KARINCAEZMEZ******************
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Öğretmenimiz Fikret Bey’in lakabı “Karıncaezmez”’di. Gürültü olmasın diye, altları lastik/kauçuk iskarpinler giyer, yer döşemelerini yıpratmak istemez gibi adımlarını adeta yere dokundurmadan atardı. Öyle değnekle, gürültüyle bir işi olmazdı onun.
O, nöbetçi oldu mu, o gün her şey saat gibi tıkır tıkır yürür, hiçbir vukuat çıkmazdı. Tüm iyi şeyleri kendinde toplamıştı. İnsandan çok farklı, insanüstü bir yaratık gibiydi. İnsan bir kerecik olsun bir şeye kızmaz mı, bağırmaz mı; hadi bunları geçtik, şöyle bir kaşlarını çatmaz mı be hey adam!
Nöbetçi olduğu günler herkesi tek tek, başlarını okşayarak uyandırırdı. Ben, o gelmeden çok önce uyanmış olurdum, ama beklerdim ki, gelsin, başımı okşasın, “günaydın çocuğum,” desin… Çok hoşuma giderdi bu, o günümü bu sayede aydınlık geçirdiğimi düşünürdüm. Herkes öyle. Hepimiz, öğretmen sevgisini, ana-baba sevgisini, abi sevgisini, arkadaş sevgisini, ihtiyacımız olan her sevgiyi onda bulurduk. O, kendini öğrencilerine adamıştı.
Yatakhaneden çıkıp yemekhanenin yolunu tuttuğumuzda sırtını duvara verip dikilir, hepimizin suratını tek tek gözden geçirir, bir problemimiz olup olmadığını algılamaya çalışırdı. Hepimizin okul numarasını ezbere bilirdi. Asık suratlı birini gördüğü zaman, o öğrencinin numarasını seslenip, “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye sorardı.
Ben, ondan bu soruyu ilk duyduğumda, soruyu sorduğu çocuğun gemi sahibi birisi olduğunu sanmış, çocukla baş başa kaldığımız bir anda, çenemi tutamayıp, ciddi ciddi, “senin gemilerin mi var?” diye sormuştum. Çocuk, benim salağın teki olduğumu nereden bilsin, onunla dalga geçtiğimi sanarak, “siktir ol, git lan başımdan!” diyerek beni yanından kovmuştu.
Kafamın yarıldığının ertesi günü nöbetçi Karıncaezmez’di. Ben, onun bu özelliklerini henüz bilmiyordum. Yatakhaneden çıkmış, yemekhaneye doğru giderken işaretlerle beni çağırdığını gördüm, anlaşılan yeni öğrencilerin numaralarını henüz ezberlememişdi. . Tam o anda da yanı başımdaki bir çocuğun sorduğu bir soruya cevap veriyordum; hemen sustum.
Karıncaezmez, “sen gel bakayım buraya!” diye emretti.
Konuştuğum için azar işiteceğimi sanarak, içimden konuşmama sebep olan çocuğa okkalı bir küfür savurarak, yanına gittim.
O, başımdaki bandajı işaret ederek, şefkatle, “başına ne oldu, evladım?” diye sordu.
“Üst katımdaki ranzanın kenarına çarptım efendim,” dedim.
Merakla, “nasıl oldu o?” diye üstelediğinde, biran nöbetçi öğretmenden bahsedip bahsetmemeyi düşündüm.
Adam herkese, başımı sakarlığımdan dolayı çarptığımı söylemişti. Şimdi onu suçlamaya çalışmak gereksizdi.
“Ranzamdan kalkarken biraz acele etmiştim efendim,” dedim.
“Geçmiş olsun!” diyerek beni yolladı. “Tamam, gidebilirsin!”
Yemekhanede tabldot tepsisindeki zeytin, peynir, margarin ve reçel çeşitlerini katık ederek bol ekmekle karnımızı doyurmaya çalışıyorduk.
