- 700 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ON BİN LİRALIK HAYAL
ON BİN LİRALIK HAYAL ----------------------- Mustafa Uzelli -------------------------------------
1974 Yılının yaz tatilimi iyi bir şekilde değerlendirmeyi tasarlamıştım. Anadolu’nun küçük şehirlerinden birinde TABELACILIK yapacaktım. Bu şehir İstanbul’dan biraz uzak olmalı, tabelacı da olmamalı veya az olmalıydı ki, hayallerim gerçekleşsin.
Tabela ve sanat yazılarını iyi yazıyordum. Biraz ressamlığım da vardı. Küçük bir dükkan açacaktım. Yerel radyo, gazete ve sinemalarda reklamlar vererek, işimle ilgili “İstanbul sanatını sizlere getirdim” diye broşürler bastırıp dağıtarak bir iki gün içinde kendimi tanıtmayı ve o tatilde beş-on bin lira kazanmayı kuruyordum.
Dört şehir seçtim. Edirne, Bilecik, Kütahya ve Uşak. Bu şehirler hayallerime uygundu.
Yaz tatiline girdiğimiz gün kardeşim Ali İhsan İstanbul’a gelmişti. Onunla sadece bir gün beraber olabildim. Sonra onu İstanbul’la baş başa bırakarak Anadolu yollarına düştüm.
Edirne tek başına ve diğer şehirlerden ters istikamette kalıyordu. Diğer şehirler ise bir çizgi üzerindeler ve birbirine yakındılar.
İlk hedefim Bilecik oldu. Bir akşam üstü Bilecik’e inince çok şaşırdım. Gördüğüm manzara küçük bir kasabayı andırıyordu. Acaba yanlış bir yere mi indim, yoksa şehir indiğim yerin dışında mı? Diye kendime sordum.
İndiğim yer Bilecik’ti. Bilecik’te şöyle bir gezintiye çıktım. Gezerken, dükkanı kapalı olmakla beraber bir “TABELACI” yazısı gözüme ilişti. Küçücük bir yerdi. Camdan içeriye de bir göz attıktan sonra şehir turuna devam ediyorum. Bir yandan da tabelacının yazdığı tabelalara bakıyorum. Tabelaların üzerindeki yazılar, yazıya benziyordu ama tabela yazısına asla!
Bileciğin upuzun bir tek caddesi vardı. İşyerleri ve evler bu caddenin iki tarafına yapılmıştı. Akşamı edinceye kadar aynı cadde ve sokaklardan en az beş-on kere geçtiğimi sanıyorum. Bileciği inceleme gezisi bitmişti. Orası İstanbul’un bir mahallesi gibi, küçük bir şehirdi. Karın doyurmazdı. Kaldığıma bile değmedi. Bari güzel bir uyku çekeyim, dinleneyim, dedim.
Küçük bir otelin, küçük bir odasında geceledim. Güzel bir uyku çektim. Ertesi gün saat 10.00- 11.00 sularında Bilecik’ten ayrılıp Kütahya’nın yolunu tuttum.
Kütahya’ya vardığımda akşam olmuştu. Herkes o saatte akşam sefasına çıkıyordu. Benim de içimden şehri şöyle bir dolaşmak geçti. Ama araba beni yormuştu. Dinlenmek istiyordum. Garajın hemen bitişiğinde gözüme bir otel göründü. Hemen gidip kendime bir oda ayırttım. Otelin içi, dışından göründüğü gibi değildi. Odaların kapıları kilitlenmiyor, pencereleri kapanmıyordu. O geceyi biraz kuşkulu bir şekilde geçirdim.
Sabahleyin şehri dolaşmaya başladım. Gözlerim şehrin güzelliklerinden ziyade “tabelalar” üzerindeydi. Kütahya’da çok ve güzel tabelalar vardı. Tabelaların altlarındaki imzalardan Kütahya’da ne kadar tabelacı olduğunu çıkarmak zor değildi. Elimdeki karta 9-10 tane tabelacı ismi tespit etmiştim. Şehir gözüme tahminimden biraz daha büyük görünmüşse de, bu şehirde bu kadar tabelacı çoktu. Orası da hayalimdeki iş yapabileceğim şehir değildi.
