- 841 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Suya Yazılırmış Bazı Sevdalar
Gölün serin yüzüne yanağımı dayadım.
Yarısını kollarında sakladığı ayın, kalan yarısının suya vuran şavkından memnuniyetsiz, kıskanç bir aşık gibi somurtup duruyordu gece. Ay’ı zaptedememenin hırsıyla, hiç olmazsa yıldızların şımarık kamaşmalarını karartacak kurşuni bir bulut arar gibiydi. Derdi bendim aslında. Üstüme vuracak en küçük huzmeye tahammülü olmadığını bilirdim. Onu kendi haline bırakıp kendi halime döndüm.
Yarım olan hiç bir şeye bakamadığım gibi, aya da bakmıyordum, ama öyle yumuşak, yumuşaklığına inat öyle güçlü bir ışık yansıtıyordu ki, yol yorgunu gözlerim gölün dikkate değmez renklerini seçer oldu az sonra.
Az ilerimdeki upuzun boylu ve sık aralıklarla büyümüş sazlıkların keskin ve nemli sarısı suya vuruyor, derinlere aksetmeyen hareli bir yeşile dönüştükten sonra kıyıdan az ötede yok olup gidiyordu.
Yaz sonunun güvenilmez sarı sıcağının tadını çıkarmaya çalışan ağaç yapraklarından şanssız olanları, sonbahar gelmeden kopup suya düşmüşlerdi. Kızıla çalan renklerine çok yakışan nazlı süzülmelerle, gölün bilinmez yönlerine doğru birbirinden ayrı düşerken, yüzüme uzak yakın geçiyorlardı.
Sazların az ilerisinde, kıyıya koltuklanmış bir küçük sandal, ben gibi yanağını suya dayamış, yakamozlarla kimbilir hangi dilde sohbete dalmıştı. Benim olsa adını rûy-i mâh koyardım diye aklımdan geçirdim. Sebebi yoktu, vardıysa da galiba unutmuştum.
Bir an kulağıma çalınan, nerden geldiğini anlamadığım huzursuz fısıldanmalar, dinlemeye niyetim olmasa da dikkatimi dağıtmıştı, etrafa bakınmaktan vazgeçtim.
Doğanın bir parçası olmadığımı anlayan göl, yanağıma denk gelen sularının şaşkın, merak dolu ve ne yapacağını bilmez kıpırtılarına karşı, bilgece bir tavırla sabretmelerini söylemiş olacak ki, minik damlalar elele vererek yüzümü naif bir serinlikle tutuyor, hatta sanki ellerinden düşürmemeye çalışıyorlardı. Bir yandan da kendi aralarında bu davetsiz misafirle ilgili dedikodu ediyorlardı.
Saçlarım ıslanmaya ve ağırlaşmaya başlamıştı. Bu kadardan ibarettim, yüzüm ve saçlarım. Bedenimin geri kalanı, hayatın bana biçtiği her bir kederin peşisıra bir parçasını daha bırakarak zaman içinde yok olmuştu.
Darmadağın zerrelere ayrılmışlığına aldırmadan bitkin adımlarla sürüklenen ruhum ve onun kadim siyahına saklı yüzümle, önümüzü görmeden, hayata çarpa çarpa ilerliyorduk uzun süredir.
Yolumuz göle düştüğünde, arkamızda bıraktığımız bütün patikaların geri dönüşlere kapandığını bilsek de ikimizin de umurunda değildi. Döneceğimiz, dönmek istediğimiz ya da beklendiğimiz hiç bir yer yoktu.
Çizgileri derinleşmiş, son gülümsemesini hatırlamadığı bir iklimde bırakmış yüzümün, ruhumdan sıyrılarak usulca suya değmesi bir anda oldu. Ve şimdi, gölün derinini düşünmeden sadece serinine dayanmış öylece duruyordu.
O sırada, çakılırcasına suya inen bir gece kuşu, öyle beklenmedik bir kargaşa yarattı ki, beni ürkütmemeye özen göstermek istercesine parmak uçlarına basa basa ilerleyen anlara çarparak dört bir yana saçılmalarına sebep oldu. Zaman birbirine girmişti.
