- 743 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÖL
Yüce dağın eteklerinde sazlık, bataklık bir göldü. Baharda eriyen kar suları ve yeraltı sularıyla beslenirdi. Bataklıkta yaban domuzları cirit atardı. Domuzlar, sazlık, kamışlık alanda yer içerler tıpkı camızlar gibi çamurda yan gelip yatardı. Domuzların saltanatına İtalyan avcılar son verdi. İtalyan avcılar Beretta marka av tüfekleriyle domuzları birer birer avlamış, sonra da yöre halkının necis bildiği bu hayvanları soğutmalı arabalara yükleyip ülkelerine götürmüştü.
Ülkenin fakirlik yıllarıydı. Bir toplu iğnenin üretilemediği, elli sente muhtaç olunan yıllardı. İtalyanlar yanlarında getirdikleri su ısıtıcısı, kahve öğütme ve traş makinesi gibi ev aletlerini misafir oldukları evin hanımına, beyine hediye ederdi. Bu küçük hediyeler ev halkını ziyadesiyle memnun eder, aletlerin nasıl çalıştığına akıl sır erdiremezlerdi. Bir de günlerce süren elektrik kesintileri olmasa ne iyi olacaktı. Çocuklar ise renkli ambalajlardaki çikolatalara bayılırdı. Böyle leziz çikolataları ancak rüyalarında görebilirlerdi. Bir de yaz aylarında izne gelen Almancılar böyle leziz çikolatalar getirirdi.
Devlet Su İşleri göletin önüne set çekince bataklık tamamen kurudu. Civardan iki kol halinde geçmekte olan akarsuyun yönü gölete yönlendirilince burada büyük bir baraj gölü oluştu. Böylelikle çevre ovalar için adeta bir can damarı ve özellikle su kuşlarının yaşam alanları, üreme ve çiftleşme yerleri haline geldi. Su İşleri göle ıstakoz, sazan ve turna cinsi balık bıraktı. Balıklar kısa sürede göle uyum sağladı, ıstakozlar tatlı göl suyunu sevdi. Böylelikle çevre köyler için yeni bir geçim kaynağı oluştu.
Aslında bu uçsuz bucaksız sazlık alanda bir bend yapıp, bataklığı kurutma fikri Osmanlı’dan beri düşünülen bir projeydi. Böylelikle yöre halkının yıllardır muzdarip olduğu sıtmanın da önüne geçilmiş olacaktı. Halk, bataklıkta yaşayan kazma dişli, devasa sivrisineklerinden illallah etmişti. Sivrisinekler bir ısırdı mı, iğne batmış gibi hart hart kaşındırır, kıvrım kıvrım kıvrandırırdı adamı. Sıtma almış başını yürümüştü. Sıtmalı hastalar sıcak yaz günlerinde bile dişlerini takırdatarak tir tir titrer, üzerlerine kat kat yorgan, battaniye örtülse de kâr etmez, hem de cehenneme düşmüş gibi cayır cayır yanardı.
Osmanlı çareyi dışarıdan doktor ve mühendis getirmekte bulmuştu. Alman mühendisler günlerce sazlıkta dolaşmışlar, yazmışlar, çizmişler, doktorlar hastalar üzerinde tetkikler, muayeneler yaparak neticeyi bir rapor halinde mülki amirlere teslim etmişlerdi. Görevleri biten Almanlar ülkelerine hemen dönmemişler, miryokefolon savaşının yapıldığı rivayet edilen yerdeki Roma harabelerini incelemişler, deve yükü ağırlığınca notlar tutmuşlar, resimler çekmişlerdi. Sonra araya uzun savaşlar, birbiri ardına ilan edilen seferberlikler girmiş, böyle bir bend projesinin varlığı unutulmuştu. Projeyi hayata geçirmek ise yarım asır sonra barajlar kralına nasip olmuştu.
