- 974 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
YAKILACAK ROMAN!
YAKILACAK ROMAN!
Patika yola saptı. Bir an evvel ulaşmalıydı hedefine. Dikenlerin, çalıların bacaklarına sarılması umurunda değildi. Nefesi yükseldi ama adımlarını daha da hızlandırdı. Elindeki poşeti yukarı kaldırmış, havada tutuyordu.İçindekiler, çok önemliydi. Beş tane kağıttan uçak bir de bir hafta boyunca uğraşıp didinerek başardığı uçurtma vardı. Her ne kadar ağabeysi, annesi niyetlenmişlerse de yardımlarını geri çevirmişti. Kendim yapmalıyım, kendim başarmalıyım, diyordu heyecan ve hırsla. Tutku ve azim birlikte olan sevgili gibiydi onun için. Bu üçüncü denemesi olacaktı, kağıttan yaptığı uçakları ve uçurtmasını göklerde havalandırması için. Birincisinde annesinin, ikincisinde ağbeysinin elleri değmişti ama talihsizlikler hemen kendini göstermiş, henüz ramazan topunun tepesine çıkamadan hevesi kursağında kalmıştı. Uçurtma, çalılara takılıp yırtılınca annesinin; daha göklerde süzülmeden rüzgarın hışmına uğrayıp yere çakılınca da ağabeysinin emekleri heba olmuştu. Her denemede bir eksiklik ortaya çıkıyordu. Ağabeysinin hatası; kuyruğu kısa yapmasıydı. Annesininkinde ise kendi beceriksizliği ile çalılara yem olmasıydı.
Seher Hanım, sıkı sıkı tembihlemişti arkasından;
“ Dikkat et, uçaklarınla birlikte damların üzerilerine süzülmeyesin.”
“Tamam tamam, merak etme ana. Bana bir şey olmaz.”
Ana yüreği, hiç dayanabilir miydi. Ne sıkıntılar çekmişti büyütmek için. Murat, Güllü, Mustafa. Üçü de gözlerinin nuru gibiydi. Saçlarının bir teline bile zeval gelsin gönlü razı olmazdı. Her ana gibi yememiş yedirmiş,içmemiş içirmişti. Şimdi sarkık ve solgun hale gelmiş olan memelerinden hayat fışkırtmıştı onlar için.
” Dikkat et! Dikkat et! Dikkat et! Yoksa canından olursun”
Kalenin düzlüğüne adımını attığında ter içinde kaldı ama sağ salim tırmanmanın iç huzuruyla kendine güveni bir kat daha arttı Mustafa’nın. Uçurtmasının ve kağıttan uçaklarının yapımını kotardığında; yavaş yavaş kendi gücümle her şeyi başarabilirim diye güven doğmuştu içine. Başarılı olmanın filizleri yeşeriyor, tomurcukları patlıyor gibiydi sanki…
Kabaran göğsü kalkıp iniyordu. Nefesini toparladı. Gelişi güzel etrafı tetkik etti. Bu tetkik benden başka kimse var mı arayışı ve korkusuydu. Ağaçların altında kadınlı erkekli,çocuklu birilerini görünce rahatladı, korkuyu üzerinden savdı böylece.Güneş tam tepede olmasına rağmen rüzgar efil efil esiyordu. Halbuki mahallesinde sıcak bunaltıyordu insanı. Danişment Kralı’nın süt banyosu havuzuna yaklaşınca durakladı. Kuzey tarafındaki Kuz Mahallesi’ne doğru uzanan mağara deliklerini birileri inceliyorlardı. Havuzun etrafındakiler de kendi aralarında tarihi özelliklerden konuşuyorlardı…Havuzun dibi taşlarla öbek halindeydi. Biriken sular, öbeklerin yarısına kadar dolmuş ve yosunlaşmış görüntüsüyle çirkinlik arzediyordu. Mahalle arkadaşlarıyla birlikte girmedik delik bırakmamışlardı Niksar Kalesi’nin içinde. Hatta kalenin olası kuşatma esnasında dışarıyla irtibatını sağlayan gizli tünellerin ortalarına dek gitmişler, korkudan geri dönmüşlerdi. Yarasalar başlarında pır pır diye uçuşmuşlar, fareler ayaklarını tırmalayıp kaçışmışlardı. Yemek yapılan mağaraların duvarlarına yapışmış duman isleri, hala güncelliklerini yansıtıyorlardı. Ramazan Topu’nun bulunduğu doğu tarafına doğru yöneldi. İlerideki tümseği de kaymadan,yuvarlanmadan çıkarsa tamamdı. Ondan sonrası özgürlükler ; uçurmasını ve kağıttan uçaklarını serbest bırakacaktı…Bayırı tırmanırken