- 654 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'konfeti'
‘Hayat her şeye rağmen güzel ama sorular hiç bitmiyor. İnsan ölmek üzere olduğunda dahi bir şeylerin eksik kaldığını hissedip, son kuvvetiyle yine merak ediyor, yarım kalan meseleler üzerine soru sormak istiyor. Geçen gün bir arkadaş daha kaybedince, yaşarken bu sorularla uğraşmanın pek de akıl karı olmadığının farkına vardım. Ne de olsa yalnızlığın ayrı bir cazibesi var ve ben olaya ego penceresinden bakmanın, suçu kendime itileme konusunda yardımcı olacağını biliyorum. Ayşe’yi özledim bu arada. Özlem’i de özlüyorum. Başka, başka çok özlediğim insan var; Mehmet’i de sayabilirim ama otobüs durağında tanıştığımız kedinin bu isimler konusunda pek ilgisi olmadığı aşikâr. Sevimli şey, defalarca garip sesler çıkardı. Nihayet anladım ki, beni yanına çağırıyor. Yer kar olduğu için rahatını bozmak da istemiyor. Sersem ve uyuşuk bir halde dudaklarını usta bir oyuncu gibi oynatarak ‘gel’ deyişi var ki, yanına gitmemek olmazdı. Paltomun kenarlarını koklarken, bir yandan sırtını sıvazlıyordum. Dünyanın en mutlu kedisi ve yalnızı yan yana, minibüs gelmeden önce son dakikaları beraber geçiriyorlardı. Halimden memnundum ve yanımda ona verebilecek herhangi bir yiyecek olmamasından dolayı da üzgündüm. Kirli beyaz tüylerinin üzerinde çöp tenekesinin içinden çıktığını tarif edici, yapışkan bir kuruluk mevcuttu. Elimdeki kitabı gördü. Merak edip başını kaldırdı ve kitabın ön kapağına baktı. Dudaklarını kırptığını görünce anlık bir şok geçirdim. ‘İyi kitap’ der gibi hali vardı. Fransa’ya selam çakan turuncu gözlerini öpesim gelmişti. Gitmeliydim. Cavit telsiz sesini duyar duymaz oturduğu masadan kalkmıştı. ‘Ne oldu’ diye sorduğumda, ‘olay çıkmış, iki ağır yaralı var diyorlar, dağ yolunda’ deyip, hızla tuvaletteki arkadaşı Necmi’yi alıp dışarı çıkmak için ayaklanmışlardı. İkisi de Asayiş büro amirliğinde çalışıyorlardı. Akşama Cavit hikâyeyi nasıl olsa anlatacaktı, pek de merak etmiyordum. Bazen beni de olay yerine götürdükleri oluyordu. Tabi bir iki gün sonra oluyordu bu gidiş. Bana ‘senin hislerine güveniyoruz, sence olayın faili kimdi ve nerededir’ diyorlardı. ‘Çok dizi film izliyorsunuz’ dememe rağmen, ‘yahu öykü möykü uğraşan sensin, az kurcala kafayı, bir hikâye bulursun işte’ demeleri karşısında, sırf merakları dinsin diye okuduğum yazılı rapora göre hikâye uyduruyordum. Akşama kadar can sıkıntısına iyi gelebilecek daha büyük sıkıntı, yanımdaki kalın kitaptı. İşte iş olmadığı zamanlar böyle kitaplar çok iyi geliyordu.’
-Böyle değil de, nasıl desem, biraz daha farklı metotlar denesen olmaz mı?
-Senden de bahsediyorum işte, hoşuna gitmiyor mu?
-Ayşe dediğin kişi ben miyim?
-Elbette.
-Hoş tabi de, aman s.et, ben artık edebiyatla uğraşmıyorum. Yazmak, çizmek bana göre değil arkadaş!
-Kolay değil, üç bin liran çöpe gitti. Kitap çıkardın ama bir işe yaramadı…
-Dişim ağrıyor.
-Hangisi?
-Şu arkadaki, apse yaptı sanırım.