İşte balıkçının kırk yıllık av macerası bu gölde geçti. Göl onun her şeyiydi, adeta Şems’i idi. Ne zaman canı sıkılsa, ruhu daralsa, bir arayışa girse hemen Şems’ine koşar, onunla dertleşir, onda sakinliğe ererdi. Derlerdi ki: “Anası balıkçının göbeğini gölde kesmiş.” Hanımı derdi ki: “Nikâhını göl ile kıymış, gider de gölün koynunda yatardı.” Gölden bir an olsun ayrılmak istemezdi. Bir iş dolayısıyla şehre inse, ivedilikle geri dönerdi. Sanki göl onu çağırır: “Gel, gel… sakın yaban ellere gitme, huzuru uzaklarda arama, seni en iyi ben bilir, ben anlarım, senin dermanın bendedir, benim sazlık, yosunlu kokumda, berrak sularımda, serin havamdadır” derdi.
Gölün nimetleri saymakla bitmez. Istakoz ihraç ürünü olduğundan iyi para getiriyordu. Öyle ki, avcılar bir memur maaşını bir haftada kazanırdı. Bu yüzden köye gelen öğretmenlerin, memurların “acaba bizlerde mi ıstakoz avlasak” diye düşünmüşlükleri vardır. Öyle fazla zahmetli de değil. Kafes ağların içine koy yemleri sal göle, ertesi gün de topla birer birer, mis gibi kokan göl havası da cabası…
Balıkçı, ıstakoz avlamak için fetva alma lüzumu hissetti. O zamanlar hocalar bu kadar medyatik değildi. Hele Menzil Şeyhi’nin adını sanını duyan mı var? Mürit sayısı epi topu bir elin parmakları kadar. Menzil Şeyhi, romatizma rahatsızlığından dolayı Sandıklı kaplıcalarına yeni yeni gelmeye başlamıştı. 12 Eylül ihtilâli öncesiydi ve Şeyh Efendi tutuklanıp Gökçeada’ya sürgün edilmemişti. Şeyh Efendi bir yandan mineralli sıcak sularda romatizmalarına çare ararken, diğer yandan ziyaretine gelen müritlerini irşat ediyor, ruhlarının tedavisine vesile oluyordu.
Huzura çıktı;
“Efendim ıstakoz avlamak günah mı?”
“Başka geçim kaynağın yoksa, mahzuru yok evladım.”
Balıkçının başka geçim kaynağı yoktu. Avcılıktan başka iş bilmez başka iş tutmazdı. Ziraatçılık desen, tekmil arazileri barajın altında kalmıştı. Hayvancılığa ise hiç merakı yoktu. Köylünün sürü sürü inekleri, camızları sazlıkta akşama kadar yayılırken o, ev kupkuru, sütsüz, yoğurtsuz, kalmasın diye damda bir tane montofon cinsi inek bağlı tutardı.
“Fetvayı alsan da vicdanına danış” denilmiştir. Balıkçı vicdanının sesini dinledi, ıstakoz avlamadı.
Gölden tonlarca ıstakoz avlandı. Kasalar dolusu ıstakoz geldi alım haline. Halde ıstakozlar, alıcılar tarafından ölçülür, beş cm altında olanların geri göle bırakılması gerekirdi. Kanun, yönetmelik böyleydi. Kanun yönetmeliği ise kimsenin taktığı yoktu. Istakozlar öyle alelade dökülüverdi sığ sulara. Çoğu geri dönmezdi yaşam alanlarına. Oracıkta can verip, kurda kuşa yem olurdu. Haylaz çocuklar yakalar, oyunlar oynardı onlarla. Çocuklar ıstakozu ellerine alır, kuyruk bölgesine dokunarak bir insanı gıdıklıyormuş gibi “gıdı gıdı” yapar, ıstakoz da kabuklu vücudunu, boğumlu kıskaçlı kollarını kıvrak dansözler gibi hızlı hızlı hareket ettirirdi. Bu da çocukları neşelendirirdi. Yalnız, çocuklar ıstakozun kıskacından çok korkardı. Istakoz, insanın parmağını bir kaptı mı mengeneye sıkışmış gibi parça parça ederdi.
Istakoz bereketi ila-nihaye sürecek değildi ya. Sanki yer yarıldı, içine girdiler. Kafes ağlarda üç beş ıstakoz ya var ya yok, onlar da ölgün, baygın vaziyette.
“Hayvanlar, kaynar suyun içinde cayır cayır pişiyor, kıvrana kıvrana can veriyor. Bu eziyete yürek mi dayanır? Sonunda gökler ihtizaza geldi, çekip aldı zalim avcıların elinden yaradan, kurtuldu zavallılar.”