ayağı kaydı ama tedbirliydi. Yere yanlamasına düşmüş biraz kaymıştı ama elindekilere zarar gelmemesi pahasına kendisini zorladı, yakınındaki taşa ayağını dayayıp durdu. Etrafına baktı, aşağıdan birileri geliyordu ama onların yardımlarına gerek kalmadan hemen toparlandı, bir şey olmamış gibi kalktı ve ramazan topuna doğru devam etti. Az sonra hedefine ulaştığında esinti yüzünü okşamaya başladı. Teri akmadan yüzüne yapıştı. Topun bulunduğu düzlükte bağdaş oturup biraz dinlenmeyi yeğledi. Aşağıları kuşbakışı süzdü. Şimdi Niksar bütün ihtişamıyla ayaklarının altındaydı. Karşıbağı Mahallesi tam karşısındaydı. Bir köprü olsa yürüyerek gider, ya da havuz gibi suyla dolu olsa yüzerdi. Derebağ Mahallesi, güneşin doğduğu tarafta boylu boyunca uzanıyordu Zera Köyü’ne doğru. Kendi Mahallesi Kaleiçi ise ayaklarının dibindeydi. Güneşin battığı yönde Kelkit Irmağı , bir yılan gibi kıvrılarak Erbaa’ya doğru yoluna devam ediyordu. Yemyeşildi Niksar Ovası…Yemyeşil… Kalktı, topun ateşlendiği yere oturdu. Şimdi uslu uslu duran bu demirden yapılı boru, Ramazan Ayında patladığı zamanlar, camlar şakır şakır ediyordu.
“ Aman oğlum dikkat,” dedi oradan geçen iki kişiden orta yaşlı olanı.
Güneş, gökyüzünün maviliğindeki tek bulutun arkasına gizlenince esinti biraz daha arttı. Tam da Mustafa’nın beklediği ortam oluşuyordu. Esinti hızlansın, rüzgara dönüşsün istiyordu. Kağıttan uçakları ve uçurtması için gökyüzüne hakimiyet kuracaktı…
Topun uç kısmına yaklaştı, bir adım daha attı ama kendini emniyete aldı, diğer bacağını, borunun altına sıkıştırarak. Bir adım daha atsa aşağıya doğru yuvarlanması an meselesi bile değildi, doğruca evlerinin bahçelerine kadar.. Annesini bahçede görür gibi oldu. Evden çıkarken çamaşır yıkıyordu. Çamaşırlar, ipe dizilmişlerdi.
Nefesini içine çekti. Dikkatini toparladı. Sırtına astığı uçurtmasının emniyet ipini boynundan çıkarmadan elin tuttuğu poşetteki kağıttan uçaklarından birini çıkardı, kanatlarını yukarı kaldırdı, kuyruk kısmına doğru okşadı sonra kokpitinden öptü, kolunu yukarı kaldırıp uçuş vaziyeti aldırdı, uçağına. Esintinin yönüne göre kafasında hesapladığı rotaya göre fırlattı. Önce yukarı doğru irtifasını artırdı, sonra yönünü Arasta Çarşısı üzerinde altın kemer gibi yükselen Yılanlı Köprüsü’ ne doğru çevirdi. Uçtu, uçtu, uçtu…
“ Hey yavrum be! Aslanım benim! Diye gürledi boşluğa doğru. Zevkten kendinden geçti Mustafa. Tam da istediği gibi süzülüyordu kağıttan uçağı. Bir müddet sonra bahçelerine yakın bir yerde iki tarihi evin arasında yitti. Pencerelerinin bazıları kafesliydi evin. Çift kanatlı, aslan figürlü demir tokmaklı çift kapılı evin ön cephesinde geyik boynuzu asılıydı. Rumlardan kalma demişti babası, konuşmasının birinde. Niksar’da çok önceleri Rum’ların yaşadığını, bir tarihten sonra da Yunanistan’da yaşayan Türklerle buradaki Rum’ların yer değiştirdiklerini de söylemişti babası. Her şeyi biliyordu babası. İkinci dünya savaşını bile tarih öğretmeni gibi anlatıyordu. Hep bu anlatılanları kafasına yer etmiş, bülbül kesilmişti sınıfta. “ Biz Almanlarla, Bulgarla İttifak halindeydik. Çanakkale’de hezimete uğrayan İtilaf Devletleri, ne yazık ki biz savaşta yenik sayılınca ellerini kollarını sallayarak, boğazı geçip İstanbul’u işgal ettiler…Sovyetlerde komünist devrim olunca, Kars’ı, Erzurum’u, Ardahan’ı bırakıp çekildiler…”
İkincisini de aynı şekilde öpüp okşadı. Fırlattı boşluğa doğru. O da bir süre sonra rotasında süzülmeye başladı. Mustafa, adeta kendinden geçiyor, sevinç çığlıkları atıyordu.
