KOMÜNİSTLER...***************
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Namık ile arkadaşlığımız okul dışına da taşmıştı.
Nazmi, bizimle gezip tozmak yerine yurtta/okulda kalıp ders çalışmayı tercih ediyordu. Onun bu tavrı ilk sınav notlarında başarılı olmasını da sağlamıştı, yani tüm notları “on”du; her hangi bir sınavdan dokuz aldığı zaman o bir puanlık eksiklik nedeniyle hırslanıyor, o notu da mutlaka “on”‘a tamamlıyordu. Sıra arkadaşım, yatakhanede ranza arkadaşım, yemekhane de, kütüphanede masa arkadaşım, her durumda en samimi arkadaşım, halen Nazmi idi. Namık ile arkadaşlık yapmamı istemiyordu ve her defasında, beni, onun hakkında kendince uyarıyordu. Biraz da abartarak…
Nazmi’nin, Namık hakkında sarf ettiği “komünist”, “solcu” yaftalarına uygun bir dış hayatı olduğunu, beni T.İ.P. nin Gençlik Kollarına ait bir lokale götürdüğü zaman ilk kez düşündüm. Oturduğumuz masada sekiz, on kişilik bir grup vardı; beni hepsiyle teker teker tanıştırdı. Öylesine candan karşılanmıştım ki, hepsiyle canciğer kuzu sarması oluvermiştim. Herkes, komplekssiz, mesafesiz, sevimli, tatlı dilli, bilgili bir etkiyle arkadaşım olmuştu. İnsan Haklarının evrenselliğinden, emperyalist güçlere karşı mağdur olan ülkelerin ezilen insanlarından, Atatürkçü Düşünceden, Atatürkçü Ekonomiden,… konuşuyorlardı. Ben ise bilgisizliğimle, onların bilgi birikimini, ağzı açık ayran budalası gibi dinliyordum. Nazmi’nin ısrarla “tu kaka” dediği, Namık’ın “solcu” olmasının, kötü bir şey olmadığına karar verdim. Hatta, Nazmi’nin öve öve göklere çıkarttığı “milliyetçilik”, “ülkücülük”, “sağcılık” gibi kavramlardan daha iyi bir şey olduğuna karar verdim.
Lokalin duvarlarında Behice Boran’ın boy boy afişleri ve fotoğrafları ile TİP amblemli bayraklar asılıydı. Resimlerde genelde pamuk gibi beyaz saçları, güleç yüzü olan çirkince bir kadın olarak görünüyordu. Afişlerde, Galata Köprüsünde Kore Savaşına karşı eylemler yaptığını okuyunca, aklımdan, onun bir lider olabilmek için gereken meziyetlere sahip olduğuna hükmettim. Sevmiştim ben burayı.
…
Bu sevgi, pek çok arkadaşlık soktu hayatıma. Sonradan tanıştığımız Saide adındaki kız, bana özel bir samimiyetle yakınlaşmaya başlamıştı. Gözlük takan, saçlarını kulaklarının üstüne kadar kat kat kısaltan, iri kemikli bir kızdı; onu, pürüzsüz teni çok güzel gösteriyordu. Lokale her gittiğimde, kiminle, nerede oturuyor olursa olsun, kalkıp yanıma geliyordu.
Bir keresinde, bana, “kafam çok uyuşuyor seninkiyle,” demişti.
Hangi konularda, nasıl uyuştuğumuzu bile anlayamadan, “benim kafam da seninkiyle,” demiştim.
Sonra baş başa, başka yerlere de gitmeye başladık.
Aşırı solcu bir derneğin (hatırlayabildiğim kadarıyla Halkın Kurtuluşu/İGD’ de olabilir)düzenlediği bir moral gecesine götürdü beni. Ruhi Su’yu getirmişlerdi, seyrettik, dinledik. Konser neredeyse bitmek üzereydi ki, yanımıza iki kişi gelip bizi oturduğumuz yerden kaldırarak dışarı çıkarttılar.
“Konser bitmek üzere, dağılırken arkadaşlardan bir tanıyan olursa zor durumda kalabilirsiniz. En iyisi gidin,” diyerek bizi oradan yolladılar.
Onca kalabalığın içinden bizim kendilerinden olmadığımızı nasıl anladıklarına aklım bir türlü ermedi.
Ruhi Su dinleyebilmek uğruna beni rakip bir derneğin lokaline götürmüş olduğunu anladığımda onu epeyi bir azarladım.
O geceyi Saide’nin evinde geçirdim.
Annesi ve ablası ile birlikte kaldıkları evde, o gece annesi ile ablasının olmayacağını söyleyerek, beni davet etti. Saat tam on bir (yirmi üç)de nöbetçi öğretmenler yatakhaneyi dolaşmaya başlıyorlar ve sayım yapıyorlardı. Saide ile gittiğim takdirde, yatakhanede tam vaktinde bulunmam mümkün değildi.
Saide, “İyi ya,” dedi; “yatakhanede bulunmadığında başına ne gelebileceğini test etmenin tam sırası!”
Hak verdim ona; ama, asıl test edeceğim şey, onunla birlikte evde tek başımıza iken, başıma nelerin geleceği idi…
…
Mübalağaya gerek yok! Tüm sinir sistemim içimde kabaran ihtirasa direnemeyerek boşalıvermişti. Ellerim, bacaklarım abartılı bir şekilde titremeye başlamışlardı, dizginleyemiyordum. Kızcağız beni sakinleştirebilmek için ufacık temaslar kurup, bolca konuşuyordu.
O arada anlattığı bir fıkrayı hala anımsamaktayım. (Azıcık müstehcen olduğu konusunu okur dostlarıma ikaz etmiş olayım.)
