlarıyla açarım” demiş.
Buna moralim bozuldu. Biraz üzüldüm ama yapacak bir şey yoktu. Kırşehir’e geldim, Ankara’da ki olanları Vali Selahattin Başar’a anlattım. Muzaffer Mermer’in yapacağı bağış için şartlarını da söyledim.
“Sen boş ver Bakanı, Onun Laz damarı tutmuş, ben İller İdaresi Kanuna göre sorumluluğu alıyorum. Sen gerekli işlemleri başlat” Talimatını verdi.
Kış ayları Kırşehir’de sert geçtiğinden dışarıda faaliyet göstermek imkânsızdı. Vilayette yapılan toplantılara katılıyor, diğer daire müdürü arkadaşları ziyarete gidiyor, sabırsızlıkla da baharın gelmesini bekliyordum.
Ahmet Gömcü’nün Sözleri Beni Cesaretlendirdi
Bir gün daire müdürleri arkadaşlarla bir dostumuzun evinde oturuyorduk. Ben Kültür Müdürlüğünde yapmak istediğim projeleri anlattım. Ancak gerçekleşmesi için biraz desteğe ihtiyaç olduğundan bahsettim. Devlet Su İşleri Şefi Ahmet Gömcü:
“Devlete yapılacak her türlü hizmette ben her zaman yanındayım. Kış çıksın, İnşallah makine ve araç gereçle sana yardımcı olurum” dedi.
Ahmet Bey’in destek sözü beni cesaretlendirdi. Bu işe psikolojik olarak iyice yoğunlaştım. Bir de yapacağım hizmetin ben gittikten sonrada kalıcı olacağını düşünerek. Daha çok heyecanlanıyordum. İlkbahar bütün güzelliğiyle her tarafı şenlendirmiş, havalar ısınmış, inşaat mevsimi de başlamıştı. Ahmet Gömcüyü ziyarete gidip ne zaman başlayabileceğimizi sordum:
“Sen hazırsan hemen başlayabiliriz” dedi.
Birlikte bizim daireye geldik. Ahmet Bey keşif ve inceleme yaptı.
“Buradan sonuç alabilmemiz için binanın önündeki ve yanlardaki alanların toprağının seksen cm derinliğinde eşilerek boşaltılması ve yerine Özbağ tarafından kırmızı toprak getirilip yeniden doldurulması gerekir” dedi.
Biz işe başlamak için gerekli hazırlıkları yaptık. Ahmet Bey bir kazıcı kepçe, bir yükleyici kepçe, dört tane de kamyon gönderdi. Sabahleyin erkenden işe başladılar. Yemek vakitleri hariç hiç durmadan çalışarak iki günde binanın etrafında ki molozları temizlediler. Kepçe operatörleri kaliteli toprağın nerelerde olduğunu çok iyi biliyorlarmış. Kepçeler oraya gitti. İki günde kırmızı ve milli toprak çekerek binanın etrafını tekrar doldurup düzlediler. Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğüne resmi bir yazı yazarak bahçe düzenlemesi için peyzaj mimarı talebin de bulundum. Genel Müdür Yardımcısı Abdülkadir Karaoğlu yazıyı görünce çok memnun olmuş beni telefonla arayarak:
“Yusuf Bey seni kutlarım yeni gelmiş bir müdürün bu işlere eğilmesi bizi çok memnun etmiştir” diye teşekkürlerini bildirdi.
Abdülkadir Bey iki gün sonra Ayla Kurum adında bir peyzaj mimarıyla, İmdat adında bir peyzaj teknikerini görevli olarak gönderdi. Gelen görevliler çok kaliteli insanlardı onlarla çok samimi dostlar olduk. Ankara’ya her gittiğimde onları ziyarete gider sohbet ederdik. Hatta Kırşehir’de ki görevimden ayrıldıktan sonrada samimiyetimiz devam etti. Bahçe düzeni için çok güzel bir proje hazırlayıp bana verdiler. Projenin uygulanması konusunda bazı ipuçlarını da anlattılar. Bahçeye dikeceğim fidanların nerelerden temin edebileceğimi söylediler. Kendilerine soracağım konu olursa bir telefon kadar yakın olduklarını, bana yardımcı olmaktan mutlu olacaklarını ifade ettiler. Ben de nazik ve zarif davranışlarına teşekkür ederek misafirlerim Ankara’ya uğurladım.
Önce tarihi mezar taşlarının konulacağı beton platformları yapmamız gerekiyordu. Ancak bu iş için 20 m3 beton lazımdı. Millet Vekilimiz Cafer Güneş’i arayıp bu konuda desteğini talep ettim. Sağ olsun O da hazır beton işiyle uğraşan birini aramış. Biz kalıp işlerini hallettikten sonra hazır beton mikserleri gelip iki saat içinde betonları dökerek platformları hazır ettiler.
Noterden Taahhütname Yaptırdık
Biz bir taraftan betonun kurumasını beklerken bir taraftan da müzenin teşhir ve tanzimini yapmak için hazırlıklara başladık. Muzaffer Mermer’le irtibata geçerek paranın transferini sağladım. Muzaffer Bey parayı kendi yakınlarından Sevim Hanıma gönderdi. Biz işleri yaptıracağız, Sevim Hanım da fatura bedelini ödeyecekti. Ondan önce notere giderek ebatları belirlenmiş olan pirinç levha üzerine:
“Bu müze girişinin düzenlenmesi Muzaffer Mermer tarafından yaptırılmıştır. Eğer bu levha zaman içerisinde kaldırılırsa ödenen para reeskont faiziyle birlikte geri iade edilecektir” diye bir noter senedi düzenlettik. (Bu senet Kırşehir Kültür Müdürlüğü arşivindedir.)
Müze girişine bir fotoselli kapı yaptırmamız gerekiyordu. Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğünden daha önce iş yaptırdıkları bir esnafın adresini aldım. Verdikleri adres
İstanbul’daydı. Telefonla arayıp görüştüm. Ancak kapıyı yapmak için peşin para veya çek istediler. Kırşehir esnafından değerli dostum Halit Karadeniz’e giderek gerekli çeki alıp İstanbul’a gönderdim. Kapı yapılıp gelince de kapı bedelini ödeyip çekimizi geri aldım ve Halit kardeşime teslim ettim.
Müze önünde ki çok kötü dökülmüş beton kısmı Kırşehir esnafından Mehmet Bademle anlaşarak traverten ile kaplanmasını da yaptırdım. Yukarıdaki işlerle uğraşırken daha önce platform olarak döktürdüğümüz betonlarda kurumuştu. DSİ şefi Ahmet Bey’i arayarak tarihi taşların hazırlanan platformlara taşınabilmesi için uygun bir kepçenin gönderilmesini rica ettim. O da anında gönderdi. Bütün erkek personeli seferber ederek taşları peyzaj mimarlarının tarif ettiği şekilde yerleştirdik.
Şimdi sıra bahçeyi, peyzajcıların projesini uygulayarak yeşillendirmeye gelmişti. Şehrimizdeki Fidanlık Müdürlüğüne giderek gerekli olan fidanları tespit edip daireye getirilmesini sağladım. Yine personelin katkılarıyla her fidanı projede gösterilen yerlere diktik. Kalan yerlerin çimlendirilmesi için bol miktarda yanmış koyun gübresine ve yeteri kadar çok yıllık çim tohumuna ihtiyaç vardı.
Aslında bu işler oldukça yorucu işlerdi. Her gün eve yorgun ve bitkin gidiyordum. Ama bu işin yorgunluğu bile çok zevkli oluyordu. Bir kamyon gübreyi yine fidanlık müdürlüğünden temin ettim. Çim tohumu için bir Cumartesi günü Ankara’ya gidip çim tohumunu sırf bu işi yapan bir esnaftan aldım ve aynı gün Kırşehir’e geri döndüm.
Benim bu işlerle canı gönülden uğraştığımı gören daire müdürü arkadaşlar, ne zaman bir işim düşse bir isteğimi iki yapmazlardı. Hepsine buradan tekrar şükranlarımı arz ediyorum. İlgili resmi kurumlardan teknik elaman desteği alarak bahçenin çimlendirme ve çiçeklendirme işini de yaparak dışarıdaki işleri tamamladık. Bir hafta sonra çimler yeşerdi. Çiçekler açtı. Daha önce virane durumda olan bahçe son derece şirin ve modern bir görünüme kavuştu.
Şimdi asıl müzenin iç kısmını düzenlemeye gelmişti. Önce müzenin içindeki teşhir dolapları ve güvenlik sistemlerini hazır etmemiz gerekiyordu. Bu işlerde en büyük destekçim Müze Müdürü Mehmet Göktürk’tü. Yapılması gereken işleri yapıp müzenin fiziki durumunu teşhir ve tanzime hazır hale getirdikten sonra Bakanlık Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğünden teşhir ve tanzim elemanları istedim.
Arabadan Yüksek Rütbeli İki Subay İndi
Görevli olarak Recai Günbatan ve Sema Dayan’la birlikte iki kişi daha geldi. Devamlı çalışmak suretiyle bir haftada teşhir ve tanzim işini tamamladılar. Tam bunlar müzede çalışırken Vali Beyin arabası ve Askeri plakalı lüks bir araç bizim daireye geldi. Arabadan yüksek rütbeli iki subay indi. Bende koşarak gelip, hoş geldin yaptım. Komutan bazı sorular sordu. Bende nezaketli bir üslupla cevap verdim. Komutan bana:
“Müdür Bey sen gidebilirsin” dedi.
Bir gün sonra Vali Bey beni istemiş, Makamına vardığımda bana hüsnü kabul gösterip iltifatlarda bulundu. Kahve ikram etti. Birlikte kahvemizi içtik. Bana hitaben:
“Yusuf Bey, müze işiyle bu kadar alakadar olmandan komutanlar son derece memnun oldular, sana da gıyabında teşekkür ettiler” dedi.
Bir hafta sonra beni ve müze müdürü Mehmet Göktürk’ü Valiliğe istediler. İkimize de birer “Takdirname” verdiler. Buda bizim moralimizi oldukça yükseltti. Meğer bu gelen askerler 28 Şubat sürecinde özellikle refah yol hükümeti zamanında atanan yöneticileri denetlemek için geziyorlarmış.
Ankara’dan gelen teşhir tanzim elamanları görevlerini tamamladıkları için Ankara’ya döndüler. Giderken bana:
“Biz Ankara’ya gidip müzeyle ilgili bilgileri Genel Müdüre arz ederiz. O da Bakan Beyle görüşür, oradan gelen talimata göre siz de açılış için gerekli hazırlığınızı yaparsınız” dediler. Biz,
Ankara’dan haber beklemeye başladık.
Kırşehir’de “Sıra Gecesi” Yaptık
Halkın ilgisini çekecek ve beğenisini kazanacak bir kültürel faaliyet yapmak istiyordum. Kanal 7 televizyonunda Nuri Sesigüzel’in sunduğu “Sıra Gecesi” programı vardı. O kanalın genel yayın yönetmeni Mustafa Çelik benim okul arkadaşımdı. Telefonla O nu arayarak, “Sıra Gecesi” programını birde Kırşehir’de yapmalarını rica ettim. Sağ olsun beni kırmadı. Bizim için hangi tarihin uygun olacağını sordu. Tarihi de belirledik. O tarihe yakın, hazırlıklarımızı yaptık. 04 Mayıs 1997 tarihinde akşamdan sonra 15 kişilik “Sıra Gecesi” ekibi Kırşehir’e geldiler. O gece Nuri Sesigüzel, Nursel Tozkoparan ve teknik ekibi bizim evde ağırladık.
Sabahleyin kahvaltıdan sonra programı yapabileceğimiz yerlere baktık. Bizim ayarladığımız yerleri Nuri Sesigüzel yetersiz buldu. Yeniden başka mekân aramaya başladık. Sonunda Dsi’nin bahçesinde bahar çiçeklerinin mis gibi koktuğu, rengârenk kelebeklerin uçuştuğu, yeşillik ve çimenlik bir yeri hazırladık. Sağ olsun Ahmet Gömcü kardeşim burada da bize olağan üstü derecede yardımcı olarak işimizi çok ama çok kolaylaştırdı.
Dsi’nin misafirhanesinden ekibe kalacakları yerleri de ayarladık. Program saat 19.30’da başlayacaktı. Kırşehir Valisiyle Garnizon komutanını da davet etmiştik. Onlarda teşrif ettiler. Program, tam saatinde başladı. Nuri Sesigüzel, “Gözleri Fettan Güzel” türküsünü söyleyerek başladı programa. Canlı icra olduğundan olsa gerek o akşam bu türküyü çok sevmiştim. Şimdi de en çok sevdiğim türkülerdendir.
Programın çekimi ertesi gün saat 04.00’a kadar sürdü. Misafirlerin çoğu saat 24.00’ten sonra ayrıldılar. Program bittikten sonra malzemeleri toparlayıp misafirlerinde konaklama işini hallettikten sonra bizde sabaha yakın evimize döndük. Dinlenecek kadar uyuduk. Kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra misafirlerimizle buluştuk. Kırşehir’den bazı tarihi ve turistik yerlerin çekimini yaptılar. Kısa bir Kırşehir turu yaptıktan sonra Nevşehir ve Niğde de programlar yapmak üzere “Sıra Gecesi” ekibiyle vedalaşarak onları yolcu ettik.
Neşet Ertaş’ı Kırşehir’e Getirmek İstedik
Sıra gecesinden sonra birde Kırşehirli Türk Halk Müziği sanatçısı Neşet Ertaş’ı Konser verdirmek üzere Kırşehir’e getirmek istedik. Kendisi o günlerde yurt dışında olduğu için bu arzumuzu gerçekleştiremedik. Bundan sonra dairedeki rutin işlerimize döndük. Gündemde olan konularla ilgili olarak çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bir gün Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Mehmet Akif Işık telefonla beni arayarak:
“Bakan Bey Haziranın sonlarında müzenin açılışını yapmak itiyor. Ona göre hazırlıkları yapmamızı” istedi.
28 ŞUBAT DÖNEMİ
Refah Yol Hükümeti İstifa Ettirild
28 Şubat baskıları gün geçtikçe artıyor, Ordu Üniversite ve yargı mensuplarına brifingler veriyor, Başbakan hakkında hakarete varan beyanatlarda bulunuluyor, halk tarafından ışıkları bir dakika yakıp söndürme ve tencere kazan takırdatma gibi protestolara başvuruluyordu.
Susurluk olayı yaşanmış, Müslim Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi konu mankenleri ekranlarda boy göstermeye başlamışlardı. Başka illerden gelen Müslim Gündüz’ün müritleri siyah cübbe, siyah sarık, ellerinde iki metrelik asalarıyla Ankara’ya girmeye çalışıyorlar ve bunların hepsi yönetim zafiyeti gibi algılanıyor, faturada hükümetin başı olan Başbakan Necmettin Erbakan’a kesiliyordu. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın düzenlediği Kudüs Gecesini bahane ederek aynı günün sabahı Sincan sokaklarında tanklar yürütülüyor, bu iş balans ayarı olarak adlandırılıyor, Hükümet iyice sıkıştırılıp istifaya zorlanıyordu. Sonunda, Hükümet Başbakanlığı Tansu Çillere devretmek üzere istifasını verdi. Refah Partisi, Doğru Yol Partisi ve Büyük Birlik Partisi mutabakatla, birlikte hükümet kurmak üzere anlaştılar.
Müzenin Açılışını Yapamadık
Biz Kırşehir’de müze açılışıyla ilgili tüm hazırlıkları tamamladık. Plaketlerimizi yaptırdık, davetiyelerimizi dağıttık. Daire müdürleri ve Kırşehir’in ileri gelenleri açılış için çelenklerini gönderdiler. Ankara’dan Abdülkadir Karaoğlu ile birlikte beş kişilik bir ekip Kırşehir’e geldiler. Kültür Bakanıyla Genel Müdürün de yolda olduğunu bir saate kadar burada olacaklarını söylediler. Biz de Misafirlerimizi beklemeye başladık, Tam bu sırada Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Hükümeti Kurma görevini ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaza verdiğini öğrendik. Biraz sonra da Bakanın telefonu geldi.
“Müze açılışını iptal edin” diye.
Bakan ve Genel Müdür Kırıkkale’den geri dönüp Ankara’ya gitmişler. Biz de yapmış olduğumuz hazırlıkları iptal ederek, gelişmelere odaklandık.
Mesut Yılmaz, hükümet kurma çalışmalarına başladı. Kurulacak hükümet yine bir koalisyon hükümeti olacaktı. Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli ile temaslar yoğunluk kazanmıştı. Tabii bizler, yani refah yol hükümeti zamanında atananlar endişeli bir bekleyiş içindeydik. Odamda otururken, Ankara’dan Hüseyin Coşkun beni aradı:
“Yusuf Bey, senin kadronu Uşak’tan Ankara’ya almamızı ister misin?” dedi.
Böyle bir zamanda böyle bir uygulama beni rahatsız etmişti.
“Efendim, önce olsa isterdim hatta çok ta memnun olurdum ama şimdi giderayak yapılan iş bana sıkıntı olur. Onun için istemiyorum” dedim.
“Ama biz senin kararnameni yazdık. Ankara’ya gel işi elden takip et” dedi.
“Neden böyle bir uygulamaya gerek görüldü?” diye sordum.
“Sen Ankara’ya gel. Burada anlatırım” dedi.
Ben hemen kendime beş gün izin yazdırıp, Valiliğe götürerek onaylattım. Vekâleti Kütüphane Müdür Temel Hamdi Çiloğlu’na bıraktım. Ankara’ya biletimi aldım. Eve gidip kıyafetimi değiştirdim ve Ankara’ya gitmek üzere yola çıktım. Üç saat yolculuktan sonra Ankara’ya vardım ve oradan metroyla Bakanlığa geçtim. Doğruca Hüseyin Coşkun’un odasına çıktım. Herkesin morali bozuk suratı asıktı
“Efendim, bana anlatacağınızı duyabilir miyim?” diye sordum.
“Yusufçuğum, bizi Bülent Arınç aradı. Bir günlüğüne bile olsa Hasan Hüseyin Türkü’n, Manisa’ya Kültür Müdürü olarak atanmasını istiyorum” dedi.
“Bizde civar illerde en uygun senin orayı bulduk ve seni Uşak’tan alıp Ankara’ya Halk Kültürleri Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğüne (HAGEM) Şube Müdürü olarak atadık. Orası çok güzel, senin seveceğin bir yer. Orada çok rahat edersin. Şimdi evrakını personelden al, Uşak’a git oradan ilişiğini kes. Ankara’ya gel yeni görevine başla” dedi.
Ben, söylenenleri yaptım. Önce Uşak’a gidip ilişiğimi kestim. Ankara’ya geldim. Mithat Paşa caddesinde bulunan HAGEM e giderek yeni görevime başladım. Kırşehir’e gidip vekâleten yürüttüğüm İl Kültür Müdürlüğü görevimden de ayrılacaktım. Vakit çok geç olduğu için o gün Ankara’da kaldım. Sabah erkenden Bakanlığa gittim. Kırşehir’deki vekâlet görevimin iptaliyle ilgili yazıyı alıp Kırşehir’e dönecektim. İçeriye girince bana karşı herkeste bir durgunluk vardı. Sebebini soruyorum kimse doğru dürüst cevap vermiyordu. Hüseyin Coşkun’un yanına gidip:
“Efendim, ben mi yanılıyorum? Personelde bana karşı bir durgunluk sezinliyorum. Bunun sebebi nedir?” diye sordum. Hüseyin Coşkun:
“Yusuf Bey, doğru sezinlemişsin, senin işle ilgili biz, yeni bir tasarrufta daha bulunduk. Onun için çok üzgünüm. Doğulu milletvekilleri çok bastırdı, Bakan da hayır diyemedi. Seni oradan da almak zorunda kaldık” dedi.
Hüseyin Bey, sağ elinin başparmağı ve şahadet parmağı ile burnundan tutmuş dirseğini masaya dayamış, başını öne eğmiş ve derin bir düşünceye dalmıştı.
“Peki, Efendim nereye verdiniz?” dedim. Başını hafif doğrultarak,
“Henüz bir yer ayarlayamadık, araştırıyoruz” dedi.
Moralim bir kat daha bozuldu. Ben Hüseyin Bey’in odasından çıktım. Doğru Atama Şube Müdürü Mustafa Ada’nın odasına gittim. Nerede ne gibi boş kadro var onları öğrenecektim. Biz Mustafa Ada’nın odasında otururken Nurullah Bey de geldi. Birlikte gidilebilecek boş kadroları araştırdık. Sadece Çankırı İl Halk Kütüphanesi boş gözüküyordu. Ancak oranın görevden alınan müdürü, Bölge İdare Mahkemesinden yürütmeyi durdurma almıştı.
Biz bunlarla uğraşırken akşam vakti yaklaşmıştı. Benim, bir imza için tekrar HAGEM e gitmem gerekti. Genel Müdür Yardımcısı İlhan Beyle görüşürken benim durum gündeme geldi. İlhan Bey bana
“Siz neden boş kadro arıyorsunuz DÖSİM ün kadrosu boş oraya atasınlar” dedi. Ben de İlhan Bey’e:
“Ben DÖSİM mevzuatını bilmem. Orayı yürütebilir miyim?” dedim. O da:
“Gelen Hükümet seni zaten durdurmaz. Önemli olan şu anda sana bir kadro bulabilmek seni ortada kadrosuz kalmaktan kurtarmaktır” dedi.
Çünkü Mesut Yılmaz, yeni kabineyi hazırlamış. Cumhurbaşkanı’na sunmak üzere Köşke çıkmıştı bile. Bu işe kafam yattı. HAGEM den çıktığımda akşam olmuş, dışarı kararmaya başlamış, Ankara’nın kasvetli havası bütün ağırlığıyla üstüme çökmüştü. Bir taksiye atlayıp bakanlığa gittim. Koşar adım Hüseyin Coşkun’un odasına çıkıp bu düşüncemi kendisine anlattım.