Kütahya ilimiz, “Çinileriyle” ünlüydü. Şehrin gezdiğim ana caddelerinde vitrinler hep renk renk vazo, biblo, hediyelik eşya ve çinilerle süslüydü.
Şehrin ortasında büyük bir havuz ve havuzun ortasında boyu 4-5 metreyi bulan , üzeri çinilerle işlenmiş devasa bir vazo vardı. Bu yapıt Kütahya’nın çiniciliğini temsil ediyor ve Kütahya’ya gelenlere hoş geldiniz, diyordu. Orada bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra oradan da ayrıldım.
Uşak Kütahya’ya komşu idi. O gün saat 2.00 sularında Uşak’a vardım. Orada da epey tabelacı vardı. Orayı da gözüm tutmadı. Gezdiğim araştırdığım şehirlerin hiç biri hayal ettiğim şehir değildi.
Uşak’ta bir tabelacıya uğrayarak oradaki işler ve kazançları hakkında bilgi edinmek istedim.
-Burada işler karın doyurmuyor,biz de İstanbul’a taşınmayı düşünüyoruz, dedi.
Uşak Atatürk heykelinin önünde bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra, oradan da ayrılarak İstanbul’a döndüm. Edirne ters istikamette ve tek kaldığı için Edirne’ye gitmedim.
İstanbul’a döndüğümde beni başka bir İŞ TEKLİFİ bekliyordu: Ben Anadolu gezisinde iken İlkokul öğretmenim, Osman Ağabey yokluğumu hissetmiş ve beni aramış. Kendisine gittim. Bana güzel bir nasihat çekti ve bir de iş teklifinde bulundu:
- Uzelli, bu senin yaptığın olmaz! Karını çocuğunu burada bırak, Uşağa-Kütahya’ya çalışmaya git. Boyanın, kirin, pasın içinde akşama kadar çalış. Kazandığının birazını dükkan kirası, birazını otel parası, birazını lokantaya ver. Eğirdiğini yüne değiş. Olmaz canım bu iş. Senin adına senden çok ben üzüldüm!
Madem para kazanmak istiyorsun, gel seninle ortak bir iş yapalım: Şu bizim Aritmetik Kitaplarına bir çeki düzen veriverelim. Fiyatı da biraz şişirelim, yeniden bastıralım. Sonra sat satabildiğin kadar...
Bu İstanbul, çiftlik gibi bir yer. Bu kitaplar senin şiir kitaplarına, masal, hikaye kitaplarına benzemez. Tebliğler Dergisinde de yayınlandı. Her okula, her yıl satar. Karnı aç da olsa, ayağında ayakkabısı olmasa da her çocuk mecburen bu kitapları alır. Çünkü kitapsız ders olmaz.
Seninkiler kitaplar keyfi iş. Çocuk parası olursa, canı isterse alacak. Parası olmazsa, canı istemezse almaz. Hem bizimkiler yıllardır her yerde aranıyor, soruluyor. Yeni baskı yapamadığımızdan hep yok satıyoruz.
Eşit çalışma, eşit yatırım, eşit kar, dört başı mamur bir ortaklık olacak bu. Çok para kazanacağız. Tatlı bir iş olacak, göreceksin. Önceki yaptığımız işlerden pek iyi sonuç alamadık, ama bu sefer kazanacağız. Ben kendimden çok senin kazanmanı istiyorum. İstiyorum ki, Ayşe de Kayınpederin de memnun olsunlar, ve bilsinler ki bu işten de para kazanılıyormuş.
Hem ben bu yıl Ruhsal Dosya işine de karışmayacağım. Sen satabileceğin kadar beş- on bin bas sat!
Bu nutuklar ne kadar devam etti bilmiyorum. Eğer bir bahane bulup oradan ayrılmasaydım daha da devam edecekti. Adam nutuk makinesi gibi, boyuna atıp tutuyordu.
