- 1078 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
'gántia'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gösteriş budalası diyorum onlara ama bunu benden başkası bilmiyormuş gibi geliyor. İçeri girmeye can filan da atmıyorum. Parfümlü yüzey temizleyicinin kokusu burnuma hapsolurken, ahşaptan odaya girmiş bulunuyorum. Burada her şey ahşap! İçten içe seviniyorum. Nişanı Hilton’da yaptıkları için mutlu gözüküyorlar ama onlar da bunun bir şite yaramadığının farkındalar. Vejetaryen bir plastik tabak, ahşap masanın köşesinde mumlarla beraber sohbet ediyor.
-seni ne zaman yakacaklar kardeşim?
-bilmem, seni yemeden önce olabilir.
Gayet net bir cevap. Başımdan aşağı kaynar sula boşalıyor. Havanın derecesi önemsiz ve insan sıkılırken üşümesinin ya da terlemesinin de pek önemi kalmıyor. Donmak mı zor yoksa yanmak mı? İnsanlar yanmaktan çok korkuyorlar ama bana kalırsa yanmanın da bir eşik değeri var. O eşik değeri geçtikten sonra insan acı duymuyor. Tatlı tatlı sızlayan bir yara gibi, insan yandıkça mutlu oluyor. Acil bir ihtiyacım var ama bunu adlandıramıyorum. Burnumdaki olgunlaşmış sümüğün çıkma vakti gelmiştir ya da artık torba da iyice ağırlık yapan çişin. Aklımdan ‘çiş’ geçerken, kadın ‘şiş’ dedi. ‘Şiş kebabı çok severim.’ Gözde geriye dönse dahi hatırlayamayacak ama amcasının karısını düşünüyorum. On altı yaşında kendisinden on üç yaş büyük biriyle evlendirilirken evlilikten anlıyor muydu? Fotoğraflarda mat bir yüz ifadesinin, mimiğe ihtiyaç duyduğu karelerde aklından geçen neydi acaba? On altı yaşında bir çocuğun gerdek gecesinde erkek hegemonyasına ait bir şeyi içinde buluyor. İlk defa yabancı birisi defalarca onun vücudunun farklı yerlerinden öpüyor. Gözde hiç bunları düşünmediği için şanslı, kıvır kıvır saçlarının boynunu sakladığı köşede aklına başka şeyler geliyor. Bana biraz sonra aptallıktan bahsedecekmiş gibi bakan evin küçük çocuğunun osuruğunun kokusu burnumun direğini sızlatırken, Gözde mutfağa çoktan gitmiş. On altı yaşında evlendirilmiş yengesinin yanına gidiyor. Yengesini ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor. Başımdan kaynar aşağı sular dökülebilirken, o saçlarıyla oynaşmayı tercih ediyor. Tercihen ahşap kokusu beni bunalttığı için susuyorum. Ne yapacağını bilemeyecek kadar bilgiliyim ve bu bana daha büyük sorumluluklar tesis ediyor. Saçları birbirleriyle konuşuyor.
-sizi de benimle beraber mi taramıştı?
-aman, hiç sorma, tarak girmiyor ki saçlarına!
-banyodan sonra ıslakken kuruluyor. pisliğin gamzeleri de var.
-biz iyi ki onun saçlarıyız.
Uzayda göktaşlarından bahsediyorlar. Ne zaman hayal etsem, onları spermlere benzetiyorum. Biri gelip, dünya denen yumurtanın içine girecek ve beklenen kıyameti gerçekleştirecek. Gözde bunların farkında bile değil ama ziyadesiyle tatlı biri olmasının verdiği avantajı iyi kullanıyor. Cebimdeki mızıkaya dokunuyorum. Bu notalar güzel olabilirdi: ‘+1, -2, +1…’ Bentleri iyi çıkardığımın farkındayım ama daha hüzünlü olabilirdi, elbette blues! Uzaklardaki karalara giden koca demir yığınlarında sevdiği erkeklere el sallayan kadınları anlatan bir melodi. Önce insanın kaşına ağrı veriyor. Kaşlarından çekilirken, kirpiklerinden kanamaya başlıyor. Yemeği soruyor adamın biri. Gözde’nin yengesi cevap veriyor:’ Etli bamya yahnisi!’ Gözde seviyor, evin küçük çocuğu da seviyor. Ben dünden tokum ve gözlerimi ahşaplardan çekmeye çalışıyor.