Apsenin ne olduğunu bilmiyordum. Ayşe’ye de sormak istemiyordum. Cebimden a 4 kâğıdı çıkarıp, ona yazdığım öyküyü okutmuştum. Otobüsteydik. Okuduğu satırları gözle ben de takip ediyordum. İnsan yazdığı bir şeyleri başkasının okuduğunu görünce ister istemez hoşuna gidiyor. Ayrıca tekrar edilen hiçbir okuyuşta insan kendi yazdıklarından böyle tat alamıyor. Öykü müsveddesinin geri kalan kısmı, a 4’ün arka kısmında yazılanlardı.
‘Cavit hikâye uydurmamı bekliyordu. Yazılı raporda üç arkadaş dağ yolunda arabalarını yol kenarında park edip, içmeye başladıkları yazıyordu. Sonra belirlenemeyen sebepten dolayı T.O (32), U.K (29) ve C.P.(34)’yi vücutlarının birkaç yerinden bıçaklamıştı. İki yaralının da durumu kritikti. İş sırası Cavit’e göre bana gelmişti. ‘Madem öyle’ dedim, ‘ama bu sefer son olsun kardeşim’ diyerekten hikâyeye başladım. ‘Evet, bu sefer hikâye çok basit olacak. T olan arkadaş baymış, C’de bayanmış. Olay yerinde iki büyük rakı, on dört bira şişesi bulunmuş. Hepsi de boş. Bunlar zil zurna sarhoş. T’ye ben Taci diyorum, C’de Cavidan olsun, U’da bay olduğunda, Ufuk olsun. Taci Cavidan’dan hoşlanıyor ama bir türlü açılamıyor. Ufuk Taci’nin en iyi arkadaşı, hatta ‘kardeşim’ diye nitelendirdiği bir insan. Taci ben bir su dökeceğim diyerekten ağaçlıkların arasına doğru yürüyor ve ileride bir yerde işemeye başlıyor. O sıra tabi Ufuk’ta zil zurna sarhoş. Cavidan’a bir bakıyor, içten içe ‘of anam, göğüslere bak, gel beni ısır der gibi bakıyor’ diyen adam artık akıl yerinde değilken bunu Cavidan’a direk söylüyor. Cavidan zaten gözlerini zor açıyor. ‘Gel elle, dokun Uffuk’ diyor. Ufuk da dünden razı, Cavidan’ın göğüslerine yaklaşıyor. Önce okşuyor, sonra elini penyenin altından sokup, Cavidan’ın memelerini avuçlayıp, sıkmaya başlıyor. Cavidan’da kendini iyice salıp, yumuluyor Ufuk’un dudaklarına. Bunlar yiyişmeye başlarken, pipisini eliyle kurulayıp, elini de pantolonuna sürüp kurulayan Taci arabanın olduğu yere geri dönüyor. Cavidan arabaya sırtını yaslamış, bir memesi açıkta, Ufuk bir yandan o memeyi emerken, diğer yandan eliyle Cavidan’ın eteğinin altından kalçasını okşuyor. Taci deliye dönüyor tabi, Cavidan’a zil zurna sarhoş ve Cavidan’la kendi aralarında söz bile kesmişler. Bağırarak ve yalpalayarak arabanın içinden ekmek bıçağını çıkarıp, ikisine birden hücum ediyor. Önce Cavidan’ın açıkta olan memesine bıçağı saplıyor. Sonra Ufuk’un boynuna doğru bir bıçak darbesi indiriyor. Neredeyse şah damara yakın bir yer olduğundan, kan fışkırıyor resmen suratına. Cavidan acı içinde kıvranırken, nasıl bir kızgınlıksa, bıçağı Cavidan’ın cinsel organına saplıyor. Saplarken de ‘ne benle ne de başkasıyla bir daha yiyişebileceksin ulan’ diye de bağırıyor. Ufuk hamle yapmaya çalıştığı için de, Taci Ufuk’un sağ baldırına bıçağı saplıyor ve arabaya binip, olay yerinden hızla uzaklaşıyor. Yol kenarı kan gölüne dönüyor. Tabi araba kaputu, camın bir kısmı filan da hep fışkıran kanlarla dolu! Cavidan’ın parçalanan vajinasına ve memesine dikiş atılıyor ama o kadar çok kan kaybı yaşıyor ki, yaşaması doktorlar açısından şu an için kritik ve tabi Ufuk’un yaşamla mücadelesi devam ediyor. 0 RH negatif kanın az bulunur olması bir yana, Ufuk’ta boynundan ve baldırından aldığı bıçak darbeleri yüzünden yaşaması mucizelere kalmış olabilir. Biraz hikâyeye film tadı katalım ve Taci’nin İzmit’te yaşlı bir teyzesi yaşıyor olsun. İzmit’e kadarsa arabayla değil, otobüsle gidiyor. Araba kendisine ait olduğu için, bagajında balığa giderken giydiği giysileri giyiyor ve arabasını elbiselerle beraber yol kenarında kuytu bir yerde bırakıp, otobüse binebileceği ilçe terminaline kadar yürüyor.’