“Tir tir titreyen yaşlı, eğri büğrü bir adam, bir gün geneleve gitmiş. sofada oturan kadınların arasından, herkesin gıpta eden/hasetli bakışları önünde, sen, sen, sen de, diyerek altı tanesini seçerek odaya sokmuş. Anadan üryan soyunup uzanmış yatağa, ama uzadığı yerde titremekten zıp zıp zıplamaktaymış. Kadınlara, sen, demiş sağ bacağımın üstüne çıkıp otur; sen sol bacağımın üstüne çık otur; siz ikinizden biriniz sağ kolumu diğeri sol kolumu tutsun, beşi,nciniz de başımı tutsun! Kadınlar denileni yapılınca adamın titremesi durmuş. Adam, altıncı kadına da demiş, çık üstüme gör işimi. Kadın üstüne çıkınca, öteki kadınlara, tamam demiş, salıverin hepiniz zapt ettiğiniz yerleri. Beş kadın birden bir kenara çekilince adam gene başlamış hoplayıp zıplayarak titremeye. Böyle böyle işini de görmüş…”
Onun böylesine müstehcen bir fıkrayı anlatışındaki utanmazlık bana da sirayet ettiğinde daha soğukkanlı olabilmeyi başardım.
Daha sonra, Saide ile samimiyetimiz hiç eksilmedi. Sadece, artık ben, kızana gelmiş dişi kedinin peşinde ayrılmaya erkek kedilere dönmüştüm.
…
Eskiden Namık ile birlikte geldiğimiz lokale daha çok kendi başıma gelir olmuştum.
O günlerde çok önemli işler yapar olmuştuk. Ben, yaptığım işe, hem arkadaş çevremdeki popülaritemin artmasını sağlamasından, hem de Tahir amcama bir hizmet görmekten dolayı iki misli önem veriyordum.
Tahir amcamın başkanlığını yaptığı Türkiye Öğretmenler Sendikası, tüm öğretmenleri ilan ettikleri “BÜYÜK ÖĞRETMEN BOYKOTUNA” katılmaya ve desteklemeye çağırıyordu. Caddelerde ve park, kahvehane gibi oturma yerlerinde buna dair bildirileri dağıtıyorduk. Çeşitli yerlere yapıştırılan afişler için de tercihimiz akşam karanlığı oluyordu.
…
Okul İdaresi, Saide’nin evinde geçirdiğim gecenin hesabını sormak için yazılı savunmamı almıştı. Hemen iki satırda, babamın Eskişehir’den ziyaretime geldiğini, o geceyi bir akrabamızın evinde babam ile geçirdiğimi yazıp vermiştim. İnanmamışlardı tabii ki, böyle durumlarda velilerin okul idaresine başvurarak çocukları için izin aldıklarını söyleyerek yalan söylediğimi iddia ediyorlardı.
“Valla billa doğruyu söylüyorum hocam!”
Karıncaezmez, “ikiyüzaltmışaltı!” diye seslenerek yanına çağırdığında, ondan da zılgıtı yiteceğimi hemen anlamıştım. Okulda herkesi numarasıyla çağırırken bir tek beni adımla çağıran Karıncaezmez, bu defa beni de numaramla çağırarak aramıza peşinen bir mesafe koymuştu. Yanına gider gitmez, “disiplin kuruluna sevk edilmene karar verildi,” dedi. Bunun ne anlama geldiğini idrak etmekten bile yoksundum. Umursamaz tavırlarımı görünce, Karıncaezmez, uyarı veya kınama cezalarını okul idaresinin verdiğini, disiplin kurulunda da okuldan uzaklaştırmak, okuldan atılmak gibi daha ağır cezaların verildiğini açıkladı. Bu açıklama, başımı nasıl bir derde soktuğumu anlamam için yetmişti.
“Bana, o gece ne oldu da yatakhaneye dönmedin, olduğu gibi anlat ki, ne yapabileceğimize bir bakalım,” deyince, ona Saide’den bahsettim.
“Çok güzel bir kadınla olmak, hata yapmama sebep oldu efendim.”
Durumum onu güldürdü. “Beş dakikalık bir heyecan için başına açtığın şu işe bak!” Ciddileşerek, “neyse, dinle şimdi,” dedi; “senin o gün benden izin alarak gittiğini söyleyeceğim idareye. Evrakların disiplin kuruluna sevk edilmeden bir uyarı cezasıyla yırtabiliriz belki. Sana sorulursa da Fikret öğretmenden izin almıştı dersin, tamam mı?”
“Tamam efendim!”
Böylece, gerçekten de ucuz atlattığım bir beladan kurtulmuştum.
Kurtulmuştum, ama bu defa da Karıncaezmez’in baskısı altına girmiştim. Okul duvarlarının dışına çıkmam için bile izin vermiyordu. Gitmek istediğim sinema, tiyatro gibi bir yer olursa ona söylememi, beni kendisinin götüreceğini söylüyordu. Gitmek istediğim tek yer Saide’ye kavuşabileceğim dernek lokaliydi, onu da söyleyemiyordum.
Saide hakkında alabildiğim bilgiler Namık’ın ilettiklerinden ibaretti. O da, güya kızdan soğumamı sağlamak için abartılı şeyler anlatıyordu. Neymiş, kız beni bir defa bile sormamış, anmamış, başka bir oğlanla çıkmaya başlamış, falan, filan… O, bunları anlattıkça, dışarı çıkabilmek için deli oluyordum, ama Karıncaezmez’i aşıp da çıkmak ne mümkün?
Mümkün! Mümkün!
Niye mümkün olmasın ki?
Allah, çektiğim acıya merhamet gösterir, bana bütün kapıları açardı.
Evet! Öyle oldu.