Adam beni kandırmaya muvaffak olmuş muydu? Yoksa söyledikleri gerçek miydi?Yoksa mutlaka zamanımı değerlendirmek, bir iş başarmak istediğimden mi bilmem, onun dedikleri bana da makul göründü. Daha önceki beraber yaptığımız işlerde başarıya ulaşamamıştık. Ama bu sefer sanki başaracakmışız gibi bir his vardı içimde. Eve geldiğimde konuyu bizimkilere de açtım. Hiç birisi memnun değildi. Hanım:
Şimdiye kadar yaptığınız bütün işlerde çok kazandınız, bu sefer de kazanırsınız, görürüz! Evimizin huzurunu bozdun. En güzel günlerimizi zehrettin. Topuğuna çıkmayacak çayı tependen aşırdın.
Sağa sola borç ettin. Hep kitapçılık yüzünden. Evliliğimizin daha ilk günlerinden itibaren beni yalnız bırakarak kitap peşinde koştun. Hani bu güne kadar elimize ne geçti? Bana kalırsa girme bu ortaklığa, diyordu. Kayınpeder o kart sesiyle:
-Oğlum, ortaklık iyi olsa iki kişi bir karı alırdı. Ortaklık hiçbir zaman iyi değildir, diyordu. Babam da:
-Oğlum, bu kitapçılıktan vazgeç. Levha bulunursa yaz, bulunmazsa gez, kendini üzüp durma, diyordu.
Ben her zaman işlerin ters gitmeyeceğini, onlara bu düşüncelerinin doğru olmadığını ispatlamak istiyordum. Direttim.
Epey çene çaldım, allem ettim kallem ettim, sonra onları güç bela razı ettim. Kendi fikirlerimi kabul ettirerek, ortaklığa girdim.
Ben ikinci sınıf kitabını, Osman Ağabey üçüncü sınıf kitabını hazırlayacaktık. Yeni programa göre bazı üniteler değişmiş, yeni üniteler getirilmiş, bazıları birleştirilmiş, bazı üniteler programdan çıkarılmıştı. Birkaç yıl öncesinin fiyatlarıyla günümüzün fiyatları arasında da çok fark vardı. Demek oluyordu ki, kitaplar A dan Z ye kadar kelime kelime, harf harf, nokta virgülüne varıncaya kadar değişecek, fiyatlar günümüze göre ayarlanacak, ünitelere göre yeni problem hazırlanacak, problemlerin doğru çözüm ve sonuçları olup olmadığı kontrol edilecek ve kitaplar baştan sona yeniden hazırlanacaktı.
Yeni programa göre önce üniteleri sıraya koyduk. Ünite başlıklarını değiştirdik. Kitap taslaklarını ortaya çıkardık. Sonra Osman Ağabey benim çalışmaları şöyle bir gözden geçirdi. Sayfaları çevirdikçe, iyi, güzel, diyordu. Ara sıra önümüzdeki diğer kaynak kitaplara ve Müfredat Programına bakıyordu. Artırma ve Yerli Malı Haftasına gelince takıldı. Bir iki sayfa daha çevirdi:
-Hani Yeni Yıl nerede, diye bana sordu.
-Çevir ağabey, biraz ilerde, dedim.
Bir iki sayfa daha çevirdi, sonra kitabı kapatarak fırlatıp attı.
-Bırak, bırak kalsın. Daha da bakmayalım. Hiç olmazsa moralimiz bozulmasın, dedi. Sonra yine nasihate başladı:
-Bak abisi, önümüzde gül gibi, şeker gibi, bal gibi yedi sekiz çeşit kitap var. Müfredat Programı var, bir de kafan var. Biz bunlardan yararlanarak, bir de kendi bildiklerimizi ekleyerek en iyisini yapmalıyız. Alıver Remziye Yiğit’in kitabını eline: Artırma ve Yerli Malı Haftası, iki sayfa sonra yeni yıl. Turgut Pöğün’ün kitabı, üç sayfa sonra Yeni Yıl. Diğer kitaplarda da bir iki sayfa sonra Yeni Yıl.. Sen iki değil, üç değil, beş değil, dokuz sayfa geriye atmışsın. Olmaz canımın içi, olmaz ciğerim. Herkes ne yapmışsa biz de onu yapmalıyız. Ünite başlıkları; herkes Cumhuriyet Bayramı, Çevremizde Kış mı demiş. Sen de öyle diyeceksin. Yirmi dokuz Ekim ve Kış olmaz canım. Olmaz gülüm.
