- 435 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
İki Maliyeci ve Kayıt Dışı Ekonomi
“Amaca kolay gelsin!” dedi, genç adam.
“Teşekkür ederim.” dedi, yaşlı adam.
Saçı, sakalı ağarmış, yüzü kavrulup yanmış, mutsuzluk ifadesi küçülmüş gözlerinde apaçık; umutsuzluk, huzursuzluk alnındaki kalın çizgilerde; yaşlı adam pazarcı esnafıydı ve altmışlı yaşlarındaydı. Küçük tezgâhı, şeker çuvalından dikilmiş ak bir şemsiyenin altındaydı ve kendisi de tezgâhın arkasındaki küçük oturağında oturmaktaydı…
Genç adamsa esmer tenli, alçak boylu ve az şişmancaydı. Takım elbisesi ütülü, mavi gömleği kolalı, boynunda yuları, iskarpinleri boyalı; yanında da bir ikizi vardı. Yani benzeri. O, yani yanındaki diğeri; onun aksine sarışın, aksine uzun boylu ve zayıfçaydı.
Bu resmi giyimli genç adamlar iki kişiydi. Esmer olan konuşuyordu, sarışın olan suskuncaydı. Elinde siyah renkli bir çantası vardı ve onu taşımaktaydı.
Faal olan, yani konuşkan esmer olan eğilip tezgâhtan bir şey aldı. Aldığı şey tahtadan bir kaşıktı. Okudu; sapında “bolca nine hatırası” yazıyordu. Kaşığın iç kısmına yapıştırılmış olan yuvarlak tablette ise eski Türkçe bir yazı vardı. Anlamını anlayamadı.
“Ne yazıyor burada?” dedi genç adam, yaşlı satıcıya bakarak. Yaşlı adam, oturduğu yerden onlara bakıyordu ve yerinden bile kalkmıyordu. “Arapça bilmem.” dedi ona, dingin bir sesle.
“Ben de bilmiyorum, ne olacak şimdi? Neyse… Amca kaç para bu kaşık?”
“İki lira.”
“İki lira mı?”
“Evet.”
“İki lira… İki liraya satıyorsun. Peki, kaça aldın? Yani bir kaşık satınca ne kazanıyorsun?”
O zaman yaşlı pazarcı; kalktı oturduğu yerden, doğrulup diklendi. Küçük gözleri biraz şimşeklendi.
“Sen,” dedi, iyi giyimli genç adama, “müşteri misin, yoksa sorgu memuru mu? İki liran varsa al, yoksa bırak kaşığı!”
Alçak boylu, esmer benizli, şişmanca adam tahta kaşığı aldığı yere bıraktı. Döndü, arkasındaki sarışın adamın elindeki siyah çantayı aldı; sonra yaşlı pazarcıya yaklaştı
“Amca senin belgelerin var mı?” dedi ona. Mutsuz adam birden huzursuzlaştı. Zaten huzursuzdu ya, anlamıştı meseleyi.
“Yok.” dedi.
“Yani, odaya kayıtlı değilsin?”
“Değilim.”
“Maliyede kaydın yok?”
“Yok.”
“Yani kaçak çalışıyorsun!”
“Evet!”
Fermuarı cırtlattı, siyah deriden ince çantayı açtı genç adam. İçinde bazı resmi evraklar vardı. Geçti yan taraftaki tezgâhın bir ucuna usulca oturdu. Çantayı dizlerine koydu, basılı evrakı çantanın üzerine, ince uçlu kalem de elinde:
“Kimliğini alabilir miyim.” dedi pazarcı esnafına. Yaşlı adam, cüzdanından çıkarıp kimliğini verdi ona. Genç adam baktı biraz. Gözleriyle okudu içinden. Demir Kazancı… Bin dokuz yüz kırk sekiz Süloğlu doğumlu… Erkek ve evli… İslam dinine mensup ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı… Sonra yazmaya başladı; “…şu tarihte, şu günde ve şu saatte, şu yerde yapılan pazaryeri incelemesinde… Şu, şu gibi malların satışını yaptığı halde… Maliye kaydının olmadığı… Tespit sonucunda…”
Genç adam bir şeyler yazıyor, yaşlı adam meraklı ve tedirgin gözlerle ona bakıyorken yanlarına birisi geldi. Kısa kollu sarı bir tişört sırtında, mavi kot pantolon altında, beyaz spor ayakkabılar ayağında, kel başı kasketli, akarmış sakalları top şekilli; ellili yaşlarında gibi. Ne var, ne oluyor der gibisinden göz kırptı kendisinden yaşlı olan adama. O da; valla bilmiyorum ki der gibi ağız büktü ona.
Yeni gelen:
“Kolay gelsin!” dedi, bir şeyler yazan genç adama. Esmerce, kısa boylu ve şişman adam o zaman yazı yazan elini durdurdu. Başını kaldırıp kaş altından baktı ona; sen de kimsin der gibi. Ama selam almadı, ses edip cevap vermedi; devam etti yazmaya.