“Oleyyy!”
Üçüncüsü, öncekiler gibi nazlı nazlı uçamadı. Rüzgar kesilmişti sanki. Biraz beklmeyi yeğledi. Kendi bahçelerine doğru baktı. İpteki çamaşırların sayısı artmıştı. Bahçedeki çamaşır ateşinin dumanları Kızılderelilerin ateşi gibi dalga dalga yükseliyordu kaleye doğru. Şimdi sonuncu kağıttan uçağa sıra geldi. Onu da havalandırdıktan sonra uçurtmasıyla saatlerce baş başa kalacaktı.
Sonuncusunu da aynı heyecan ve dikkatle boşluğa fırlattı. O da diğerleri gibi irtifa kazandı yukarı doğru. Sonra yönüne Çilhane Meydanı’na doğru çevirdi. Bu, diğerlerine göre uzun uzun süzüldü. Askerlerin nöbet tuttuğu etrafı tellerle çevrili betondan yüksek duvarları olan alana doğru yaklaştı. Bu sefer farklı heyecanlanmıştı. Annesi askerle için “candarma,” diyordu. Niye beklerdi bu candarmalar, bu betondan çevrili yeri? Suçlular, kaçmasınlar diye nöbet tutuyorlar, diyordu annesi. Nöbet, suçlu kelimeleri, kafasını kurt gibi kemirmişti birkaç yıl öncesine kadar.
“ Suçlular, kaçmasınlar, diye bekliyorlar senin anlayacağın, demişti yine.
Öff, bir şey anlamış değilim. Neden suç işler insan? Kimler, suçlu olur, mesela ben suçlu muyum,sen suçlu musun?
“Katiller, hırsızlar, sapıklar.”
Katiller, hırsızlar, sapıklar ha. Bir türlü belleğinde analiz edemiyordu, bu kelimelerin ne anlama geldiğini. Bir iki yıl, bu gizemli kelimeleri, cümlelerle didişip durmuştu. Sonrasında belleğine ne demek oldukları kazınınca dünyası değişmiş, uykuları kaçmıştı. O bir hırsız, o bir katil, o bir sapık olmak istemiyordu. Asla…
“Tam da demirden çevrili boşluğa düştü,” diye içinden geçirdi. O boşluğa bugüne kadar dikkat etmemişti. Etrafı yüksek beton duvarlarla çevrili üstü açık boşluk.. Gelip geçiyordu yakınından ama üstünün açık olduğunu görememişti,şimdiki kadar. Hatta içeride duvarın dibince insan siluetlerinin hızlı hızlı ileri geri volta attığını bile seçebilmişti ramazan topunun üzerinden.
Son uçağı, işte o boşluğa sorti yapmıştı nihayet.” İçerideki suçlular, uçağıma atlayıp o lanet olası pis yeri terk edip kaçıp gitseler gökyüzüne doğru ve hep özgür kalsalar, “diye iç çekti. Nöbetçi asker, bulunduğu yükseklikten boşluğa doğru el kol hareketleri yapıyordu. Anlayamadı askerin devinimini…
(DEVAMI,BEĞENİLMESİNE VE YORUMLARIN KALİTESİNE BAĞLI..)
YORUMLAR
Yakılacak Roman öykünüzün 3. bölümünü okuyunca, başa dönmek zorunda kaldım.
Güzel öyküler, okurları her zaman sürükler ama önce başa, sonra ileriye.
Çok başarılı bir kaleminiz var Sn. Sarıkaya. Tahmin ediyorum ki, bunu herkesten önce siz biliyorsunuzdur.
Zaten önemli olan da, bir insanın kendine (kalemine) olan güvenidir. Kalemle aralarındaki aşk birbirlerine sıkı sıkı bağlıysa, onları kimse koparamaz. Ben sizin birkaç yazınızı okudum ki; bu aşkın derecesini fark ettim.
Yazılarınız gerçekten çok güzel. İlhama gelince: Sanırım sizi kalemin ucundaki uykudan uyandıran peri kızı.
Yazmayı hiç bırakmayın.
Başarılarınızın devamı dileklerimle.
Saygılarımla.