“Orayı sen istiyor musun? Orası çok sıkıntılı ve stresli bir yerdir” dedi. Bende kendisine
“Vallahi hiçbir stres bu günlerde sizin bana yaşattığınız stresten daha kötü olamaz” diye cevap verdim.
Çok bozuldu ama hiçbir şey demedi. Dâhili telefondan; Nurullah Bey’i arayarak:
“Yusuf Oğuz’un atamasını DÖSİM Merkez Müdürlüğüne yapın” talimatını verdi.
Yatsı vakti geçmişti. Bunlar; zaman darlığı bakımından iyice sıkışmış, gelecek yeni Hükümetin Bakanları da; yeni görevlerine başlamak için sabahı bekliyorlardı. Ben ise iki Hükümetin arasında ki dar zamanda paçayı kurtarmaya çalıyordum. Bir taraftan da:
“Herkesin bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardır” diye kendi kendime teselli olmaya uğraşıyordum.
Biraz sonra Nurullah Bey elinde dosyala geldi. Kararnameyi değiştirme yerine elle düzeltme yapıp, bakan Beye parafe ettirmişler. Neden böyle olduğunu sordum. Zaman çok daraldı. Değilse yetiştiremeyeceğiz dedi.
Dösim Merkez Müdürü oldum
Şimdi bir sorun daha vardı. Sabahtan önce DÖSİMM deki görevime başlamam gerekiyordu. DÖSİM Müdür vekili Cesim Çelebiyi bulduk. Evrakın yerini bilen, Necla Köle isminde bir memuru dairenin arabasıyla evinden aldırdık. Adakale sokaktaki Dösim Merkez Müdürlüğüne gittik. DÖSİM deki görevime başladım ve Kırşehir Kültür Müdürlüğüne vekâlet etmek üzere aynı gün görevimden ayrıldım. DÖSİMM den ayrıldığımızda saat 24.00’ü geçmişti. Dairenin arabası hem Necla Hanımı hem beni aynı güzergâhta olan evlere bıraktı.
Yeğenim Hatice daha yatmamış beni bekliyormuş. Bana, mevcut olanlardan bir yemek hazırladı. Onu yedim ve yatağıma uzandım. Olanlar film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı. Kendi kendime:
“Ne kadar zor bir hayat takdir edilmiş bana. Hayal ettiğim her şeyi çok zor ve gecikmeli olarak elde edebiliyorum. Elde ettikten sonra da birçoğunun zamanı geçmiş, tavı kaçmış oluyor. Allah’ım bu zorluklar karşısında bana dayanma gücü ver, sabrımı artır, azmimi kırma” diye kalbi dualar ediyordum.
Bu endişeli ve sitemkâr duygular eşliğinde uykuya dalmışım. Gece o kadar çok rüyalar gördüm ki, sabah uyandığımda birinden birini hatırlayamıyordum. Fakat içimde akşam ki endişeli ve karamsar duygulardan hiçbir eser kalmamış, kalbim o kadar ferah idi ki kendimi dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyordum. Aklıma şu Hadisi Kutsi geldi.
“İnsanoğlunun kalbi Allah’ın iki kudret parmağı arasındadır. İstediği zaman sıkar (bunaltır), istediği zaman gevşetir (Ferahlatır)”
Bu duygular içinde kalktım giyindim. Benim fedakâr yeğenim Hatice erkenden kalkmış, kahvaltıyı hazırlamış, benim kalkmamı bekliyormuş. Birlikte kahvaltıyı yaptık. Ondan sonra ben müsaade isteyip Kırşehir’e gitmek üzere yola revan oldum. Kırşehir’e geldiğimde aile bireyleri merak içindeydiler. Bütün bu gelişmeleri en ince ayrıntısına kadar anlattım. Bundan sonraki yaşamamızda Kırşehir’e bağlı kalmayacağımızı, Türkiye’nin her iline gidebileceğimizi, buna hazırlıklı olmamız gerektiğini izah ettim.
Öğlenden sonra daireye gidip, görevime başladım. Personelin çoğu gideceğimi bildikleri için üzgünlerdi. Bir kısmı da yanımdan geçerken benden tarafa bakmıyordu bile. Hükümet değiştikten sonra iki gün daha Kırşehir İl Kültür Müdürü olarak görevime devam ettim. Üçüncü gün saat 10.00’da gelen faks Kırşehir’de artık her şeyin bittiğini haber veriyor, özet olarak şöyle deniyordu:
“İl Kültür Müdürlüklerini vekâleten ve tedviren yürütenlerin vekâlet ve tedvir onayları iptal edilmiştir. Görevlerinden ayrılarak asli görevlerine dönmeleri rica olunur.”
Arkadaşlar bir veda partisi düzenledi. Bütün personel, İl Müdürlüğü binasında bulunan Çocuk Kütüphanesi’nde toplandık. Birlikte yedik içtik. Helalleştik, vedalaştık. Ben resmi olarak ilişiğimi kesmeden Vali’ye gittim. Hem on gün izin aldım. Hem de Valimizle de vedalaştım.
Kırşehir Kültür Müdürlüğünden Ayrıldım
On gün iznimi Kırşehir’de geçirdim. Tüm memuriyet hayatım, Kırşehir’de geçtiği için Ankara bürokrasisi beni ürkütüyordu. Hele DÖSİMM gibi bir kuruluşun amirliğini yapmak, hem de Post modern bir müdahalenin akabinde bu kuruluşa amir olmak huzurumu kaçırıyordu. Ama bu güne kadar aynı görevi yapmış olanlarda insandı. Onlar yapmış ve başarmışsa ben neden başaramayacaktım. Şimdiye kadar yaptığım görevlerden hiç başaramadığım olmuş muydu? Başarımdan dolayı çeşitli ödüller almamış mıydım? Gibi gerekçelerle moralimi maksimum seviyede tutmaya çalışıyordum.
İznim bitmiş, Ankara’ya hareket günüm gelmişti. Gerekli hazırlıkları yaptım. Gereği kadar giysi ve diğer ihtiyaçlarımı da alarak, anamla, eşimle ve çocuklarımla vedalaşıp Ankara’ya gitmek üzere yola çıktım. Ben izindeyken DÖSİMM’nün hizmet binası Adakale Sokaktan Ulustaki eski Başbakanlık Basımevi binasına taşınmıştı. Ben 13 Temmuz 1997’de yeni görevime başladım. Görevi vekâleten yürüten Cesim Çelebi de ilişiğini keserek HAGEM (Halk Kültürleri Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü) deki görevine döndü.
Bakanlıkta, yeni kadrolaşma çalışmaları yapıldığından bütün işler beklemeye alınmıştı. Dolayısıyla bakanlık bünyesinde epeyce yığılmalar olmuştu. Bu durumdan en çokta benim daire etkileniyordu. Çünkü 1700 geçici işçinin sözleşmesi imzalanmayı bekliyordu. Geçici işçilerin sözleşmeleri her iki ayda bir yenilenir, her sözleşmede üç nüsha olarak imzalanırdı. İlk olarak, bekleyen sözleşmeleri imzalayarak işe başladım. Bu iş geceli gündüzlü önemli bir zamanımı almıştı. DÖSİMM nün asli olarak bir Merkez Müdürü iki de şef kadrosu vardı. Diğer elemanlar vekâleten görevlendiriliyorlardı. Hükümet değişince görevlendirilmiş elemanlar, asli görevlerine geri dönmüşler, idareci olarak, sadece şef kadrosunda Leyla Önal ve Necla Köle adında iki personel kalmıştı. Bu kadar birikmiş işleri bu iki elemanla yürütmeye çalışıyordum. Personel ve idari işler Müdürlüğünü yürütmek üzere Leyla Önal’ın vekâleten görevlendirilmesini Müsteşar yardımcısına teklif ettim. İki gün sonra vekâlet onayı geldi ve Leyla Hanım Müdür V. olarak görev yapmaya başladı. Necla Hanım da elimiz ayağımız olan kadrolu tek şefimizdi.
Dösim Müdürlüğünden Alınmamı İstedim
Bir gün Bakanın imzasıyla bir yazı geldi. Yazıda özetle: 26.06.1996’dan sonra işe alınan işçilerin sözleşmelerinin iptal edilerek işten çıkarılması isteniyordu. Bu yazıyı okuyunca müthiş bir sıkıntı yaşamaya başladım. İşten çıkarılacak işçiler Refahyol hükümeti zamanında işe alınmış inançlı, fakir ve muhtaç insanlardı. Yazı gereği ben bunların çıkışını imzalayacaktım. Vicdanım buna asla izin vermiyordu. Yazıyı da yanıma alarak Personel Daire Başkanı Ünal Aldemir’e Gittim. Ünal Bey inançlı bir insandı fakat kendini belli etmezdi. Durumu kendilerine arz ettim. Eğer mümkünse beni bu görevden alıp, başka bir göreve atamalarını istedim. Ünal Beyde:
“Bu sözü bir daha duymayım. Sen orada bizim elimiz ayağımız olacaksın. Ben Bakanla görüşürüm ve bir çözüm bulmaya çalışırız” dedi. Bakanla görüşmüş, konuyu detaylıca anlatmış. O da
“Çok mağdur durumda olanları belirleyin. Fakat onları deşifre etmeyecek bir çözüm üretin. Sonra sıkıntı yaşamayalım” demiş.
Ünal Bey bana:
“Yusuf Bey, bu konuda ne yapabiliriz?” diye sordu. Bende:
“Sayın Başkanım müsaade edin. Ben bir çalışma yapayım. Sonucu size arz edeyim” dedim.
Düşündüğüm formülü uygulayarak durumu en fakir olan yaklaşık seksen işçiyi işsiz kalmaktan kurtarmış olduk. Uyguladığım formülün ayrıntılarını anlatmayacağım. Sonucu Ünal Bey’e arz ettiğimde çok memnun oldu ve bana teşekkür etti. Geriye kalan ve kapsama giren diğer işçilerin çıkışlarını vermek zorunda kaldık.
Müsteşar Yardımcısı Tevfik Ketencioğlu bir gün beni makamına çağırarak:
“1992’den itibaren Türkiye’deki tüm müzelerin ve ören yerlerinin gelirlerini ayrı, ayrı, aylık olarak en geç üç gün içende çıkart ve bana getir” dedi.
Daireye geldim. Müze gelirlerinden sorumlu Refik isminde ki personeli çağırarak aynı talimatı ben de ona verdim. Oda:
“Efendim bırak üç günü böyle bir iş üç ayda bile bitmez. Ama zaman sınırı olmazsa bu talimatınızı yapmaya başlayabilirim” dedi.
Ben de Tevfik Beyi telefonla arayarak durumu kendisine aktardım. Bana sert bir ifadeyle kekeleyerek (Kendisi kekeçti zaten):
“Bakan Bey bana böyle bir talimat verse kendisine ben bu işi yapamıyorum diyemem. Bu görevden affımı isterdim” dedi.
Ben hiçbir cevap vermedim. Leyla Hanımı çağırarak:
“… Nedenlerden dolayı bu görevden affımı istiyorum. Gereğini arz ederim.” diye müsveddesini hazırladığım dilekçeyi daktilo ettirdim ve Tevfik Beyin Makamına geçtim. Dilekçeyi kendilerine arz ettim. Okudu ve kıpkırmızı oldu. Bana Dönerek
“Yusuf Bey, Ben senin ağabeyin sayılırım. Ağabeylere gücenilmez. Böyle onurlu davrandığın için de teşekkür ederim. Şimdi sen buradan çıkınca arabana bin, doğru Gölbaşına git.
Orada biraz kafanı dinle stresini dağıt” diye gönlümü almaya çalıştı.
Fakat ben oradan ayrılarak İşimin başına döndüm. Bu olaydan sonra Tevfik Beyle gayet samimi bir dost olduk.
DÖSİMM öyle enteresan bir birim ki, Türkiye’de ilişiği olmayan bir il hemen hemen yok gibidir. Bütün, müzeler, ören yerleri, tarihi ve sanatsal yerler, AKM binaları, satış mağazaları, kitap basımı gibi daha sayamadığım birçok yerler ve işler her hangi bir boyutuyla DÖSİMM e bağlıdır. Çalışma olarak ta çok yorucu ve yıpratıcı bir kurumdur.
Bu kuruma başlayalı üç ay olmuştu. Birlikte sohbet ederken, Ünal Bey, bana:
“Yusuf Kardeş seni memnun edecek bir yer ayarlasak. Senin aleyhinde epeyce uğraşan var, seni rahat bırakmayacaklar. Tercih ettiğin bir yer var mı?” diye sordu. Ben de:
“Sayın Başkanım, benim çocukların üniversite çağları geliyor. Üniversite olan bir ilde görev yapmam icap ediyor. Onun için boş olan kadroları görmem lazım. Bir de benim maddi olarak durumumu biliyorsunuz. Görev yaptığım yerde lojman olmazsa sıkıntı çekerim” dedim.
“O zaman ben, boş kadroları inceleyim. Bu söylediğin kriterlere uygun bir yer ayarlamaya çalışalım” dedi.
Daha sonra beni telefonla arayarak:
“Yusuf Bey, senin istediğin şartlara uygun bir yer bulduk. Eğer sen de arzu edersen. İzmir Kültür Müdürlüğünde münhal bir şube Müdürlüğü kadrosu var. Seni oraya verelim. Eşinle çocuklarınla görüş ve kararını bana bildir” dedi.
Telefonla eşimi arayıp, Ünal Bey’in söylediklerini Ona da anlattım. Eşim bu habere çok memnun oldu. Zaman zaman en çok merak ettiği şehrin İzmir olduğunu hep söyler dururdu. Çocuklarla da paylaşmış onlarda olumlu bulmuşlar.
İzmir Kültür Müdürlüğüne Şube Müdürü Olarak Atandım
Ünal Bey’i arayarak, İzmir’e atanmayı kabul ettiğimi söyledim. Derhal Kararnameyi yazmışlar. İki gün sonra da benim elime geçti. Kararnameyle birlikte:
“Merkez müdürü atanıncaya kadar Yusuf Oğuz’un vekâleten yürütmesi uygun görülmüştür” diye birde yazı göndermişler.
Ben ayrılışımı yaparak, İzmir’e gitmek üzere yola çıktım. Uşak’a kadar İç Anadolu bölgesinin ikliminden farklı değildi. Uşak’tan sonra iklim değişmeye başladı. Hem hava durumu, hem bitki örtüsü hem de insanların yaşam biçimleri farklılık arz ediyordu. Terminalde beni İzmir İşletme Müdürü Yaşar Kara karşıladı. Önce İşletme Müdürlüğüne gittik. Orada biraz dinlenip serinledikten sonra “İzmir İl Kültür Müdürlüğü”ne geçtik. Kültür elemanlarıyla yakinen tanıştım.
“Bakanlıktan üst düzey bir yönetici gelmiş” diye bana çok ilgi ve yakınlık gösterdiler.
Hem göreve başlama işlemlerini yaptırdım. Hem de DÖSİMM nü vekâleten yürütmek üzere “İzmir Kültür Müdürlüğü”nden ilişiğimi kestim. Yaşar Bey benim için İller Bankası Misafirhanesinden yer ayırtmıştı. Kültür Müdürü Selçuk Göksayar ve diğer personelle vedalaşarak, ayrıldım. O gece misafirhanede kaldım. Sabah Yaşar Bey, beni misafirhaneden alarak Terminale götürüp Ankara’ya yolcu etti. Ankara’ya gelerek DÖSİMM ne vekâleten tekrar başladım. İşlere kaldığımız yerden devam ettik. Bu arada Merkez Müdürlüğüne atamasının yapılması için Ankara İşletme Müdürlüğünden, emekli olan Yemlihan Atalay’ı Bakanlığa teklif ettiler. Emeklilerin tekrar göreve dönebilmeleri için Başbakanlığın izni, Maliye Bakanlığının da vizesi gerekiyordu. Bu işlemlerin sonuçlanması iki aydan fazla sürdü.
Görevli Olarak İsveç’e Gittim
“Türkiye’den İsveç’e İşçi Göçünün 30. yılı” dolayısıyla Türkiyeli işçiler tarafından kurulmuş bir derneğin davetiyle, İsveç’in önemli bir müzesinde Türk el sanatlarını tanıtan bir sergi açmak amacıyla resmi görevli olarak İsveç’e gitmek üzere Tevfik Ketencioğlu, Yusuf Oğuz, Berrin Usta ve Nezaket Çetin’e Bakandan onay aldık. Ebru Hocası Hikmet Barutçugilide gösteri sanatçısı olarak götürdük. Tevfik Bey işleri nedeniyle bir hafta sonra gelecekti. Diğer üç arkadaş uçakla önce İstanbul’a gittik. Orada Hikmet Barutçugil Hocayla buluştuk. İstanbul’dan Stockholm’e İsveç Hava Yollarıyla Viyana aktarmalı olarak uçtuk. Daha Orlando Hava Limanına iner inmez İsveç’in kalkınmışlığı ve medeniyet çizgisindeki yeri belli oluyordu.
Bizi karşılamak üzere hava limanına dernek mensubu iki genç delikanlı gelmişti. Çıkış kapısında küçük tanıtıcı pankartları açmışlar bizi bekliyorlarmış. Biz dışarı çıkınca buluşup tanıştık.
Gençler İsveç’te büyüyüp yetiştikleri için o kadar rahat ve girişkenlerdi ki uzun zamandır tanışıyormuş gibi kaynaşıverdik. Gençlerin arabasına binerek Orlando Havalimanından Stockholm’e gitmek üzere yola çıktık. Mesafe 20 km. civarındaydı. Bu kısa mesafeyi o kadar enfes değerlendirmişler ki her gören hayranlığını açığa vurmadan edemiyordu. Yol kenarlarında bırak sigara izmariti kâğıt parçası toz toprak zerreciğini bulabilmek bile imkânsızdı.
Kısa yolculuk sonunda, Stockholm’e ulaştık. Biz güzelliklerin sadece Hava Limanı yolunda olduğunu zannetmiştik. Şehrin hatta ülkenin her bir köşesinin aynı özelliklere sahip olduğunu gezip, görüp gözlemledik. Bu ülkeyi yönetenleri ve bu ülkede yaşayan insanları kutlamak gerekiyor.
Stockholm de bizi dernek başkanı Yaşar Pekcan karşıladı. Kısa tanışmadan sonra bizi dernek binasına götürdü. Biraz dinlendikten sonra konaklayacağımız apart otellerin bulunduğu Albi semtine gittik. Kalacağımız mekânlar gayet temiz ve nezih yerlerdi. Mutfaktaki dolapları bizim yiyebileceğimiz her türlü gıda maddesiyle (tabiri caizse) tıka basa doldurmuşlar. Ayrıca her birimize ikişer bin Kron harçlık verdiler. Böylece devletin bize harcırah olarak vermiş olduğu paraları harcamamıza gerek kalmadı.
Bizim kargoyla göndermiş olduğumuz el sanatı eserler biz varmadan müzeye ulaşmış. Onları sergileyeceğimiz stantları ayarlayıp, teşhire hazır hale getirdik. Açılışa İsveç Büyükelçimiz ve İsveç Hükümetinin müzelerden sorumlu üst düzey bir sorumlusu da katıldı. Sergimizi gezmek için İsveçliler akın akın müzeye gelip gezdiler. Hele Hikmet Bey’in Ebru yapışına hayran kaldılar. Yüzlerce ebru yaptırıp satın aldılar. Böylece Hikmet Bey’i de maddi yönden ihya etmiş oldular. Tevfik Beyin Stockholm’e geleceği gün belli olduğu için uçağın iniş saatinden önce Orlando Havalimanına O nu karşılamaya gittik. Çıkış kapısında karşıladık ve şehre gitmek için yola çıktık. Yolda gelirken Tevfik Bey bana dönerek.
“Yusuf Bey burada temizliğe çok dikkat edeceksiniz. Ediyor musunuz?” diye sordu. Ben de:
“Sayın Müsteşarım, biz geleli her gün banyo yapıyoruz. Temizlik konusunda çok dikkatliyiz” dedim.
Tevfik Bey başladı gülmeye. Sonra bana dönerek:
“Sen haklısın, ben kastı aşan bir cümle kullandım. İbret alma yönünde dikkat etmeniz gerektiğini söylemek istemiştim” diye hatasını telafi etti.
Tevfik Beyi kaldığımız eve götürüp gezdirdik. Bize göre vasatın üzerinde bir meskendi ama Tevfik Bey görür görmez küplere bindi.
“Ben Müsteşar Yardımcısı olarak kendi personelimle aynı evde mi kalacağım. Ya bana beş yıldızlı bir otel ayarlarsınız ya da ben tekrar Türkiye’ye döneceğim” demeye başladı.
Dernek mensubu olan arkadaşlar devreye girerek geceliği 250 $ a Stockholm’e otuz km uzaklıkta beş yıldızlı bir otel ayarladılar. Gelip gitmesi için de elli kontörlü bir metro abonman bileti verdiler. Orada lüks otellerin tümü şehir dışına inşa edilmiş. Belediye şehir içine izin vermiyormuş. Tevfik Beyin yüzü halen gülmüyordu. Ben yapısını bildiğim için bir şeye bozulduğunu anladım ve kendisine:
“Efendim sizi üzen bir şey mi var? Canınız sıkkın gözüküyor” diye sordum
“Yahu Yusuf Bey, oteli ayarladılar bu kez de metroyla gel, git diyorlar. Ona canım sıkıldı” dedi. Ben de:
“Efendim, ben görüşürüm onu da hallederiz. Yeter ki siz üzülmeyin” dedim.
Dernek Başkanı Yaşar Pekcan’la görüştüm. Durumu anlattım.