“Beyler, siz kimsiniz?” dedi o zaman ak ve top sakallı adam ona. Yazan adam, gene durdu, başını az kaldırıp gene baktı meraklı yabancıya. Sonra:
“ Sen kimsin?” dedi ona.
Öteki:
“Sana ne!” dedi bu sefer.
“Senden bana neyse benden sana ne?”
“Öyleyse kalk tezgâhın üstünden!”
“Neden?”
“Çünkü üstüne oturduğun tezgâh benim de o yüzden…”
“Haa! Anladım. Sen de pazarcısın. Pazarcı mısın?”
“Ben pazarcıyım. Ya sen?”
“Ben de memurum.”
“Ne memuru?”
“Devlet memuru.”
“Devlet memuru…”
“Evet.”
“Memur musun gerçekten, yoksa mamur mu?
“Amca, biz vergi memuruyuz. Yani maliye… Denetleme görevindeyiz ve bu amcanın kaydı kuydu yok.”
“Kaydı yok… Yani ceza mı yazıyorsunuz?”
“Değil ya, aslında sayılır…”
“Sizin başka işiniz yok mu?”
“ Ne demek başka iş?”
“Sizin başka işiniz yok mu dedim. Yani gayet açık; ne demek, ne demek?”
“İşimizi yapıyoruz işte!”
“İşiniz bu mu sizin?”
“Ticaret yapıyor. Bire alıp ikiye satıyor ve para kazanıyor. Ama vergi ödemiyor. Kayıt dışı…”
“Kayıt dışı ekonomi dedikleri bu mu yani?”
“Bu veya bunun gibi benzerleri… Gelirin karşılığında vergini ödemiyorsan; böyle amca! Mesela sen kayıtlı mısın?”
“Tahta kaşık iki lira… Tespih bir lira… Çakar çakmaz çakan elli kuruş… Kemer üç lira, nazarlık bir buçuk lira, jilet, kumanda pili, naylon gözlük, sapan lastiği, balon… Bir dağın başında seyyar satıcı bir amca günde kaç tane satar ve kaç para kazanır? Mesela biraz çok sattı bugün diyelim ve altmış lira kazandığını farz edelim. Bire alıp ikiye satmış olsa, kazanır otuz lira. Yirmisi gider benzine, ona kalır on lira. Ayıp size! Gerçekten ayıp! Sizi bu insanların peşine düşüren devleteyse çok çok ayıp!”
“Hakaret etmeseniz… Ya da devlete karşı suç işlemeseniz…”
“Ben de seyyar satıcıyım ve dediğiniz gibi kayıt dışıyım. Bana da mı yazacaksınız ceza?”
“Şu işimiz bir bitsin…”
“Şu işiniz… Hadi be! Bu ceza yazdığınız kişi var ya; emekli bir adam o. Emekli olmazdan önce öğretmendi. Memlekete otuz beş yıl hizmet etti ve devlete otuz beş yıl vergi ödedi. Şu karşıdaki yaşlı olmayan var ya, kırmızı arabası olan… Hani bagajında fasulye, pirinç gibi şeyler satan adam; o da emekli. Emekli olmazdan önce polisti. Biliyor musun; kaç yıl hizmet etti devlete kelle koltukta ve vergi ödedi. Memurdu yani sizin gibi o da. Ben de emekliyim mesela. Yirmi beş yıl bordrolu çalıştım. Yani bordro mahkûmuydum... Devlet, maaşımdan kesip aldı vergiyi bana bile sormadan. Ben veresi çalıştım, o aldı peşin peşin…”
“Beyefendi, emekliyseniz emekli olduğunuzu… Yapmayın o zaman! Yani ek iş yapıyorsanız ve ek bir gelir sağlıyorsanız… Kaçak çalışmayın. Yani kayıt dışı kalmayın. Emeklisiniz diye devlet size bu haksızlık içeren hakkı vermiyor ki!”
“Devlet bize ne veriyor?”
“Maaş veriyor.”
“Maaş mı dedin? Sadaka olmasın sakın!”
“Şimdi… Devletin meselesini bizim çözecek halimiz yok. Ne haddimize! Bir görev vermişse bize, sorumluluğumuzu biliriz ve onu yaparız. Zaten ceza yazmıyoruz, korkma! Tespit yapıyoruz ve rapor yazıyoruz. Bir tutanak bu; yani kaydı olmayanları kayda alıyoruz anlayacağınız. Sonuçta; ya gider kaydolursunuz, ya da ticaret yapmaz evinizde oturursunuz…”
“Sen emekli olunca oturursun sıkarsa! Ya da oturduğun yere kakılan kazık kıçına batmazsa…”
“Abi, kocaman adamsın; ağzını bozmasan…”
“Sen şimdi o kâğıdı yırt ve at. Tezgâhımdan usulca kalk. Bin arabana, bas marşa ve gazlayıp git.”
“Neden?”