Karıncaezmez görünürlerde yoktu, buna rağmen koca yemekhanede çatal, bıçak seslerinden başka bir ses yoktu.Sessizlik içinde kahvaltılıklar bitirilip tepsiler bulaşıkhanenin küçük penceresinden içeri teslim edilirken Karıncaezmez de ortaya çıkmıştı. Tam da yemekhane kapısının kenarına dikilmiş, kahvaltısını yapıp çıkan öğrencilere bakıyordu.
Ben de tepsimi teslim etmiş, yemekhaneden çıkıyordum ki, herkese sadece numarasıyla hitap ettiği söylenen Karıncaezmez, tam önünden geçerken bana, “Ergin Yavuz, gel!” diye seslenmişti.
Bu gün, benimle ikinci muhataplığıydı bu, pek hayra alamet değildi. Korktum.
Heyecanlı hareketlerle yanına giderken, “yavaş, yavaş, acele etmene gerek yok evladım!” diyerek karşıladı beni. Elini omzuma koyarak yemekhane kapısından dışarı çıkarttı. Gelip geçenlere duyurmak istemiyormuş gibi, usulca, “Ali Yavuz senin baban mı?” diye sordu.
Bir an babama bir şey olduğunu sandım, “evet?” dedim sorgular gibi.
O, sevecenlikle, “baban benim köy enstitüsündeyken arkadaşımdı,” dedi. Şaşırdığımı görünce, biraz daha açıklama ihtiyacı duyarak, “senin yaşlarındayken babanla ben ayrılmaz iki arkadaştık,” diye devam etti. “Gel benimle!” diyerek, elini omzumdan çekip yanı başımda yürümeye başladı. Başımdaki bandaja çevirdi bakışlarını; onun gene kafamdaki yarığın nasıl oluştuğunu sorgulamaya başlayacağını hemen anladım.
“Ben araştırdım, soruşturdum, kafanın nasıl yaralandığını öğrendim,” dedi. Kafamın, nöbetçi öğretmenin yüzünden yarıldığını öğrendiğini sandım; ama o, “kafanı yaran arkadaşının ismini vermek istemediğin için seni takdir ederim; ama ismini bana söyle ki, bir daha böyle şeyler olmaması için ona nasihatte bulunabileyim!” diyerek devam edince, başımı bir arkadaşımla kavga ederek yardığımı sandığını anlamış oldum. Nöbetçi öğretmenden hala haberi yoktu.
“Yok vallahi öğretmenim, acele edeceğim diye kendim ranzanın demirine çarptım,” diyerek ısrar ettim.
Bu defa inanmış görünerek, “öyle olsun bakalım,” dedi.
Beni okulun malzeme ambarına götürdü. Malzeme ambarındaki memurun odasına girdik. Karıncaezmez, memura, “bu Ergin Yavuz,” diyerek beni gösterdi. “Onu sana emanet ediyorum,” dedikten sonra da çıkıp gitti.
Odada altı, yedi öğrenci yan yana dizilmişler, sessizce dikilmekteydiler. Memur, “sen de arkadaşlarının yanında sıraya geç,” diyerek bekleyen öğrencileri gösterdi. Geçip, sıranın en sonunda dikildim. Yanı başımdaki oğlanın, üst katımda yatan kibirli oğlan olduğunu görünce başımı çevirdim. O beni selam verilmeyecek kadar küçümsüyorsa, ben ona yılışamazdım ya! Neler olduğunu anlamaya çalışarak beklemeye başladım.
Ambar memuru önündeki sayfalar halindeki bir listeden, sayfaları arasında siyah karbon kağıdı döşenmiş bir malzeme alma bonosuna notlar almaktaydı. “Bir iskarpin, 40 numara, bir gömlek, 1 numara, bir kravat, bir takım elbise, bir pardösü, çorap, iç çamaşırı, mendil, çanta, üç yüz sahife sarı defter, harita metod defteri, çizgisiz, harita metot defteri, kareli, okul defteri 3 adet, çizgili, kurşun kalem, dolma kalem, mavi mürekkep, …” sonsuza dek sürecek gibi upuzun bir liste oluşturarak habire yazıyordu.