Okul müdürü, öğrencilerin toplu olduğu sabah töreninde, “çocuklar!” diye seslendi. “Ankara’da tanıdığı, akrabası olanlar, yarından itibaren dört gün süreyle onların yanında kalabilirler! Bu öğrencileri, yanında kalacakları yakınları gelip idareye adres kaydettirerek teslim alacaklar.”
Bu bildiriden itibaren okulun neredeyse yarısı boşalıvermişti. Benim gibilerin ise, mahkumiyeti devam ediyordu.
On beş Aralık günü, öğretmenlerin büyük boykotu başlatıldı. Ne kadar öğretmen varsa hepsi boykotta. Bizim okulda iki, üç tane bayan öğretmenle okul müdürü dışındaki tüm öğretmenler boykota iştirak etmişti. Hayatını okuluna ve öğrencilerine adamış olduğu halde, Karıncaezmez bile boykottaydı; hem de boykotun öncülerindendi. Evci çıkamayan öğrenciler de iyice başıboş bırakılmışlardı. Okul müdürü, son sınıf öğrencilerini devreye sokarak düzeni korumak istemişti, ama nafile…
Çarşıya çıktığımda ortamın ne denli karışık olduğunu fark ettim. Öğretmen boykotunu destekleyen pek çok memur ve işçiler de işbaşı yapmamışlardı. Sloganlar eşliğinde gelen, giden gruplar ve her tarafı tutmuş olan polis ve jandarma… Taşkınlık yapanlar oldu mu hemen joplarla özel bir muameleye tabi tutuluyordu.
Bu karmaşa ortamında Saide’yi lokalde kuzu kuzu oturmuş, beni beklerken bulmak mümkün mü? Ne Saide, ne Namık, hiç kimse yoktu ortalıkta. Onları çıkıp aramak da olmazdı. Ben onları ararken, ya onlar buraya dönerse? Lokalin çalışanı, “neredeyse gelirler,” diyerek, beni bir kenarda oturttu. Çaresiz, beklemeye koyuldum.
Saide de, Namık da, tam da gelmelerinden ümidimi kesmeğe başladığımda bir damperli kamyonla çıkıp geldiler. Kalabalık bir grup halinde lokale doluştular.
Saide, beni, daha dün berabermişiz gibi karşılamıştı.
“Hoş geldin! Hayrola, kimi bekliyorsun?”
“Hoş bulduk! Seni bekliyordum. Namık ile ikinizi.”
“Çok beklettik mi?”
“Sorun değil, yapılacak başka bir işim yoktu.”
Saide’yi, Ankara kazan, ben kepçe, bütün Ankara’yı arasam bile, zaten bulamayacakmışım. Onlar, o sıralarda şeytanın aklına bile gelmeyecek bir yerde, işçilerle memurların bu boykottaki büyük dayanışmasını vurgulayan, “İŞÇİ, MEMUR EL ELE; GENEL GREVDE!” diye yazdıkları bir bez afiş hazırlamakla meşgulmüşler. Afişin asıl dikkat çeken tarafı ise, sahte bir bomba düzeneği ile hazırlanmış olmasıydı.
Saide, “Tamam! Bu gece bizimlesin o halde?” dedi.
“Elbette! Burada mı takılacağız?”
“Sayılır. Gece yarısı bir bez afiş asacak arkadaşlar. Sanırım Sakarya caddesinin oralarda… Biz de onlara gözcülük yapacağız.”
“Neden gece yarısı?” diye sordum.
Kısaca, “yasak da ondan,” diye yanıt verdi.
Bir an, yapılacak işi kafamın içinde tartmaya çalıştım. Afiş asmak yasak bir şey olmasa gerekti. Caddelerde spor kulüplerinin, siyasi partilerin, festivallerin, akla gelebilecek her şeyin boy boy bayrakları, yazılı afişleri asılı değil miydi, her zaman tepemizde dalgalanıp durmuyorlar mıydı? Yasak olsa, onlar da asılmazdı…
Kafamı boş yere yorup durduğum için kendi kendime kızdım; Saide, yasak dediyse yasaktı demek ki...
Gece olmak bilmedi.
Biz de, “6.Filo Defol!” diye sloganlar atarak, Amerikalı askerleri denize döken üniversiteli abilerimiz gibi bir eylem düzenlemiştik işte: “İŞÇİ MEMUR ELELE, GENEL GREVDE!”
Adrenalim en üst seviyedeydi ve müthiş bir huzursuzluk çekiyordum; ama, erkekliğe de bok sürecek değildim. Gece yarısına kadar o kadar çok şey konuşuldu, o kadar çok isim anıldı ki, ben onları dinlerken, sadece bu kadar boş kafalı bir genç oluşum nedeniyle kendi kendime hayıflanmaktaydım.
Gece yarısı olduğunda organizasyon da tamamlanmıştı. Yaşları bizden epeyi büyük, tecrübeli arkadaşlarımızdan beşi damperin açılması ile birlikte yol kenarında afişin iplerini bağlayacakları direklere ve damperin üstüne tırmanarak, el çabukluğu marifet, afişi ve sahte bomba düzeneğini asarak oradan hızla kaçıp uzaklaşacaklardı. Biz de çevrede şüphe uyandırmadan dolaşarak afişi asanlara sivil vatandaşlardan ya da diğer dernekli gençlerden müdahale etmek isteyenler olursa, onları engelleyecektik. Damperli kamyon, oradan az uzakta terk edilecekti; o zaten cadde kenarında park halindeyken düz kontakla çalınarak elde edilmişti.
Sırf ara sokaklardan giderek, bankalar caddesine ulaştık. Damper içinden hızla yola atlayarak caddenin iki yanında gizlenerek ve dikkat çekmeden gezinerek gözcülük yapmaya başladık. Ben Saide’den ayrılmıyordum, Namık da bizden…
Her şey gözümü açıp kapayıncaya kadar, hızla gerçekleştirildi.