“Mümkünse bir araba tedarik etmelerini istedim” Yaşar Bey de bana:
“Yusuf Bey, burada Bakanlar bile evlerinden iş yerlerine metroyla gidip gelirler. Eğer o Bakanlar, Tevfik Beyin bu talebini duysalar kınarlar ve ayıplarlar. Fakat işin tatlıya bağlanması için senin çırpınışına bakıyorum ve sana karşı mahcup oluyorum. Sırf senin hatırına, birde şoförlü araba temin edeceğim” dedi.
Son Model Volvo S60 marka bir abrayı Şoförüyle birlikte Tevfik Bey’e tahsis ettiler.
Artık Tevfik Bey’in yüzü gülmeye başladı. Yaşar Bey’le görüştüğünde; burada bir okul, bir hastane, bir de kilise ziyaret etmek istediğini söylemiş. Onlarda ayarlamışlar. Fakat ziyaret öncesi bir kişi emniyet yetkililerini arayarak gideceği yerlere, ziyaret esnasında bomba koyacakları ihbarını yapmış. Emniyet derhal harekete geçerek bir sivil polis ve araba tahsis ederek Tevfik Beyi yakın korumaya aldılar. Sadece Yaşar Beyi beni ve DÖSİM elemanlarını görüştürüyorlardı. Başka kimseyi yanına yaklaştırmıyorlardı. Tevfik Bey bir gün otele birlikte gitmemizi istedi. Koruma bizi otele bıraktı ve yarın görüşmek üzere diyerek kendi işine döndü. Tevfik Bey’le geç vakte kadar sohbet ettik. Bu sohbet esnasında:
“Yusuf Bey can çok tatlı, beş yıldızlı otelde kalıyorum ama uyku nedir bilmiyorum. Dün, sabaha kadar banyoda sandalye üzerinde oturdum. Böyle lüks bir otelde hiç haz alamıyorum” diye şikâyetlerde bulundu.
Otelin restoranı giriş kattaydı. Birlikte yemeğe gittik. Cam kenarına oturmaktan bile çekiniyordu. Artık dayanamayarak
“Sayın Müsteşarım sizin de malumunuz rahmetli Turgut Özal’a silahlı suikast düzenlendiğinde
“Allahın verdiği canı ondan başka alacak yoktur” demişti.
“Şimdi aynı cümleyi müsaadenizle ben size hatırlatmak istiyorum. Allah dilemedikçe hiç kimse bir şey yapamaz. Eğer Allah insanoğlu için ölüm takdir etmişse yürürken araba çarpar, memlekete giderken uçak düşer veya başka nedenlerle ölüm kapımızı her an çalabilir. Onun için fazla tedirgin olmayınız. Lütfen! Şu ülkedeki ibret alınacak güzelliklerden yaralanmak lazım” bağlamında ifadelerle teselli etmeye çalıştım.
Epeyce de rahatladığı davranışlarından belli oluyordu. Geç vakte kadar oturduktan sonra ben müsaade isteyip trenle Stockholm’e döndüm.
Nezaket Hanım zaman zaman Türkiye ile telefonla görüşme yapardı. Yine aradığı bir gün: Yemlihan Atalay’ın göreve başladığını söylemişler. Evde bana da söyledi. Berrin Hanımla, üzülmemem için beni teselli etmeye çalıştılar. Fakat ben sonuçta bu durumu yaşayacağımı bildiğim için çok önemsemedim. Tevfik Bey bizden iki gün önce Ankara’ya döndü. Bizde görevimizi tamamlayarak, Büyükelçilik ve dernek mensuplarıyla vedalaşıp sergideki ürünleri kargoya verdikten sonra memleketimize döndük.
DÖSİMM de Yemlihan Beyle görüşüp devir teslim yaptıktan sonra beş gün izin alıp Kırşehir’e ailemin yanına gittim. İzinim süresince değişik bir ortama gideceğimi düşünmek, değişik insanlarla çalışacak olmak, anamdan ve ailemden ayrılmak, bana müthiş bir gariplik hissi vermeye başladı. Anama, eşime ve aileme belli etmiyordum ama içimi müthiş bir belirsizlik duygusu kemiriyordu. Bu duygular içindeyken gözüme bir türlü uyku girmiyordu. Bir anda çok duygusallaştım. Yatağımdan kalktım, ne yapacağımı bilmeyecek kadar kararsızdım. Salona geçtim ve büfenin önünde duran blok notu aldım. Bir de kalem buldum. Şimdiye kadar hiç şiir yazmamıştım. Ama içimdeki duyguları boşaltmam gerekiyordu. İlk şiirimi yazmaya başladım.
BURUK VEDA
Ufukta hicran göründü
Kavuşmak hayalim olsun.
Düşümde matem göründü
Kadere eyvahım olsun.
Gündüzler zindan göründü
Geceler yarenim olsum.
Düşmanlar dostum göründü
Dostlara emanım olsun.
Artık bana yol göründü
Can dostlara vedam olsun
Böyle hayat zül göründü
Duyulmayan sedam olsun.
9.11.1997’de gerçekten buruk bir veda ile tüm dostlardan ve sevdiklerimden ayrılarak İzmir’e gitmek üzere yola çıktım. İzinli olduğum için DÖSİMM den ilişik kesme yazımı almamıştım. Yazıyı almak için vardığımda Yemlihan Beyi yerinde bulamadım. Bir gün sonra yapılacak olan “10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü” hazırlıkları için Bakanlığa gitmiş. Mecburen ertesi günü bekledik. 10 Kasım günü de öğlene kadar Atatürk’ü anma işlemleri için daireye gelmedi. Öğlenden sonra DÖSİMM den yazıyı da alarak Kızılay’da ki otobüs yazıhanelerine geçtim ve akşam saat 22.00’ye biletimi aldım. 6–7 saat Ankara sokaklarında avare avare dolaştım. Otobüsün kalkmasına 15 dakika kala terminale vardım. Bagajımı verip yerime oturdum. Saat tam 22.00’de, sekiz saat sürecek olan İzmir yolculuğuna başladık.
İZMİR DE ALTI YIL ÇALIŞTIM
İzmir Kültür Müdürlüğünde Göreve Başladım
Sabah saat 06’da İzmir terminalindeydim. Ben yolculuk esnasında hiç uyuyamadığım için hem çok uykusuz hem de çok yorgundum. Bir taksiye atlayıp Basmaneye geldim. Gelirken de taksiciden beni temiz bir otele götürmesini istedim. Otelde akşam yakına kadar uyumuşum. Uyanıp karnımı bir lokantada doyurduktan sonra gece geç vakitlere kadar İzmir Fuarını dolaştım. Gece deliksiz bir uyku çektim ve yorgunluğumu atmış olarak 12.11.1997’de Konak Varyanttaki İzmir İl Kültür Müdürlüğü’ne gittim ve aynı gün göreve başladım.
İl Müdürü Selçuk Göksayar’la daha önce telefonda defalarca iş nedeniyle görüşmüş, ilk atamamda da tanışmıştık. Çok kibar bir insandı. Yaş haddinden emekliliğine iki buçuk yıl kalmıştı. Çıta gibi bir vücut yapısı vardı. Yürürken değme gençlere taş çıkartırdı. Çok şahane el yazısı vardı. Beğenmediği yazıları imzalamaz kendisi müsveddesini yazıp geri gönderirdi. Fakat biraz alkol bağımlılığı vardı. Ceketinin iç cebinden konyak şişesi hiç eksik olmaz, fırsat buldukça kimseye hissettirmeden yudumlardı. Emekli oluncaya kadar birlikte çalıştık beni hiç incitmedi. Halen DÖSİM müdürüymüşüm gibi davranırdı.
Yazdığım remi evraklar için zaman zaman beni çağırır teşekkür ederdi. Ben başlayınca idari mali işleri, İhale işlerini, kamulaştırma işlerini, maaş ve yolluk işlerini, ayniyat işlerini, kısaca dairenin tüm parasal işlerini bana bağladı.
Müdürlüğün on daireli bir lojmanı vardı. Hepsi resmi kayıtlara göre dolu gözüküyordu. Yedi dairesinde kültür müdürlüğü personeli oturuyordu. En önemli üç dairesi hep boş duruyordu. Üç daireden biri il Müdür Yardımcısına diğer iki dairede şube müdürlerine tahsis edilmiş, fakat uzun süredir hiç biri taşınmamıştı. Bundan sonrada taşınmaya da niyetleri yoktu. Kiralarını ödüyorlar, fakat kullanmayı düşünmüyorlardı. Kimsede bunlara lojman yönetmeliğinin gereğini yapmıyordu
Bir gün şube Müdürleri odasında arkadaşlarla sohbet ederken, konu hümanizmden açıldı. Ben de Mevlana’dan, Yunus Emre’den Hacı Bektaşi Veliden beyitler okuyarak anlatmaya çalışıyordum. İçeriye yönetici konumunda olan iki kişi girdi. Gelenlerden biri yüz doksan cm boyunda, yüz yirmi kg ağırlığında diğeri ise bir elli beş boyunda, yaklaşık yetmiş kg ağırlığında görünüyorlardı. Bizim odada bir süre oturup beni dinlediler. Ben sözümü bitirince kısa boylu olan müstehzi bir şekilde,
“Zaten siz (Erbakan’ı kastederek) hocanız gibi ya dini konu anlatırsınız ya da ilahi ve kaside söylersiniz” dedi.
Bu tavır ve söz çok ağırıma gitti.
“Şuna nasıl bir cevap verebilirim” diye hızlı bir zihin jimnastiği yaptım.
Merhum M. Lütfi İkiz’in Konya’da anlattığı bir olay aklıma geldi. Hemen söze girdim:
“Biz dini konularda anlatırız, icap ettiği zaman altından kalkamayacağınız nükteli konularda anlatırız” dedim.
“Neymiş o nükteli konu anlat ta dinleyelim” dedi. Ben de başladım anlatmaya:
“İstanbul’daki azınlık cemaatlerinden biri; bizim adımızı yaşatacak bir eserimiz olsun diye Galata Kulesinin yakınına küçük bir kule yapmışlar. Bunu duyan tarihçi yazar Merhum İbnülemin Mahmut Kemal İnal:
Zannetme ki Galata Kulesi ikidir.
İkincisi birincinin s……
Diye bir beyit yazmıştır” deyince kısa boylu olan bir an afalladı. Gayri ihtiyari olarak bir kendi boyuna bir de yanındaki arkadaşının boyuna baktı. Toparlanıp:
“Ne demek istiyorsun sen” deyince arkadaşı koluna girerek:
“Gel gidelim. Biraz daha durursan iyice batacaksın” diye bizim odadan çıkardı.
Ben İzmir’de altı yıl kaldım. Bu arkadaşla resmiyetin haricinde hiç konuşmadık.
Yaşar Karay’la birlikte İzmir müze müdürü rahmetli Turan Beyle görüşerek, İzmir Alsancak 1. Kordonda bulunan Atatürk Müzesi’nin misafirhanesinde kalmak üzere eşyalarımı daireden alarak Atatürk Müzesinin misafirhanesine yerleştim. Misafirhanenin alt katında lojman olarak kullanılan iki küçük daire vardı. O dairelerde de iki müze elemanı oturuyordu.
Zamanla onlarla da tanıştık ve dost olduk. Biri Kırşehirli biri Karslıydı. Kültürel olarak ta çok iyi anlaştık. Onlar beni aileden biri olarak görüyorlar, bende onları evlatlarım olarak kabul ediyordum.
Her gün sabah Alsancak’tan Konağa, akşamda Konaktan Alsancağa yürüyerek gelir giderdim. Bu yürüyüşten inanılmaz keyif alırdım. Hava yağmurlu veya soğuk olduğun da Konak-Alsancak arası çalışan taksi dolmuşları kullanırdım.
Ankara’ya gittiğimde Tevfik Bey’i ziyaret için makamına gitmiştim. Ziyaretimden dolayı çok memnun oldu. Sohbet arasında:
“Yusuf Bey, nasılsın İzmir’de hayatından memnun musun?” diye sordu. Ben de:
“Sayın Müsteşarım, daha evi götüremedim. Misafirhanelerde vakit geçiriyorum. Böyle hayattan memnun olunur mu?” dedim.
“İstersen geçici görevli olarak seni İzmir’den Kırşehir’e alalım” dedi.
“Efendim, ben önce Kırşehir’e gideyim aile efradımla görüşeyim. Ondan sonra kararımı size arz edeyim” dedim.
“Peki, o zaman senin kararını bekleyeceğim” dedi.
Ben müsaade isteyip ayrıldım. Kırşehir’e varınca konuyu eşimle değerlendirdik. Kırşehir’e gelmemin daha uygun olacağı kanaatine vardık. İzmir’e geri dönerken Tevfik Bey’in makamına uğrayarak:
“Efendim Kırşehir’e gelmeyi istiyorum” dedim.
“O zaman bir dilekçe yaz bana getir” dedi.
“Peki, efendim” dedim ve odadan çıktım.
“Kırşehir İl Kültür Müdürlüğüne geçici görevle verilmemi arz ederim” diye bir dilekçe yazıp Tevfik Bey’e bıraktım ve İzmir’e gittim. Talebim kabul edildi. Geçici görevle Kırşehir’e gittim. Ancak gelişimden İl Müdürü pek hoşnut olmadı. Beş ay sonra onayı iptal ettirdiler. Ben tekrar İzmir’e döndüm.
Akşam saat 22.00’den sonra Alsancak sokaklarında genelde sarhoşlar ve olumsuz insanlar dolaştıkları için ben de misafirhaneye kapanır gazete, kitap okumak, bulmaca çözmek, radyo dinlemek gibi meşguliyetlerle vakit geçirirdim. Çok duygusallaştığım zamanlar duygularımı mısralara dökerdim. Bu dönemde yazdığım şiirlerin konusu çoğunlukla duygusallık ve karamsarlık yüklü olurdu. İşte onlardan biri:
YOLLARA DÖNDÜM
Senin aşkınla devran ederdim
Sam yeli vurmuş güllere döndüm
Bir gaip periye gönlümü verdim
Eskiden can idim ellere döndüm
Kırıldı testim yâre varmadan
Saçıldı sularım sellere döndüm
Yalan dünyadan murat almadan
Garibin sazında tellere döndüm
Vatan oldu bana şu gurbet eller
Uzayıp kıvrılan yollara döndüm
Kurudu dereler, ırmaklar, göller
Odun diye kesilen dallara döndüm
Ne yapsam da hüznüm gitmiyor
Divan da tutulmuş dillere döndüm
Geçmişe dalınca dertler bitmiyor
Karlı boranlı bellere döndüm.
Selçuk Bey kibar ve beyefendi oluşunun yanında oldukça da esprili bir insandı. Bazı söyleyeceklerini espriyle karışık iğneleyerek söylerdi. Bir gün yerli turistlerden bir grup, Selçuk Beyi ziyarete gelmişler, sohbet sırasında:
“Efes’teki Yedi uyuyanlara nasıl gidebiliriz?” diye sormuşlar. Selçuk Bey de:
“Yahu siz bu kadar yolu tepip Efes’e kadar niye yorulacaksınız. “Yedi Uyuyanlar” buraya bir oda mesafede” diyerek bizim odayı tarif etmiş.
Misafirler ayrılırken:
“Müdür Bey şu sizin Yedi Uyuyanları mümkünse görebilir miyiz?” diye rica etmişler. Oda:
“Tabii, tabii buyurun görün” diye müsaade etmiş.
Haziran ayının ortalarıydı. İzmir’de yaz mevsimi iyiden iyiye kendini hissettiriyordu. Bizim oda Güneybatı’da olduğundan ve oda da klima bulunmadığından aşırı sıcak oluyordu. O anda da Şube Müdürü arkadaşlardan üç, dört kişi sıcağın etkisiyle uykuya yenik düşmüşlerdi. Hele arkadaşlardan biri mutat oturuşunun gereği(!) olarak, ayaklarını çalışma masasının üzerine uzatmış öyle uyuyordu. Odanın kapısı birden açıldı. Selçuk Beyle misafirleri içeri girdi. Selçuk Bey:
“Buyurun size Yedi Uyuyanlar” dedi ve devam etti.
“Kusura bakmayın, gerçek Yedi Uyuyanlar uyurken bile edepten taviz vermemişlerdi” diye birilerini iğneledi.
Ben bir gün odasına evrak götürdüğümde:
“Sayın müdürüm bizi Yedi Uyuyanlar olarak nitelendirmenize çok üzüldüm” deyince:
“Yusuf Bey sen kendini neden onlarla eş tutuyorsun. Sen o odadaki sekizinci kişisin. Ben, diğer yedi kişiyi kastederek söyledim” diye esprisini tamamladı.
Bakanlıktan belediyelere kültürel etkinlikler için gönderilen paraların denetimi için “Bakanlık temsilcisi” olarak beni görevlendirdi. Bu nedenle İzmir’in hemen hemen tüm ilçelerini görme ve tanıma imkânı buldum. İzmir ilçelerinin her birinin kendine göre gelenekleri, görenekleri, töreleri, giysileri ve yemekleri vardır.
Burada iki ilçeden kısaca bahsedeyim. Ödemiş ve Tire yöresinin köftesi ve yoğurdu hem lezzet bakımından çok mükemmel hem de fiyat bakımından çok uygun. Bir gidişimiz Tire’nin pazarına denk gelmişti. O gün tüm Tire’nin çarşıları pazaryeri olmuştu. O kadar çok Hakiki organik sebze, meyve ve ot çeşitleri vardı ki; çoğunun adını bile bilmiyorduk. İzmir’den kadınlar minibüs kiralayarak Tire pazarına alışverişe gelirlermiş. Tire köftesi ve yanında ikram ettikleri keçi sütünden yapılmış yoğurdu yemenin zevki bir başka oluyor. Ödemiş patatesinin, Türkiye çapında oldukça meşhur olduğunu biliyorduk. Ödemişin kavun ve karpuzunun tadını ve rayihasını da çok beğenmiştik. İzmir’e giderken yoldaki kavun ve karpuz tarlalarından eve götürmek üzere kavun, karpuz aldık ama ısrarımıza rağmen parasını aldıramadık. İlçelerine gelen misafirlere karşı oldukça hürmetkârlardı.
Ben İzmir’e geleli bir buçuk yıl olmuştu. Çocuklarımdan Ali, Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi, Elektronik Öğretmenliğinde okuyordu. Murat İmam-Hatip Lisesinden mezun olmuş, üniversite sınavlarından çok iyi bir puan almış, fakat 28 Şubatta uygulamaya konan katsayı nedeniyle istediği ve tercih ettiği hiçbir yeri kazanamamıştı. Feyza, İmam-Hatip Lisesinin orta kısmından mezun olmuştu. Sami de Kırşehir Anadolu Lisesinin ikinci sınıfından üçüncü sınıfına geçmişti.
Evimizi Kırşehir’den İzmir’e Taşıdık
Daha öncede kısaca bahsetmiştim. Lojman binasında resmiyette hiç boş daire görünmüyordu ancak, adına lojman tahsis edilen üç müdür, iki yıldır tahsisli dairelerine oturmamışlardı. Kendime yakın gördüğüm birine:
“Eğer oturmayacaksan senin tahsisi iptal ettirsek o dairenin tahsisini benim adıma yaptırsak olur mu? Çok dardayım” dedim.
“O senin sorunun. Lojman bana lazım” diye ricamı kabul etmedi.
Bir zamanlar misafirhane olarak kullanılmış, uygun olmadığı için geri boşaltılmış, uzun yıllardır boş duran bodrum katta hiç güneş görmeyen, ışığı bile zor alan bir daire vardı. Çaresizlikten oranın adıma tahsisi için dilekçe verdim. Dilekçem kabul edildi ve bir hafta içinde de tahsis işlemi tamamlandı. Dairenin anahtarını teslim aldım. Kapıyı açıp Muratla birlikte içeri girdiğimizde fare pisliğinden zeminin betonu görünmüyordu. Yıllardır boş durduğundan banyonun, mutfağın, tuvaletin gider borularına bağlı ES lerin içindeki sular buharlaştığından lağım fareleri rahatlıkla oralardan çıkıp odaları mesken tutmuşlar. İçeride acayip bir lağım kokusu vardı.
Bize de bu bakımsız evi oturacak hale getirmek kalıyordu. Hiç zaman kaybetmeden işe başladık. Önce içerideki fare pisliklerini toparlayıp çuvallara doldurduk. Yedi sekiz çuval fare pisliği çıktı. Zemini deterjanlı su ile yıkadık ama zemine iyice yerleşmiş olan fare pisliği lekelerinin çıkması mümkün değildi. Sadece porçöz etkili oluyordu. Marketten yirmi şişe porçöz aldık. İki elden temizlemeye başladık. Arındırmak için tam iki gün uğraştık. Sonunda zeminler pırıl, pırıl oldu. Daha önce aldığımız boya ve badana malzemeleriyle evin duvarlarını ve ahşap kısmını da badana boya yaptık. TEK’e elektrik aboneliğini, İZSU’YA da su aboneliğini yaptırdık. Artık ev taşınmaya hazırdı. Evin önünde boydan boya iki metre yüksekliğinde yirmi beş metre uzunluğunda bir duvar vardı. Yıllardır bakılmadığı için yukardan akan kirli sular duvarı kirletmiş ve çok kötü görünüyordu. Otuz kilo badana kireci aldım. Muratla birlikte o duvarı da badana yaptık.
Duvarın hemen önünde elli cm genişliğinde çiçeklik vardı. Orayı da güzelce belledim. Hisar önünden çeşitli çiçek ve süs bitkileri aldık ve bellediğim yere diktik. Daha önce virane görünümünde olan yer, şimdi herkesin imreneceği bir duruma geldi. Komşular, bizim çalışmamızı balkonlarından gıptayla seyrediyorlardı. Evin yan tarafında küçük bir bahçe olabilecek boş arazi vardı. Orayı da değerlendirelim diye bellemeye başladık. Toprağa karışmış o kadar çok taş vardı ki; bellemekte çok zorlanıyorduk. Ben bellerken Murat taşları topluyor, götürebileceği kadar olunca da götürüp çöp konteynırına atıyordu. Hem belledim hem de yüksek yerlerdeki toprağı alçak yerlere çırparak araziyi düzleştirdim. Arazinin içinde nar ağacı, erik ağacı, üzüm asması ve küçük palmiye ağaçları vardı. Mevsimine göre hepsinin bakım, budama ve sulama işlerini yapardım.