O sırada kucaklarındaki kolilerle gelen iki işçi, kolileri ortadaki sehpanın üstüne bıraktılar. “Bunlar, Sabri Yılmaz’ınkiler…”
Memur sıranın en başındaki öğrenciyi yanına çağırdı. “Sabri, gel oğlum, eşyalarını teslim aldığına dair tutanağı imzala!”
Çağırılan öğrenci hemen gidip gösterilen yerleri imzaladı.
Memur, ona eşyalara dair hazırladığı bononun bir nüshasını da vererek, “eşyalarını bu listeyle karşılaştırarak dolabına yerleştir, eksik bir şey çıkarsa hemen gelip bana haber ver, emi!” diye tembih etti. İşçilere, “çocuğun kolilerini dolabına kadar götürün!” diye emrederken bir başka listeyi de onlara teslim etti. “Döndükten sonra da şunları hazırlayın!”
Olanlardan anladığım kadarıyla öğrencilere giyecek ve kırtasiye yardımı yapılıyordu.
Nihayet sıra bana geldiğinde de aynı şeyler oldu. İmzalarımı atıp tamamladıktan sonra kolilerimi kucaklayıp taşıyıveren iki işçinin önünde yatakhanedeki dolabımın önüne vardık. Adamlar, kolileri yere bıraktıktan sonra gittiler.
Benim dolabımdan birkaç dolap ötede, kendisine verilenleri yerleştirmekle meşgul olan kasıntı oğlanın bu defa suratı gülüyordu. Arada bir çığlık atıyordu. “Üf! Şunlara bak, gıcır gıcır!”
Ben de kolilerimi açarak içlerini boşaltmaya başladım. Kolilerin biri giysilerle, diğeri kırtasiyelerle doluydu. Ağzı kulaklarında sevinç çığlıkları atan kasıntı çocuğa, “bunları bize niye verdiler ki?” diye sordum.
“Fakir olduğumuz için,” dedi.
Gerekçeden incindim bir an; kendi kendime, “ben fakir miyim?” diye sordum. Sonra, “bunları verdiklerine göre fakirmişim demek ki,” diye karar verdim. Bunun gerçek olma ihtimalinden dolayı onurum kırıldı. Fakir, Muhittin Amca gibiysen olunur, adamcağız fakirliği yüzünden dilencilik yapmak zorunda kalmıştı; oysa benim babam bir öğretmendi, devlet babadan bir sürü maaş alıyordu. Hem Nail amcam vardı benim. Eskişehir’in en zengin adamlarından biriydi o; fabrikası, evleri, dükkânları vardı. Oğlanı azarlar gibi, “ben fakir değilim!” diye çıkıştım. Babam belki fakir sınıfına giriyordur diye düşünerek ona amcamla övünmeye başladım. “Benim fabrikatör amcam var, üç yüz tane işçi çalıştırıyor.”
Öğrenci güldü. “Benim de üç yüz dönüm sulak tarlası, besihanesinde altı yüz tane danası, davarı olan amcam var. Ne olmuş?” Eşyalarını yerleştirmeyi bitirmişti. Dolabının asma kilidini kapatıp yanıma geldi. “Buraya gelirken, annem yol paramı ondan alamadı da, muhtar amca, bakkal İsmail amca ve kahveci Recep, yol paramı aralarında denkleyip verdiler,” dedi. Dolabıma yerleştirmeye başladığım kılıkları göstererek, “Allah, devletimize zeval vermesin! İnsanın amcası bu kadar yardım etmez, acıyıp da!” dedi. Bir an sustuktan sonra, “senin amcan ediyor mu?” diye sordu.
“Çı-ıh!” dedim.
Amcalarımızın harisliğine ikimiz de güldük.