Bez afiş caddenin iki yanındaki direkler arasında, dalgalanarak arz-ı endam etmeye başlamıştı.
Kamyon hareket ettirilirken damperi de indiriliyordu, o da az ileride terk edilecek ve içindekiler onu süratle terk edeceklerdi.
Saide ve Namık ile beraber, bu kadar kolay bir işin başarılmasının mutluluğu içinde, birbirimizle cilveleşerek uzaklaşmaya başladık.
O sükunet birden bire bozuldu. Yerini polis araçlarının sirenlerine ve koşuşturan insanlara bıraktı.
Biz üçümüz ne yapacağımızı bilemeden binaların gölgelerinde sinmeye, görünmemeye çalışıyor, bulduğumuz bir boşluk anında başka bir gölgeliğe kadar koşturup siniyorduk ki, tam da caddeden çıktık, kurtulacağız derken bir polis minibüsü hızla gelip keskin bir fren yaparak tam da önümüzde durdu. Minibüsten inmek için davranan polisleri fark eder etmez, hızla koşmaya başladık. Minibüsten inen polisler de kovalamaya…
Sanırım ilk evvela Saide yakalandı, çünkü bize ayak uydurarak koşamıyordu. Onun, “Kaçın, yakalanmayın!” diye haykırırken polis minibüsünün içine sokulduğunu fark ettim.
Namık’a, “koş!” diye haykırıyordum. Arada bir duraklayıp yanıma yetişmesini bekliyordum. “Haydi gayret! Biraz daha hızlı koş Namık!”
Çokça gayret etmesine rağmen daha hızlı koşamıyordu ki! Nefesi kontrolünden çıkmış, konuşmak için bile kullanabileceği bir nefesi kalmamıştı. “Geri zekalı herif!” diye azarladı beni. “Neden beni bekliyorsun mütemadiyen, salak! Uzaklaş şuradan! Defol!”
Onu öylece geride bırakıp uzaklaşmanın, arkadaşlığımıza ihanet olacağına inanıyordum. “Ancada beraber! Kancada beraber! Haydi! Gayret!”
Olmadı. Ne kadar gayret ettiyse de, genç bir polis memuru, son bir hamleyle, adeta havada uçarak, onu yakaladı, etkisiz hale getirdi.
Aynı polis memuru az sonra ona yetişen diğer arkadaşlarına bıraktı Namık’ı. “Siz şunu alın! Ben ötekini yakalamağa gidiyorum!” diyerek benim peşimden ayaklandı.
Ya yirmi adım, ya otuz adım vardı aramızda. Beni de yakalaması işten bile değildi. Yapabileceğim tek şey, olanca gücümle kaçmak olacaktı.
Öyle de yaptım. Ne var ki, peşimdeki ayı öyle hızlıydı ki, aramızı açmam mümkün olmuyordu. O da, ne kadar hızlı koşsa da aramızı kapatmaya muvaffak olamıyordu. Benim akciğerlerimin onunkilerden çok daha genç olması tek avantajımdı. Öyle ki, onun kesik kesik nefes aldığını hisseder olmuştum. Ha şimdi, ha birazdan koşmaktan vaz geçecek, ben de kurtulmuş olacaktım.
Yakalanmamalıydım. Gerekirse ölmeliydim, ama yakalanmamalıydım.
Babam için yakalanmamalıydım. Ona, “ben seni öğretmen ol diye yolladım oraya, anarşist ol diye değil,” dedirtmemek için yakalanmamalıydım. Annemin, uğrayacağı hayal kırıklığının kabusuyla uykular uyumaması için yakalanmamalıydım. Karıncaezmez’in, “bak oğlum, seni sana emanet ediyorum ve meslektaşlarıma destek olmaya gidiyorum. Sana olan güvenime ihanet etme!” diyerek çıktığı öğretmen boykotundan döndüğünde, “sana güvenilmezmiş. Babanın oğlu değilmişsin,” dememesi için yakalanmamalıydım. Tahir amcama, “bizim Ali’nin oğlu Ali’ye çekmemiş. Armut dibine düşmemiş,” dememesi için yakalanmamalıydım.
Yakalanmamam gerektiğini her düşündüğümde daha hızlı koştuğumu hissediyordum. Gerçekten de polis ile aramdaki mesafe elli, altmış adıma kadar çıkmıştı.
Sokak aralarındaki koşunun önünü kesen bir caddeye fırlamıştım ki, Namık ile Saide’nin içinde olduğu minibüs, tam da önümde, yolun karşı kıyısında durdu. Hemen minibüsün geliş yönüne döndüm, o tarafa doğru koşmaya başladım. Beni kovalayan polis caddeye çıkar çıkmaz önüne gelen minibüse binerek beni koşarak kovalamaktan vaz geçti.
Hem kaçıyor, hem haykırıyordum. “Kurtuldum!” Çünkü, minibüsle beni yakalamalarının imkanı yoktu. Nitekim hemen karanlık, dar bir sokağa daldım, oradan merdivenli bir yolu tırmandım ve gördüm ki, birkaç dakika içinde gerçekten kurtulmuştum. Peşimde de, görünürlerde de bir polis minibüsü kalmamıştı.
Boş bir arsa buldum. Bakındım. Beğenmedim. Aşağı doğru bir yolu indikten sonra ulaştığım yerdeki yıkık dökük bir bahçe duvarını aşıp girdiğim bahçede sere serpe yayılarak dakikalarca kendime gelmek için nefeslendim. Terimi öylece kurutup nefesimi toparladıktan sonra, çorabımın içinden sigara paketimi ve kibritimi çıkartıp bir sigara yaktım.