Mart ayının sonunda bellediğim yerleri yeniden belleyerek, Kızlarağası Hanı’nın yanındaki çiçekçilerden, domates, biber, patlıcan fideleri ile salatalık ve acur tohumu aldım. Hazırladığım karıklara tekniğine uygun biçimde diktim. Sulama işi biraz pahalıya mal oluyordu ama keyfi ederini değiyordu. Bu işlerde Murat’ımın çok büyük yardımı ve gayreti oldu. İş bitiminde onu ödüllendirmek istiyordum. Bazen:
“Ah şimdi bir volkmenimiz olsa” diye iç geçirirdi.
Bir gün Alsancak’a gitmiştik. Muratla, dükkânların vitrinlerine bakarken son model, piyasanın en pahalısı olan bir volkmen beğendik ve satın aldık. Böylece Murat’ı ödüllendirmiş oldum. Murat’ta son derece mutlu oldu. Halen o volkmeni muhafaza etiğini sanıyorum.
Ev taşınmaya hazırdı. Sıra Kırşehir’deki evi İzmir’e getirme işine gelmişti. Bir hafta izin aldım ve Murat’la Kırşehir’e gittik. Evi toparladık. Bir kamyon ayarlayarak eşyalarımızı o kamyona yükledik. Kırşehir’deki evimizi kiraya verdik. Bir yıllık kirayı peşin aldım. O parayı da taşınma işlerinde kullandık. Ali’yle Murat’ı kamyonla gönderdik. Biz o gün Sabahattin ağabeyimler de kaldık. Anamla birlikte bir gece daha geçirdik. Bu ayrılıktan dolayı canım anacığım çok hüzünlüydü.
Sabah, birlikte kahvaltımızı yaptık. Şimdi anamdan ağabeylerimden ve tüm yakınlarımızdan ayrılma vakti gelmişti. Anacığımın elini öptüm. Boynuma sarıldı, uzun süre bırakmadı. Ağabeylerimle, yengelerimle ve yeğenlerimle de vedalaşarak, çağırdığımız taksiye binip otogara gittik. Otobüs hareket ettikten üç saat sonra Ankara otogarına ulaştık. Meşhur şirketin birinden, hareket etmek üzere olan otobüse biletimizi aldık. Şimdi İzmir yolcusuyduk. Güzel bir yolculuktan sonra akşamüzeri saat altıda İzmir’e vardık. Bagajdan eşyalarımızı alıp, bir taksiye binerek Bornova’daki çok değerli dostumuz rahmetli Süleyman Mutlu Ağabeyimin evine misafir olduk. Evi İzmir’e taşımamıza çok memnun oldular. Süleyman Ağabeyler İzmir’e göçmeden de Kırşehir’de çok samimi idik.
Eşim Lojmanı Görünce Hayal Kırıklığına Uğradı
Kahvaltıdan sonra müsaade isteyip, Hatay semtindeki yeni evimize doğru yola çıktık. Otobüs durağında inip, evimize giden rampadan çıkarken, eşim yolda gördüğü bodrum katları işaret ederek:
“Şurası gibi var mı?” diye sorular soruyordu.
Ben de:
“Sabret biraz sonra görürsün” diye cevap veriyordum. Eve varıp, içeri girince büyük bir sükût-u hayale uğradı. Çünkü içerisi karanlıktı. Ancak odalara girildiği zaman ışık görülebiliyordu. Odaları ve bahçeyi görünce biraz ferahladı.
Kamyon da, gece gelmiş, kapının önüne park etmiş, şoför ve bizim çocuklar, başka odalar da uyuyorlardı. Bir müddet sonra onlarda uyandılar. Kahvaltımızı yaptıktan sonra, şoförle birlikte kısa bir süre içinde eşyaları indirdik. Şoförün parasını verip, onu yolcu ettik. İki gün içinde de tamamıyla yerleştik. 15 Temmuz 1999 tarihinde İzmirli ailelere bizde katılmış olduk.
Kapı komşumuz olan Basri Filizer’le dairede de çok iyi anlaşırdık. Kişilik olarak sağlam ve güvenilir bir insandı. Eşi Mahmura Hanım da kendisi gibi çok değerli bir insan. Mahmure Hanım’la da eşim çok iyi anlaştılar ve dost oldular. Kendileriyle halen görüşürüz ve dostluğumuz devam eder. Kendilerini sevgi ve muhabbetle anıyorum.
İzmir’e geleli bir ayı geçmişti. Eşim ve çocuklar, İzmir’in sıcağına ve nemine alışmaya çalışıyorlardı. Sabah erkenden telaşlı ve aceleci bir şekilde kapımız çalındı. Eşim gidip kapıyı açınca bu kez ikisi birden vah tüh demeye başladılar. Bende yanlarına vardığımda öğrendik ki; 7,4 şiddetinde merkez üssü gölcük olan şiddetli bir deprem olmuş, çok sayıda ölü ve yaralı varmış. Televizyonu açtık, gerçekten de durum içler acısı. Felaketin boyutu tahminlerin ötesindeydi. Ortalık tam bir kıyamet sahnesini andırıyordu. Allah’tan sabır ve metanet dilemekten başka elimizden bir şey gelmiyordu. Depremde ölenler için dualar ettik, hatimler okuduk. Şimdi de depremde ölen bütün müminler için Cenabı Allah’tan tekrar rahmet diliyorum.
Feyza, “Kırşehir İmam-Hatip Lisesi” sinin Ortaokul bölümünden mezun olmuştu. 28 Şubatın getirdiği kıyımla İmam-hatip mezunlarına Üniversite kapısı hemen, hemen tümüyle kapanmıştı. Kızımı istikbal vadeden bir okula kaydettirmemiz gerekiyordu. Bu nedenle Feyza’yı “Selma Yiğitalp Lisesi” ne yazdırdık. Okul evimize beş yüz metre mesafede idi. Gidiş geliş masrafı yoktu. Okula intibakta da zorluk çekmedi. Sami, “Kırşehir Hacı Fatma Erdemir Anadolu Lisesi” inde okuyordu. Naklini İzmir’e yaptırmak için bir araştırma yaptım. En iyi eğitim veren yerin, Güzelbahçe ilçesinde ki; “60. Yıl Anadolu Lisesi” olduğunu öğrendim. Epeyce bir uğraştan sonra Sami’nin kaydını da “60. Yıl Anadolu Lisesine” yaptırdık.
Güzelbahçe ile bizim semtin arası yirmi km. idi. Okul, İzmir körfezinin hemen kenarında, okulla deniz arasından çeşme yolu geçiyordu. Manzarası çok güzel, görünüm çok romantikti. Sami okula belediye otobüsüyle gidip geliyordu. Sami bu okulun orta kısmını bitirince Fen Liseleri ile Özel Okullar sınavına girdi. Özel okullar sınavında Türkiye 23’üncüsü olmuştu. Birçok özel okuldan görüşme talepleri geliyordu. İzmir Amerikan Koleji bizim eve iki yüz mesafede olduğu için, oradan gelen talep üzerine Sami’yi bu okula kaydettirdik. Dört yıl boyunca hiç ücret ödemedik. Hatta her ay Sami’ye yüz lira da burs bağladılar. Sami bu kolejde de çok başarılıydı.
Bu yıllar, benim en çok maddi sıkıntılar çektiğim yıllardı. Maaşımızdan başka gelirimiz yok, fakat giderimiz, gün geçtikçe artıyordu. Ali’ye her ay bir miktar haçlık gönderiyordum. Teknik bir okulda okuduğundan; alet edevat gideri de epeyce oluyordu. Çocukların giysileri, ayakkabıları, diğer zorunlu ihtiyaçları da bütçemizi bayağı aşıyordu. Her gün çocukların öğlen yemeklerini anneleri akşamdan hazırlayıp çantalarına koyuyordu. Bunun için koliyle ucuz meyve suyu ve ucuz kiloluk kaşar alıyordum. Bu tip ucuz nevalelerle çocukların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorduk. Yavrularımdan Allah razı olsun. Bir gün bile biz bunu yemeyiz, bunu giymeyiz demediler. Demeseler bile olması gereken harcamalar zorunlu olarak yapılıyordu. Birçok dost ve tanıdıktan borç istemeye başladım. Onlar da hiç esirgemeden ihtiyacım olan parayı veriyorlardı. Bu borçlanmaları eşim ve çocuklarıma söylemiyordum. Çocukların üzülmesinin başarılarını olumsuz etkileyeceğinden endişe ediyordum. Eşim de, “borç” kelimesinden bile çok korkardı. Şimdiye kadar hiç yapmadığım işi yapmak zorunda kaldım. Maaş aldığımız bankadan bireysel kredi çektim. Artık yaşamımızı borçlarla idare ettirebiliyorduk.
Ramazanda Belçika’ya Gittim
1999 yılının Ramazan ayı yaklaşmıştı. Kış mevsiminin işaretleri de kendini belli etmeye başlıyordu. Bu borçların pençesinden nasıl kurtulabileceğimi düşünmekteydim. Hacı Haydar Güneş Ağabeyin, Kırşehir’deyken bana yaptığı bir teklifi aklıma geldi:
“Hocam, Ramazanda izin alsan bizim misafirimiz, olarak Belçika’ya gelsen, hem teravihimizi kıldırsan hem de çocuklarımızı okutsan ne kadar memnun oluruz” demişti.
Hacı Haydar’ı telefonla arayarak durumu kendisine arz ettim. O da olumlu baktı
“Ben dernek üyeleriyle istişare eder, seni ararım hocam sen benden haber bekle” dedi.
Üç gün sonra beni arayarak:
“Hocam İnşallah bu ramazanı birlikte geçireceğiz. Sen iznini al. Hazırlıklarını yap. Biz senin biletini alıp sana bildireceğiz” dedi.
Ben yıllık iznimi hiç kullanmamıştım. Çünkü ben izinlerimi hep bir yıl ileriye erteleyerek kullanıyordum. 1999 yılının izni olduğu gibi duruyordu. İdareye 30 gün izin talebin de bulundum. İl müdürü:
“Ne yapacaksın bu kadar izni?” diye sordu. Ben de:
“Anam yatalak hasta, Kırşehir’e gidip ramazan boyunca onun bakım ve tedavisiyle ilgileneceğim” dedim. Tabii ki adamcağız bu yanlış beyanıma inandı ve iznimi onayladı.
İzmir’de ki Hava Yolu şirketlerinin bulunduğu, Alsancak Kordon’a giderek biletimi teslim aldım. O sene Ramazan 09 Aralıkta başlıyordu. Biletimi de 07 Aralık tarihine almışlar. Ben hazırlıklarımı yaptım ve sabaha karşı saat 4.00’te Belçika’ya doğru havadan yol almaya başladık. Sabah 8.30’da Bürüksel Hava Limanına indik. Beni, Hacı Haydar’ın damadı Sıddık Saraç ile oğlu Ferhat Güneş karşıladılar. Ferhat Kırşehir’de benim öğrencimdi. Sıddık’ın evlenmesine de ben vesile olmuştum. Bu nedenle her ikisiyle de çok iyi anlaşırdık.
Hoş beşten ve hal hatır sorduktan sonra Bürükselden ayrılarak, bir aydan fazla ikamet edeceğim Anvers (Andverpen) şehrine doğru yola çıktık. Anvers, Belçika’nın kuzeyinde, deniz kenarında, rakımı deniz seviyesinden üç beş metre daha düşük, oldukça bakımlı, küçük bir Belçika şehri. Bürükselle arası elli km. Deniz, kanallar halinde Anvers’in içlerine kadar sokulmuş. Bazı yerlerde şehir içi yollar deniz kanallarının altından geçiyor. Bu gibi durumlar, bana gayet ilginç gelmişti. Anvers’e varınca doğruca dernek binasına gittik. Dernekte olanlarla tanıştık ve sohbetler ettik. Akşam Hacı Haydar gelince nasıl bir faaliyette bulunacağımıza, Ramazan boyu neler yapacağımıza dair bilgi aldım. Ona göre bir yol haritası belirledik.
Bir gün sonra başlayacak olan ramazanla birlikte hedeflenen hizmetleri vermeye başlayacaktık. Ramazan-ı şerifin ilk teravihinde zaten küçük olan camimiz tıka basa dolmuştu. Teravihe yarım saat kala, daha önce belirlediğim bir konuda konuşma yapıyordum.
Sohbetimiz daha çok karşılıklı soru ve cevaplarla geçiyordu. Böyle bir iletişim içinde olmayı hem, ben çok seviyordum hem de oldukça verimli oluyordu. Yatsı ve teravih namazını kıldıktan sonra alt kattaki lokale iniyorduk. Hem çayımızı içiyor hem de her konuda fikir alış verişinde bulunuyorduk. Lokalden ayrılan evine dinlenmeye gidiyordu.
Caminin bir kat üstünde her türlü konforun olduğu bir misafirhane vardı. Orasını Ramazan ayı boyunca bana tahsis etmişlerdi. Ben de lokalden ayrılınca odama çıkıyordum. Fakat hemen dinlenmeye çekilemiyordum. Öğlen namazına kadar çocukları okuttuğumdan önce onun hazırlığını yapıyordum. Ondan sonra, ertesi gün teravih namazından önce yapacağım konuşmayı hazırlıyor, daha sonrada öğlen namazından sonra okuyacağım mukabeleyi gözden geçiriyordum. Yatağa ancak gece yarısından sonra girebiliyordum.
Hacı Haydar her gün sahur vakti hem bana yemek getirir hem de beni uyandırırdı. Sahurdan sonra sabah namazı vaktine kadar camide kuran okurdum. Sabah namazını kıldıktan sonra dinlenmek için odama çekilir, bir miktar uyduktan sonra kalkar abdestimi alır ve çocukları okutmak üzere Camiye inerdim. Bu hal ramazan ayı boyunca rutin olarak devam etti. Ramazanın ortalarında yeğenlerim Hicabı ve Abdurrahman beni ziyarete geldiler, epeyce sohbet ettik. İkindi namazını kılınca bana:
“Amca, eğer cemaat müsaade ederse seni Almanya’ya götürelim, iftarı bizde açalım” dediler. Ben de:
“Müsaadeyi sizin istemeniz daha uygun olur. Cemaate sorun bakalım” dedim. Cemaate sordular? Onlar da:
“Çok uygun. Hoca Efendi bir daha Avrupa’ya mı gelecek? Gelmişken oraları da görsün” demişler.
Biz hazırlanıp yola çıktık. Yeğenimin BMW marka son model bir arabası vardı. Otobana çıkınca gaza öyle bir bastı ki sürat ibresi 200 km den aşağı düşmüyordu. Bazen 240 km. ye kadar çıkıyordu. Ben bu süratin korkusundan kendimi o kadar çok sıkıyordum ki; açlığı susuzluğu iyice unutmuştum.
Belçika’yı geçip Hollanda topraklarına girmemiz, Hollanda’dan Almanya sınırına ulaşmamız ve oradan da Duesseldorf şehrine varmamız iki saat anca sürdü. İftara yarım saat kalmıştı. Gelinlerimiz Ayfer ve Ayşe her türlü hazırlığı tamamlayıp, iftar vaktine yetiştirdi.
Gece geç vakitlere kadar Duesseldorf şehrini gezdik. Eve gelip bir güzel uyku çektik. Ertesi günü Hicabı, eşi Ayfer’le birlikte aynı güzergâhtan beni Anvers’se bırakıp Duesseldorf’a geri döndüler. Yeğenlerimin, bu yakın ilgi, alaka ve misafirperverliklerinden dolayı kendilerine yürekten teşekkür ediyorum. Böylece yeğenlerim sayesinde Almanya’yı da görmüş oldum.
Sağ olsunlar cemaat benim olmadığım gün, çocuk okutmak hariç tüm vazifeleri eksiksiz ifa etmişler. Biz kaldığımız yerden devam ettik. Ramazanın son günlerine yaklaşmıştık. Cemaat kendi aralarında önemli bir miktar para toplamışlar, hatıra olabilecek hediyeler almışlar, Ramazan-ı şerif bitmeden bunları bana tevdi ettiler. Bayram namazını da kıldırdıktan sonra cemaatle ve tüm tanıdıklarla helalleşip vedalaştık.
Hacı Haydar, beni Bürüksel Hava Limanına getirdi. Onunla da vedalaştıktan sonra ben biniş peronlarına geçtim. Hareket saati yaklaşınca uçağa alındık ve biraz sonrada havalanarak, İzmir’e doğru yolculuğa başladık. Adnan Menderes Hava Limanına akşama doğru inebildik. Uçağımız önce İstanbul yolcularını indirdi. Oradan Antalya’ya geçerek yolcularını indirdi. Daha sonrada İzmir’e geldi. Ali ile Murat Hava limanında beni bekliyorlarmış. Onlarla buluştuk. Hoş geldin merasiminden sonra bir taksiye binip eve geldik. Bizi heyecanla bekleyen can yoldaşım, Müşerref Hanım, Feyza ve Sami ile de özlemle sarıldık ve hasret giderdik. Böylece Belçika maceramızda tamamlanmış oldu.
Belçika dönüşü elden aldığım borçların bir kısmını kapattım. Kısmen de olsa biraz rahatladım. Bu kez çocuklar bilgisayar istemeye başladılar. Çocukları kırmayalım, ucuz yollu bir bilgisayar alalım diye yola çıktık. Çocuklar şu da lazım bu da lazım derken, elde kalan bütün parayı da bilgisayara harcadık.
Kırşehir’deki Evimizi Satıp Yimpaşa Yatırdık
Daha önceden Kırşehir’de ki evimizi saltığa çıkarmıştık. Bir gün telefonla eve müşteri olduğunu bildirdiler ve Kırşehir’e gelmemi istediler. Daireden beş gün izin alıp Kırşehir’e gittim. Eve müşteri olan kişilerle buluştum. Uzun pazarlık sonucu 35.000 Mark’a çok sevdiğimiz evimizi sattım. Tapu dairesinde devir işlemini yaparak parayı teslim aldım. Tapu dairesinden çıkarak doğruca Yimpaşa gittim. 30.000 Marklık hisse satın aldım. Kalan paranın 2000 Markıyla Talip Gül’e olan borcumu, 1500 markıyla da Mehmet Çelik’e olan borcumu kapattım. Kalan 1500 Mark ile İzmir’e döndüm. O parayla İzmir’deki ufak tefek borçlarımı kapattıktan sonra eşime de bir miktar ziynet eşyası aldık.
Yimpaş her yılsonunda kar payı dağıtıyordu. 2000 yılı sonunda da bana 6000 dm. Kar payı verdiler. Buna çok sevinmiştim:
“Her yıl böyle olursa, çocukları sıkıntısız okuturum” diye rahatlamıştım.
Fakat 2001 yılı içinde:
“YİMPAŞ iflas ediyormuş” diye bir yaygara çıktı.
Önce inanmadık. Fakat ilerleyen zaman içinde gördük ki YİMPAŞ, gerçekten iflas bayrağını çekti. Biz de evin parasının önemli bir kısmını, çok güvendiğimiz, Müslüman insanların kurmuş olduğu YİMPAŞ’a kaptırmış olduk. Verdikleri kar payını da anaparadan düştüler. Halen de alabilmiş değiliz. Alacağımıza da şimdilik inanmıyorum.
Canım anacığım, artık iyice yaşlanmış, hastalıkların etkisiyle zayıf vücudunu taşıyamaz hala gelmişti. Sebahattin ağabeyim bir gün:
“Anam biraz ağırlaştı. Acele gel” diye telefon etti.
“Eğer vefat ettiyse söyle uçakla geleyim” dedim ama söylemedi.
Ben otobüs biletlerini ertesi gün sabah 08.00’e aldım. O geceyi uykusuz geçirdim. Çok sıkıntılı ve kasvetli bir geceydi. Anamın vefatı sanki içime doğuyor, hatırladıkça kalbime bir hançer saplanıyordu. Eşimle birlikte sabah 08.00’de yola çıktık. Vakit geçmeyi, yol bitmeyi bilmiyordu. Uşak Afyon arasında otobüsümüz, zaruri bir mola verdi. Ben otobüsten inerek cep telefonuyla Sebahattin Ağabeyimi arayıp anamın nasıl olduğunu sordum?
“Kardeşim, biz sana söylemek istememiştik ama anam dün vefat etti. Başımız sağ olsun” dedi.
Ben hıçkırarak ağlamaya başladım. Yolculardan biri koluma girerek beni otobüse bindirdi. Durmadan ağlayıp gözyaşı döküyordum. Eşim beni teselli etmeye çalışıyordu ama içimde bir volkan kaynıyor söndürmeye gücüm yetmiyordu. Akşam namazı kılınmış, yatsı vakti girmek üzereyken İhsan Ağabeyimin evine geldik. Benim Kırşehir’deki arkadaşlarımın ekseriyeti gelmiş beni bekliyorlardı. Gözyaşı eşliğinde herkesle toalaştıktan sonra gösterilen yere oturdum. Elimi yüzüme kapatıp saatlerce ağladım. Hayatım boyunca bu kadar çok ağladığım bir günüm olmamıştır. Yüce Mevla’m bir daha böyle hüzünlü günler yaşatmaz inşallah. Benim ağlamam bitmeyince arkadaşlar ve komşular sessizce dağıldılar.
Ana Başa Taç İmiş
Ben kendime gelip sakinleşince:
“Anamın cenazesi nerede” diye sordum.
“Belediye morgunda” olduğunu söylediler.