Verilen kılıkları giyinip de dersliğimize doğru giderken, koridorlarda yanlarından geçtiğim öğrencilerin pek çoğu kafalarını çevirip çevirip üstüme başıma bakıyorlardı. Eminim ki, onların arasında nice babasız kalmış, fakir çocukları vardı. Üstümdekileri, oların sırtından sıyırıp almışım da öyle giyinmişim gibi bir duyguya kapıldım.
Nazmi ile asık suratlı başlayan ilişkimiz, sonradan çok samimi bir dostluğa dönüşecekti.
…
Nazmi, Tokat Zileliydi. Babası uzun yol şoförlüğü yaparken, kaza yapıp ölmüş, Nazmi ile annesi de Zile’de anneannesinin yanına yerleşmişlerdi. Zile’deki öğretmenlerinin teşvikiyle girdiği Ankara Erkek Öğretmen Okulu sınavını birincilikle kazanmıştı.
“Ben de üçüncülükle kazandım,” dedim ona.
O ise, “ha birincilikle, ha üçüncülükle, kazandık ya, ona bak sen,” diyerek mütevazı bir tavır sergilemişti.
*
Kendim öğretmen olamamıştım, ama Ankara Erkek Öretmen okulunda, Nazmi ile üst düzeyde seyreden arkadaşlığımızı yaşadığımız yıldan yıllar sonra Balıkesir’de öğretmenlik yapan bir hanımefendiyle evlenmiştim.
Kendim Eskişehir’deki Şeker Fabrikasında memur olarak çalışmaktaydım. Eşimin, eş durumundan tayinini Eskişehir’e yaptırabilmek için Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığında İlköğretim Özlük İşlerine gelmiştik. Tam da Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinin dönemi, yani bir torpiliniz yoksa hiçbir işinizi hallettiremediğiniz bir dönem. “Olanak, olasılık” gibi kelimelerle konuştuğunuzda bile hemen solcu olduğunuza hükmedilmekteymiş, ama ben bilmiyordum bunu. Bu konuşma şeklimden dolayı, servisteki şef ve memur düzeyindeki çalışanlar habire sorun çıkartıyorlardı. İşimizi halledebilmek için sağa sola gidip gelirken, lisede Sanat Tarihi öğretmenliğimi yapan, o sıralarda ise Çankırı Milli Eğitim Müdürü olan Kamil Ateşoğlu (yoksa Kenan Ateşoğlu muydu? neyse…) (sonradan CHP Milletvekilliği de yaptı) ile karşılaştık. Elini öpüp sorduğu için derdimi anlattım, ama hep o yeni Türkçe kelimelere de yer vererek.
Beni, “evladım, böyle solcu ağızlarıyla konuşursan işiniz olmaz; konuştuğun kelimelere dikkat et, eski kelimeleri kullan,” diye uyardığında öğrenmiş oldum kullanılan kelimelere göre solculuk teşhisi konulduğunu.
Hocam da, kendisinin CHP.li olarak tanındığı için bize bir katkısı olamayacağını söyleyince umudumu iyice yitirip, eşime, “verelim dilekçemizi evrak kayıta, gidelim. Bir torpil arayıp bulalım. Olmazsa ben tayinimi Balıkesir’e yaptırırım,” dedim.
Dilekçenin kaydı alınmadan önce İlköğretim Genel Müdürü tarafından “uygundur” diye paraf edilmesi gerekiyormuş, çıktık adamın katına, evrak imzalatmak için bekleşenlerle birlikte girdik odasına. Masasında noter katibi edasıyla habire imza atan İlköğretim Genel Müdürünü hemen tanıdım. O, Ankara Erkek Öğretmen Okulunda geçirdiğim bir yılın can ciğer dostu Nazmi idi…
İmza atarken beni tanımamıştı. Ona kendimi tanıtıp tanıtmamak arasında kararsız kalarak imzamı arttırdım. Bana, “sizin evrakınızda bir problem var. Şu arkadaşları yollayıncaya kadar bekleyin de, probleminizi düzeltmeniz için yardımcı olayım,” diyerek bize odasındaki iki koltuğu gösterdi. Geçip oturarak beklemeye başladık.