Sigarayı çektikçe aklımı da toparlamaya başlamıştım. Saide ile Namık’ın, ya da diğerlerinin sorgulamalarında kimliğimi tespit etmeleri öylesine kolay olacaktı ki, “kurtuldum,” diyerek bu kadar erken sevinmemin çok aptalca olduğuna karar verdim.
“Salak! Kurtulmuşmuş!… Nah kurtulursun!”
Okula dönmemeliydim. Beni orada, mutlaka bekliyor olacaklardı. Ya dernek lokali? Asıl orası riskliydi. Orası polis kaynıyor olmalıydı şimdi. Karıncaezmez’in evine gitsem? Hiç gitmemiştim, ama çok iyi tarif etmişti orayı, kolayca bulabilirdim. Saçmalıyordum. Ne diyerek gidecektim onun yanına, nasıl izah edecektim durumumu. İmkanı yok, gidemezdim ona. İyi ama, nereye gidebilir, ne yapabilirdim? Gidebileceğim hiçbir yer yoktu.
Vardı! Eskişehir… Okullarda dört gün boyunca ders görülmeyecekti. Bu boşluğu değerlendirip geldim işte, derdim anneme babama. Evet, evet, en mantıklı çare bu olmalıydı.
Gizlendiğim bahçeden çıktım. Ara sokaklardan yürümeye devam ederek tren garına yöneldim. Tren garıyla okulum arasındaki mesafe beş dakika ya çeker, ya çekmezdi. Okuluma da, gizlenerek şöyle bir bakabilirdim hem…
Ulus’tan aşağı doğru yöneldim. Emniyet Amirliğinin ışıkları dikkatimi çekti, duraladım. Uzaktan orayı gözleyerek, oranın önünden geçmeden, dolanarak gidebileceğim bir güzergah belirlemeye çalıştım. En mantıklısı Gençlik Parkından dolanmak olacaktı. Yürümeğe başladım.
Emniyet Amirliğinin civarında bir grup toplanmış, sloganlar atarak polislerin eylemlerden toparlayıp getirdiği insanları protesto ediyorlardı:
“TİP TİP TİPSİZLER!... ALLAHSIZ KOMÜNİSTLER!...”
…
Tren garından biletimi alarak trene bindiğim ana kadar hiç kimsenin şüphelenmeyeceği biri iken, illa da üzerime şüphe çekebilmek için her şeyi yapıyordum. Birinin bana dik dik baktığı anda, aşırı bir korkaklıkla sığınacak bir kuytuluk bulana kadar arkamı dönüp hızla uzaklaşıyordum ve baktığını sandığım kişi, asıl ondan sonra dik dik bakmaya başlıyordu. Trene en arkadaki tenha vagonlara ulaşarak binmeye çabalıyordum ve görenlerde suçlu bir kaçağın algılamasını yaratıyordum. Trene binip de boş bir kompartıman bulabilme çabalarımda ise, ancak tenha bir kompartıman bulmakla yetinerek, kompartımana benden önce yerleşmiş üç kişilik bir köylü ailenin yanı başına, o ailenin bir bireyiymişim gibi algılanarak dikkat çekmeyeceğimi umarak oturmuştum.
Tren hareket ettikten sonra, aile, Sivrihisar’ın köylerinden birisinde inince, yalnız başıma kalmıştım. Eskişehir’e ulaştığım ana kadar o kompartımanın dışarıdan geçenlerin göremeyeceği bir köşesine sinmiş, dikkat çekmemek için helaya bile gitmeye çekinmiştim.
Eskişehir garında trenden inip de, demiryolu boyunca karanlıklar içine dalıp, evin yolunu tuttuğumda nispeten rahatlamaya başlamıştım.
Evde karşılanma biçimimi gözümün önünde canlandırmaya başladığım andan itibaren, huzursuzluğumun yeniden ayyuka çıkmağa başladığını fark ettim. Kendi kafamın doğrultusunda hareket ederek Eskişehir’e gelmiş olmam, eminim ki, babamı küplere bindirecekti. Sizi çok özledim, dayanamadım, diyerek biraz mızmızlandıktan sonra, yumuşayacağına emindim. Fakat, asıl sorunu dönme vaktim geldiğinde yaşayacaktım. Ne yapacaktım o zaman?
“Nazmi, çocuk elli kere söyledi bulaşma şu Namık’a diye! Dinlemedim de iyi bok yedim sanki! Allah benim belamı versin!”
Ankara’ya dönmeyeceğim kesindi bir kere. Benim için Ankara bitmişti.
Oysa, bitmiş olan bir şey olmadığını yıllar sonra, resim öğretmeni Namık ile karşılaştığımda anlayacaktım. Evet, öğretmen Namık ile… Çünkü, Namık ve Saide o gece yakalandıklarında götürüldükleri Emniyet Amirliğinde çekilen jop ziyafetine rağmen, olaylarla bir ilgilerinin olmadığını, o sırada o yoldan geçen iki lise öğrencisi olduklarını, kaçışlarının nedenini de polislerin tavırları nedeniyle paniklemelerinden dolayı olduğunu ifade etmişler ve benim adımı, bizimle beraber değildi, tanımıyoruz diyerek, kesinlikle vermemişler. Sonra da, çıkarıldıkları Cumhuriyet Savcılığı tarafından, mahkemeye bile sevk edilmeden serbest bırakılmışlardı.
Öğretmen Namık ile konuşmamızın, özel hayatımıza dair bölümünde, onun Saide ile evlenmiş olduğunu duyduğumda, korkunç bir kıskançlık duygusuna kapılmıştım.
Ankara’dan Eskişehir’e dönerek, siyasetle ilgilenmeye duyduğum hevesin bedelini öğretmen olmak hülyalarımdan uyanmakla ödeyecektim.