Anacığımın soğuk yüzünü görmek için sabahı beklemek zorundaydık. Sabah kalkınca ilk işimiz morga gitmek oldu. Anamın cansız vücudunu gördüğümde o güne kadar yaşadığım acıların en dayanılmazını yaşadım. Canım anam dünyanın en tatlı anası, nur yüzlü melek yüzlü insan, düşkünlerin bakıcısı, yoksulların hamisi, açları doyuran, mazlumları kayıran, eşsiz ve saygın insan. Şimdi çarşaflara bürünmüş, o kadar zayıflamış ve tükenmiş ki, özenle yapılmış kehribar tespihi gibi edebinden ve zarafetinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak, çarşafın arasında yatıyordu. Ben hem ağlıyor hem de
“Bundan sonra ben anasız ne yaparım” diye düşünüyordum.
Aklıma, analar için söylenmiş şu dörtlük geldi:
Ana başa taç imiş
Dertlere ilaç imiş
Bir evlat pir olsa da
Anaya muhtaç imiş
Şimdi bu şiirin manası şahsımda tecelli etmiş, anaya nasıl muhtaç olunduğunu bizatihi yaşıyordum. Babam ve anam 1973 yılında Hacca gittiklerinde Zemzem suyuyla yıkanmış kefenlerini hicazdan getirdikleri için her türlü tekvin ve teçhiz malzemesi eksiksiz olduğundan kadın yıkayıcılar gereken hizmeti yerine getirip, salacayı erkeklere teslim ettiler. Biz de erkekler olarak, anamın cenazesini Hızırağa Kabristanına götürdük. Babamın mezarıyla yan yana olacak şekilde hazırlanmış olan mezara, canım anacığımı dualar eşliğinde defnederek, evimize döndük. Kırşehir’e ne zaman yolum düşse önce o mübarek ve emektar insanları yüreğim yana yana ziyaret eder, sonra diğer işlerime bakarım. Artık yüreğimizin bir parçası Hızırağa kabristanında atmaktadır. Sizi rahmetle ve muhabbetle anıyorum. Canım anacığım, canım babacığım…
Selçuk Bey Emekli Oldu
İl Kültür Müdürü Selçuk Bey’in yaş haddinden emekliliği dolmuştu. Ancak bir türlü görevden ayrılıp emekli olmak istemiyordu. Kendisine yasal olarak bu imkânsız denildiyse de emekliliği bir türlü kabullenemiyordu. Durum Valilik Makamına intikal ettirildi. Selçuk Bey’i Valiliğe istediler. Orada kendisine tebellüğ ettirmişler. Görevden ayrıldı ama emeklilik işlemlerini dört beş ay takip edip imzalamadı. Daha sonra evrakı evine götürüp işlemleri evinde yaparak maaşa bağlanmasını ve ikramiyesini almasını sağladık. Rahmetli Selçuk Bey, emekli olduktan sonra fazla yaşamadı. Hatırladığım kadarıyla dört veya beş yıl sonra vefat etmiş.
İzmir İl Kültür Müdürlüğüne Musa Seyirci Atandı
Selçuk Bey emekli olunca İl Müdürlüğünü, altı ay kadar vekâleten müdür yardımcısı, rahmetli Himmet Taşlı yürüttü. Artık müdürlüğün işleri laçkalaşmaya başlamıştı. Ne olacağı ve kimin atanacağı belli olmadığı için dairenin işlerini yürekten benimseyen yoktu. Sonunda atama kararı resmi gazetede yayımlandı. Antalya Koruma Kurulu Müdürü rahmetli Musa Seyirci, İzmir İl Kültür Müdürlüğüne atanmıştı. Ben DÖSİM Müdürüyken Antalya’da Musa beyle tanışmıştık. Kendisi şen şakrak, neşeli, alçak gönüllü, insanları incitmeyen bir kişiliğe sahipti. Beni çok sever ve takdir ederdi. Lojmanda da komşu olduğumuzdan ailece samimi olmuştuk. Bazen bizim kapıyı çalar:
“Yusuf Bey haydi yürüyüşe gidiyoruz” der, birlikte yürüyüşe çıkardık.
İzmir Cadde ve sokaklarında hem yürür hem de dairenin sorunlarını konuşurduk. Musa Bey’in İzmir’e epeyce kültürel hizmeti olmuştur. Bütün araştırmacı ve sanat tarihçilerini görevlendirerek İzmir’in ve 19 ilçesinin Kültür envanterini çıkarttırıp ayrı ayrı kitap olarak bastırmıştı. Bu kitapların basım ve yayımında naçizane benimde çok emeğim geçmiştir.
İzmir Belediyesi ile irtibata geçerek İzmir şehir merkezindeki Agora antik kenti kazılarını, başlatmış ve kazı giderlerini de İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığına finansa ettirmişti. Çok medyatik bir yapısı vardı. Sık, sık yerel televizyonlara kültür hizmetleriyle ilgili beyanatlar verir, Kültür Müdürlüğünü gündemde tutmayı çok iyi becerirdi.
Bakanlık yetkilileriyle ilişkileri çok güzel götürür, zamanımız bürokrasisini çok iyi bilir, davranışlarını ona göre ayarlardı. Bu ilişkileri sayesinde Ecevit Hükümeti’nin en son Kültür Bakanı olan Suat Çağlayanı da kafaya alarak Türkmenistan’a Kültür Ateşe ’si olarak gitmeyi başarmıştır.
Musa Seyirci ateşe olarak Türkmenistan’a gidince İzmir Kültür Müdürlüğünü vekâleten Himmet Taşlı yürütmeye başladı. Ancak vekâlet olduğu ve asaletin kime verileceği belli olmadığından Musa Seyirci zamanındaki hareketlilik bitmiş, hiç kimse sorumluluk gerektiren bir işe imza atmak istemiyordu. Bu nedenle dairede disiplin diye bir kavram kalmamış, herkes lakayt bir davranış içine girmişti.
AK PARTİ TEK BAŞINA
İKTİDARA GELDİ BAŞINA
03 Kasım 2002 de Genel Seçimler Yapıldı
Türkiye, 2002 genel seçimleri atmosferine girmiş, millet büyük bir merak ve sabırsızlıkla seçim sonuçlarına odaklanmıştı. 03 Kasım 2002’de yapılan genel seçimleri için oyumuzu kullanacağımız sandıklar belli oldu. Bizim oy kullanacağımız yer İzmir İmam-Hatip Lisesi binası idi. Bizim evden bu seçimde dört kişi oy kullanacaktık. Ben, eşim, Murat ve Feyza. Hepimiz de aynı sandıkta oy kullanacağımızdan hep birlikte sabahın erken saatinde İmam-Hatip Lisesinin yolunu tuttuk. Henüz fazla bir yoğunluk yoktu. Hiç beklemeden oylarımızı kullandık ve eve döndük. Artık herkesin gözü seçim sonuçlarındaydı.
Akşam saat 17.00’de sandıklar açıldı. Sayımlar yapıldı. Herkes nefesini tutmuş, televizyondan ilk verilecek olan seçim sonuçlarını merakla beklemeye başlamıştı. Saat 21.00’de seçim yasakları kalkıp, seçim sonuçları verilmeye başlanınca bütün millet büyük bir şok yaşamıştı. Yeni kurulmuş olan AK Parti büyük bir farkla ödeydi. Oy oranı % 40 civarında gözüküyordu. İkinci sırada CHP oy oranı % 20 civarında, MHP % 7 civarında ve barajın alında gözüküyordu. Geri kalan oylar da diğer partiler arasında pay edilmişti.
Biz sonuçları görünce büyük bir çığlık atarak sevinçlere gark olduk. Sabaha kadar gözlerimize uyku girmedi.
AK Parti İktidara Geldi
Bir Pazartesi sabahı daireye gitmek üzere aşağıya indiğimde; İl Müdür vekili arkadaş dairenin makam aracını hazırlatmış, lojmanın önünde hazır vaziyette bekliyorlarmış. Beni görünce arabanın arka sağ kapısını açtı. Tazim göstererek, beni arabanın makam koltuğuna davet etti. Ben bir tuhaf oldum:
“Hayırdır bu ne demek oluyor” dedim.
“Bu koltuk artık senindir. Bu gün olmazsa yarın buraya sen oturacaksın” dedi. Ben de:
“Sayın Müdürüm, bu koltuk ne benim, ne de senindir. Burası devletin makamıdır. Devlet uygun görüp yeni bir tasarrufta bulununcaya kadar sen bizim İl Müdürümüzsün. Lütfen makamına geç ve devlet adına makamın hakkını ver” dedim.
Benim bu tavrıma oradaki bulunan arkadaşlar da çok memnun oldular. Arabaya binip giderken arkadaşlardan biri:
“Yusuf Bey, sana da bu yakışırdı. Seni zaten seviyorduk. Bu davranışınla gözümüzde bir kez daha büyüdün” dediler.
Daireye vardığımızda, AK Parti kazandı diye herkes beni tebrik ediyordu. Ama gerçekten de ben, o havalara hiç girmedim. Ben en çok 28 Şubatın ağır baskılarına rağmen milletin AK Partiye gösterdiği teveccühten dolayı çok mutluydum ve Yüce Mevla’ya Hamdi Senalar ediyordum. Birkaç gün içinde gayrı resmi seçim sonuçları belli oldu.
Sonuç olarak Oy oranı çok yüksek olmamasına rağmen, AK Parti neredeyse Anayasayı tek başına değiştirebilecek oranda Millet Vekili çıkarmıştı. Ancak AK Partinin kurucusu ve lideri konumundaki Recep Tayyip Erdoğan, şiir okumaktan dolayı aldığı bir yıl hapis cezası nedeniyle Millet Vekili seçilememişti. Bu nedenle Hükümeti kurma görevi, O günün Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, Abdullah Gül’e verildi. 18. Kasım 2002’de 58. Hükümet, Sayın Abdullah Gül tarafından kurulmuş oldu.
Bizim bakanımız Hüseyin Çelik olmuştu. Hükümetin açıklanmasından sonra ben 15 gün izin alıp Ankara’ya gittim. Kırşehir Milletvekilleriyle görüştüm. Milletvekili Hacı Turan elinden geleni yapıyordu. Çeşitli Bakan ve Milletvekili ile bizzat görüştü. Benim, talip olduğum yerlere atanabilmem için gerekli tüm gayreti gösterdi. Ama sonuç alamadık. Milletvekili Mikail Aslan ile de defalarca görüştüm. Mikail Bey, eğer isteseydi benim atama işini uygun bir yere yaptırabilirdi. Çünkü kendisi İstanbul Belediyesinde Erdoğan’a yakın çalışmış, parti içinde hatırlı biriydi. Bir gün ısrarcı olmuştum. Bana:
“Yusuf Bey, ben atama işleriyle falan uğraşmıyorum. Ben daha önemli işlerle uğraşıyorum. Kırşehir’e yapılacak yatırımlarla meşgulüm.” Dedi. Yani,
“Bu konuda beni bir daha rahatsız etme.” Demek istedi. Diye yorumladım bu davranışı. Bir daha da Kırşehir Millet Vekillerini Rahatsız etmedim. Halen de Kırşehir Milletvekillerine özel taleplerim için gitmiyorum.
“Demek ki; Ömrümüzü verdiğimiz bu yola ömrünü vermiş insanlar tarafından da görülemeyeceğiz” diye gönlüm kırık ve küskün olarak İzmir’de ki görevime geri döndüm.
İzmir Milletvekilleriyle görüştüm. Münhal bulunan İzmir İl Kültür Müdürlüğü kadrosuna atanmak istediğimi söyledim ve benim atanabilmem için yardımlarını talep ettim. Onlar da:
“Bakan Bey, buraya atanacak kişinin, kariyer sahibi hatta en az Doçent düzeyinde birisinin olmasını istiyor” dediler.
Yapılacak bir şey yoktu. Oturup kadere razı olmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Seçimden sonraki ilk gün, “Bu makam artık senin” Diye kapı açan şahıslar bu dönemde de bir “numaranın” olmadığını görünce bu kez müstehzi tavırlarla yanımdan gülümseyerek geçiyorlardı.
Bakan Müşaviri Telefonla Aradı
Bir gün masamda oturmuş kara, kara düşünüyordum. Telefonum çaldı. Ahizeyi kaldırıp, “Buyurun” dedim.
“Ben Ankara’dan arıyorum. Bakan Müşaviriyim. Sana Bakan Bey’in talimatını iletiyorum” dedi.
Ben yine:
“Buyurun dinliyorum” dedim.
“Bakan Bey, seni Gümüşhane İl Kültür Müdürlüğüne atamak istiyor. Kabul edip etmediğini mesai bitmeden bize bildir” dedi.
Ben düşündüm taşındım, teklifi yorumladım. Bu teklifin, bir devlet adamı tarafından bu şekilde yapılması doğrusu tuhafıma gitti. Ama böyle bir teklifin iç yüzünü öğrenmek için kabul ettiğimi söylemem gerektiğini düşündüm. Ankara’yı arayarak:
“Bakan’ın teklifini kabul ediyorum” dedim.
Adamcağız durakladı, demek ki böyle bir kararı beklemiyordu.
“Ama bu atamanın yapılabilmesi için Gümüşhane Milletvekili Sabri Varanın da onayını alman gerekiyor” dedi.
Kıvırdığı belli oluyordu. O anda öylesine şirazeden çıktım ki; kendime ve davranışlarıma hükmetmekte zorlanıyordum. Nerdeyse telefonda, bildiğim tüm küfür ve hakaretleri yapmak geldi içimden.
“Tamam, ben onunda onayını alıp size geleceğim” deyip, telefonu kapattım.
Orada kendi kendime, hızlı ve çılgın bir karar verdim. Personel şubesine geçtim. Dilekçemi yazdım ve memur arkadaşlara, En hızlı bir şekilde benim emeklilikle ilgili evrakı hazırlamalarını rica ettim. Sağ olsunlar onlar da otuz dakika içinde evrakı hazırlayıp üst yazısını da yazarak bana teslim ettiler. İl Müdürünün parafından sonra Vilayet gidip, evrakı Vali Yardımcısına da imzalattım. Daha mesainin bitmesine bir saat kadar zaman vardı. Müdürden izin aldım. Basmanede ki otobüs yazıhanelerine gittim. Gece saat 22.00’de hareket edecek şekilde Ankara’ya Bilet aldım.
Eve geldiğimde saat 19.00’a geliyordu. Eşim beni görünce büyük bir şok yaşadı. “Hayırdır, nedir bu halin, benzin kireç gibi olmuş” dedi.
Ben de durumu baştan sona anlattım. Olan durumlara o da çok üzüldü. Bana destek çıkarak:
“Sıkma canını rızık Allah’tandır. Emekli ol. Daha yaşın genç sen boş kalmazsın başka bir iş tutarsın” diye bana moral verdi. Yemeğimizi yedik. Çayımızı içtik ben biraz uzanıp dinlendim. Saat 21.00’e gelirken evden ayrılıp bilet aldığım şirketin servisiyle İzmir otobüs terminaline gittim. Saat 22.00’de otobüsümüze binerek, yolculuğa başladık
Sabah saat 06.00’da Ankara’daydık. Terminalden Kızılay’a geldim ve daha önceden bildiğim bir restoran da kahvaltı yaptım. Mesaiye daha zaman vardı. Yavaş, yavaş yürüyerek Opera da ki Kültür Bakanlığı binasına gittim. Personel servis araçları, bakanlığa gelmeye başlamıştı. Önce evrak bürosuna gittim. Giriş işlemini yaptırdım. Evrak kayıt numarasını aldım. Bakan katına çıktım ve müşavirler odasındaki ki bekleme salonunda beklemeye başladım. 45 dakika sonra Beyefendi (!) teşrif ettiler. Beni görünce afalladı.
“Sen dün akşama kadar İzmir’de değimliydin” diye sordu.
“Evet, dün İzmir’deydim. Bu gün de Ankara’dayım. Benim ne zaman, nerede olacağım ve ne yapacağım hiç belli olmaz. Benim onurumla oynandığı zaman gözüme hiç bir şey görünmez. Bu davranışı sana yakıştıramadım. Eğer bu iş gerçekten Bakan’ın talimatıysa lütfen benim Bakanla görüşmeme yardımcı olun. Duygularımı bakanla da paylaşmak istiyorum” dedim.
Müşavir’in rengi attı.
“Yusuf Bey, ne diyeceksen bana de! Bakan beyin işi başından aşkın, seninle görüşecek kadar zamanı yok” dedi.
“O zaman tarihten kısa bir anekdotu sana aktarayım. Ondan sonra da şu dosyanın gereğini rica edeceğim” dedim ve olayı anlattım.
“Gazi Mustafa Kemal Paşa, Pere Palasta İngiliz Sefiriyle, önemli konular görüşmek üzere otururken otelin garsonu çay getirir. Yanlarına yaklaşıp, iki büyük devlet adamını bir arada görünce heyecanlanır, elleri titrer ve çayı üzerlerine döker. İngiliz Sefirinin alaycı bir şekilde bıyık altından gülümsediğini gören Gazi Paşa hemen lafı gediğine koyar: Üstat! Bu Yüce Millete her şeyi öğrettim. Fakat uşaklığı bir türlü öğretemedim” diye gerekli cevabı vermiş dedim.
“Bana altın lale hiçbir zaman tasmalık etmemiştir. O teklifi uşak ruhlu insanlara yapın. Bizim ruh yapımızda basit çıkarlar için eğilip bükülme yoktur” diyerek sözümü tamamladım. Dünden beri içime ham armut gibi oturmuş olan bu densiz davranışın rövanşını da bir miktar olsun almış oldum:
“Şu da Bakanlığınızdan talebim” diyerek, dosyayı önüne koydum.
Dosyayı açtı okudu ve inceledi.
“Yusuf Bey, bu kadar mı? İncittik seni. İleride ne fırsatlar doğar. Ne kadrolar açılır. Gel bu dosyayı işleme koymayalım” diye çok uğraştı.
“Eğer, bana bir ikramda bulunmak istiyorsan, bu dosyanın onayını Bakan’dan hızlı çıkart” diye rica da bulundum.
O da benim umduğumdan da hızlı halletti. Ertesi gün öğlenden sonra Bakana imzalatıp, Personel Daire Başkanlığına göndermiş. Daire Başkanı Nurten Çalışkan çok ilgili ve nazik davranarak, benim dosyamı hazırlatıp Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne verilmek üzere bana zimmet karşılığı elden teslim etti.
Dosyayı, geciktirmeden Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne götürdüm. Orada Şef olarak görev yapan ve daha sonra Harmandalı Belediye Başkanı olan, akrabamız Süreyya Gedik’le buluştum. Dosyayı birlikte takip ederek, ilk komisyon toplantısına girecek şekilde hazır hale getirdik. Sonucu beklemek üzere ben İzmir’e geldim.
Gece bir ara telefonum çaldı. Arayan, yeğenim Hatice’nin eşi Kadir Yırtıcı idi:
“Amca ben AK Parti Mamak İlçe Başkanı, Mesut Akgül’le görüştüm. Senin atama işini halledecek hemen Ankara’ya gel” diyordu.
İşler yine çatallandı. Kafam çarşamba çanağına döndü.
“Bunda da vardır bir hayır” deyip, Ankara’ya gittim.
Mesut Akgül’le buluşup tanıştık. Mesut Bey, beni “KİMLİK” mağazalarının sahibi Burhan Kayatürk’le (Şu anda Van Millet Vekili) tanıştırdı. Bir gün sonra görüşmek üzere Bakan’dan randevu aldılar. Ben de bu arada:
“Emeklilik Talebimden vaz geçiyorum” diye Emekli Sandığına dilekçe verdim.
Komisyon henüz toplanmadığından dilekçem kabul edildi. Dosyam Kültür Bakanlığına iade edildi. Kültür Bakanlığı da İzmir Kültür Müdürlüğüne atamamı tekrar yaptı. Böylece Memurluğa yeniden başlamış oldum.
Mesut Bey ve Burhan Bey randevulaştıkları tarih ve saatte Bakan’la görüştüler. Mesut Beyin amacı Beni DÖSİM Merkez Müdürü yapmaktı. Bakan:
“Ben, orayı başkasına söz verdim orası olmaz” demiş.
İzmir İl Kültür Müdürlüğü için de:
“Mehmet Sayım Tekelioğlu’nun okeyi olursa tamam” demiş.
Zaten Onlar da İzmir’e kariyer sahibi bir Müdür düşündüklerini daha önce bana söylemişlerdi. Böylece Mesut Akgül’ün girişimleri de boşa çıkmış oldu. Bundan sonra ne yapmak istediklerini sordum? Mesut Bey, bana:
“Sen de gözlerinle gördün biz elimizden geleni yaptık. Ama olmadı” dedi.
Bu arada, anayasada yapılan bir değişiklikle Recep Tayyip Erdoğan’ın, siyaset yapma engeli kaldırılmış, Siirt Milletvekilinin seçim sırasında yapılan bir hata nedeniyle Milletvekilliği düşürülmüştü. Yapılan ara seçimlerde Recep Tayyip Erdoğan Siirt Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girmişti. Abdullah Gül Başbakanlık görevinden istifa etti. Cumhurbaşkanı hükümet Kurma görevini Recep Tayyip Erdoğan’a verdi. Birkaç gün sonra da yeni kabine Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra göreve başladı.
Önce Parti Genel Merkezinde en etkili olan şahsiyetlerin kimler olduğunu araştırdım. Üç isim tespit ettim. Bunların içinden ismini daha önce duyduğum ve sağlam bir kişiliğe sahip olduğunu bildiğim AK Parti Genel Sekreteri Sayın İdris Naim Şahin’den randevu talep etmeye karar verdim. İnternetten telefon numaralarını aldım. Özel Kalemini ardım. Özel Kalem Müdürü Bana bir gün sonrası saat 14.00’e randevu verdi. Randevu saatinden önce kapsamlı bir dosya hazırladım. Geçmişe yönelik her şeyimi koydum ve detaylı bir de CV mi koydum. Saat tam 14.00’te Özel kalem bürosuna vardım. Özel Kalem Müdürü genç eli yüzü nurlu civan gibi bir delikanlıydı. Benimle çok yakından ilgilendi. İdris Naim Bey Müsait olunca da beni Makama buyur etti. Ben içeri girince tam tahmin ettiğim gibi gayet mütevazı beyefendi ve onurlu bir şahsiyetle karşılaştım. Beni sabırla dinledi. Dosyayı inceledi. Bana dönerek:
“Kardeşim sen tek başına çıkmış gelmişsin yanında bir Millet Vekili yok, parti il başkanı yok, bizim tanıdığımız biri yok. Ben ne bileceğim senin kim olduğunu” dedi.