Ayşe bir yandan elimi sıkarken, diğer yandan sayıklıyor gibiydi:’ Manyaksın oğlum sen, vallahi manyaksın! Bu ne ya Allah için? Öykü değil ki bu! Sen sadist, erotik bir şeyler karıştırıp yazmışsın. Sen de benim gibi bırak bu işleri! Bize göre değil edebiyat filan. İşine gücüne bak!
O an başıma gelebilecek en kötü şey gerçekleşmişti ve sol bacağım uyuşmuş, ayrıca baldırımdan aşağı kramp girmişti. İster istemez bir saniyeden kısa sürse de bağırmıştım. Ağzımdan çıkan ‘a’ sesi otobüstekilerin ilgisini ve odağını bizden yana çevirmelerine sebep olmuştu. Yanlış anlayanlar çoktan ‘çık çık’ seslerini yükseltir olmuşlardı. İçimi acıtan Ayşe’nin parmakları arasında yırtılan a 4 kâğıdıydı. Ayşe saçmalıyordu: ‘Öykü möykü yok sana, bırak bu işleri, git ne bileyim at yarışı oyna, uğraşma edebiyatla!’
Çok iyi gelmiyor. Sözler gıdıklıyor bir an, tamamıyla kendini ona vermiş gibi hissediyorsun. Tüm ter ve ten kokusu, geçmişin üzerindeki kötülüklerle ve altındaki tozlarla geleceğe doğru sürükleniyor. Arada kalıp, geleceğe paketlenen o nümayiş sen oluyorsun. Kimse alkışlamıyor. Elektrik faturası her geçen gün daha yüksek geliyor, ısınamıyorsun. Kilowatt düşmanın oluyor. 2000 wattlık bir yağlı radyatöre tapabildiğin zamanlar oluyor. Hesaplıyorsun arada; bir saat çalıştırırsam kaç kuruş yakarım diye. Saatte iki bin watt enerji harcaması yapan bir yağlı radyatör, ayda takriben yüz yirmi lira fatura ödememe sebep olabilir. Saatte yaklaşık kırk kuruşa yakın para yakan bir radyatörü iki yüz elli saat çalıştırdığım zaman yüz lirayı geçmiş oluyorum. İki yüz elli saat on gün demek takriben ve bu süre zarfınca aya göre hesaplarsam yaklaşık günde sekiz saat yağlı radyatörümün koynuna kendimi atıyorum. Aslında uyurken açmadığım ve dışarıda olunca çalışmayan alet için hesapları alt üst edici bir sayıya da ulaşmıyorum. Yine de aklımı kurcalayan şey, elektriğin doğalgazdan mı yoksa barajlardan mı elde edildiği sorusu.