Her şeyde bir hayır vardır, derler. Ben de normal lisede okuyarak, Eğitim Enstitülerinden birini kazanır, Ortaokul/Lise öğretmeni olurdum, anasını satayım!...
Şu anda önemli olan, ne yıllar sonra Namık’ın öğretmen kimliği ile karşılaşacak olmamdı, ne de normal lisede okuyacak olmam; sadece eve, ebeveynimin yanına nasıl ve hangi yüzle döneceğimdi. Saatlerce dolanıp durmama ve evin bulunduğu sokaktan belki de yüzlerce defa geçip durmama rağmen bir türlü, kapıyı çalıp da ‘ben geldim,’ diyemedim.
Eskişehir’de bana bu konuda destek olabilecek bir tek isim gelmiyordu aklıma. Belki Safinaz abla…
Safinaz ablaya sığınabilirdim. Saat epeyi olmuştu, ama gecenin bu vaktinde bile kapısını çalabilirdim onun. Evet, fazla düşünmeden, hatta hiç düşünmeden onun evinin yolunu tutmuştum bile.
Kapısının zilini çalmaya başladıktan epeyi sonra, tripiyle de, tipiyle de bir erkekten farksız olan Safinaz ablam, evinin balkonundan seslendi. “Kim o?”
“Benim, Safinaz Abla!” dedim. “Aç, bi!”
Kapıyı, “Hayırdır ulan, gecenin bu saatinde?” diye çıkışarak açtı.
Onun, ilk kez sinirli bir tavrıyla karşılaşmıştım, korktum. “Rahatsız ettiysem özür dilerim abla! Ben gideyim…” diyerek oradan ayrılmak istediğimde, çıkışmasını sürdürüp,
“Nereye ulan? Gir içeriye!” diyerek beni kapıdan içeri çekiştirdi. “Sen Ankara’da değil miydin be gülüm?” Sesi bu defa sinirli değil, tıpkı eskisi gibi sevecen çıkmıştı.
Merdivenleri tırmanarak, oturduğu ikinci kattaki evine çıkarken, “Ankara’da başımı belaya soktum, kaçtım geldim abla!” dedim.
Evinden içeri girerken, gene sinirli tavırlarla söylenmeye başlamıştı. “Sen de, babamın evine dönersem, hemen yakalanırım; Safinaz ablamda aramak kimsenin aklına gelmez, gidip onun evinde saklanayım, diyerek bana geldin; öyle mi?”
Onun bu tahmininin gerçekle bir alakası yoktu tabii ki! O, kızgınlığını sürdürerek, “adam mı vurdun yoksa lan!” dedi; bu cümle bir sorudan çok ithamı andırmıştı.
Telaşla, “yok abla yav!” diyerek laf yetiştirdim. “adam madam vurduğum falan yok, nereden çıkardın şimdi onu?”
Kapıyı örttükten sonra içeri geçtik. “Peşinden niye yakalamaya çıktılar madem?” diye sorarak vereceğim cevabı beklemeye başladı.
Salondaki çekyatın üstüne oturduktan sonra, “siyasi…” dedim. “Burnumu, biraz siyasi işlere soktum da…”
Gülmeye başladı, ama bu gülüş neşeden değilmiş gibime gelmişti. “Ne siyasetiymiş o? Sen de baban gibi, boykota mı çıktın?”
Şaşırma sırası bendeydi. “Babam mı, boykota mı?” diye gevelemeye başladım.
“Baban, büyük öğretmen boykotuna katıldı. Bütün mahalle onun komünistliğini konuşuyor. O boykotu yapanlar, güya, komünist öğretmenlermiş de… Babanı da, okulun müdürlüğünden alacaklarmış galiba, aşağıdaki imam bütün gün bunları anlatıyor millete. Herif, Allah’ın sevdiği kuluymuşuz da, iyi ki, kızını oğluma karı etmemişim imansız komünistin, deyip duruyor herkese…”
Adamın bu riyakarlığına tepki göstererek, “ne münasebet? Onun oğluna ablamı vermeyen asıl biziz!” diye söylendim.
Beni, “Biliyorum, biliyorum,” diyerek susturan Safinaz abla, “ben kimin, ne olduğunu biliyorum,” dedi. “Hele hele, o ölü yıkayıcısı ırz düşmanının, ne bok olduğunu herkesten çok biliyorum.”
Ben de kendi bildiklerimi katarak, adamın kimliğini anlaşılır kılmaya katkı yapmak istedim. “Aşağıdaki dükkâna hep kadınlar gelip, onunla arka bölmeye geçiyorlar da, orada muska yazdırıp büyü yaptırıyorlar…”
Safinaz abla, gene, “biliyorum, biliyorum,” diyerek müdahale etti. “Onun cinlerle büyü yaptığını Eskişehir’de bilmeyen yok zaten. Ablan, onun oğluyla çıkarken, ben kahrımdan geberiyordum, yazık olacak kıza, diye. İyi ki vermediniz ablanı da, başı yanmadı.”
“Babam boykottaysa okula da gelmiyordur,” diyerek konuyu değiştirdim.
“Dedim ya, aşağıdaki imam müsveddesi okul müdürlüğünden atılacak diye laf gezdiriyormuş, diye; evinizdedir artık. Sen ne yaptın da kaçak durumuna düştün?”
Ona, yaşadığımız bombalı pankart ve polis kovalamacısını anlattım. “Arkadaşlarım yakalanarak götürüldü. Ben yakalanmadım, ama Ankara’da kalır isem anında yakalanırım diyerek de Eskişehir’e döndüm.”