Onun dedikleri biraz da kopyacılık oluyordu. Kendi varlığımızı, bilgimizi ve düşüncelerimizi ifade etmiyordu. Ama ne de olsa o büyüktü, hocamdı, onun sözü tutulmalı, onun dediği olmalıydı. Onun için kitabı yeni baştan onun dediği gibi düzenledim.
Osman Ağabey karısını ve çocuklarını yaz tatili için köye göndermişti. Çeliktepe’deki evleri boştu. Sabahın erken saatinden, akşamın geç saatlerine kadar amansız bir şekilde evde sere serpe çalışıyoruz.
-Ben askerdeyken bile, on günden fazla çoluk çocuğumdan ayrı kalamadım. Kaçıp kaçıp geldim. Bu sefer ömrümde ilk defa onlardan üç ay ayrı kalıyorum. Tatilimi , her şeyimi feda ediyorum. Bunun ne demek olduğunu bilirsin. Sen de canla başla çalış. Mükafatını göreceğiz.,dedi. Yine o gün cebime on tane jeton doldurdu. Akşam da, sabah ta, gece saat 12.00 den sonra da ara. Çalışmalar hakkında bilgi ver. Takıldığın bir şey olursa sor, günde on kere telefon aç abisi, dedi.
Zaten gönülsüzdüler. İşler uzadıkça daha da kızıyorlardı bizimkiler. Evden bin türlü bahanelerle, bir kaçak gibi, bir suçlu gibi çıkıyordum her gün.
Kazanç yoktu, masraf ve harcamalar da aksine çok oluyordu o günlerde. Bir gün 1300 liralık tatlı bir tabela siparişi aldım. İşi görüşmek üzere işverene gittim. Oradan Osman Ağabeye telefon ederek, çalışmaya biraz geç gelebileceğimi bildirdim.
Telefonda bana:
-Nereden telefon ediyorsun? Ne işi bu, diye sordu.
- Bizim işleri biliyorsun ağabey, tabela işi, dedim.
- Üle abisi, bizim önümüzde koskocaman canlı cenaze yatıyor. Önce onu bir kaldıralım, sonra diğer işlere bakalım. Sen bin liralık, on bin liralık işleri bırakıp da elli- yüz liralık işlere bakıyorsun. Şimdi levha aranacak, levha yazılacak zaman mı? Biraz daha nasihat...
O gün Osman Ağabey biraz neşeli görünüyordu. Gel otur, sana iyi haberlerim var, diye başladı.
- Bu yıl okullara Ruhsal Dosyaları parasız vereceğiz. Kitapların basımı için de bir yayıneviyle anlaştım. Onlar basacak. Biz sadece hazırlayıp vereceğiz. Satılan her kitap için bize 50 kuruş verecekler. Zararı yok benimki 45 hatta 40 olsun, ama seninki 50 den aşağı düşmeyecek. Dosyalar parasız olunca, kitaplar diğer kitaplardan 1 lira daha ucuz olunca, %20 de indirim yapınca bütün okullarda işimiz rast gidecek. Ben dünden beri 60-70 okula telefon açarak bir nabız yoklaması yaptım. İstersen şimdi birkaç okula daha telefon açalım. Durumun çok iyi olduğunu sen de göresin, duyasın, İlerde okullara broşürler dağıtarak kitaplarımızdan haberdar edeceğiz. Bir yandan da ara sıra telefonla gıdıklayıp duracağız. Böylece satış miktarını artıracağız. Yirmi bin kitap sattın mı ON BİN LİRA. Ama daha fazla çalışıp daha fazla kazanırsak da hayır demeyiz. Eğer senin kazancın on bin lirayı tamamlamazsa üstünü ben tamamlayacağım.