“Çünkü burada kaçak çalışan kimse yok!”
“Ama var!”
“Yok kardeşim! Güzel kardeşim… Geldin, gördün ve gittin… Kontrol ettin güzelce. İşin bitti yani. Kaçak çalışan kimse yok…”
“Ama var!”
“Kayıt dışını başka yerde arasın devlet. Maliye başka yerde çalışsın. Ve de adam gibi çalışsın. Parmağını yalayıp karnını doyurmaya çalışanlarla uğraşmasın. Emekli polisin iki çocuğu var; devlet bilmiyor mu bunu? Kızı on dokuz yaşında ve üniversite öğrencisi. Devletin üniversitesinde okuyor ama babasının emekli maaşı ona ancak yetiyor. Oğlu lisede henüz! Lise bitecek ve üniversiteye gidecek. Girebilmesi için özel dershaneye gitmesi lazım ve para lazım. Ama yok! Maaşı tek kızına zor yetiyor ki, adam emekli bir memur; ne yapsın! Üç kilo pirinç, dört kilo nohut, beş kilo fasulye satacak ve para kazanacak. Kolay mı sanıyorsunuz; bunca yıldan sonra ve bu yaşta bu işi yapmak. Yağmur yağarsa ıslanarak, hava açıksa güneş altında yanarak, toz duman içinde ve utanarak, sıkılarak. O öyle, bu böyle, ben şöyle… Çalışırken maaş yetmez, emekliyken sadaka hiç yetmez! Dokuz tane horoz satan köylü kayıt dışı mı? Yedi kuzu satan çoban kayıt dışı mı? Su satan, sucuk ekmek satan, boncuk satan, tahta kaşık satan, don, gömlek satan… Alan yok ya; satmaya çalışan gariban kayıt dışı mı? Geldiniz, gördünüz işte! Burada kaçıran, çalan, çırpan, yatıran, batıran yok! Onlar başka yerde. Gidin onları bulun. Onları tutun ve onlarla konuşun. Buralarda değil oralarda çalışın. Yanlış yere göndermişler sizi. Yanlış adrestesiniz ve işgüzarlık peşindesiniz.”
“Ama bizim suçumuz…”
“Yok tabii. Ama görmeyiverin, işte idare ediverin demiyorum. Kocaman biri, benim memurum işini bilir deyivermiş ama ben diyemiyorum. Biz diyemeyiz zaten. Ne haddimize senin de dediğin gibi. Size rüşvet veremeyiz mesela. Çünkü bilmeyiz. Bilsek bile beceremeyiz. Diyelim ki, becermeyi denedik; para yok ki! Para başka yerde kardeşim, başka kişilerde! Senin maaşın da az, biliyorum. Zar zor geçiniyorsun. Arkadaşının da az. Başkasının da az. Size verilmeyen de, bize verilmeyen de onların cebinde. Burada kayıt dışı diye bir şey yok! Burada çalan, çırpan yok! Kaçıran yok, aşıran yok, batıran yok. Feleği şaşmışlar, şakülü kaymışlar, dünyası kararmışlar var burada. Yani garibanlar… Gördünüz mü; tutamadım gene kendimi! Eşek arısı soksun dilimi! Neler neler söyledim size; duymasa bari yukarıda oturanlar…”
LaTekmen. 17/Mayıs/2009 Koruköy/Kırklareli
YORUMLAR
Öykünün bitirilişi konusunda Kemal Bey gibi düşünmesem de bu muazzam girişin, ilerleyen kısımlarda heba edildiğini ben de düşünüyorum. Galiba, bu tür; okuru ajite eden yazıları sevmiyorum.
Nerede o insanı içine çekip, okuru; o büyülü tasarlanmış mekanların içinde oradan oraya savuran, kahramanlarıyla bütünleştiren cümleler, nerede bu öyküdeki çıkmaz sokağa girmiş gibi sıkan cümleler!
Sağlıcakla,
Yazar "bir öyküye giriş bölümü böyle yazılır," diye ders vererek başlamış yazmaya. Gelişme bölümünde ise, yer verdiği dialogların uzun tutulması ve tekrara düşmesi sonucunda sıkıcılığa sürüklenmiş. İşlenmek istenen konu ve yaratılmak istenen acitasyon okurda soru işaretleri yaratmakta. Küçük esnafın, seyyarın gelir vergisi ve KDV yükünü iç etmesi, vergi kaçırması bu acitasyonla hoş gösterilmeye çalışılmış ve tabii olarak, gidin büyük balıklarla uğraşın, mazereti vurgulanmış. Doğru mudur, yanlış mıdır, tartışılabilir. Ama, bir öyküye bunun kurgu yapılması albenisi olan bir seçim olmamış...ve ne yazık ki öykü bir sonuç bölümü yazılarak bitirilmemiş. Öyküden istediğimi alamadığımı hoş görünüze sığınarak söylemek zorundayım saygıdeğer yazarım. SAYGILAR