- 1310 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
CANDY CRUSH
Alışveriş için evden ayrıldığımız vakitten tam dört saat geçti. Bunu telefonuma bakarak hesapladım. Biz büyükler neyse de Yağmur bayağı yoruldu. Daha dört yaşında ve bu koşuşturmanın ona bayağı ağır geldiği sızlanmalarından kolayca anlaşılıyordu. Uğramamız gereken son mağazadan çıkıp tam “Bu alışverişi de atlattık.” diye düşünüyordum ki eşim “Acilen tuvalete gitmem gerek!” diye tutturdu. Alışveriş bitmeden farkına varamamış. Çok şükür cadde üzerinde bir umumi tuvalet bulduk. Annesi içeri girerken Yağmur’u kaldırım üzerindeki dev çınar ağacının etrafına yapılmış taş korumalığa oturtup yanına oturdum. Kadınların lavaboda geçirdikleri zaman aklıma gelince moralim bozuldu. Şimdi on dakika tuvalet kısmı ve lavaboda el yıkama, aynaya bakıp makyajla kıyafet kontrol etme de on dakika desek asgari yirmi dakika kadar beklemem gerektiği açıktı. Gayrı ihtiyari elimi cebime attım. Tekrar saati kontrol ettim. Belki de öngörümün tutup tutmayacağını ölçmek istiyordum. Telefonu evirip çevirirken gözüm yere ilişti. Kaldırım taşlarında bir uyumsuzluk vardı. Kaldırıma şekil katsın diye yerleştirilen yan yana dört renkli, oval desenli taştan birinin yeri aynı hizada değil de bir sonraki sıraya yerleştirilmişti. Sanırım ağaca denk geldiği için kaydırılmıştı. Simetrik hata olarak sanki düzeltilmeyi bekliyordu. Parmağımı o tarafa doğrulttum, sonra elimdeki telefonun ekranını bir kaydırma hareketiyle hemen açtım. Candy Crush sembolüne basıp oyunun açılmasını bekledim. 409. oyunda kalmıştım ve o seviyeyi üç haftadır bir türlü aşamıyordum. Oyun iyice karmaşık hale gelmişti. Aynı renkten dört adet, beş adet şekeri aynı hizaya getirip birleştirmeli ve birkaç Tombo ve birçok çizgili şeker yapmalıydım ki lanet olası katı şeker çarkı kırılıp kapı açılsın. İşte iki hakkım daha gitmişti. Birden kafamın saçsız kısmına tıp diye bir damla düştüğünü hissettim. Kafamı kaldırıp gökyüzünün bulutsuzluğu ile birlikte tepemden boşalan kuş cıvıltılarını fark etmemle kafama damlayan şeyin ne olduğunu sezdim. Cebimden mendil çıkardım ve kafamdaki pisliği tiksintiyle silmeye başladım. Aniden yanımdaki boşluğu fark edip sapsarı kesildim. Kızım, Yağmur yoktu. Etrafıma, dükkânların vitrinlerinin önlerine, yolun karşı tarafına, caddenin uzayan kısımlarına telaşla göz gezdirdim. Ama yoktu. Aman Allah’ım bu kız nerede? ‘Yağmur, Yağmur!” diye bir müddet seslendim ama ortada yoktu. Ben şimdi ne yapacaktım! Vücudum adeta buz kesmişti.
Ne yapacağımı bilmemenin şaşkınlığıyla ellerimi salak kafamdaki soğuk terler dökülen saçlarım arasında gezdiriyor ve soğuk yüzüme sürüyordum. Çocukla ilgileneceğime aptal oyuna dalmıştım. Eşimi iki üç kez üst üste aradım cevap vermedi, en son operatörden “Ulaşılamıyor” sesi geldi. Kahretsin şarjı mı bitmişti! Düşünüp mantıklı bir çözüm bulmaya çalıştım. Bir çocuk tek başına nereye gidebilir ki? Aklıma bin bir türlü şey geliyordu. Son yıllarda artan çocuk cinayetleri aklıma gelince kafamı duvara vurmak istedim. Kaldırımın en uç kısımlarına koşarak bir çocuğun gidebileceği tüm yönlere, ara sokaklara, vitrini süslü dükkânların iç kısımlarına göz attım ama yoktu. Gelen geçene dört yaşlarında, mor montlu bir kız görüp göremediklerini soruyor ve aldığım olumsuz cevaplar karşısında çıldırmak istiyordum. Şimdi ağlasam yapacağım en doğal şey olurdu. Yağmur dört yaşındaydı. Haliyle ne adres ne telefon numarası bilmiyordu. Ona, “Babanın adı ne?” diye sorulursa büyük ihtimal “Baba” derdi. Caddenin karşı tarafına geçip dükkânların tükendiği uç kısma kadar vardım. İki yüz metre ilerde mor montlu bir kızı çekiştirip uzaklaşan bir kadın gözüme ilişti. Kadına yetişmek için son sürat koştum. On metre yanına kadar yaklaştığım esnada nefes nefese kaldığım halde kadına bağırdım:
“Dur abla, dur!”