Karşımdaki, beni bu dünyada anlayabilecek tek insandı. “En iyisini yapmışsın, gülüm! Hele ortalık durulana kadar bekleyelim mademki,” diyerek, benim için salondaki çekyatı açarak hazırladığı yatağa çarşaf serip yastık, yorgan bıraktıktan sonra, “kim bilir nasıl yorulmuşundur bu koşuşturmacıda. Hele yatıp uyu bir; yarın daha çok anlatırız,” diyerek kendi odasına çekilmişti. O gider gitmez, belki de ilk dakikanın içinde derin bir uykuya dalmıştım.
*
.../...
(D i p n o t : 15-18 Aralık 1969 günleri gerçekleştirilen Büyük Öğretmen Boykotu yasadışı bir genel grevdi.
Türkiye işçi sınıfının geniş katılımlı bu ilk genel grevini, işçi sınıfının “memur” statüsünde istihdam edilen öğretmen örgütleri düzenledi.
Bu genel grev, 15-16 Haziran 1970 olaylarından da, DİSK’in 16-19 Eylül 1976 DGM Direnişi’nden de daha etkili ve başarılı oldu.
TÖS Genel Yürütme Kurulu’nun 10 Aralık 1969 günlü Büyük Öğretmen Boykotu Çağrısı’nda yer alan isteklerin bazıları şunlardı:
“İsteklerimiz şunlardır: (a) Yetkili hükümet temsilcisi, yetkili temsilcilerimizle görüşmeyi ve sonunda bir ortak protokol imzalamayı kabul ve beyan etmelidir. (b) Bu protokolda ilk iş olarak, yabancı uzmanların ve barış gönüllülerinin bütün eğitim kurumlarından atılacağı ve zehirli niteliğini saptadığımız yabancı malzemeli beslenme eğitiminin durdurulacağı belirtilmelidir.”
4 günlük Büyük Öğretmen Boykotu’na 109 bin öğretmen katıldı. Bunların 88 bini bu eyleme 4 gün süreyle katılırken, 12 bin 100’ü ilk gün katılmayıp, daha sonraki üç gün eylemdeydi. 9 bin 500 öğretmen ise birinci gün boykota katılmasına karşın, diğer günler eylemde yoktu. Boykota hiç katılmayan öğretmen sayısı ise 47 bindi.
Eyleme katıldıkları için 50 bin 300 öğretmen hakkında kovuşturmaya gidildi. Bunların 19 bin 250’si takipsizlikle sonuçlandı. 2 bin 118 öğretmen açığa alındı. 65 öğretmen bakanlık emrine alındı. 45 bin 520 öğretmene maaş kesimi cezası, 3 bin 900 öğretmene kıdem indirimi cezası verildi. 590 öğretmen bir başka ile sürgün edildi. 6 bin 600 öğretmen ise il içinde bir başka yere atandı. 400 müdür görevden alındı. 1200 öğretmene derece indirme cezası verildi. 11 kişi ihraç edildi.
Babamın gördüğü ceza da, Eskişehir Ziya Gökalp ilkokulunda vekaleten yürüttüğü müdürlük görevinden alınarak gene il içinde Osmangazi İlkokulu öğretmenliğine verilmesi olmuştu.
TÖS, boykot nedeniyle açığa alınan veya görevden el çektirilen öğretmenlerin ücretlerini ödedi. Bu süreçte Muammer Aksoy’un girişimiyle Türk Hukuk Kurumu’nun ve ayrıca CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün destek mesajları, eylemi güçlendirdi. Birçok okul müdürünün TÖS üyesi olması da eylemin başarısına katkı yaptı.
12 Mart 1971 darbesi sonrasında DİSK hakkında kapatma davası açılmazken, TÖS hakkında böyle bir davanın açılmış olmasının herhalde en önemli nedeni, bu başarılı genel grev ve TÖS’ün kamuoyunu etkileyen çizgisi ve mücadeleleridir. TÖS’lüleri saygıyla anıyorum.)
…
YORUMLAR
Selam Kemal bey,yazınızı dün okudum .Şimdi cevap veriyorum.Aslında size mesaj atacaktım.Özür dilemek için.Zira bir yazım üzerinde biraz yazıştık acaba canınızı sıkıp nezaketsizlik yaptım mı diye?Yazınızı samimi bir dille anlatmışsınız.Herkese eşit mesafedeyim deseniz de fikir olarak bir taraflı olmak gibi bir özelliğiniz de yadsınamaz.Olsun biz bir milletin çocuklarıyız.Ne taraftan olduğunuza değil,nasıl bir insan olduğunuza bakarım önce.Bu kadar açık yürekli olmanız kalbinizin güzelliklere hayır demeyeceğini gösterdi bana.Çok okuyorum diyorsunuz ne güzel herkes bunu başarsa ve birbirini dinlemeyi bilse inanın herkes mutlu olur.Lakin biz duygusal bir millet olduğumuz için fevri davranıp ,karşımızdakini kırabiliyoruz.Atatürk gibi bir devlet ve askeri dahi olan kişi bizim içimizden,bizden biri.Biz sahip çıkmazsak kim sahip çıkacak.Vatanı savunmuş,ülkenin bir kuruşunu kendi hesabına geçirmemiş.Bundan daha güzel ne olabilir?keşke solcusuyla sağcısıyla biz ,hepimiz kendimize bir çeki düzen versek de seksenlerde bizim yaptığımız gibi sağcısı solcusu oturup tartışabilsek.Konuşup birbirimizden fikir alabilsek.O günlerimi anımsattınız.O arkadaşlarımla hala görüşüyorum.Çünkü onlar önce insan olmak adına yaşayanlardan.Selam ve saygılar efendim.
Kemnur
Kominist değilim, lakin
Bütün koministleri severim.
Bütün devrimcileri severim.