Ayşe sıcak. Üşüyorum diyor ama kendisinin ne kadar sıcak olduğunun farkında bile değil. Onun gibi biri yanımda olsaydı radyatörün power düğmesine basmazdım. Fakat o üşürse ne yapacaktım? O zaman ister istemez kombinin şalterini, kombi çalışır pozisyona nasıl gelecekse indirip veya kaldırıp, üşümemesi için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Hayali bir karakter de olsa, Cavit’le konuşmuş, böyle değişik bir cinayete mahal verecek bir olayla karşılaşmış gibi tırsmış halde yürürken, Ayşe’nin çekme halat ve kriko alacağı dükkânın yanına yaklaşıyoruz. Yan taraftaki lastikçiden arabasına kışlık lastik taktırdığını söylerken hiç de mutsuz gözükmüyor. ‘Sağlam mı’ diye soruyorum. ‘Sağlam mağlam, basınca gitsin de’ diyor… Umutsuzluğu kemiren bir günün metal gövdeli sileceklerinin zihnimi delip deştikten sonra, parlak bir tuvalin mat kenar aralıklarına kaçmış eski sevgili derilerini kurcalayan çocuksu parmaklarıyla Ayşe’nin elinde ısıttığı sarma sigarayı alırken, dudaklarım akordeon ritmiyle alt üst yalamaya başlayan, süngerimsi ve sosyalist bir delirişin haykırışını cevapsız bırakanlara inat, korkmadan botumla yürüyebileceğim kaldırımlar seçen gözlerime teşekkürü verebilecek o şahsiyeti aramaktan yorulduğumu kendime inandırdıktan ve de artık bekleyişin gelmeleri geciktiren bir sebep olduğuna kanaat getirdikten sonra yalnız kalacağım saatlerde okuyacağım o kalın kitabın tadını ruhumda duyumsuyorum. Mat, siyah, likralı bir taytın ısıtamadığı götün üzerinde, kaşınmaktan biçare olmuş kasıkların üzerine yağan pudranın o şekerimsi tadını ‘ıyk’ sesleri altında pencereden dışarı itelerken, ben de gözümde o gözlerin dışarıya açılan penceresiyle nasıl bir dünya var olduğuna dair düşünüyorum. Bir farkla! Sırtımdaki dayanılması güç, nefes kesici ağrılar dininceye kadar kendimi zorluyorum. Benim için isim önemli değil ama yine de ona bir isim koymanın çok zor olduğunu bilerekten, parlak bir gazete kağıdına atılmış meni kalıntılarının gerçek sorunu sanatın o derin hazzında keşfettiği isimsizliğin gururuyla gerçeği onun gözlerinden görüyorum. Her şeyi bilmesi gerekmiyor.
‘Ken Park’ı’ izledin mi diye soruyor Ayşe? ‘İzledim’ diyorum. ‘O ne öyle, adamlar çocuk pornosu yapmışlar resmen, insanlar sapıtmış ya’ derken, sapkınlığı gözlerinde okuduğum Ayşe’ye bakıyorum. Ruhum uyuşuyor. Sıcak bir çay ve çikolatalı ıslak bir kekin, yüksek haz kriteriyle donatılmış sevişmekten daha kolay ve keyifli olacağı tezine kim karşı olabilir ki? Keskin bir bahar havasından uzak, insanların üşümekten yoruldukları bir mevsimde rüzgarın duaları serpiştirdiği toprak üzerine yağması hayal edilen meleklere de sanırım cemre adını verenler de o haz kriterini iyi gözlemlemiş insanlar olmalı!
Yürürken ayakkabıma geçen günlerden kalma bir gazetenin on dördüncü sayfası takılıyor. Bir aptal olmamanın koşulu, önce yazgıdan pek bir şey ummamak olmalı. ‘Milli piyango biletine çıktı diye eşine şaka yapan genç kadının acı ölümü’ haberi canımı sıkıyor. Ayşe ‘niye durakladın’ diye soruyor. Ayağıma takılan sayfayı elime alıyorum. ‘Pis’ diyor Ayşe, ‘mikrop oğlum o, bırak onu.’ On dördüncü sayfada bu haberin ne işi var diye sorgulamaya başlıyorum. Bu sayfalar ekonomi üzerine haberlerin yer aldığı sayfalarken, acı ölümün şakayla karışık milli piyangoya vurduğu noktada ekonominin hangi reel politikası yer alıyor diye kafamı ısırmak üzereyken, böyle bir haberin olmadığını, yalnızca sayfada ‘milli piyango hasılatını hükümet nereye kullanıyor’ adlı haberi okuduğumu fark ettim.
Ensemdeki saçları okşuyordum. Çöp kutusundan çıkmış, yağlı ve pis kedinin tüyleri gibiydi saçlarım. Ellerim kirliydi, ağzım kokuyordu ve canım sıkılıyordu. Ayşe cebindeki kâğıt parçacıklarını havaya doğru atarken, ‘öyküne bak, konfeti niyetine uçuştu gitti’ diyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.