Saçlarımın ıslağına sürtünerek iniş yaptığı suya beyaz kanatlarını sanki zorlanarak değdiriyor, her bir çırpınışta yarattığı dalgalanmalar, yüzümü su üstünde tutan, artık yorulmuş damlacıkların küçük ellerini bir indirip bir kaldırıyordu.
Ve beyaz kuş birden beni gördü, gagasını ileri doğru uzatarak yanıma kadar geldi. Tanrım, ne kadar da güzel bir kuğuydu.
Su içmeye indiğini sandığım güzel gözlü kuş bu kadar yakınıma gelince, kanadındaki kırığı gördüm. Göğsünün sol tarafındaki büyük yara ise sanki bıçakla açılmış gibi keskin kırmızı bir renkle başlıyor, yaradan uzaklaştıkça beyaz tüylerine karışan kahverengi hareler bırakıyordu. Yavaş yavaş akan kan, bembeyaz bedenini katettikten sonra suya değiyor ve ayın şavkını pembeye boyuyordu.
Mecali tükenmiş güzel gözlerinden sızan belli belirsiz bir pırıltı, en cılız ışığın bile artık uğramadan geçip gittiği gözlerime doğru hareketlendi. Yaklaşan pırıltıdan usulca ayrılan kırık bir acının, kirpiklerime tutunarak gözlerimdeki benzerine kavuşmasını ikimiz de hayretle izledik.
Hayat bana, aslında derin yaralıların değil, derin yaraların birbirini tanıdığını ve yaralısını peşinden sürüklediğini, bu son demlerde tuhaf bir şekilde göstermişti. Ama bunun üzerinde düşünecek halde değildim.
Hüznün en siyahına gömülü ruhum, zamanın, ne olup bittiğini anlamak için durduğu bu şaşkın halini fırsat bilerek, suya değmeyen yanağımda oyalanmaktan vazgeçip kuğunun beyazına uzandı ve kırık kanadın artık hareket etmeyen tüyleri arasında kayboldu. Gitsindi, beyaz rengin efsununu hatırlamak istiyordu belki de, gitsindi. Siyaha prangalanmış zinciri nasılsa yeterince kısaydı, çok geçmeden dönerdi.
Kendi kederine kuğunun acısını da ekleyen gözlerim bu sessiz ağırlığa dayanamayarak yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Hesaplanmamış karşılaşmalarda birbirine denk düşen iflah olmamış derin kederler susarak anlaşıyor olmalıydı ki, çıtları çıkmıyordu.
Yüzümü suya doğru çevirdim, gölün derini uykudaydı.
Alnıma nakşolunmuş adımın sessiz harfleri, itirazsız, suya teker teker dökülmeye başladı. Sesli harfler ise her nasılsa saçlarımın arasından kayıp, başımın üstünde gezinen ılık rüzgarın ıslığına tutunup uzaklaşmak istediler, başardılar da ama rüzgar az ilerde onları da suya attı.
Suskun olanların, beklenmedik cesaretinin zor zamanlarda nasıl ortaya çıktığını ve gürültücü kahramanların da aslında nasıl korkak olduklarını bilirdim. Harflerin kayboluşuyla bu bildiğimi nasıl bağdaştırdığıma şaştım ama bunu düşünecek zaman değildi. Adım da batmıştı.
Dudaklarım kıpırdadı, çok sevdiğim bir şarkıyı söylemek istiyordum. Oysa ne şarkıyı, ne de ‘’en sevdiğim’’ kelimelerinin anlamını hatırlıyordum. Parçalanarak her zerresinin bir yere dağıldığını bildiğim kalbimi boşuna yokladım, bütün en sevdikleri ve bütün şarkılarıyla birlikte yolun bir izbesinde uçuşarak kaybolmuştu.
Birbirinden çözülen su tabakaları, yüzümü açılan boşluktan geri dönüşsüz derinlere iterken, gözlerim yarı açılıp tekrar kapanıyordu. Yanıbaşımda benimle birlikte karanlığa gömülen kuğunun göğsündeki halâ kanayan yara, bakışlarıma tutunabilen son görüntü olmuştu. Gözlerimi bir daha açmadım.