“Efendim kimliğimle ilgili tüm bilgileri dosyada ki CV de belirttim. Benim emrimde şube Müdürü olarak görev yapmış olan şahıs şu anda Kırşehir Milletvekili misafiri çok olduğu için gelemedi. İsterseniz telefon açıp sorabilirsiniz” dedim.
TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Ali Osman Koca benim okul arkadaşım. Ona da sorabilirsiniz deyince hemen telefona yönelerek, Ali Osman Koca’yla görüştü. O da:
“Ben Yusuf’un her şeyine kefilim. Güvenebilirsiniz” demiş.
İdris Naim Şahin bana:
“Tercih ettiğin bir kurum var mı?” diye sordu. Ben de:
“Efendim, takdir sizin. Ancak, ben maddi olarak büyük sıkıntı içindeyim. Şu anda üniversite de dört çocuk okutuyorum. Eğer mümkünse kadro karşılığı sözleşmeli personel istihdam eden bir kurum olursa size çok minnettar olurum” dedim.
Telefonla bir görüşme yaptı. Kurum amiri yerinde değilmiş.
“Seni, Vakıflar Genel Müdürlüğüne göndersem. Orada adaşınla çalışmak ister misin?” diye sordu. Ben zaten o kurumu daha önce duymuştum ve imkânlarının çok iyi olduğunu biliyordum.
“Tabii ki efendim, sizin uygun gördüğünüz yerde seve seve çalışırım” diye cevap verdim.
Küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı. Zarfa koyup ağzını kapattı. Zarfın üzerine de:
“Sayın Yusuf Beyazıt Vakıflar Genel Müdürü” yazarak bana verdi.
Yusuf Bey’e de selam söyle deyip, beni gönderdi. Bir taksiye binip Kolej semtinde ki Vakıflar Genel Müdürlüğüne gittim. Özel kalem müdürlüğünde genç fakat uyanık biri oturuyordu. Bir başkasıyla telefon görüşmesi yaptığı için ben bir koltuğa oturup biraz bekledim. Önce biraz lakayt davranıyordu. Ben zarfı uzatıp Genel Müdür’le görüşmek istediğimi söyleyince ilgi alaka arttı.
“Bizde seni bekliyorduk. Hoş gedin. Size ne ikram edelim. Ne arzu edersiniz.” diye iltifatlar etmeye başladı.
İkram olarak gelen çayı içtik. Genel Müdürün makamı müsait olunca beni makama aldılar. Misafirlerinin bir kısmı halen makam odasında oturuyorlardı. İçeri girince Genel Müdür beni masasından kalkarak ayakta karşıladı. Ben kendisine zarfı ve CV mi takdim ettim. İdris Naim Şahinin notunu okudu, benim CV mi inceledi.
“Sen nasıl bir talepte bulunuyorsun? Şu anda Daire Başkanlığı kadrolarım dolu. Seni etkili bir şube Müdürlüğü kadrosuna verebilirim” dedi. Ben de:
“Sayın Genel Müdürüm, siz nasıl uygun görürseniz ben o yerde ve o kadroda çalışırım” dedim. Genel Müdür:
“Yusuf Bey, beni davranışlarınla ve bu sözlerinle çok duygulandırdın” dedi ve dâhili telefondan bir yeri aradı:
“Burhan Bey, sana Yusuf Oğuz adında birini gönderiyorum. Kendisini Daire Başkanlığı gücünde (Ne demekse?) bir şube Müdürlüğü kadrosuna atanması için gerekli işlemleri yapın” dedi.
Ben makam odasından çıkarken bana kapıya kadar refakat etti ve övgü dolu sözlerle beni uğurladı. Aynı kattaki, Burhan Ersoy’un odasına gittim. O da gayet nazik bir üslupla, benimle biraz konuştu, bir nevi kısa bir mülakat yapmış oldu.
“Yan oda da şube Müdürü, Rıfat Türker var, ona git, gerekli işlemleri o yapacak” dedi.
Rıfat Türker’le şube Müdürü Aydın Engin aynı oda da çalışıyorlardı. İşlemleri yaparken bir taraftan da sohbet edip tanıştık. Rıfat Bey, Kültür Bakanlığına Muvafakat yazısını hazırlayıp, gerekli imzalardan sonra zimmet karşılığı bana elden teslim etti.
Ben yazıyı alıp Kültür Bakanlığı’na gittim.
Personel Daire Başkanı Nurten Çalışkan’la görüşerek aynı gün yazıyı alıp alamayacağımı sordum? O da:
“Yusuf Bey siz buyurun dinlenin. Bizzat takip edip Muvafakat yazını bugün sana vermeye çalışacağım” dedi.
Ben dinlenirken Nurten Hanım işi sıkı tuttu. Yaklaşık bir saat sonra Bakana da imzalatarak dosyayı bana zimmet karşılığı telsin etti. Dosyayı alınca dosya muhtevasına bakarken “Hizmet Cetveli”ne gözüm ilişti. O cetvelde ben halen iki yıllık okul mezunu olarak gözüküyordum. Hâlbuki üç yıl önce “Dört yıllık Lisans Tamamlama Türkçe Öğretmenliği Bölümünden” mezun olmuş diplomamı da İzmir Kültür Müdürlüğünün resmi yazısı ekinde Kültür Bakanlığına göndermiştim. Belki de Bakan benim atama işini, “İki yıllık okul mezunu olduğumu gördüğü için yapmamıştır” diye düşünmeye başladım.
İzim üstüne geri dönüp Nurten Hanım’ın odasına girerek karşılaştığım durumu Ona da anlattım. İyi ki özlük işlerime ait tüm evrakın fotokopilerini yanımda getirmiştim. Diplomamı ekinde gönderdiğim, İzmir Kültür Müdürlüğü yazısının bir fotokopisini çantamdan çıkarıp Nurten Hanıma verdim. Böyle bir sonuçtan dolayı bayağı üzüldü. İlgili personel ve yetkilileri çağırdı:
“Derhal bu işi düzeltin” diye gelenleri fırçaladı.
Bir buçuk saat aradılar. Sonunda arşivde hiç ilgisi olmayan bir dosya içinde buldular. Ben kurumdan ayrılacağım için üzerinde fazla durmadım. Hizmet çizelgesinin yeniden düzenlenmesinden sonra Nurten Hanım ve orada bulunanlarla vedalaşıp Kültür Bakanlığından ayrıldım.
Artık Bende Vakıfçı Olma Yolundayım
Kültür Bakanlığından aldığım evrakı Vakıflar Genel Müdürlüğüne götürüp gelen evrak yetkilisine teslim edip, evrak tarih ve sayısını gösterir bir belgeyi de evrak memurundan aldım. Rıfat Bey’e giderek sonucun ne zaman belli olacağını sordum. O da:
“Şimdi sen evine git. Bizden haber bekle” dedi.
Ben de Ankara’dan İzmir’e dönerek sabırsızlıkla haber beklemeye başladım. Beş gün sonra akşam evde otururken telefon çaldı. Ahizeyi kaldırıp:
“Buyurun kimi aramıştınız?” diye sordum.
“Yusuf Oğuz’la mı görüşüyorum?” dedi.
“Evet, benim buyurun!” dedim.
“Ben Vakıflar Genel Müdürlüğünden arıyorum. Sayın Genel Müdürüm sizinle görüşecek efendim” dedi ve telefonu Genel Müdür’ün hattına aktardı.
Ben Genel Müdür’ün sesinin gelmesini bekliyordum. Tok bir ses:
“Yusuf Bey, senin atmanı yapıyorum. Çalışmayı tercih ettiğin bir birim var mı?” diye sordu.
“Efendim sizin uygun gördüğünüz birimde çalışmaya ve orada yararlı olmaya gayret ederim” dedim.
“O zaman senin atamanı Muhasebe Daire Başkanlığına yapıyorum haberin olsun” deyip telefonu kapattı.
Ben İzmir Kültür Müdürlüğünde gelecek atama emrini beklemeye başladım. Benim atamam yapılalı bir hafta olmuştu. Kültür Müdür vekili Himmet Taşlı, beni odasına çağırarak:
“Yusuf Bey gözün aydın” diye atama emrinin geldiği müjdesini verdi.
Bir taraftan ilişik kesme işlemleri yapılırken bir taraftan da ben arkadaşlarla helalleşip vedalaşıyordum. Bu arada arkadaşların Varyantta ki ordu evinde veda yemeği hazırlığı yaptıklarını öğrendim. Personelin ekseriyetinin katıldığı çok güzel düzenlenmiş bir veda yemeğinin ardından sırasıyla bütün arkadaşlarla vedalaşarak İzmir Kültür Müdürlüğündeki altı yıllık görevimi noktalamış oldum.
İzmir de birlikte çalıştığım tüm arkadaşlarımı sevgiyle ve saygıyla yâd ediyor, hepsini dostum ve kardeşim olarak yürekten çok sevdiğimi bilmelerini istiyorum. Lojmanda bir süre daha kalma hakım ve imkânım olmasına rağmen kiralık bir ev araştırmaya başladık. Hıfzıssıhha semtinde, pazaryerinin hemen yanında, ana cadde üzerinde, üçüncü katın pencere camında “kiralık” yazan bir eve baktık. Biraz eski bir binaydı ama biz çok beğenmiştik. Çünkü Pazar yerinin yakın olması, marketlerin evin civarında olması, otobüs terminaline giden dolmuş durağı ile evimiz arasında sadece bir yolun geçiyor olması ve buna benzer artılar evin olduğu semti bizim için cazip hale getirmiş, bu nedenle de bu semti ve evimizi çok sevmiştik. Taşınıp yerleştikten sonra “Mehil” sürem de dolduğu için evi eşime ve çocuklarıma emanet edip Ankara’ya geldim.
VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜNDEYİM
Muhasebe Daire Başkanlığında Göreve Başladım
Terminalde beni oğlum Ali karşıladı. Birlikte Ali’nin kaldığı Nene Hatun öğrenci yurduna gittik. O gün beni yurtta misafir ettiler. Ertesi gün Vakıflar Genel Müdürlüğünde işe başladım. Muhasebe Daire Başkanlığında ki şube müdürleri odasında bir masaya oturdum.
İlerleyen günlerde çok değerli arkadaşım Özgür İzzet Pektaş’la buluştuk. Birkaç gün de İzzet Beyin misafiri oldum. Daha sonra İzzet Bey, bacanağının yazıhanesinde boş bir odayı dayayıp döşeyerek bir aya yakın orada kalmamı sağladı. Demetevler semtinden iki odalı küçük bir ev bulunca da kiralayarak Ali ile birlikte oraya taşındık. Ankara’ya geldiğimin ilk günlerinde İzzet kardeşimin olağanüstü bir desteğini ve yardımını gördüm. Onun insani hasletlerini anlatacak kelime bulamıyorum. Tek kelimeyle o “mükemmel” bir insan. Değerli İzzet kardeşimi burada saygıyla yâd ediyorum.
Ankara da göreve başlayalı on gün kadar olmuştu. Eskişehir’den yeğenlerim Safiye ile İbrahim ve eşi, yeni görevim için “hayırlı olsun” ziyaretine gelmişler. Telefonla görüşüp Kızılay da bir yer belirleyerek buluştuk. Hoşbeşten sonra arabaya binerken yolla kaldırımın birleştiği noktada ki yağmur sularının akması için yapılan su arkının kenarına basmışım. Ayağım döndü ve tam bileğimle ayağımın birleştiği eklem yerinden sert bir küt sesi geldi. Ben yere yığıldım. Yeğenlerim arabadan inip beni kaldırdılar. Ayak bileğim balon gibi şişti. Önce sıcaklığından anlayamadım. O halimde misafirlerimle Atakule’yi gezmeye gittik. Birkaç yeri de gezdikten sonra daireye geldik. Yerime oturdum fakat ağrıdan duramıyordum. Mesai arkadaşım Cevdet Çiçek beni Trafik Hastanesinin acil servisine götürdü. Film çekip bandajla sardılar. Birkaç çeşitte ilaç yazdılar. On beş gün istirahat raporu vererek beni taburcu ettiler.
Raporun beş gününü Eskişehir’de geçirdim. On gününü de evde geçirmek üzere İzmir’e gittim. İyi bir istirahattan sonra kısmen iyileşmiş olarak Ankara’daki görevime döndüm.
Üç aya yakın şube müdürleri odasında oturdum. Bu zaman zarfında vakıf mevzuatını anlatan kitaplar okudum. Anlayamadığım konuları oda arkadaşlarıma sordum. Vakıflar Genel Müdürlüğü personelini ve vakıfların bürokratik geleneğini yeni tanımaya başlamıştım ki; Genel Müdür Yardımcısı Burhan Ersoy’un sekreteri Güler Hanım beni aradı ve Burhan Beyin benimle görüşmek istediğini söyledi. Hiç zaman kaybetmeden Burhan Bey’in Makamına giderek emirlerini sordum.
“Yusuf Bey, sen nerelerdesin? Hiç gelip gitmiyorsun. İnsan ara sıra gelip hal hatır sormaz mı?” diye sitemkâr sözler etti.
Kendisinden özür beyanından sonra:
“Efendim! Sizin işlerinizin yoğunluğunu bildiğim için bu yoğunluk içerisinde zat-ı âlinizi meşgul etmek istemedim. Bir de makama çağırılmadan gitmenin nezaketsizlik olacağını düşündüğüm için gelmedim” diye de mazeret beyan etim.
“Bu ince düşüncene teşekkür ederim fakat bundan sonra seninle daha sık görüşeceğiz. Biz seni İdari İşler Dairesi Başkanlığı için düşünüyoruz. Çalışmak ister misin?” diye sordu.
Ben de hiçbir ön şart ileri sürmeden,
“Efendim, sizin beni bu işe layık görmeniz beni çok onurlandırdı. İnşallah bu iltifatınıza layık olmaya çalışacağım” dedim.
“Ben başaracağından eminim. Senin dosyalarını inceledik. Sicil notlarına baktık. Şimdiye kadar ki performansın gayet iyi, şimdi git bizden haber bekle. Biz sonuçtan seni haberdar ederiz” diyerek beni uğurladı.
Birkaç gün sonra evrak memuru:
“İdari İşler Daire Başkanlığını vekâleten yürütmek üzere Yusuf Oğuz görevlendirilmiştir” diye bir yazı getirdi.
Ben yazıyı tebellüğ ederek, asaleten Şener Aktaş’ın Başkanlığını yaptığı “İdari İşler Dairesi Başkanlığı” görevini vekâleten yürütmeye başladım.
Genel Müdürlükte olumsuz tavırlarıyla bilinen şahısların çoğunu idari işler dairesinde görevlendirmişler bu nedenle daire Genel Müdürlüğün sürgün yeri konumuna gelmişti. Zaten personelin çoğu ilkokul mezunu olduğundan tasilleri diğer personelle aynı değildi. Kurşun işçileri, marangoz işçileri, boyacılar, tamirciler, şoförler, güvenlik personeli, temizlik personeli, aşçılar, garsonlar gibi destek hizmetleri konumundaki tüm personel idari işlere bağlıydı. Ayrıca “5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu” henüz yürürlüğe girmemiş olduğundan Genel Müdürlüğün ve bağlı birimlerin tüm ihtiyaçları “İdari İşler Dairesi Başkanlığı”nca karşılanmaktaydı. Bu nedenle de her türlü satın alma işleri bu dairenin yetkisinde ve sorumluluğundaydı.
Genel müdürlükte çalışan herkesin kendine göre bir talebi oluyordu. Kimi yemeği beğenmiyor, kimi temizliği beğenmiyor, kimi personel servislerinin geliş gidiş saatlerini beğenmiyor kısaca istek ve taleplerin ardı arkası kesilmiyordu. Öylesine eften püften meseleler için talepler oluyordu ki; bir gün daire başkanlarından birinin sekreteri elinde bir dolma kalemle odama girdi.
“Efendim, beni başkanım gönderdi. Şu kalem iyi yazmıyormuş bunu bir yıkatacakmışsın” dedi. Ben de:
“Kızım bu kalemin yıkanacağında ne var. Oturduğun yerde sen yıkayamaz mısın?” dedim.
“Ben sekreterim kalem yıkayamam” dedi. Benim sekreteri çağırdım, o kızcağıza yıkattım. Gelen sekretere de:
“Görüyorsun sekreterler de kalem yıkayabiliyormuş” dedim. Kalemi verdim ve gönderdim.
Yine bir gün, başka daireden bir bayan personel elinde bir dilekçeyle içeri girdi
“Başkanım benim bir talebim var” diye elindeki dilekçeyi bana uzattı.
Aldım ve okudum. Dilekçede özetle şöyle diyordu:
“Karşımdaki odada oturan arkadaşın kapısı gıcırdıyor ben rahatsız oluyorum. O kapının yağlatılmasını arz ederim” diye yazıyordu.
“Temizlik şirketi elemanları o işi halleder, sen şirket elemanlarına söylemedin mi?” dedim.
“Yok, söylemedim size dilekçe vermeyi daha uygun bulduğum için size geldim” dedi.
Yanında, temizlik şirketi şefini aradım ve gereğini yaptırdım. Eğer yaptırmadan göndersem hemen dedi kodu başlıyor,
“İdari İşler hiçbir talebimizle ilgilenmiyor” diye isimsiz şikâyet mektupları yazıp şikâyet kutusuna atıyorlardı. Bunun gibi defalarca gereksiz taleplerle karşılaştım.
Kırşehir Belediye Başkan Aday Adayı Oldum
İdari İşler Daire Başkanlığını yürütmeye başladıktan dokuz ay sonra, mahalli seçimler olacağından bana Kırşehir’deki arkadaşlardan sık, sık telefon geliyordu.
“Sen Kırşehir’de seviliyorsun. Her kesimden destekleyenin çok olur. Lütfen istifanı ver gel. Seni başkan adayı yapalım. Bizde senin yanında oluruz ve inşallah seni Kırşehir’e Belediye Başkanı seçeriz” diyorlardı.
Bende çocukluktan beri siyasete ilgi duyduğum için bu tekliflere sıcak bakıyordum. Durumu, Genel Müdür Bey’e açıp izin istemek için randevu alıp makama çıktım. Yusuf Beyazıt Bey Makamında yalnız oturuyordu. Benimle çok yakından ilgilendi. Ben konuyu açıp uygunsa müsaadelerini istedim. Görüşünü ve düşüncelerini söylemeden önce:
“Yusuf Bey, sen hiç siyasete girdin mi?” diye sordu.
Bende girmediğimi söyledim.
“O zaman beni iyi dinle” diyerek söze başladı.
“Siyaset, değişik bir âlem, orada insanlar menfaatleri kadar yanında olurlar. Siyasetin curcunasında senden ne kadar yararlanacaklarının hesabını yaparlar. Seçim sürecin de sana 30–40 Milyar(o günün para birimiyle) para harcatırlar kayıp edecek olursan da yanında kimseyi bulamazsın. Eğer Kırşehirliler çok ısrarlıysa önce bana gelip senin için izin istemeleri lazım. Ben bunları hep yaşadım. Beni dinlersen vaz geç şu siyaset işinden” dedi.
“Efendim ben bir şansımı denemek istiyorum, içimde uhde kalmasın istiyorum” dedim.
“Bu konuda eşinle istişare ettin mi?” diye sordu. Bende:
“ Hayır, daha bu konuyu onunla konuşmadım” dedim.
“O zaman sana üç gün izin. Hemen İzmir’e git eşinle istişare et kararı ondan sonra verelim” dedi.
Ben hiç zaman kaybetmeden İzmir’e gittim. Konuyu eşime ve çocuklara açtım. Konuştuk tartıştık. Ne eşim ne de çocuklar bu fikrime onay vermediler. Fakat bir kere kafaya koymuştum siyaseti deneyecektim. Kendi kararımdan sonra yakınlarımdan yanımda olan hiç kimse yoktu. Kime sorsam:
“Siyaset sana göre değil” diye bana telkinde bulunuyorlardı.
Fakat kimsenin söylediği bana tesir etmiyordu. Genel Müdür benim istifa dilekçemi, son günün son saatine kadar bekletti. Mesainin bitimine bir saat kala onayladı. Genel Müdür’ün bu tutumu tamamen beni kayırma niyetinden kaynaklanıyordu. Ben, tanıdığım herkesle vedalaşıp kurumdan ayrıldım.
Kırşehir’e gittim ve 2004 Yerel seçimlerinde aday adayı olmak için AK Parti Kırşehir İl Teşkilatına müracaat ederek gerekli işlemleri yaptırdım. Artık resmen aday adayıydım. Politik faaliyetlere başlayabilirdim. Bütün gayret ve çalışmalarıma rağmen aday adaylığım, adaylığa dönüşmedi. Seçim çalışmalarıyla ilgili iki aylık deneyimlerimi, herkesten özür dileyerek burada anlatmayı düşünmediğimi belirtmek istiyorum. Ancak bu girişimimle bürokraside yükselmemin önüne de set çekmiş oldum.
Seçim çalışmalarından sonra Ankara’ya döndüm. Genel Müdür hem biraz gönlümü aldı hem de beni tekrar vekâleten eski görevime başlattı. Kendi kendime:
“Birde siyasete girmiş oldum. Dünya kadar masraf ettim. Partinin ilke ve hedeflerini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştım. Herhalde bana çalıştığım yerin asaletini verirler, vermeseler bile başka bir yerde ve iyi bir kadroda değerlendirirler” diye beklenti içimdeydim. Milletvekillerinden tanıdık o kadar çok kişiye gittim ki:
“Bir tanıdığın yararı ve desteği olur” diye umuyordum.