Nazmi, imza şöleni tamamlanıp da odası boşalınca sekreterine, “içeri kimseyi salmayın!” diye talimat vererek ayaklandı.
“Ulan Ergin! Nereden çıktın sen ulan?” diye çığlıklar atarak yanıma geldi, beni büyük bir hasretle kucaklamaya başladı.
Az önce tanımazlıktan geldikten sonra bu mesafesizliğinden dolayı geçirdiğim şaşkınlığı fark ederek, “kusura bakma, milletin ortasında mesafeli durdum,” dedi. Beni bırakıp eşime döndü. “Hoş geldiniz hoca hanım!” diyerek tokalaştı.
Eşim çekingen, “hoş bulduk, efendim!” derken, o hemen çıkıştı.
“Baş başayken makam mevki yok, tamam mı?” Eşimin tokalaştığı elini bırakmıyordu. “Ben Nazmi, aha bu adamın öğretmen okulundan sıra arkadaşıyım. Hem de yatakhanede ranza arkadaşı. Hala horluyor mu uykusunda bu?”
Eşim de rahatlamıştı. “hem de nasıl,” diyerek güldü.
İkisi gülümserken, ben elimdeki dilekçede ne gibi bir sorun olabileceğini düşünüyordum. “Nazmi’ciğim biz bu dilekçeyi evrak kayda verecektik ya, problem var deyince sen…”
Elimden dilekçeyi aldı, masasına geçti, dahili telefonla bir yere telefon etti. “Odama kadar geliver!”
Çok geçmedi, odasına gelen yardımcısına beni tanıttı. “Ergin bey, okuldan kardeşimdi, Saitçiğim. Eşinin tayinini Eskişehir’e yaptırıver hemen, emi!” dedi.
Sait, dilekçeyi aldıktan sonra çıktı gitti.
Nazmi, “Sizin işiniz tamam,” dedi. “Evinizi Eskişehir’e taşıyın siz…”
“Bu kadar çabuk mu?”
“Biz hızlı servisiz,” diyerek güldü. Saatine batı, “öğlen oluyor,” dedi. “Çayı kahveyi yemekten sonra içeriz. Haydi, lokantaya gidelim.” Ayaklandı.
İtiraz edecek oldum. “Biz izin isteyelim…”
Hemen çıkıştı. “Ne münasebet? Akşama da buradasınız daha. Hanımları tanıştırmayacak mıyız?”
*
Bir de Zile’den adam çıkmaz derler. Yılanı Zileliyle aynı çuvala koymuş, yılan, “imdat Zileli!” diye bağırmış, diye fıkralar üretirler. Onlar gelsinler de adam görsünler!
İyi çocuktu Nazmi.
Adam olduktan sonra da “iyi” kalmıştı.
Helal olsun ona!
*
Karıncaezmez, “Tahir’ciğim bu sana bahsettiğim Ergin Yavuz,” diyerek tanıştırdığı adam, masasının önünde oturan bir başka adama bir şeyler anlatıyordu ki, lafını kesti, adama, “devam ederiz hocam,” diyerek bizi karşıladı.
“Ali’nin oğlu?”
“Evet!”
“Hoş geldin delikanlı!”
Babama ne kadar da benziyordu. İkisi de kırk yaşında, kavruk, zayıf, ama yakışıklı. Yoksa, gerçekten de amcam mıydı?
“Hoş bulduk Tahir amca!” diyerek eğilip elini öptüm.
O, tutamadı kendini, güldü, “Tahir amca mı?” diye sordu. “Baban mı bahsetti kardeşliğimizden, ha?” Çok değişik bir diksiyonu vardı, etkileyici, tıpkı şiir okur gibi.
“Yok efendim,” diye izah ettim ona; “Babam pek bahsetmez böyle şeylerden. Fikret öğretmenim anlattı.”