Bütün sosyalistleri, dindarları, cumhuriyetcileri, milliyetcileri (kafatascılar değil tabi ) demokratları, hak, hukuk arayan yani düşünebilen, düşundüklerini konuşarak siddete başvurmadan anlatan bütün insanları severim. Lakin benim gibi düşünmediğin için ölmelisin, benden değilsin yaşamamalışın, baskıcı, yok edici düşünce sahibi insanlardan nefret ediyorum.
Dünya bütünleyici ve hepimize yetecek kadar büyük, sevgiyle yaşanacak kadar güzel (dir).
Her bölümü güzel ve sürükleyici. Tebrikler usta kalem
Saygılar, Sevgiler
Kemnur
Her bölümünü okuduğum, bölüm ayrımlarını başarılı bulduğum (Her biri hikaye tadında) bir romanla karşı karşıyayım. Yalnız bir detay dikkatimi çekti: Olaylar 1969 yılında geçtiğine göre (Zaten TİP'in kuruluşu 1961, Behice Boran'ın parti üyeliği 1962, 6. Filo'nun İzmir protestosu 1969) protesto edilen Kore yerine Vietnam Savaşı olabilir mi? Saygılarımla.
İlhan Kemal tarafından 1/18/2015 9:05:50 AM zamanında düzenlenmiştir.
Kemnur
28 Temmuz 1950’de, Behice Boran Eminönü’nde, Galata Köprüsü’nün başında, Adnan Cemgil Beyoğlu’nda, Nevzat Kemal Özmeriç Samatya’da, Reşat Sevinçsoy Eyüp ve Fener’de, Cemiyet sempatizanı Naci Ormanlar ise Beşiktaş ve Ortaköy’de dağıttı bildiriyi. Polis, ertesi gün Behice Boran ve Barışseverler Cemiyeti yöneticileri ile bildiriyi basan matbaacı Cemal Anıl’ı tutukladı.
UYARINIZA TEŞEKKÜRLER ...SAYGIYLA
Belkide komünist olmak kötü bir şey değildir ama terörist olmak kesinlikle tasvip edilecek bir durum olamaz. İşte kurd olmak Kürtlerin varlığını savunmak böyle kötü bir durumuda beraberinde getiriyordu. Hani bir film vardı benim adım khan ben terörist değilim diye olay biraz da böyle. ...
Baştan sona kadar güzel bir hikaye okudum ...
Sağlıcakla kalın.
Kemnur
Sevgili Hocam,
Çok güzel bir anekdotu ilgi ile okudum.
Yaşamdan kesitler , hele de içinde özel hayattan da bir şeyler varsa ,tadından yenmiyor.
Devamını bekler saygılar sunarım.
Kemnur
Türkiye çok büyük imtihanlardan geçti hâlâ da geçirmeye devam ediyor. Hakkımızda hayırlısı olsun diyorum. Yazılarda ggeçmişi okudukça ne kadar çok bilmediğim şeyin olduğunu fark ediyorum. Verdiğiniz tarihte ben 8 aylık olmalıyım. Yine severek okudum Kemal Bey. Yüreğinize ve kaleminize kuvvet diyorum. Saygılarımla.
Kemnur
Kendimi,
1980 öncesini bilmeyen, bu günümüzün heyecanlı bir delikanlısı yerine koydum ve yazıyı öyle değerlendirdim ilkin.
Ne enteresandı, ne heyecanlıydı.
İnsanların birlik olup, haklarını sonuna kadar aramaları...
Yediden yetmişe tüm öğretmenlerin...
Ne olağanüstü bir durum...
Ne kadar masum, ne kadar ,insancıl...
Keşke,
günümüzde de haklarını arayabilseydi tüm çalışanlar bu şekilde örgütlenerek...
Ayrıca,
böyle heyecanlı bir gençlik geçirmek, gerçekten çok enteresan olabilirdi...
Oysa,
hiç de böyle değil gerçekler.
Teoride, görünümde güzeldi her şey.
Herkes hak arama peşinde, boykotlarda, grevlerdeydi.
Ülke bir sente muhtaç duruma düşmüş, kimin umurundaydı?
Varsa yoksa genel grevler, hak aramalar, gösteriler, adam vurmalar, filo kovmalar...
Yeter ki devrim olsundu.
Kurtuluş devrimdeydi zira.
On yıl sonra, kendiliğinden çöküp gidecek bir rejime,
dört elle sarılmıştı o günlerde Devrimci öğrenciler, polisler, öğretmenler, işçiler,vs...
Mok yoluna her gün 20-30 öğrenci pisi pisine öldürülüyordu.
Velhasılı kelam, ülke gerçekten inanılmaz bir kaos içine itilmişti.
Kötü günlerdi.
Allah,
bu ülkeye öyle günler yaşatmasın bir daha inşallah.
İnsanın içinden, o günleri kaleme almak dahi gelmiyor.
Sözün özü,
okuduğumuz hikaye,
edebi açıdan yine mükemmeldi.
Yazarının hoş üslubu yine sarıp sarmalıyor okuyucuyu bir çırpıda,
yazının son noktasına kadar da bırakmıyor.
Ama,
anlatılan acı gerçekler,
insanın yüreğini kanatıyor.
Diliyorum, zamanımızın gençleri,
asla bu tür maceralara kalkışmaz,
saçma sapan gösteriler, bombalı pankartlar, kanunsuz hareketlerle,
o kaos günlerine geri dönmemize sebep olmazlar.
Şüphesiz,
hak her zaman aranacaktır.
Aranmaktan da vaz geçilmeyecektir.
Asla, kanun dışına çıkarak, şiddete meyil ederek olmamalıdır bu hak arama.
Yoksa adı terör oluyor.
Kemnur
TÖS'lü yoldaşları selamla anıyorum,yaşayanlara uzun ömür vefat edenlerinde ruhu şad olsun,selamla.