Fakat ben yardım beklerken tüm kapıların kapanmış olduğunu acı bir tecrübe sonunda öğrenmiş oldum. Dostluğuna ve dürüstlüğüne güvendiğim bir kişi Kırşehir’den ziyaretime gelmişti. Fazla kişinin olmadığı mahrem bir toplantılarında Milletvekillerinden Birinin,
“Kendi küllüğünde başka horoz öttürmeyeceksin. Biraz sesi çıkan olursa başını koparacaksın” diye konuşma yaptığını, böyle bir anlayış için çok üzüldüğünü söylemişti.
Gerçekten de başımızı kopardılar. Semsizi çıkartmadılar. Ben de:
“Bana, dokunsa, dokunsa İdris Naim Şahin’in yararı dokunur” diye bir de ona gittim.
Birlikte konuştuk, derdimi anlattım. O da bana:
“Yusuf Bey, ben senin İzmir’den Vakıflara gelmeni sağladım. Bundan sonraki işlerini Genel Müdürünle halledeceksin. Dedi.
Ben biraz daha ısrarcı olunca:
“Bak telefonu açar konuşurum. Tam tersi de olabilir. O zaman bir daha bana gelme” dedi. Ben de:
“Peki, o zaman aramayın” dedim.
Ak Parti içinde bana yardımı olan tek insan İdris Naim Şahin olmuştur. Oğlum Ali’nin öğretmenlikten Telekomünikasyon İletişim Başkanlığına naklen geçişi sırasında o zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bir türlü Ali’nin muvafakat yazısını vermiyordu. Tanıdığım tüm Milletvekillerine gittim. Öğretmene ihtiyaç var bahanesiyle, kim rica etmişse olmaz demiş. Hâlbuki Ali ile birlikte muvafakat isteyen üç kişinin muvafakat yazısını vermiş, sıra Ali’ye gelince hayır demişti. Son çare olarak yüzümü kızartıp yine İdris Naim Şahin’e gittim. Tam o günlerde Anayasa Mahkemesinde Ak Partinin kapatma davası görülüyordu. Parti yöneticilerinin moralleri çok bozuktu. Özel Kaleminde iki saatten fazla bekledikten sonra odasına girip durumu kendisine arz ettim.
“Bu bir bakanın yetkisinde, Bakan olmaz demişse ona rağmen benim görüşmem olur mu? Benim yerimde sen olsan ne yapardın?” dedi.
“Şu anda o makamda olmadığım için bir şey söyleyemem. Ama sizin için yapılması gereken ne varsa yapmak isterdim” dedim.
Ali’nin CV sini istedi yanımda olmadığı için veremedim. Özel kaleme geçip kısa not halinde yazıp getirmemi istedi. Bende dediğini yaptım. Ertesi günü Milli Eğitim Bakanlığına vardığımda muvafakat yazısı yazılmış ve imza için Bakan’a gitmiş. Biraz sonra yazı geldi. Ben elden aldım. İdris Naim Şahin sayesinde oğlum kurum değiştirmiş oldu. Burada kendilerine bir kere daha şükranlarımı arz ediyorum.
Genel Müdür Birim Amirlerinden Brifing Alıyordu
Ben görevime, hizmet heyecanımdan hiçbir şey kayıp etmeden kaldığım yerden devam ediyordum. Geçici görevlilerle birlikte 144 personelim vardı. Bazılarının olumsuz yönleriyle birlikte ben personelimi çok sever onları gözetip kollardım. Tabii onlar da bana karşı saygıda kusur etmezlerdi. Genel Müdürün bütün dairelerden brifing aldığı bir gün. Sıra bana gelmişti. Sunumumu yaptıktan sonra personelimi motive etmek amacıyla:
“Eğer daire işlerimizde bir başarı varsa personelime aittir. Bir eksiklik ve başarısızlık varsa şahsıma aittir. Hepinizin huzurunda bu fedakâr insanlara teşekkür ediyorum” dedim.
Personeli kayırmış olduğum için salonda bulunan vakıf personelinin tümünden güçlü bir tezahürat ve alkış aldım. Fakat Genel Müdürün yüzü asıldı. Sert olan bakışları iyice sertleşti. İki gün, brifing süresince gayretime rağmen Genel Müdürle hiç göz göze gelemedim. Bu sözleri söylerken, benim amacım çalışanların motivasyonunu yükseltmek verimliliği artırmaktı. Fakat genel Müdür tarafından nasıl değerlendirildi bilmiyorum. Böyle bir konuşmanın tepkisi vücut diliyle sert oldu. Aslında benimde bürokratik kuralları o günlerde tam bilmediğimden ve tekniğine uygun bir konuşma tarzı kullanmadığımdan bu hataya düşmüştüm. Sonra öz eleştiri yaparak Genel Müdüre hak vermiştim.
Toplantının bitiminde Genel Müdür, “serbest atış” adı altında herkesin görüşünü alıyordu. Hiç tanımadığım bir bayan personel kendisini tanıttı. Hangi dairenin personeli olduğunu söyledikten sonra:
“Kurum da temizliğin iyi yapılmadığını bu konuya daire başkanının daha çok eğilmesi gerektiğini” söyledi.
O dairenin çalışma odalarının marleylerini yeni döşetmiş ve tüm odalarını su bazlı saten boyayla boyatmıştım. O arkadaşımıza cevap için söz alarak:
“Bu konuda bana haksızlık yapıyorsunuz. Siz, dairenizin önceki halini de biraz düşünün lütfen. Ben, sizlere hizmet için gece gündüz demeden naçizane gücüm yettiğince elimden geleni yapıyorum. Ama yinede eksiklerim için özür dilerim. Başka eksiklerim varsa duymak isterim” dedim.
Başkada bir talep ve eleştiri gelmedi. Genel müdür kapanış konuşmasında; Daire Başkan’larını değerlendiriyordu. Sıra İdari İşler başkanlığına gelince. Beni kastederek:
“Adam hepinize meydan okudu. Hiç birinizin gıkı çıkmadı” dedi ve beni, kendi hitap tarzıyla epeyce eleştirdi.
Ya İki Gün içinde Jeneratör Al Ya İstifa Et
Ben durmadan kurumun Kolej semtindeki hizmet binasının eksiklerini tespit edip düzeltmeye ve gidermeye devam ediyordum. Evim daha İzmir’den gelmemişti. Her gün saat 07.00’de daireye geliyor, gece 23.00’de eve dönüyordum. Yorulmak nedir bilmiyordum. Bundan da büyük bir manevi haz alıyordum. Fakat Özel Kalem Müdürü zaman, zaman Genel Müdürün adını Kullanarak bazı mantıksız talimatlar veriyordu.
Bir gün elektrik kesintisi olmuş, elektriğin geri verilmesi 20 dakikayı bulmuştu. Özel Kalem Müdürü Şener Aktaş beni arayarak:
“Genel Müdür Bey, bu işlerden sorumlu kimse, bu binaya iki gün içinde ya jeneratör kurdursun kuduramıyorsa istifa edip görevden ayrılsın” diyor.
Şeklinde bir makam talimatı iletti. Bende özel kalem müdürüne:
“Bak Şener Bey, sizin bahsettiğiniz konu İhale Yönetmeliğine tabi bunu da iki aydan önce sonuçlandırmamız mümkün değil. Eğer gerçekten alınması isteniyorsa işlemlere başlayabilirim. Görevden istifa etmem için bu yollara başvuruluyorsa ben istifa etmem. Kendime başkanlığı yürütemedi de istifa etti dedirtemem. Eğer istemiyorsanız görevden siz alın” dedim.
Yine de ihaleye çıkarak yasanın öngördüğü süre zarfında binamızın, gerektiğinde elektrik ihtiyacını karşılayacak güçte bir jeneratörü binamıza kurmuş olduk.
Yemekhane ve Mutfağı Yeniden Yaptırdık
Kurumun yemekhanesi ve mutfağı çok berbattı. Mutfağın atık su gideri zemin eğiminin tam tersindeydi. Zeminde biriken atık suların yüksekliği en az on cm olmadan gider ızgaralarından akamıyor, aşçılar ve diğer çalışanlar çizme giymek suretiyle iş görebiliyorlar, iş bitiminde de epeyce bir süre biriken suların tahliyesi için uğraşılıyordu. Mutfağın içine küçük bir tüp odası yapılmış, oda içerisinde devamlı olarak kırk beş kg. sanayi tipi tüplerden altı adet bulunduruluyor tüpler bir birlerine paralel bağlanmış, biten dolusuyla değiştiriliyor, bütün kurum personelinin yemekleri bu tüpler kullanılarak hazırlanılıyordu. Tüplerden sızabilecek en ufak bir kaçağın bir kıvılcımla karşılaşmasında nelere yol açabileceğini düşünmek bile istemiyor insan. Ne yazık ki uzun yıllar mutfak bu haliyle kullanılmıştı. Hele hijyen boyutuna hiç girmek istemiyorum.
Yemek şirketinin Gıda Mühendisi Evrim Hanımla da görüşerek yapılması gereken işleri tespit ederek o günkü adıyla “Abide ve Yapı İşleri Daire Başkanlığına” bir yazı hazırlayıp gönderdim. Onlar da ayını yazıyı ilgisi nedeniyle Ankara Bölge Müdürlüğüne göndermişler. Bölge de bazı bahanelerle yazıyı tekrar “İdari İşler Daire Başkanlığına” geri göndermiş. O günlerde Genel Müdür bir trafik kazası geçirmişti ve uzunca bir süre istirahatlıydı. Genel Müdürlüğe Burhan Ersoy vekâlet ediyordu. Beni Makamına çağırarak:
“Yusuf Bey, bu iş yine sana kaldı. Yapabilir misin ve içinden çıkabilir misin?” diye bana sordu. Ben de:
“Siz talimat verdikten sonra yaparız ve içinden de çıkarız Allahın izniyle” dedim.
Hiç zaman kaybetmeden işe başladık. İşin resmi boyutuna dikkat ederek gece gündüz demeden çok yoğun bir çalışma başlattık. Yüklenici firma daha çok gece çalışmak zorunda olduğu için bende çoğu zaman gece kurum da kalıyor uykum geldiği zaman da çalışma odam da ki ikili koltukta kıvrılıp öyle uyuyordum. Personelin gözü önünde ve daire içinde inşaat işi yaptırmanın çok zor olacağını biliyordum ama bu kadar zor olanını hiç yaşamamıştım. Mevzuat hatası yapmayalım diye zaman, zaman Kamu İhale Kurumuna (KİK) giderek fikir danışıyordum. Bu gidiş geliş sırasında KİK uzmanı bir arkadaşla tanıştık. Bana direk telefonunu verdi.
“Yusuf Bey, gerektiği zaman bu telefondan arayabilirsin dedi.
Yemekhane inşaatı yapılırken Genel Müdür’ün makam odasının da yapılması gündeme geldi. Memnuniyetle kabul ederek o mekânların da tadilat ve onarım işine başladık.
İki ay gibi kısa bir sürede yemekhane, Makam katı ve bunlara ilaveten daha birçok yerlerin onarım ve tadilatını yaptırarak işi bitirdik. Yemekhanenin hizmete girdiği gün yöneticiler birlikte yemek yiyorduk hiç kimseden ses çıkmıyordu. Sadece Genel Müdür vekili Burhan Ersoy:
“Yusuf Bey, bu dairenin önüne senin heykelini diktireceğim” diye beni taltif etmişti.
Genel Müdür yardımcılarıyla Burhan Bey’in makam odasında otururken:
“Yusuf Bey’e bir takdir belgesi hazırlayalım” talimatını verince Genel Müdür Yardımcısı Süleyman Dinç itiraz etti.
“Yusuf Beye verecekseniz maaş ödülü verin. Boş takdirnamenin ne anlamı olacak” deyince”
Burhan Bey de uygun gördü ve bana:
“Bir maaşı tutarı ile ödüllendirilmiştir” diye.
Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in oluruyla bir resmi yazı geldi ve hesabıma da ödül miktarı yatırıldı.
Ben yine dairede el atılması gereken işlere el atıyor olumsuzlukların telafisi için gece gündüz çırpınıyordum. Fakat gizliden gizliye aleyhimde bir şeylerin döndüğünü hissi kablelvuku olarak anlayabiliyordum. Genel Müdür sağlığına kavuşmuş görevinin başına dönmüştü. Kendisi kurumda yapılan güzel işleri takdir ve taltif ederdi. Ben de:
“Her halde bu yaptıklarımızı da çok beğenir ve memnuniyetini belli ederek iltifatlarda bulunur” diye bir beklenti içindeydim.
Çünkü bu yaptıklarımız, büyük bir kazadan sağ olarak kurtulmuş olan Genel Müdür’e moral olur diye düşünüyordum. Fakat ne zaman karşılaşsak hiç yüzüme bakmıyor benim o ortamda bulunmamdan bile rahatsız olduğunu tavırlarından anlıyordum.
Müfettişlere Dizüstü Bilgisayar Aldık
Teftiş Kurulu Başkanlığından bütün Müfettişlere birer adet diz üstü bilgisayar alımı için talep yazısı gelmişti. İki kere ihaleye çıktık. Birinci ihalede, istenen şartları sağlayan olmadı. İkinci ihalede tek bir istekli istenen şartları sağlayarak ihaleyi kazandı. Fakat Genel Müdür “Yeterli rekabet oluşmadı” diye ihaleyi onaylamadı ve ihale iptal edildi. Üçüncü ihalede her türlü şartlar sağlandı. İhale isteklilerden birinin üzerinde kaldı. Ancak “Teknik şartnamede” kalite standart belgesinde CE ye ilaveten FCC standardının da istenmesi nedeniyle bilgi işlem müdürü:
“Bu şartı istemezsek CE belgesini birçok dünya ülkesi sağladığından Uzakdoğu ülkelerinden bazı kalitesiz mal almak durumunda kalabiliriz” diye şartnameye yazmıştı.
Zaten teknik şartnameyi Bilgi İşlem Müdürlüğü hazırlıyordu. İhaleye itiraz edildi. Fakat biz itirazın sonucunu beklemeden riski göze alarak sözleşmeyi Genel Müdür vekili Burhan Ersoy’un İmzasına sundum. Durumu da kendisine izah ettim.
“Eğer böyle bir gözü karalık yapmazsak bu bilgisayarları alamayacağımızı” izah ettim.
Kendileri de uygun gördü ve ihale komisyon kararını ve süreçler dikkate alınarak sözleşmeyi onayladı.
Bilgisayarları teslim aldık. Ödeme emrini hazırlayıp ekleriyle birlikte dosyayı Muhasebe Daire Başkanlığına gönderdik. Bu kez de muhasebe daire başkanı ödeme yapmıyor, yetkisi dışında bir konu olduğu halde bize zorluk çıkarıyordu. Üst amirden:
“Deruhte-i Mesuliyet yazısı getirin ödeyeyim” dedi.
İlgili Genel Müdür Yardımcısından istenilen yazıyı da alıp gönderdim. Yine de ödemeye niyetli değildi. Burada yine beni zorda bırakmak için bir iradenin müdahale ettiğinden endişeleniyordum.
Gelen bilgisayarların kabulünün yapılabilmesi için birçoğunun ambalajı açılmış olduğundan geri iadesi de olamıyordu. Yüklenici firmayı çağırdım. Gelen arkadaşa durumu detaylarıyla anlattım. Bu durumda ne yapabileceğimizi sordum. O da:
“Başkanım, sizi zora sokmak için herhalde böyle bir uygulamaya gidiliyor. Sen canını hiç sıkma. KDV tutarından feragat edip ben bu bilgisayarları geri alırım. Her zaman kar edecek değiliz ya bu sefer de zarar etmiş oluruz dedi” dedi.
O gün ben büyük bir yükten kurtulmanın rahatlığını yaşadım. Daha sonra yine Genel Müdür devreye girerek o bilgisayarları iade ettirmeyip Banka kanalıyla satın aldırarak Müfettişlerin hizmetine verdi. İhale tarihinden yaklaşık iki ay sonra Kamu İhale Kurumundun:
“İhalenin iptali, sözleşmeyi onaylayanlar ve şartnameyi hazırlayanlar hakkında soruşturma açılmasını konu alan bir yazı geldi” ben de:
“Soruşturma açılıp açılmamasını” içeren bir olur yazısı hazırlayıp Genel Müdür’ün oluruna sundum.
O da soruşturmanın açılması yönünde olur verdi. Soruşturmayı yapmak üzere bir müfettiş görevlendirildi. Müfettiş raporunda özet olarak:
“Art niyetin olmadığı bundan sonra daha dikkatli olunması gerektiği” doğrultusun da bir rapor hazırlayıp Genel Müdür onayına sunduktan sonra ilgililere gönderdiler.
İdari İşler Daire başkanlığında buna benzer bazı sıkıntılı işler ve olaylar yaşadım. Fakat hepsini burada anlatmaya kalksam “Konu çok uzar ve hatırat sıkıcı olur” düşüncesiyle İdari İşler Daire Başkanlığında ki stresli ve maceralı hayatımı kısmen de olsa anlatmayı burada noktalıyorum.
Oğlum Ali’yi Nişanladık
Ali Gazi üniversitesinde son sınıfta okuyordu. Bir gün telefonda bana:
“Baba ben bir kızla tanıştım. Tesettürlü ve gayet nezaketli birine benziyor. Seninde görmeni ve değerlendirmeni istiyorum” dedi.
Daha önceden belirlediğimiz bir lokantada yemek yedik tanıştık. Kız Adıyamanlıymış. Oturması, kalkması, konuşması ve davranışlarını çok beğendim. Yalnız kendilerine bazı nasihatlerde bulundum.
“Bakın, ben kızımızı çok beğendim. İkinizi birbirinize yakıştırdım. Bu arkadaşlığınızda gayet seviyeli ölçülü davranacaksınız. İnancımız ve geleneklerimiz gereğince görüşüp konuşacaksınız. Buna dikkat edin bir. İkincisi de mezun olup atanmadan kendi hayatınızı kazanmadan evlilik lafını hiç gündeme getirmeyeceksiniz” dedim.
İkisi de tamam dediler. Fakat aradan altı ay bile geçmeden Ali:
“Baba şu işin adını koysak, bir yüzük taksak” demeye başladı.
Ama ben asla taviz vermiyordum.
“Öğretmen olup atanmadan kesinlikle bu konuyu bana bir daha açmayın diye kesin kararımı bir kere daha tekrarladım” bir daha bu konuyu bana açamadılar.
2004’ün son baharında öğretmen atamaları vardı. En çok kontenjan da Bilgisayar Öğretmenliğine ayrılmıştı.
Elektronik bölümü mezunları da Bilgisayar öğretmenliği için müracaat edebiliyorlardı. Ali de tercihlerini buna göre yapmıştı. Ben kuraların çekildiği gün İzmir’den Ankara’ya gelmek üzere yolculuktaydım. Otobüs Afyonda mola verince kapalı olan telefonumu açtım. Açar açmaz da telefonum çaldı. Telefonun karşı tarafında ki Ali’ydi. Sesi çok sevinçli ve heyecanlı geliyordu:
“Baba gözün aydın! Benim atamam yapıldı Bitlis’e gidiyorum” diye atamasını haber verdi. Ben de:
“Oğlum asıl senin gözün aydın olsun” diye Ali’yi kutladım.
Ben Ankara’ya gelip eve ulaşınca yemekten sonra konuları değerlendirmeye başladık. Ali öğretmen olmaktan daha fazla âşık olduğu kızla evlenmenin kapısının aralanmış olduğuna seviniyordu. Ali Bitlis’e gidip öğretmenliğe başladı. Bitlis’te kendisine Vakıflar Bölge Müdürü Mirza Irmağın çok büyük yardım ve destekleri oldu. Mirza beye bir kere daha teşekkür ediyorum. Bitlis’te görevini yaparken bizde burada Adıyaman’a gidip kız isteme planları yapıyorduk. Karne tatilinde Ali Ankara’ya gelince biz de kız tarafını haberdar ederek kız istemek için Önce Urfa’ya giderek vefalı ve kadim dostum ve değerli kardeşim Bülent Zincirkıranın evine misafir olduk.
Bülent Beyin Urfalı oluşu ve Adıyaman’a yakın oluşu bizim işimizi oldukça kolaylaştırmıştı. İlk günün akşamı söz kesmek için Urfa’dan Adıyaman’a gittik. O gece söz kesildi. Bir gün sonra da nişan merasimi yaptık. Bülent Bey’in evinde bir gün daha misafir olduktan sonra Ankara’ya döndük. Oğlum Ali ile Gelin kızım Münevver bir yıla yakın nişanlı kaldılar
Bu arada biz düğün için gerekli hazırlıkları yaptık. Karşı tarafla konuşarak düğün gününü de belirledik. Demetevlerden düğün salonunu da kiraladık. 22.07.2005 tarihinde düğünümüzü de yaparak Ali’yi evlendirmiş olduk. Ali’nin düğününden hemen sonra, 10 günlük iznimizi geçirmek üzere Altınoluktaki Kervan tatil köyüne gittik. İyi bir tatil yaptık çokta iyi dinlendik. İznimin bitiminde Ankara’ya dönerek görevime başladım.
Daire Başkanlığı Vekâletim İptal Edildi
Göreve başladığımın ikici günü akşama doğru Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Tanyolaç beni makamına çağırdı. Ben de zaman kaybetmeden gittim.
“Buyurun efendim” dedim.