Dışarı çıkmalıyım, dışarı. Belki beş dakikalık bir sigara molası. Her şey başlamakla başlıyor işte. Başlamasan bir sorun yok. Başladıktan sonra devam etmek zorundasın. Potansiyel enerjinin suçunu kinetikte aramanın hatta bunu mekanik hale getirip, basıncını, ısısını, hacmini de hesaba katıp, işin içinden çıkılmayacak entalpileri de olaya da ilave ettikten sonra… Hayır, dayanamıyorum. Çıkıyorum. Kesinlikle kimsenin umurunda bile değilim. Az önce oturduğum, o yumuşak, ısıttığım kanepe süngeri dahi beni çoktan unuttu. Tadacağı başka götlerin peşinde soğuyacak.
Bu güzel gidişi bana lütfeder misin?
Evlilik için de güzel sebeplerin olmalı. Sence insan neden evlenir? Hayran verici zekâsı düşük bir şakaya benzer bir soru oldu. Elbette kötü bir hafıza hepsinden öte yeterli bir cevaptı sanırım. Dahası, bir çocuk sahip olmak için onca zahmet vermek gerekiyordu. Gözde’yi iki dakika sonra unutmamın sebebi, bıyıkları olmalı. Onun da gözükmeyen bıyıkları var. Kendimi kandırmanın tek yolu, onu bıyıklarıyla hayal etmekti. İğrenç filan değildi, komik olmuştu. Az sonra Shakespeare ruhuma üfleyecek, ‘bir balad zamanı’ diyeceğim. Ceketimin cebimdeki mızıka her şey için yeterli. Öncelikle kendi sesimle içimdeki şiire üflerken, en sonda mızıka girecek ve durup, sokaktan geçen bir kediyle beraber dudaklarımı dinleyeceğim.
Nerede, nerede o güzel caddeler, sokaklar Tanrı’ım? Yerde, basit bir karton üzerine dizilmiş konusu birbiriyle alakası dahi olmayan, yoldaşlığın acı dolu devrimini hafızalarına işlemiş, saman kokulu kitaplar? İçinde hüznün tonu doluşmuş kasetler, hayran olunası bir sanatçının posteri; mesela Damia’nın posteriyle beraber kırk beşlik plağı. Her şey, güzel olan her şey nereye gitti? Yoksa lazım olur diye iyi birileri çıktı ve onları sakladı mı? Yine de iyimser olmanın acıyı hafifleten yanları var.
Ayaklarım geri gitmemeli!
Çok seviyor ama yine de gidiyor. O zaman niye gidiyorsun diye sormamalı. Seviyorsa gidiyor mu diye düşüneceksin, hayır! Ya da başka bir cevabı olmalı bunun. ‘Sevmediği için gidiyor’ cevabı da verebilirsin. Bu da eskiden neden sevdiği sorusunu ortaya çıkarır. Sonradan bir şey çıkar ve insan eskiden sevdiğini sevmemeye başlar demek aptalcadır. Seviyordur ve yine de gidiyordur. Bunu kurcalamak, olmayacak seviye de hatta buna üzülmek, kederlenmek, belki yas tutmak insanı yorar. Sevgi yormamalı insanı. Bu yorgunluk bitince de her aklına geldiğinde kalbinde bir yer sızlamaya başlar. Her seven bir gün istemese dahi gider. Bu mutlak bir sonuçtur ve her insan bir gün bu sonu beklemeli, hatta buna hazır olmalıdır.
Bitiyor, ah Tanrı’m bu yolda bitiyor. Gidilecek yerle, varılan yer hiçbir zaman el ele tutuşamadı. Bunu açıklayabilmem lazım! Bunu açıklayamazsam, üşürken, keserken yanaklarımı soğuk, nem basit bir yanılgı gibi üzerimde ağlarken hırçınca, hayır, sabit bir nokta çok tehlikeli! Gösteriş budalası karnımda göbek denilen bir nesne büyüyor, büyüyor ve her şeyi içine almak istiyor. Biraz altında, yorgun biri, ‘iyi ki içinde çocuk taşımıyor’ diye kafasını sallıyor. O da haklı, yalnız kalınca sıkılıyor ve gökyüzünü görmesini engelleyecek şeye eleştiri getiriyor. Modern bir eleştiri; ‘her zaman çardak kurulmaz, bunun yağmuru, karı var’ diye de ekliyor.