“Geçen sene Su İşleri göle İsrail sazanı bırakmadı mı? Istakozların yuvalarını yerle bir etti, yumurtalarını yedi hayvanların.”
“Gölün dibinde halı gibi ot, bu otta ıstakoz mu ürer?”
Yorum üstüne yorum yapıldı. Su mühendisleri su ve ıstakoz numuneleri alıp merkez laboratuvarlarına incelemeye götürdüler, ama sırra kadem basan ıstakozlar bir daha görülmedi.
Hakikatte hayvanlar kerevit vebasına tutulmuştu ve ülkede hastalığın görüldüğü ilk yerdi burasıydı.
“İnsanın evi, doğduğu değil, doyduğu yer” denilmiştir. Geçim kalmayınca aileler birer birer büyükşehirlere göç ettiler, fabrikalarda işçi oldular. Tabiatla içi içe yaşamaya alışık, onun bağrından kopup gelen insanların bir tekstil makinesinin, mermer bandının önünde robot gibi sekiz on saat çalışması öyle kolay iş değildir. Gönüllerinde hep göl özlemi vardı. Şöyle sabah serinliğinde dümenin başına geçip, üzerlerinde masmavi gök, önlerinde çarşaf gibi uzanan gölün yosunlu sazlık kokusunu doyasıya ciğerlerine çekerek balık, ıstakoz avına çıkma özlemi… Hele tekneye geceyi uykusuz geçirmiş beyaz martılar eşlik ediyorsa değmeyin keyiflerine.
Bu özlem yabancı ülkelere göç etmiş gurbetçilerde had safhadaydı. Yabancı memleketlerde temiz caddelerde gezseler de, lüks mağazalardan alışveriş yapsalar da, mersedeslerden inmeseler de, yüreklerinin yarısı belki de yarıdan fazlası gölün hasretiyle yanıp tutuşurdu. Rüyalarında balık, ıstakoz avına çıkarlar, beyaz bulutlar gibi yüce dağın doruklarında gezinirler, belki de hak emri vaki olduğunda gölün hemen kenarındaki mezarlığa gömülmek isterlerdi ki, bu onların son vasiyetleri olsa gerektir; çünkü, buraya gömülsünler ki, sahile vuran dalgaların huşu dolu seslerini dinlesinler. Martı çığlıklarını, kurbağa vıraklamalarını, kuş cıvıltılarını duysunlar. Gecenin karanlığında sudan fırlayıp ay ışığında altın sarısı pulları parlayan sazan, turna balıklarını görsünler.
Artık ilkokulu bitiren çocuklar, teknelerde miçoluk yapmıyor, meslek öğrensinler diye esnafa, zanaatkâra çırak veriliyordu. Zeki olanlar, adları sonradan paralelci örgüte çıkacak olan cemaatçıların yurtlarında, okullarında okuyup öğretmen, polis oldular.
Gölde ıstakoz kalmayınca avcılar ganimete hücum eder gibi balığa hücum ettiler. Ağların gözenekleri giderek küçüldü. Gözenekler, el içi kadar minik balıklarla dolmaya başladı. Gölde, benzerleri ancak açık denizlerde görülen yasak avlanma yöntemleri denendi. Bu da büyük balıkların sonunu getirdi. Artık sekiz on kilo çeken sazan, turna balıkları yakalamak bir hayaldi. Balıkçı bundan muzdaripti. Elinden bir çare gelmiyordu. Ağlara takılan yavru balıkların pullu bedenlerini misinenin keskin iplerinden hassasiyetle çıkartarak tekrar suya bırakırdı. Esaretten kurtulan yavru balıklar önce afallar, kayığın etrafında sersem sersem birkaç tur atar ve özgürlüğe kavuşmanın sevinciyle otlar arasında kaybolurdu.
Balık ve ıstakoz avcılığından çok çok önceleri sulak yerlerde sazlık hasadı yapılırdı. Göz alabildiğine saz bitkileri ve kamış tarlaları ile kaplıydı. Yöre halkı uzun seneler geçimini bu bitkilerden hasır, sepet, ekmeklik gibi ev eşyaları örerek, kamış ticareti yaparak kazanmıştı. Sonbaharla birlikte aileler su kenarına yaptıkları derme çatma kulübelere taşınırlar, oraklarla sazlık biçerlerdi. Biçilen sazlar koni biçiminde istiflenir ve konik şekiller uzaklardan kızıl dereli çadırlarını anımsatırdı. İstifler arasında çocukların oynamasına izin verilirdi, ancak sazlık alana girmelerine müsaade yoktu, çünkü kamış kökleri bir mızrak gibi deler geçerdi ayakları.