Kadın kızı kendine çekerek beni tedirgince süzdü. Onlara yaklaşıp kızı omuzundan tuttum. Kadın beni ittirip kıza sıkıca sarılıp çığlığı bastı:
“ Bırak kızımı! İmdat, kimse yok mu?”
Sadece kızın yüzüne bakıp emin olmak istiyordum. Ama kadın durmadan çığlık atıyor ve kıza daha sıkı sarılıyordu. Sesime biraz sakin bir ton vermeye çalışarak:
“Bayan yanlış anladınız, kıza zarar vermek gibi bir niyetim yok. Az önce kızımı kaybettim, onun da montu bunun gibi mordu. Sadece yüzüne bakıp emin olmak istiyorum.” dedim.
Ama kadın imdatlar istiyor ve “O senin kızın değil, buradan defolup git, yoksa polis çağıracağım!” diyordu.
“Kızın yüzünü gösterirseniz hemen giderim.” deyince kadın yüzüme bir müddet bakıp kızın yüzünü çevirip:
“ Gördün işte senin kızın değil. Allah aşkına hadi git buradan!” dedi.
Gerçekten kızıma benzemiyordu. Biraz daha yaklaşıp emin olmak için dikkatlice baktım. Kadın tekrar kızına sarılarak:
“Buradan git dedim, yoksa polis çağıracağım! ”dedi.
Özür dileyerek yeni yeni toplanmaya başlayan kalabalığın arasından geçip tekrar dünyanın en kötü umumi tuvaletinin yanına döndüm. Birden aklıma polisi aramak geldi. Ama şimdi polisi arasam beni bir saat konuşturduktan sonra karakola gelmem gerektiğini ya da daha kaybolalı bir saat bile geçmeyen biri hakkında işlem yapamayacaklarını söylerlerdi. Tam bir çaresizlik içindeydim.
Ne yapacağımı bilmeden önce şekilleri düzensiz yerleştirilmiş kaldırım taşlarına, sonra telefona baktım. 13: 28. Tam yirmi iki dakika geçmişti. Şimdi eşime ne diyecektim? Ben küçük bir çocuğa sahip çıkamayacak kadar beceriksiz ve sorumsuzum. Oyun oynuyordum bir de baktım kaybolmuş.” mu diyeceğim? Lanet olası telefona ve lanet olası o oyunu yapanlara ve lanet olası kaldırım taşlarını düzensiz dizen göz zevkinden yoksun işçilere ve dalgın kafama sövdüm. İçimden telefonu yere fırlatmak geliyordu. Tekrar caddenin üst kısmına doğru koştum, başka caddeyle birleşen kavşak kısmını inceleyip geri döndüm. Eşimi Yağmur’u elinden tutmuş, sinirli bir yüzle beklerken buldum. Yağmur ağlıyordu. Derin bir “oh” çektim ve eşimin güzel bir fırça çekmesi için yaklaştım.
“Neredesin?” dedi.
Nasıl başlayacağımı bilmiyordum, cevap veremedim. Arabayı bıraktığımız otoparka doğru yürümeye başladık. Yolda hiçbir şey söylemeyip sürekli somurtunca dayanamayıp sordum:
“Neden bir şey söylemiyorsun?” dedim.
“ Ne söyleyeyim? Çişini yaptırırken Yağmur huysuzluk etti. O esnada telefonu klozete düşürdüm.” dedi.
“ Telefonun canı cehenneme! Onu sormuyorum, Yağmur’u nerede buldun?” dedim.
“ Ne saçmalıyorsun sen?” dedi.
“Ne saçmalayacağım, bir saattir onu arıyorum.” dedim.
“ Ha sen kızın kaybolduğunu mu düşünüyordun? Allah belasını versin o oyunun! Öyle bir dalıyorsun ki oyuna dünya yıkılsa haberin olmayacak! Çişi gelmiştir diye kızı gelip senden almaya gelip“Bak Tarık kızı alıyorum!” dedim ya sana. Tabii sen o kadar dalmışsın ki oyuna hiçbir şey duymadın. Sana kaç kez dedim, bağımlılık yaptı sende. Allah aşkına sil bu oyunu artık!” dedi.
Hiçbir şey söylemedim. Tamamen haklıydı. “Gel kızım seni biraz taşıyayım” deyip kucağıma alıp öptüm.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Bir nesir hastası olarak çok gerilerde kalmış bu yazınızı takip edecek yazılarınızın sıkı bir takipçisi olarak, devamını bekliyorum.
Yahya Oğuz
Bazen:
Zaman zamanı doğurur, bazen ise çeker götürür. An' iste görecelikten nesnelliğe bir sövgü haline gelebiliyor.
Öncelikle şunu ifade edeyim, hayatımda en nefret ettiğim şeylerdir bu oyunlar. Ne zekası lazım, ne de başka bir yararı. Soyut bir dünya yaratan bu oyunlar, somut zamanı çalmaktan başka bir işe yaramazlar.
Oysa ona harcanan zamana sığdırabilecek onlarca kitap, şiir okuması ya da tiyatro, film gösterileri veya dünyaya katkı sâğlatacak nice iş !
Dikkatin kayması, telafisi zor şeylerin başımıza getirebilir. Ve yine herşeyde önce dikkat.
22 dk ... güzeldi.
Tebrikler
Saygılar, sevgiler