Ve o an duydum. Çok uzaklardan gelir gibi bir ses, suyun derin karanlığına hafif hafif akıyor, kapalı gözlerimi kucaklayan kirpiklerimi melodik dokunuşlarla sanki açmaya zorluyordu. Mecalim yoktu, kirpiklerimi gözlerimden ayıramadım.
Kuğunun kırık kanadına sarılmış, görüp göreceği son beyazın o çok özlediği şefkatine tutunan ruhum da kulak kabartmış olmalıydı. Benim gibi tanımış mıydı bilmem ama güzel kuğu en sevdiğim şarkıyı söylüyordu.
Hüzünlü nağmeler, elemin ne terkettiği ne de fasıla verdiği, deva bulmamış bir gamzedeye seslenir gibiydi. Nereden geliyordu bu eski kelimeler de aklıma.
Keşke bir mucize olsa da, kayıp gülümsemem bir anlığına yüzüme değip geri gitse diye düşündüm. Gülümsemek istemiştim. Gelmedi, değmedi, gülümseyemedim.
Kuğuların ölürken şarkı söylediğini duymuştum. Ve işte benim şarkımı söylüyordu. Ne güzeldi, ne çok özlediğimdi, ne uzun zamandır duymadığımdı. Çok sürmedi. Sesi ağır ağır uzaklaşıyordu ve anladım ki, gölün karanlığına birbirimizden ayrı düşerek gömülüyorduk.
Gözlerimdeki ağır kederden süzülen yaşlar, suya karışıp kaybolmak yerine, karanlık derinliklerde kuğunun şarkısından, yok hayır, benim şarkımdan dökülen notaların peşine düşmek için uzaklaşıp gittiler.
Ruhum yaralı bir kuğunun kırık kanadında…
Gözyaşlarım yarım kalan şarkısının peşinde kaybolmuş..
Çizgileri birer birer dökülen yüzüm ise huzurlu bir hiçliğe kilitlenmiş halde, ayın yarısından gelen son huzmeyi de geçtik ve gölün derinindeki zifir karanlığa ağır ağır indik.
Yaşam, yüzümden çekilirken adım adım soğuyor, ben ise buza dönüşüyordum, ki gözlerimin derin hüznünde bir hayal belirdi.
Sanki bir derviş göle doğru yaklaşıyordu, kederlerin dikenlerine takılıp kalmış neyim varsa kucağındaydı. Geceye rağmen, yalnızca gün ışığında uçan yusufçuklar peşinde, yere sürünen elbisesinin eteklerinde çiçek rayihaları, dudaklarının kıpırtısında sanki adım.
Bana geliyordu, tıpkı çok eski bir zamanda dinlediğim ve hiç unutamadığım bir öyküdeki gibi, canından can vermek için mi geliyordu.
Soğuğu hissettim o an bütün vücudumda. Bütün vücudum mu? Aklım artık bana oyun oynamayı kesmiş, benden daha şaşkın, neler olduğunu izlemeye başlamıştı. Önce bedenimi, sonra kollarımı ve bacaklarımı, sonra parmaklarımı hissetmeye başlamıştım.
Gözlerimi araladım, karanlık bir sonsuzluktu bana bakan.
Uyuşmuş kol ve bacaklarımın benden bağımsız hareketlenerek yukarı doğru beni taşımaya çalıştıklarını farkettim. Hayatın çağrısını duymak istiyordum, karanlıktan korkuyordum, öylesine soğuktu ki.
Bilinçsiz bir hareketlenmeyle, hızla kulaç atmaya başladım. Ne yöne gittiğimi bilmeden gölün yüzeyine çıkmaya çalışıyordum. Gözlerimdeki keder, dervişin hayali büyüdükçe küçülmeye başlamıştı.
Ayın şavkı sarı ince bir huzme ile görünür olmuştu. Yüzeye o kadar yakındım..
Hızlanmak istedim ama bacaklarım bana itaat etmiyordu.
Kuğunun yumuşak kanatlarıyla acı çekerek de olsa ayaklarımdan çektiğini farkettim. Şarkımın o çok sevdiğim nakaratını yumuşacık bir sesle tekrar edip duruyordu. Ah, bıraksaydı ama artık beni.