“Tamam,” dedi Fakir Baykurt, “ben senin Tahir amcanım…” Bizi masası önündeki diğer koltuklara oturttu. “Baban Ali, öz kardeşim kadar kardeşti bana! Eskişehir’deymiş, ha?”
Bu “ha?” soru sözcüğünü ikidir kullanması dikkatimi çekmişti. “Eskişehir’de efendim,” diye cevap verdim ona.
“Vay benim canımın içi abim. Bir de özledim ki…” Karıncaezmez’e döndü. “Abi, ansızın bir ziyaret edelim mi şunu, ne dersin?”
Ben, bu önerinin gerçekleşmesi ihtimaliyle sevince belenirken, Karıncaezmez ona sitem ederek, “çok edersin!” diye çıkıştı. “Sendikadan fırsat bulabilecekmişsin gibi… Sendikal olaylar daha çok enterese ediyor seni.”
“Enterese etmek de ne demek, ha?” diyerek güldü. “Şu Türkçeyi katletmeyin yahu…”
Karıncaezmez, “Sendika olayları daha çok ilgilendiriyor seni,” diyerek düzeltti.
Fakir Baykurt, “ya, ne demezsin, o bizim her şeyimiz. Gene de bir fırsat yaratalım basalım şunu be, burnumda tütüyor vallahi…”
“Eh, sendikadan vakit ayırırsan gideriz.”
“Sendika ya… Sana da dedik gir yönetime diye ama kaytardın, ne güzel işlerimin yarısı yıkardım sana,” diyerek gülmeyi sürdürdü.
Karıncaezmez de gülerek, “oradan kaytarmasaydım, başka yerlerden kaytarmam gerekecekti,” dedi. Onun, okula, öğrencilere adanmış hayatını düşününce ne demek istediğini anlamıştım.
“Ben de, hocama Kayseri Alemdar Sineması’ndaki genel kongreyi anlatıyordum geldiğiniz de.”
“Anlat da biz de dinleyelim o halde!”
Fakir Baykurt, “tamam,” dedi. “Önce, Ergin’e hediye paketini vereyim de…” Masasındaki zili çalıp az bekledi. Yaşlı bir müstahdem geldiğinde, “şu hediye paketini getiriver Sami!” dedi. Sami dediği adam çıktıktan hemen sonra kucağında büyükçe bir koliyle geldi. “Koy delikanlının yanına!” Adam hediye paketi denilen koca koliyi oturduğum yerin yanı başına bıraktı. “İçinde benim kitaplarım, dergiler ve birkaç kırtasiye var.”
“Teşekkür ederim efendim!” Geldiğimizde yaptığım gibi,bu defa Tahir amca diye hitap edememiştim.
O, büyüklerle konuşmayı sürdürerek, “... kongrenin toplanma zamanına yakın iki camiye ve bir imam-hatip okuluna bomba atmışlar. Allahsız komünistler camileri bombaladı ve komünist öldüren cennetlik olur, propagandası yayılmış Kayseri’ye… Çok kısa bir sürede binlerce kişilik bir linç kalabalığı sinemanın önüne toplanmıştı. Tam o arada, ben de açılış konuşmasını yapıyordum. Dursun, kulağıma, gericilerin, bağnazların saldırısına uğramak üzere olduğumuzu ve büyük bir kalabalığın kongremizi basmak için şu anda sinema kapısına çok yakın bir yerde olduklarını, söyleyince bu bilgiyi ben de salondakilere aktarmıştım... derken milisler tekbir getirerek yaklaşık 800 öğretmenin toplandığı salona taş ve gazlı paçavralar atmaya başladılar, top yekün taarruza geçtiler. On binlerce öfkeli, ne yaptığını bilmez bağnaz, beş katlı sinemaya saldırdı. Bulabildikleri her şeyi yakıp yıktılar. Pencerelerden dumanlı, sisli yalımlar yükseliyordu. Bu arada, yalımlar arasında genç bir öğretmen boğulmak üzere, parça parça sesiyle bir marş söylüyor, üzerinde yağan taş ve şişeleri görmüyordu sanki. Marşın boğuk ezgisi, yalımların çatırtısına, on binlerce öfke-korkunun uğultusuna karışıyordu. Sinema ateşe verildi, öğretmenlere saldırıldı. Askerin çabuk müdahalesi sayesinde öğretmenler kordona alınarak tahliye edildiler. Neyse ki kimse hayatını kaybetmedi. Beş yüze yakın yaralı vardı ama...”