Bugün takattan düşmüş ihtiyar kadınlar, kireçleme dedikleri eklem romatizmaları, omuz ve sırt ağrıları çekiyorsa bunun sebebi gençliklerinde dokudukları hasırlardır. O zamanlar evlerin tabanına hasır serilirdi. Plastik tabanlıklar yaygınlaşınca hasırın papucu dama atıldı. Her evin bahçesinde muhakkak bir hasır tezgâhı kurulu idi. Hasır dokumak; uzun emek isteyen, meşakkatli bir işti. Sazlıktan biçilen hasır otları kurutulur, kuruyan otlar ortadan ikiye ayrılarak bir düzene sokulur ve akşamdan ıslatılırdı. Islak hasır otları avuçlarda eğrilerek çözgü iplerine dönüşürdü. Bu ipler tarakların ortasındaki deliklerden geçirilerek sıyırgaya bağlanır ve dokuyucu önceden kurutup destelediği hasır otlarını sağına soluna alarak çözgü iplerinin altından üstünden geçirerek dokuma işlemine başlardı. Otları sıkıştırmak için tarakların kuvvetli, hızlı çekilmesi gerekirdi ki, otlar aralarında boşluk kalmasın, hasır sağlam dokunsun. Dokuma esnasında hasıra sürekli su serpildiğinden ıslanan tarak bir eşek ölüsü gibi ağırlaşır, çekmek güçleşirdi. Balıkçının karısı gençliğinde çok hasır dokumuş, çocuklarını hasır parasıyla okutmuştu. Şimdi kireçlemeden yakınıyordu. Kulunçları bıçak sokmuş gibi sancır, kolları omuzları kütür kütür öter, sırtı zonk zonk zonklardı.
Yaz aylarında çevre ovalar sulandığından gölün debisi düşer, su seviyesi bir hayli azalırdı. Sular çekilince yöre halkı çamurlu alanlarda ev, dam yapmak, duvar örmek için kerpiç keserdi. Çamurun üzerine saman serpilir ve ayaklar marifetiyle balçık olana kadar çiğnenir, sonra da tahta kalıplara dökülerek güneşte kurumaya bırakılırdı. Hem ucuz hem evleri, özellikle hayvan damlarını sıcak tuttuğundan kerpiç yöre halkının tercih ettiği önemli bir materyaldi. Böylelikle kerpiç kesilen alanlarda büyük çukurluklar oluşur, sonbaharda sular yükselmeye başlayınca bu çukurlar suyla dolar ve göl içinde adeta ikinci göletler oluşurdu. Halk böyle alanlara kerpiç kuyuları derdi. Balıkçılar kerpiç kuyularının üzerinden geçerken eğilip bakarlar, ama karanlık suların diplerinde bir hayat belirtisi göremezlerdi.
Gölün lanetli diye anılması işte bu kerpiç kuyularının oluştuğu yıllara dayanır. Gerçi meseleyi eski zamanlara tâ Romalılara kadar götürenler vardır. Söylentiye göre Romalılar zamanında burada altın gibi sapsarı tüyleri olan bir kuğu yaşarmış. Kuğunun bolluk bereket tanrıçası olduğuna inanıldığından ona kimse zarar vermek istemezmiş. Fakat o güne kadar kuğuyu ne gören olmuş ne de ötüşünü duyan. İki avcı kuğuyu bulup avlamayı kafaya koymuşlar. Akşamdan oklarını, mızraklarını hazırlayıp gizlice yola çıkmışlar. Bataklıkta günlerce kuğuyu aramışlar. Gümede sabahlara kadar uykusuz beklemişler. Nihayet onu lotus yapraklarının üzerinde dans ederken bulmuşlar. Gerçekten de kuğunun tüyleri altın gibi sapsarıymış. Diğer kuğuların arasında, bembeyaz lotus tarlasının ortasında bir kraliçe kuğu gibi dans ediyor, kanatları bir melek gibi ufku kaplıyormuş. Bir an tereddüt etmişler, böylesi eşsiz bir kuğuya kıyılır mı? Avcılardan biri cesaretini toplayıp yayını germiş ve oku bırakmış. Ok kuğunun kalbine saplanmış. Diğer kuğular imamesi kopmuş tespih taneleri gibi ötüşerek sağa sola dağılmışlar. Kuğunun cansız bedeni gölün derinliklerinde kaybolurken insan gibi beddua etmeye başlamış; “benim etimi yiyen doyamasın, hanesi olamasın, bana kıyanlar dirlik bulamasın, ölümleri benim gibi sularda olsun.” İki avcıdan bir daha haber alınamamış. En son bir çoban ellerinde ok ve mızrakları olan iki avcının bataklığa doğru gittiklerini gördüğünü söylemiş. Bu olaydan sonra göl lanetli diye anılmış.