Üniteler ayarlandı. Programa ve diğer kitaplara uyduruldu. Fiyatlar tümden değiştirildi, günümüze göre ayarlandı. Yeni problemler daktilo edildi. On parmak daktilo yazmayı biliyordum. Kitapların daktilo ile yazılması ve sekreterlik işi tabii ki bana kaldı. Kitapların sonuna birer forma da test ilave edildi.
Ben ikinci sınıf kitabını bitirdim. Osman Ağabey zaman zaman dış işlerini de takip ettiği için üçüncü sınıf kitabını bitiremedi. Ben üçüncü sınıf kitabına da yardım ettim. İkinci ayın sonunda kitapların hazırlıkları tamamdı. Son incelemeyi yapıyorduk. Osman Ağabey:
- Haydi bakalım Uzelli, gözünü kaşını çata çata,bütün dikkatini vererek oku. Bir kere ünitelerin sıralanışı, bir kere başlıklar, bir kere imla yönünden, bir kere rakam ve sayılar, bir kere problemlerin tertip ve ifadesi yönünden...Tekrar tekrar oku. Bir hata bulmak için kendinle yarış. “Sinek küçüktür, mide bulandırır” derler. Küçük bir hata bu kitabı mahvedebilir. Onun için çok okuyalım, çok inceleyelim ki, hiç kimse en küçük bir hata bulamasın.
Kitaplar dizgi ve baskıya girdiği günden sonra her gün Cağaloğlu’na gidip gelmeye başladık. Bir yayınevine, bir matbaaya koşturuyorduk. O günlerde Osman Ağabey kardeşinin düğünü için köye gitti. Ben dizgilere tashihlere bakıyor, düzeltiyor ve kaldığı yerden baskı işlerinin devamını sağlıyordum.
O sabah Osman Ağabeyin köyden döneceğini tahmin ederek telefon ettim. Hoş geldin, nasılsın ağabey? dedim. Sesi ağlamaklı ve kısık çıkıyordu.
- Hiç iyi değilim Uzelli, dedi.
- Ne oldu , hayrola?
- Hemen bir arabaya atla, ver 50 lira, hiç vakit kaybetmeden buraya gel. Zararı yok arabanın parasını ben vereyim. Gerisini burada konuşuruz.
Eve vardığımda birinci kitabın son formasından bir örnek masanın üzerinde duruyordu. Kırmızı kalemle altları çizilmiş birkaç kelime, birkaç hata...
-Bu yanlışları nasıl görmedin Uzelli? Diye söze başladı. Çok sinirli görünüyordu. Benim bildiğim Uzelli bu hataları görür. Bunları görmemek için kör olmak lazım... Ocağıma suyu döktün Uzelli. Mahvolduk.
Bu son formada işime şeytan karışmıştı. Bu yanlışları ben düzeltmemiş olamazdım. Nasıl olup da hatalı basıldığını bir türlü anlayamadım. Belki bir komploydu, belki de bir suikast. Hala da anlayamıyorum. Tepemden sıcak terler boşaldı. Utancımdan, sıkıntımdan elim ayağım dolaştı. Söyleyecek söz bulamadım.
- Düzeltmiştim ağabey, dedim. O yine devam etti:
- Dün gelir gelmez matbaaya gittim. Son formaya şöyle ayak üstü bir göz attım. Birinci hatayı görünce, hadi olur, dedim. İkinci hatayı görünce rengim uçtu. Üçüncü hatayı görünce tepemden kaynar sular döküldü. Terlemeye başladım. Dördüncüyü de görünce aklım başımdan gitti. Matbaacıya bağırıp çağırmaya başladım. Bu ne biçim baskı kardeşim? Benim arkadaş bu hataları yapmaz, bunları siz hatalı basmışsınız...Adamlara ağzıma geleni söyledim. Bir dövmediğim kaldı. Matbaacı da biraz ters bir adammış.
- Getirin oğlum şu son tashihi, diye bağırdı çıraklara. Getirdiler. Hatalar gerçekten düzeltilmemişti.