Ağzım bir karış açık dinlemiştim anlatılanları. Duygularıma yaşanmış olan vahşet hükmederken, Tahir Amca’nın babamdan da büyük bir adam olduğuna karar vermiştim.
O, sadece dünya çapında bir yazar değil, halkı ve öğretmen meslektaşları için, babam için, savaşan bir kahramandı.
*
YORUMLAR
Bir diyarın işgalci duygularını kendinde barıştıran, ufuk çizgisini gözleriyle oluşturan, ve belki de içimizdeki sevgi insanını, kendinde bulunan aklı, eğiterek adam eden….o ! Böyle başlar küçük çocukların adam, insan olma hikayeleri. İşte o hikayenin ilk yazarları, iz bırakanları öğretmenler(dir)
İlk ( yalancı dünyanın) yabancı şefkatinin, sevginin, var olan duygularımızın karşılık bulduğu modeller…
Ve hain düşünceler, dinin kelepceleriyle duvara vurulan izleri... Tarih kaç Madımak olayını dinin odalarında toplayarak insanı rezil etti ? Düşünceleri dinin köleliğine veren zihniyetlerin durumu ortadayken, hala bilimi mumla arayan kör zihniyetler ...
Yeni Türkiye'nin yeni dünyası, umarım Atatürk'ün dünyasından uzaklaşmaz. Her adım yeni Madımaklara gebe.
Öğretmenker ! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır. K.Atatürk
Saygılar, Sevgiler
Kemnur
Gününüz aydın olsun "KEMNUR" hocam. Gün görmüş eyyam geçirmiş insan olduğunuz yazınızdan da belli. Boşa usta öykü yazarı değiliz, besbelli.
Bu arada torununuzu Allah bağışlasın, tebrik ederim.
Güne düşen yazınızı naçizane kutlarım.
Yüreğiniz solmasın, kaleminiz daim olsun dilerim.
Nermin Kaçar
le büyütün bebeğinizi.
Nermin Kaçar
Bir tutam hayat
Allah, uzun ve sağlıklı bir ömür versin.
Dedesine güzel günler yaşatsın.
CaNMaYBuLL
Bende :
Allah analı babalı büyütsün. Vicdan sahibi, dürüst bir insan olmasını diliyorum.
Sağlıklı, uzun ömürler dedesiyle diliyorum.
Yazınızı okurken bazı satırlarda okul yıllarımı hatırladım, gülümsedim.
O yıllarda oldukça zayıf, çıtı pıtı bir kızdım ama Allah selamet versin cinsinden hani. Olmadık anda bütün okulu ayağa kaldırabilecek cinsten bir kız. Okulumuz da İstanbul'un tanınmış bir kız lisesinin orta okul bölümü.
Bizim söylemimize göre, zamanın evde kalmış hocalarından biri sürekli benimle zıt gidiyor... Ufak tefeğim ya. Söylediklerime arkasını dönüyor duymamazlıktan geliyor. Bir sustum, iki sustum, üçüncüsünde vay haline. Başkalarına göre sizin yazıda bahsettiğiniz gibi "Karıncaezmez Mualla Hocanın " yanına gittim.
-Hocam, sizin renginiz de bir tuhaflık var. Dedim.
-Ne münasebet. Dedi.
Kulağına yaklaştım, siz hiç evlendiniz mi hocam? Dedim.
Geriye doğru çekti kendisini, şaşkın şaşkın suratıma baktı.
-O da nereden çıktı şimdi. Hem sana ne bundan, bir kırtik boyunla aaa üstüme iyilik sağlık. Otur bakayım yerine.