Yusuf Bey, Genel Müdürün talimatıyla senin daire başkanlığı vekâletini iptal ettik. Vekâleti Hüseyin Cehri’ye verdik. Görevi ona devret” dedi. Ben de:
“Efendim madem öyle uygun görmüşünüz banana da yapılan tasarruflara itaat etmek düşer. Ancak bundan sonra benim İdari İşlerde durmam çok şık olmaz beni de Ankara Bölge Müdürlüğü emrine verirseniz çok memnun olurum” dedim.
“Onu Genel Müdür’e sormam lazım. Şu anda kendisi Gaziantep’te, sorduktan sonra sonucu sana bildiririm. Şimdi sen gidebilirsin” dedi.
Ben odaya çıkarak özel eşyalarımı toplamaya başladım. Ben odada uğraşırken Ahmet Tanyolaç telefonla aradı.
“Yusuf Bey, senin dediğin konuyu Genel Müdür Bey’e sordum. Yusuf Bey bana çok lazım bundan sonra benim danışmanım olacak. Odasını da makam katında ki Hüseyin Cehrinin boşalttığı odaya taşıyın” dedi.
Diye Genel Müdür’ün düşüncesini bana iletti. Ben bu göreve daha çok memnun oldum.
“Genel Müdüre daha yakın çalışır, yapılan hizmetlere katkım olur” diye seviniyordum.
İdari İşlerdeki özel eşyamı toparlayıp makam katındaki danışman odasına taşındım. Odayı da çok güzel düzenledim. Artık bana verilecek görevi beklemeye başladım. On gün kadar o odada oturdum. Ali’nin evini Bitlis’e göndermek için beş gün izin almıştım. Ben izindeyken telefonum çaldı. Telefonun öbür ucundaki kişi özel kalem büro müdürü Osman Peksarı’ydı.
“Yusuf Bey, senin oturduğun oda bize lazım oldu. Onun için senin odayı birinci katta ki berber odasının yanına taşıdık. Haberin olsun” dedi.
İşte o anda kan beynime sıçradı. Genel Müdür beni adım, adım yetkisizleştiriyordu. Hâlbuki beni çağırıp, Yusuf Bey şu, şu nedenlerle seni bu görevden alıyorum dese ben hiç kırgınlık yaşamaz, hatta memnuniyet duyardım.
2005’in ağustos ayından itibaren Yeni Vakıflar Kanunu yürürlüğe girinceye kadar bana hiçbir görev vermedi. Bir ara güya Bilgi Edinme Birimini Birimi’ni bana bağladılar (Aslında bilgi edinme, Basın Danışmanlığı görev alanı içindeydi)
35 yıllık memuriyet hayatımın hiçbir döneminde ben böyle bir uygulamayla karşılaşmamıştım. Yoğun bir temponun ardından şimdi elim kolum bağlı bomboş sekiz saat oturup akşam eve gidiyordum. Bu arada boş durmuyor başka bir kuruma geçmek için büyük gayretler sarf ediyordum. Fakat nereye başvursam olumlu bir sonuç alamıyordum.
2008’de Yeni Vakıflar Kanunu Yürürlüğe girince ben Kültür ve Tescil Daire Başkanlığı emrine atandım.
Ali’nin düğününden birkaç ay sonra İzmir’deki oğulum Murat DÖSİM de birlikte çalıştıkları bir kızla anlaşmışlar. Annesine bu kızla evlenmek istediğini söylemiş. Biz razı olmadık. Çok itiraz ettik ama gençler bir kere anlaşıp evlenmeye karar vermişler. Kızın annesi, hiç olmazsa söz kesin, bir yüzük takın diye ısrar ediyormuş.
Mecburen İzmir’e giderek hem kızla hem de kızın yakınlarıyla tanışarak nişan yaptık. Gelin kızımız Elif çok cana yakın bir kişiliğe sahip olduğundan bizimle de hemen kaynaşıverdi. Biz de müstakbel gelinimizi çok sevdik. Bir yıl nişanlı kaldılar. Bir yılın sonunda Konak Öğretmen Evinde düğünlerini yaparak Murat’ın yuvasını da kurmuş olduk.
Hiçbir Çalışma Şevkim Kalmamıştı
Hiçbir çalışma aşkım ve şevkim kalmamıştı. Çocukların tahsili, benim siyaset hevesim, Ali’nin ve Murat’ın evliliği gibi harcamalar beni büyük bir borç bataklığına sürüklemişti. Bu nedenle emekli de olamıyordum. Benim bu girdaptan çıkmama Genel Müdür vesile oldu. Bankanın iştiraklerinden birinde denetim kurulu üyeliği vermişti. Buradan gelen parayla evin geçimini sağlıyor, maaşımla da kredi borçlarımı ödüyordum. Bu maddi desteğe vesile olduğu için kendilerine teşekkür ediyorum.
2008’in Mayıs ayında Kültür ve Tescil Daire Başkanlığındaki görevime başladım. Daire Başkanı, Atilla Koç’un Kültür ve Turizm Bakanlığı zamanında Dösim Müdürlüğü yapmış olan Enver Altıntaçtı. Enver Bey, gençliğin verdiği heyecanla ve yapısal olarak biraz havalıydı. Vakıflar Genel Müdürlüğünde böyle havalı davranışlara pek pirim verilmez. Enver Bey de Kurumda pek kabul gören biri olamamıştı. Fakat insan çalıştırmasını ve motive etmesini çok iyi bilirdi. Ben birime geldiğimde Almanya’dan tıpkıbasım cihazı alım işi gündemdeydi. Aydın Beyle Enver Bey cihazı görüp incelemek için Almanya’ya gitmişler görüp incelemişler fakat bir türlü alım işini başlatmamışlar veya başlatamamışlardı. Ben Kültür Tescildeki görevime başlayınca Enver Bey’in bana ilk verdiği iş Tıpkıbasım cihazı dosyasıydı.
“Ağabey şu cihazı nasıl alırız?” diye bana sordu. Ben de:
“Ben dosyayı inceleyim ve araştırayım sonucu size söylerim” dedim. Dosyayı inceledim, araştırdım.
Sonunda uzun ve yorucu bir maratonun ardından tıpkıbasım cihazını Almanya’dan ithal ederek ilgililere teslim ettik. İdari ve Mali İşler ile Personele ben bakıyordum. Dairede aksayan ve el atılması gereken birçok işe el atarak düzene soktuk. Her nedense Devletin hangi kurum ve biriminde görev yaptımsa, nasırlaşmış ve kronikleşmiş sorunlarla uğraştım.
“Boş ver, sen de es geç, bunları çözmek sana mı kaldı?” deyip günümü gün ederek daha rahat bir hayat tercih edebilirdim.
Böyle yapacak olsam içimdeki bir duygu ve dürtü beni rahat bırakmıyor gece gündüz huzursuz ediyordu. Ancak bu tip işleri yapıp sonuçlandırınca huzurlu oluyordum.
Enver Bey’i Daire Başkanlığı tatmin etmemişti. Durmadan başka kuruma geçme girişimlerinde bulunuyordu. Gözü Genel Müdürlükteydi. Sonunda Sanayi Bakanlığında Müstakil Daire başkanlığına İMİD (İdari ve Mali İşler Daire Başkanlığı) naklen atandı ve Kurumdan ayrıldı. 657 sayılı kanunda yapılan bir değişiklik sonucu daire başkanlığından alınarak Bakan Müşavirliği görevine getirildi. Enver Bey ayrılınca vekâlet şube Müdürü Adnan Tüzene verildi. Biz yine işlere kaldığımız yerden devam ediyorduk.
Kızım Feyza’ya dünür gelenler oluyordu. Bir gün Ömer Kodak telefonla arayarak Bir yakınları için Feyza’ya dünür olmak istediklerini söyledi. Ben Kırşehir’de Kültür Müdürlüğü yaptığım dönemde Kültür Müdürlüğünün saymanı Veli Çolak’ın oğlu İsmail Çolak’a istiyorlardı. O tarihte Feyza Iğdır da öğretmendi. Ben önce kızımla görüşüp tanışmalarını eğer anlaşabilirlerse, kızım da ben itiyorum derse olabileceğini söyledim. Bizim haberimiz dâhilinde görüşüp konuşmuşlar. Feyza, bize kararını olumlu olarak bildirdi. Söz kestik ve Feyza’nın nişanını yaptık. Bir yıl nişanlı kaldılar. 2010’nun yaz tatilinde de Kızımın düğünü oldu. Böylece onu da yuvadan uçurmuş olduk
Kurban Bayramını Çocuklarla Birlikte İdrak Ettik
2009 yılının Kurban bayramı yaklaşmıştı. Biz de iki kurban kendimize bir kurban Ali’ye bir kurban da Murada olacak şekilde bir tosun almıştık. Bayram sabahı çocuklarla Kocatepe Camiine Bayram namazı kılmaya gittik. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de Bayram Namazı kılmak üzere Kocatepe Camiine gelmişti. Kürsüde vaaz eden Hoca Efendi, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı ve Benim de Okul arkadaşım olan Muhterem Ekrem Keleşti. Ekrem hocanın vaazını dinlerken öğrencilik yıllarımı hatırladım. O zamandan mütevazı, münevver ve muttaki bir insandı Ekrem Hoca. Şimdi de alçak gönüllülüğünden hiçbir şey kaybetmeden vakarıyla Kürsüyü dolduruyordu.
Namazdan sonra Caminin önündeki çiçekçiden, ben ve çocuklar eşlerimize vermek üzer birer buket alarak eve döndük. Çiçekleri alınca eşim ve gelinler çok mutlu olmuşlardı. Topluca bayramlaştık. Birlikte kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra kurbanımızı kesmek üzere kesim yerine gittik. Kurbanımızı kestirip parçalara ayırdıktan sonra evimize döndük. O yıl birlikte çok mutlu ve sevinçli bir Kurban Bayramı idrak etmiş olduk.
Gelinimiz Elif Kırşehir’i hiç görmediği için, bu tatillerinde Kırşehir’e gitmek istiyordu. Ben “Rant e Car”dan bir araba kiraladım. Muratlarla birlikte Kırşehir’e gittik. Kırşehir de ki tüm akrabalarla görüşüp hasret giderdikten sonra Havva Ablamla da bayramlaşmak üzere Harmandalıya gittik. Ablacığım bize yemek ve kahve ikram etti. Epeyce eski hatıralarımızı konuştuk. Akşamüzeri Ağaçören ve Şereflikoçhisar üzerinden Ankara’ya gitmek üzere yola çıktık. O akşam hava yağmurluydu. Arabanın farları da çok yetersizdi. Yağmur, asfalt olan yolları ıslattığından yol zor fark ediliyordu. Şereflikoçhisar’a kadar çok zor bir yolculuk yaptık. Adana - Ankara yoluna gelince rahatladık.
Ankara’ya geldiğimizde yatsı ezanı okunalı epeyce olmuştu. Yatsı namazlarımızı kıldık. Yol yorgunluğu da olunca yataklarımıza uzanıp güzelce bir uyku çektik. Sabahleyin Muratları yolcu ettik ve rutin hayatımıza döndük.
Beyin Kanaması Geçirdim
Bacanağımın oğlu Esat’ın nişan merasimi yapılacaktı. O nedenle eşim Nevşehir’e gitmişti. Ben de evde yalnızdım. Cuma günü mesaiden sonra servisle eve gelirken Ankamall alışveriş merkezinin önünde servisten indim. O gün Elektro Word mağazasının açışlı nedeniyle elektrikli ve elektronik eşyada büyük indirimler vardı. Mağazanın önünde çok uzun müşteri kuyruğu oluşmuştu. İçeriye girebilmek için bir buçuk saat kuyrukta bekledim. Sonunda mağazaya girebildim.
Amacım yakında kızım Feyza’nın düğünü olacağından onun için gerekli olan bazı eşyayı ucuza alabilmekti. Bütün reyonları dolaştım. Sonunda bir elektrikli süpürgeyle bir ütü aldım ve çıktım. Eve geldiğimde saat 22.00’ye geliyordu. Karnımı doyuracak bir şeyler hazırladım. Yemekten sonra eşim ve çocuklarımla ayrı ayrı telefonla görüştüm. En son kızım Feyza ile konuştuğumu hatırlıyorum. Saate baktım 23.30’u gösteriyordu. Ondan sonra ne kadar daha ayakta kalabildim hatırlamıyorum.
Büyük bir gürültüyle uyanır gibi oldum. Balyozla evin kapısı kırılıyordu. Gelen ses bana bu imajı vermişti. Tekrar kendimden geçmişim. Bir ara oğlum Ali’nin “Baba sana ne oldu” Sesini duyar gibi oldum. Artık ondan sonrasını bilmiyorum. Ambulansla beni Numune Hastanesine götürmüşler. Hastanede sadece Burhan Beyin Yusuf Bey, Yusuf Bey diye kolumdan tutup salladığını hatırlıyorum. Tekrar bilicimi kaybetmişim. Beni yoğun bakıma yatırmışlar. İki gün yoğun bakımda kalmışım. Yoğun bakımda kaldığım sürece zaman, zaman kendime geldiğim olmuş fakat benim için her şey çok bulanıktı.
Yoğun bakımla ilgili hiçbir şey hafızamda yok. Burada kaldığımın üçüncü günü bilincim tamamıyla açıldı. Beni yoğun bakımdan normal servise aldılar. Serviste yatarken ziyaret saatlerinde yakınlarım ve tanıdıklarım kısa sürelerle ziyaretime geldiler. Oğlum Ali:
“Baba rahatsızlığının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Bende bilmediğimi söyledim.
“Sen beyin kanaması geçirdin” dedi.
Beyin kanaması sonucu felç ve bazı kalıcı rahatsızlıkların oluştuğunu biliyordum. Onun için rahatsızlığımı öğrenince çok üzülmüştüm. Ne gibi hasarların oluştuğunu bilmiyordum ama hareket edemeyişimden bazı arızaların olduğunu tahmin ediyordum. Fakat hastalıkların insanlar için Allah’ın bir hediyesi olduğunu düşünerek rahatlamaya çalışıyordum.
Yattığım serviste üç hasta daha vardı. Onların geleni gideni çok oluyordu. Yaptıkları gürültüden aşırı derece rahatsızlık duyuyordum. Oğlum Murat ertesi gün bana yatarken kulaklarımı kapatmam için kulaklık getirdi. Onları kulağıma takmaya uğraşırken iki kulağımda kapandı. Hiçbir şeyi duymaz oldum. KKB servisine durumu bildirdiler. Fakat gelip müdahale etmeleri beş gün sonra oldu. Yinede kulağım tam açılmadı. Bir taraftan da böbreklerimde dayanılmaz bir ağrı oluyordu. O anda taş düşürüyormuşum. Sağ tarafımda oluşan kısmi felç nedeniyle kolumda ve bacağımda uyuşukluk ve katlanması çok zor ağrılar vardı.
İki gün sonra özel odaya aldılar. Kısmen rahatladım. Fakat ağrılardan oldukça muzdariptim. Ağrı kesici iğnelerle idare etmeye çalışıyordum. Bir gün idrarımı yaparken şiddetli bir ağrı ve yanma hissettim. Bir türlü boşalamıyordum. Zorlarken birden taş düşüverdi. Çektiğim sancıların birinden kurtulmuş oldum.
Ben özel odada yatarken Genel Müdür ziyaretime geldi. Konuşma esnasında bana:
“Yusuf Bey, iki kere gittin geri geldin. Allah çocuklarının yüzüne baktı. Bundan sonra kendine iyi bak” gibi nasihatlerde bulundu.
Aslında karşılıklı olarak biraz kırgındık ama buna benzer sosyal ilişkilerde hiç ilgisiz kalmazdı. Zor günlerde insanın yanında oluşu ufak tefek kırgınlıkları da izale ediyor.
Hastanede yoğun bakımla birlikte on yedi gün tedavi gördüm. Bu süre sonunda Numune Hastanesinden taburcu oldum.
Eve geldikten sonra epeyce bir süre yürüyemedim. Sağ ayağım ve sağ kolum hiç tutmuyordu. İhtiyaçlarımı hasta arabasında eşimin yardımıyla giderebiliyordum. Ama yattığım yerde devamlı kolumu ve bacağımı hareket ettirmeye çalışıyordum.
Ali, Başkent Üniversitesinde fizik tedavi uzmanı bir Profesörden randevu almış. Randevu günü muayeneye gittik. Beni hasta arabasında görünce:
“Siz bu hastayı neden abrayla taşıyorsunuz? Kendisi yürüyebilir, arabadan indirin bakayım” diye beni arabadan indirtti.
Koluma girerek birkaç adım yürüttüler. Eve geldikten sonra eşimin yardımıyla oda içinde her defasında üç dört adım atarak yürümeye çalışıyordum.
Taburcu olduktan bir ay sonra Ankara Fizik Tedavi Hastanesinden randevu alabildik. Dört hafta da bu hastanede tedavi gördüm. Burada gördüğüm tedaviyle yavaş, yavaş yürümeye başladım. Taburcu olurken bazı hareketleri yapmaya devam etmemi önerdiler. Ben de bir yıldan fazla söylenen hareketleri yapmaya çalıştım.
Açık Kalp Ameliyatı Oldum
2005’in başlarında koroner rahatsızlığım nedeniyle iki damarıma stant takılmıştı. 2012’nin başında, evimize yakın olduğundan Yüzüncü Yıl Hastanesine kontrol olmak için gitmiştim. Prof. Dr. Gülümser Hanım anjiyo talep etti. Ertesi gün hastaneye yatarak anjiyo oldum. Anjiyo masasında damarların durumunu bana da gösterdi. Üç damardan birinde yüzde doksan diğer ikisinde yüzde seksen daralma vardı. Hoca bana biraz moral verdikten sonra:
“Yusuf Bey, senin rahatsızlığını artık stant kurtarmaz. Koroner kalp ameliyatı olman lazım” dedi.
“Ameliyattan başka çare yok mu?” diye sordum.
“Kesinlikle yok” dedi.
Yüzüncü Yıl Hastanesinde birçok tanıdık kalp ameliyatı olmuştu. Bu hastanede çalışan Gülhane Askeri Tıp Akademisinden emekli, Prof. Dr. Harun Tatar adında bir hoca vardı. Kendi sahasında oldukça meşhur biriydi. Beni Harun Hoca ameliyat yapacaktı. Özel hastane oluşu, ek bir ücret alınmayacak olması ve hastanenin evimize yakın olmasını da hesaba katınca bu hastanede ameliyat olmam bana gayet uygun geldi. Daha anjiyo masasından kalkmadan ameliyat olmaya karar verdim. Kararımı da Gülümser Hocaya söyledim. Ben anjiyo odasından sedye ile çıkarken Ali kapıda bekliyordu.
“Ne oldu baba?” diye durumumu sordu. Ben de:
“Ameliyat olacağımı” söyleyince Ali şok oldu.
Artık kararımı vermiştim ameliyat olacaktım. Ali eve giderek annesine haber verdi. Bana hastanede lazım olacak çamaşır, havlu, terlik gibi malzemeleri de alarak hastaneye geldiler. Hastaneden çıkmadan yatış işlemlerim yapıldı. Ertesi gün tetkik ve tahliller yenilendi. Ameliyata engel Bir durumun olmadığı tespit edildi. Ben ameliyata girmeye hazırdım. Bu arada Ali Diğer kardeşlerine de haber vermiş. Murat İzmir’den, Feyza Amasya’dan, Sami Pakistan’dan ben ameliyata girmeden geldiler. 10 Ocak 2012 tarihinde Salı günü öğlen vaktine yakın ben ameliyata girdim. Ameliyathaneye girip masaya yattığımı hatırlıyorum. Ondan sonra narkozun etkisiyle derin bir uykuya dalmışım. Ameliyatım altı saat sürmüş. Gece yarısı ben narkozun etkisinden çıktım.
Bir gün sonra sabah saatlerinde yoğun bakından servis odasına aldılar. Ben altı gün daha hastanede yattım ve taburcu oldum. Bu arada sevgili eşim benim bakımımı her zaman olduğu gibi bir sağlık hemşiresi titizliğiyle yaptı.
Ben hastanede yatarken çocuklar bana bir sürpriz hazırlamışlar:
“Babam bizi okutup iş güç sahibi yapıncaya kadar ne sıkıntılar çektiğini biliyoruz. Evini arabasını sattı, bizim için harcadı. O kadar hevesli olduğu halde doğru dürüst bir arabaya binemedi. Şimdide başına bu rahatsızlıklar geldi. Hastaneden çıkınca babama bir araba alalım. Hem kendisine sürpriz yaparak moral destek oluruz, hem de babam bir araba sahibi olmuş olur” diye karar almışlar.
Ben hastanedeyken Ankara’daki araba bayilerini gezip incelemişler. Şimdiki arabamıza da karar vermişler.
Ben taburcu olduktan iki gün sonra konuyu bana da açtılar, fikrimi sordular. Bende:
“Evladım, benim düşüncem; öncelikle canım sağ iken Sami’yi baş göz edip onun mürüvvetini de görmektir” deyince Sami itiraz etti.
“Babacığım, bizim önceliğimizde, senin bu teklifimizi kabul etmendir. Kendimi evlenmeye hazır hissettiğimde ve zamanı geldiğinde düşüncelerimi sizlere söylerim” dedi.
O anda inanılmaz derecede duygulandım.
Araba olmuş, olmamış hiç önemli değil. Beni daha çok mütehassıs eden; çocuklarımın böyle bir nezaket ve incelik göstermiş olmasıdır.
İstirahatlı olduğum süre içinde çocuklar arabanın alım işiyle ilgilendiler. Sami Pakistan’da kaldığı süre içinde biriktirdiği paradan ödeme yaparak arabayı benim adıma tescil ettirdi. Ali de ileride ödeme yapmak suretiyle katkı verdi. Böylece bizim de bir arabamız olmuş oldu.
Üç ay istirahatlı kaldıktan sonra görevime döndüm. Çok şükür şu anda kalbimle ilgili bir sıkıntım yok.
Yüce Mevla’m hiç kimsenin sağlığını bozmasın. Hastalara da acil şifalar, sabırlar ve şükürler nasip etsin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.