- Bu formayı olduğu gibi çöpe atın. Hatasız bir şekilde yeniden basın, parasını verelim, dedim. 2700 lira tuttu. Sen bu hataları nasıl görmedin? Nasıl? Senin bu hataları yapacağını bilseydim, düğüne müğüne gider miydim ben...
O söylendikçe ben eziliyor, küçülüyordum. O boyuna söyleniyordu. Pencereden aşağıya doğru bakarak:
-Dur bakayım yahu, şuralarda bir sümüklü 3. Sınıf çocuğu da mı yok? Çağıralım şu keratayı. Önce sümüğünü silelim. Sonra oturtalım masaya. Oku oğlum, şunu incele, diyelim. Eğer bu hataları görmezse, parmaklarımı soktuğum gibi, gözlerini oyarım o keratanın.
Sinirleri son dereceyi bulmuştu. Küplere biniyordu. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Masanın üzerinde ekmek bıçağı duruyordu.
“Al şu bıçağı, sapla kalbime, yaptığım hatanın bedelini canımla ödeyeyim” demek geçti içimden
-Ağabey ölümden gayri her şeyin çaresi var, bu hatayı düzeltiriz, diyebildim.
Yayınevinin Müdürü Ziya Bey olgun, halim selim iyi bir adamdı. Yeniden basılacak formanın bedelini, 700 ünü ben, 1000 ini sen, 1000 ini Uzelli çeksin diye 2700 lirayı paylaştırdı. On bin lira kazanacağız derken, baştan bin lira zarara girdik.
İşler başından ters gitmeye başlamıştı. Bu işten on bin lira kazanamayacağımı önceden hesaplayarak Emekli Sandığından 2000, Yardımlaşma Sandığından da 2000 lira çekmiştim. Bu ara dokuz aylık maaş farkları da geldi. Tam 5000 lira param olmuştu. Bu işten de 5000 lira alırsam, ikisini bir arada bizimkilere sunarak ,davamda haklı olduğumu, on bin lira kazandığımı söyleyecektim. Ama ne gezer. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Bin lirasını matbaaya verdik. O ara masraflar da öyle çok oldu ki, yüz, iki yüz, üç yüz, çeke çeke geri kalanını da bitirdik. Artık, beş bin liramız vardı, harcadık, bitirdik desem kimse inanmayacak hale düştüm.
İkinci kitabın baskısı yapılırken bir yandan Fatih ve Eyüp bölgelerine okul okul dolaşarak broşürler dağıttım. Ara sıra telefonla okulları yoklayıp durdum. Kitapların piyasaya çıktığı gün Osman Ağabey:
- Satış işinde yayınevine yardımcı olalım. Ne kadar çok satarsak o kadar çok kazanırız. Sen bir Trakya’ya yollan. Oralarda okullar ve İlköğretim Müdürleriyle temaslar kur, broşürler ver dedi.
İşte bu hesapta yoktu. Önceki anlaştığımız şartlar günden güne değişiyordu. Bakalım işin sonu nereye varacak diye sabrediyordum.
Yanıma 100 kadar kitap ve bolca broşür alarak bir sabah Trakya seferine çıktım. İl il, ilçe ilçe, bucak bucak dolaşarak İlköğretim Müdürlükleri, Okul Müdürlükleri ve kitapçılara broşürler ve kitaplardan örnekler, kitaplar hakkında bilgiler vererek hiç vakit kaybetmeden batıya doğru ilerledim. Birinci günün sonunda Çanakkale’ye vardım. Akşam oldu ama, beraberimdeki kitap ve broşürler de bitti. Şimdi yapılacak tek şey vardı.
-Birinci günün sonunda, nerede olursan ol, ödemeli telefon aç. Çalışmaların nasıl gittiği hakkında bilgi ver, demişti Osman Ağabey.