Kurtulmaya çalıştım ama nafileydi. Kalbim ve gülümsemem, göle iyice yaklaşmış olan dervişin kucağından uçuşarak suya gelmiş, ellerimden beni yukarıya doğru çekmeye çalışıyorlardı. Ruhuma baktım çaresizce, kırık bir beyazda simsiyah leke gibi duruyordu, gözlerini kaçırdı. Gelmek istemiyordu.
Kuğu şarkıya ara vererek fısıldadı: Benzer acıların köşe başlarında çarpışanlar, ruhlarını birbirine emanet ettikten sonra, yollarını ayırsalar bile, bedenleri hatta kalpleri nerede olursa olsun, artık o ruhlarına eskisi gibi sahip olamazlar. Sadece, artık görülmediğini, istenmediğini, hissedilmediğini farkeden ruh sahibine geri döner.
Biliyordum, benimki de dönmüştü zamanın bir eskisinde. Öylesine ağır yaralıydı ki, ne ben ona bir şey sormuştum, ne de o bana bir şey anlatmıştı. Ve şimdi, kuğunun bembeyaz yokoluşunda ilahi bir huzur içindeydi.
Evet, onsuz gidecektim. Can havliyle yukarı doğru bir hamle daha yaptım.
Dervişin silueti göle düşüyor, ay ışığında hareketleri masalsı ve uhrevi bir görüntü alıyordu.
Elini göle doğru uzatmıştı. Beni görüyor muydu? Elimi tutar mıydı?
Kuğu şarkıya baştan başlamıştı, ne de güzel söylüyordu. Ciğerlerim tükenmiş, gücüm sonuna gelmişti. Elimi uzattım. Derviş de elini uzattı… parmaklarım parmaklarına değmek üzereydi.
Ama o, kucağında getirdiği, kederlerden arta kalan bana ait ne varsa suya bıraktı. Doğruldu.
Zamanın eskisinde kalmış bir öykünün bütün cümleleri, silkelediği eteklerinden dökülerek ağır ağır suya gömüldü.
Gidiyordu.
Gözlerimin bir kenarında büzülmüş duran keder, dervişin hayali uzaklaşıp küçülürken, eski yerini daha da ağırlaşmış olarak aldı. Oysa bir kaç kulaç atsam kuğuya rağmen yüzeye çıkabileceğimi biliyordum.
Çırpınmayı kesen kalbim, sıkı sıkı tuttuğu ellerimi bırakarak avuçlarıma, oradan da göğsüme kaydı. Ellerim aşağı düştü. Gözlerinden yaş süzülen gülümsemem, su damlacıklarının elden ele geçirmesiyle geldi ve dudaklarımın kenar gamzesine tutundu.
Teslim ettiğim o ölümcül sevdada kendine artık yer olmadığını görüp geri gelen ruhum, bu kez benim yarı yolda bırakmaya yeltendiğim kuğunun küskün beyazında suyun derinlerine uzaklaşırken, emanetimde kalansa o hep sevdiğim esmer sesiyle kulağıma fısıldıyordu: O şarkı bir ömrün hasılasına yazılmıştı, sen de benim ömrümün hası.......
Gülümsedim…
Her yer zifiri karanlıktı..
----------------------
Rüzgar durmuştu. Gölün yüzeyi, bir kaç kızıl kahve yaprağın ürkek sürüklenişini saymazsak kıpırtısızdı artık. Zaman, dağınık anlarını güç bela hizaya dizmiş, tatlı tıkırtılarla ilerliyordu.
Hiçe yapılan yolculukları, yüz yıllardır suskun bir şahidin yeknesak aldırmazlığıyla izleyen gece, üstüne başına bulaşan eksilmemizi kendi siyahında temize çekmeye başlamıştı bile.
Göl, karanlığına kattığı hikayesi meçhul yok oluşlardan mahçup, sevdiğini arayan telaşlı bir kanat çırpıntısı, ya da bir adın derin seslenişini duymak için kulak kabarttı.
En küçük bir ses yoktu.
Geride bıraktıkları hiç bir boşluk olmadığını anladığı, kesif siyahında misafir bu yapayalnız acılar için, kendi derinliğinden de derin bir hüzün hissetti.
Her şeyden habersiz tanyeri, bir yerlerde alacasına kavuşmaya başlamış olmalıydı.
Uzak bir iklimde gün doğuyordu..
Rengi ihanet kırmızısıydı..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.