Tekrar kulağına yaklaştım. Bakın benim bir ninem var, size bir muska yapar. Tabi isterseniz yani. Bir hafta sonra düğününüze çağırırsınız bizi.
-Otur bakayım yerine, terbiyesiz.
Oturdum.
Son ders bitmek üzereydi ki, sınıfa nöbetçi öğrenci ile haber yolladı odasına çağırdı. Eyvah dedim kesin Disiplin Kuruluna gidiyorum.
Kapıyı tıklattım...
-Gel bakalım güzel kızım, siz nerede oturuyordunuz?
Sevgiyle kemnur.
Kemnur
Ruhumuzda ci lik olduğu için bu hale gelmedik mi? Atatürk' ün başlattığı Köy Enstitülerini binbir oyunla yok etmediler mi? Oysa Köy Enstitüleri geleceğe atılan büyük bir yatırımdı. Ülkenin gelişmesini sağlayacak pırıl pırıl öğretmenler yetiştirmekti. O öğretmenlerin yüreğinde öncelikle vatan sevgisi, idealistlik vardı. Babamdan biliyorum. Babam Arifitye Eğitim enstitüsünün ikinci mezunuydu. Bana bir anısını anlatmıştı da ağlamıştım o gün. Dedem gariban bir köylüydü. Babamın öğretmen okuluna gitmesine rahmetli amcam vesile olmuş. Kendisi de sakattı zaten. Babam zor şartlarda okula başlamış başlamasına. Ertesi yıl defter alacak parası yok tabii ki. Okumak istiyor çünkü başka çaresi de yok, üstelik gerçekten istiyor öğretmen olmayı. Eline silgiyi almış ve bütün defterlerini silerek üstüne yazmış. O şartlarda okumuş. Hiç bir öğrenciyi dövmezdi. Çok nadir kızardı. Hatta bir öğrencisinin annesi onun için " Ya bu öğretmen altına bir kucak odun atıp yaksan bile kızmaz " Demiş. Çok gülmüştük o sözlere. Yorumun neredeyse bir öykü oldu. Teşekkürler Kemal Bey. Çok güzeldi.Saygıyla.Muhterem eşinize de selamlarımı ve saygılarımı iletinn lütfen.
Kemnur
Nermin Kaçar
Bu uzun hikayede,
üç noktaya yoğunlaştı düşüncelerim, duygularım.
Birincisi, o sarı hesap defteri idi.
Gözlerim doldu nedense o cümleyi okuduğumda.
Uzun yıllar öncesinin, yoksul zamanlarına akıp gittim.
İkincisi,
dostluğun, gerçek arkadaşlığın mutlu eden realitesi idi.
Düşüncen, fikrin, siyasi görüşün ne olursa olsun,
gerçek arkadaşlığın kıymetini bilebilmek güzel şey.
Üçüncüsü,
sol bir sendika toplantısını basan gericiler...
O dönemleri yaşayan,
gerçekleri bizzat gözlemleme fırsatı bulan biri olarak,
tebessüm ettim yazıyı okuyunca.
Bu ülkeyi, kızıl Komünizmin kucağına yuvarlanmaktan kurtaran bir tepki topluluğu idi adı geçen gruplar.
Yöntemleri doğru mu idi?
Yanlıştı tabiki ama,
belki de o gün, onları yapmak gerekiyordu.
Gerçi,
dünyanın en güzel, en adaletli sistemi diye sunulan o rejim,
on yıl daha dayanabildi, ardından kendi çöküp gitti ya...
O tarihlerde boşu boşuna ölen vatan evlatlarına yazık oldu.
Ve de karşılıklı asılan...
Kemnur
Koca usta yazınca güzel yazıyorsun. Gerçi biraz uzun mu oluyor ne?
Başlayınca da bırakamıyorsun su gibi akıp gidiyor.
Ahh ... O yatılı okullar ah...O yıllar ne yazmakla , ne de anlatmakla biter.
Hoşça kal dostum...