Saat 20.00 sularında ödemeli telefon açtım. Ben Çanakkale’deyim. Kitap ve broşürler bitti. Bence izlenecek iki yol var:
1- Kırklareli ve Edirne’ye uğramadan İstanbul’a dönmek
2- Ben buradan Edirne’ye hareket edeyim. Siz sabah en erken hareket eden arabayla bana Edirne’ye biraz kitap ve broşür gönderin. Ben garajdan alıp dağıtım ve tanıtıma devam edeyim.
Osman Ağabey sabahın o erken saatinde, sıcak yatağından kalkmak ve rahatını bozmak istemiyordu:
-Uzelli, dedi. Çanakkale’den Edirne’ye gelinceye kadar İstanbul’a da gelinir. Atla gel. Burada bir iki saat kestirir, sabahleyin yola çıkarsın.
Telefonu kapatır kapatmaz garaja gittim. İlk araba ile 21.30 da İstanbul’a hareket ettim. Çanakkale Boğazından eski araba vapurlarıyla geçtik. Vapurdan inince arabamız bozuldu. Orada gecenin yarısında epeyce bekledik. Saat 04.00 sularında Unkapanı köprüsüne geldik. Önümüzde belki 80, belki 100 araba sıralanmıştı. Bekliyorduk. Çünkü, altından vapurların geçmesi için köprü açılmıştı. Orada da bir saat kadar bekledikten sonra Çeliktepe’ye varabildim. Biraz kitap ve broşür alarak şafak sökerken serhatler şehri Edirne’nin yolunu tuttum.
Edirne ve çevresinde de dağıtım yaptım. Bu arada şehri de gezdim. Koca Sinan’ın şaheser yapıtı Selimiye’yi , tabelaları ve tabelacıları gördüm. Yaz tatilinden önce tabelacılık yapmak için bu şehri de seçmiştim. Bu şehirde iyi tabelacı azdı. Burası bana ekmek parası kazandırırdı. Ama çok geç, yaz tatili bitmişti.
İki gün içinde Trakya seferini de tamamladım. İl, ilçe, bucak bütün Trakya’yı dolaşarak kitaplardan örnekler ve broşürler verdim.
Eylül ayı gelince istekler ve dağıtım başladı. Ben kendime ayrılan Eyüp ve Fatih bölgelerindeki okullara dağıtım yaptım. Bu arada Osman Ağabey:
- Uzelli sen okulların yerini iyi biliyorsun, Zeytinburnu ve Gazi Osman Paşa’daki okullara da dağıtım yapıver, dedi.
O bölgedeki okullara da dağıtım yaptım. Artık işimiz bitti, ektik, biçeçeğiz diyor ve paraları bekliyoruz. Ama paralar kendi gelmez. Yeniden istekler, iadeler, tahsilatlar, gel git, bu iş ocak ayına kadar sürdü.
Ocak ayında oturup hesap gördük. Daha doğrusu Osman Beyle Ziya Bey oturup hesap gördüler. Ben, öksüz evlat gibi bir köşede öylece sessiz sessiz oturdum. Sattığımızı, verdiğimizi, aldığımızı gözden geçirdik. Sonuç çok iç açıcı değildi. Satılan kitaplar ancak masrafı kurtarmış, ama kara geçilememişti. Bunun yanı sıra depoda satılamayan elde kalan bir yığın kitap vardı. Elde kardan nakit para olmadığı için ben de ON BİN LİRAmı alamadım.
Aradan epey zaman geçti. Birbirimize ya geldik, ya gittik. Dinlenme tatilinden sonra bir ara Osman ağabeyi aradım. Aramıza soğukluk girdiğini o da anlamıştı. Telefonda bana:
-Elimizde kalan kitapları ikinci dönem kitabı, veya yardımcı problem kitabı olarak 2. Dönemde okullara vereceğiz. İlk elimize gelenlerden senin payını vereceğiz, diye beni teselli etti.
Ben eşime, kayınpederime ve babama karşı davayı kaybetmiştim. Artık hiçbir zaman gerçek olmayacaktı. Bizim ON BİN LİRALIK HAYAL uçuuup gitmişti.