Biraz leblebi ve kabak çekirdeği alırsam keyfim yerine gelecek. Eskiden çay bardağıyla kuruyemiş alırdım. Su bardağı ile kuruyemiş almak zengin işi gibi gelirdi. Bazı bakkallar sevdiği insanlara avuçlarıyla koyarlardı. Elime aldığım küçük paket nasıl da acımasız ve yalnız. İnandığım şeyi anlatmak isterdim elimdeki küçük ayçiçeği çekirdeğine. Kabaktan ve leblebiden vazgeçtim. İkisi de kötü anılarıyla zihnimi dağıtabilirler. Yine de yazgı iyileşebilir. Taşlar kırılabilir, beton çatlayabilir, demir çitler etleri çiğnemeden bir yanardağın eteğine kapılıp eriyebilir ce enstalasyonu ceberut mozaikler sanatı yüksek, dehası fevkalade bir heykele dönüşüp, o unutulmayası anı destanlaştırabilir. Sağlıklı bir dilencinin, hasta bir başkandan, müdürden mutlu olduğu para makinesinin önünden geçiyorum. İnsan sağlıklı bir bedenle sakin ve neşeli olabilir. Zekâ doğru kavrar, yumuşak bir istenç hegemonyası özgürlüğe iter insanı. Hiçbir mevki, makam, iyi bir vicdanın yerini alamadığı gibi, sağlıklı bir insanın keyfini de hiçbir para sunamaz.
‘Yapma’ diyor, yapıyorum, bilerek ve isteyerek yapıyorum. Sokrates şimdi olsaydı, yine lüks mallara bakarak ‘gereksinmediğim ne çok şey var’ der miydi? Böyle olmak için yaşıyor olmam güzel, çünkü kaybederken artık üzülmemeye çalışıyorum. Üzülürsem de belli etmemeye çabalıyorum. En azından kendi kendime böyle söylüyorum ki, hayır, olmuyor…
Böyle olmalısın, kaçamazsın kendinden
Bunu söyledi kâhin kadınlar, peygamberler bunu söyledi;
Ne zaman parçalayabilir, ne de herhangi bir güç.
Yaşayarak kendini geliştiren, belirlenmiş biçimi.
Goethe’de çok haklı. Petronius bu yüzyılda yaşasaydı sağlam bir kapitalist olabilirdi. ‘Habes, habeberis’ sloganları olurdu zevkli ofis sikişicilerin.
Uçuyoruz. Poşetler ayakkabılarımıza takılabilir. Ellerimiz kuruyup, çatlayabilir. Dudaklarımız o güzel şarkıyı bir daha mırıldamayabilir.
Sahi, ne çok üşüyor ellerim!
-bisiklet sürerken haddinden fazla üşüyor, bir çift alabilir miyim ellerime göre.
-şöyle çeşitlerimiz var, desenli.
-sade yok mu sade, siyah, lacivert, kahverengi fark etmez.
-bunu deneyiniz.
-deniyorum. I-ıh, bu olmadı, dar, daha büyüğü yok mu?
-şu var abicim, dene bak.
-hah, tamam, bu oldu. Ne kadar?
-beş tele.
-buyur.
-bereket versin.
Şimdi oldu işte! Artık yalnızlığın tadını çıkarabiliriz.
YORUMLAR
Bir ISSIZ ADAM öyküsü. Gelinen bir toplantıdaki insanların bir plastik tabakta yiyecek ve mumdan ibaret birer halisinasyon ürünü oluşu ve hoşlanılan Gözde'nin de bunun bir parçası oluşu fark edildiğinde orayı terk etmek isteği büyüyor. Ve dönülen yalnızlıkta bir çift eldivenle yakalanan öz güven. İlk cümleden son cümleye uzanan anlatımda kendimi okuyorum...Harika bir kurgu, ve anlatım. TEBRİKLER USTAMA.SAYGIYLA...
kemnur tarafından 1/8/2015 11:01:41 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir şey var kelimelere hapsolmuş.Biri okusa da hürriyetime kavuşsam diye yalvaran kanatlı ,sihirli bir yaratık gibi.
Eminim kanatlarını açsaydı onu bir kartala benzetirdim.
Belki de martı veya bir güvercin diyebilirdim.
Sahi şeytanın da kanatları var değil mi?
Sakın...
Yok ama o bize çaktırmadan süzülür her hücremize.
Biraz zaman ve fırsat verilseydi nelere dönüşüverirdik kim bilir?
Yanarken sadece acı mı hissedilir ki, etin kokusu da fark edilir bence.
Anlayabilseydik anlatabiliridik demiş filozofun biri.
Selam ve saygı ile.