Şimdi her ne zaman parasız kalsam, kendi kitaplarımın karşısına geçiyor hayale dalıyorum: On Bin Liralık Hayal olmasaydı, kendi kitaplarımı satacaktım, diyorum. Elimde kalan kitaplarım bir çığ gibi gözümde büyüyor, evrenimi dolduruyor, içinde boğuluyorum...
Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Yıllar çook çabuk geçti. Gün geldi 1993 yılında öğretmenlikten emekli oldum. 27 Yıllık emeğimizin karşılığı olarak 75 Milyar lira ikramiyemi de aldım.
Geçen bu yıllar içinde Hocamın işleri çok iyi gitmiş, kurduğu yayınevi bir yayınevi daha doğurmuştu. Hocam yeni yayınevinin çok küçük, angarya sayılabilecek reklam işlerini bana verdi. Onları yapıverdim. Yerlerine taktım. Sonra oturup dinlenir, çayımızı içerken birkaç kelime konuştuk:
- Uzelli, emekli oldun mu?
- Oldum hocam.
- Emekli ikramiyeni aldın mı?
- Aldım hocam.
- Bir dergi çıkart. Adı ne olursa olsun, hatta “BOK Dergisi” olsun. İnsanlar merak ederler, ne varmış bu Bok Dergisinin içinde diye en azından bir kere alıp bakarlar. Bu İstanbul çiftlik gibi bir yer. Sadece bir sayı bile satsan paranı ikiye katlarsın. Sen bu konuda çok yeteneklisin!... dedi.
- Ben hiçbir zaman kitap ve dergi çıkartmak istemiyorum hocam, dedim.
- Niye Uzelli? Diye sorarken çok cin fikirli olan hocam belki de lafın nereye gelebileceğini tahmin etmişti.
- Hani hocam, geçmişte bizim bir ON BİN
Liralık meselemiz vardı ya, işte ondan.
Yıllar sonra aynı mesele hiç beklemediği bir zamanda karşısına gelince, önce biraz duraladı, hafiften biraz morardı. Geçmişi hızlıca bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirdi:
- Biz o meseleyi kapatmamış mıydık Uzelli, o günden beri köprünün altından çook çaylar geçti. Ben hiçbir şeyi atmam, dökümanlarımı saklarım, eve gideyim, onları bir bulayım, tekrar bir gözden geçireyim, dedi.
Ben kısa bir zaman sonra oradan ayrıldım. Hocam da akşam olunca evine gitmiştir. Dökümanları gerçekten saklı mıdır, aramış ve bulmuş mudur, bakmış veya bakmamış mıdır bilinmez. Ama bilinen bir şey var ki: 10.000 Liramızı yine alamadık ve bu konu bir daha hiç açılmadı...
Yıl 2007 mayıs ayının 7 si bir çarşamba günüydü. Ben ofisimde çalışmaktaydım. Üzgün bir genç hanım beni aradı: "Uzelli abi, babamı kaybettik, cenazesi öğle namazından sonra Levent camiinden kaldırılacak." Arayan genç bayan hocamın kızıydı. Öncelikle kendisine baş sağlığı ve Allah’tan sabır, geride kalanlara uzun ömür diledim. Sonra kardeşim Ali İhsan’ın motosikletine atlayıp Levent Camiine gittik. Oğlu gelinle kızı torunları, komşuları, öğrencileri ve tanıyanlar gelmişlerdi. Kardeşleri, gelinler ve enişteleri de Denizli’den gelmişlerdi. Toplam 50- 60 kişi kadar vardı. Herkesin yakasında hocamın resmi vardı. Biz de birer tane resim alıp yakamıza taktık.
Cenaze namazı için saf tutuldu. Er kişi niyetine. Hoca sordu: Merhumu nasıl bilirsinizzzz???
Herkes nasıl bildiğini biliyordu. Hep birlikte iyi bilirizzzz, dediler.
Namazdan sonra Boğaz Köprüsünün altındaki, kendi evine bakan Beşiktaş Mezarlığına defnedildi.
Dünya malı dünyada kaldı. Alacak verecek bitti. Hesap defteri kapandı. Dünya hocam kadar hafifledi...
Mustafa UZELLİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.