Çocuk, koşa koşa eve geldi. Bir elinde babasının söğüt ağacından düzdüğü uzun sopası vardı. Anası ocak başında tarhana pişiriyordu.
“Ana karnım acıktı.”
“Azıcık bekle güzel evladım, sıcacık çorba içireyim sana.”
Çocuk aceleciydi. Boştaki eliyle ikidir çektiği sümüklü burnunu silerek:
“Arkadaşlarım bekler ana, çelik çomak oynayacağız, dürüm yapıver hele.”
Anası, keçi derisinden aldığı tulum peyniri yufkaya koyup, dürüm yaptı ve çocuğa uzattı. Çocuk dürümünden iştahla ısırıp, yine geldiği gibi koşarak tozlu sokaklarda kayboldu.
Kadın, tahta kaşık ile tarhanayı biraz daha karıştırdı. Kıvama geldiğine kanaat getirince kaşığın ucuyla tadına bakarak ocaktan aldı, soğumaya bıraktı. Vakit öğleyi geçmiş, gün ikindiye durmuştu. Yaz başı olmasına rağmen sıcaklar şimdiden bir karabasan gibi çökmüştü. Az sonra ırgatlar aç susuz gelecekti. Sofrayı hazır etse iyi olacaktı. Sönmekte olan ocağı çalı çırpı ile besledi, sacayağı üzerine isli haranıyı koydu. Bol soğanlı, bol domatesli bulgur pilavı yapmayı düşünüyordu. Yanına da ayran özeyip, turşu koyacaktı. Bol domatesli, bol soğanlı bulgur pilavı o kadar lezzetli olacaktı ki, ırgatlar parmaklarını yiyecekler, başlarına buz gibi ayranı diktikten sonra tüm yorgunlukları uçup gidecek ve koşa koşa tarlanın yolunu tutacaklardı. Doğrulmuştu ki, komşuların bağırışlarına kulak kabarttı;
“Gelin! gelin! koş, Faruk kerpiç kuyusuna düşmüş.”
Yüreği yerinden fırladı, aklı başından gitti. Koşarken haranı ocağa devrildi.
İnsanlar gölün kenarında hüzünle bekleşiyor, kadınlar ağıtlar yakıyordu. İki kadın saçını başını yolarak, acı acı inleyen gelini sakinleştirmeye çalışıyordu. Yakın köylerden evlenerek gelmiş tüm kızlara “gelin” diye hitap edildiğinden gerçek adını hatırlayan yoktu. Gelinin adı “Emine” idi ve Faruk onun en küçük çocuğuydu. Balıkçılar kerpiç kuyusunun üzerinde karanlık derinliklere çapa, kanca sarkıtıyorlar, uçları sivri sırıklarla çocuğu arıyorlardı. Uzun denemelerden sonra çocuğun cesedi bulundu. Çapa, çocuğun yamalı poturuna takılmıştı.
Böylelikle nicedir hafızalarda küllenmiş olan lanetli göl efsanesi yeniden dillendirilmeye, altın sarısı tüylü kuğunun bedduası yeniden konuşulmaya başlandı. Artık teknelerin her alabora oluşunda şehirlerden kalkıp avlanmaya gelmiş acemi avcıların her boğuluşunda bu efsane hatırlandı. Bir seferinde gölde kaçak avlanan avcıları yakalamak isteyen jandarmaların tekneleri batmış, dört asker boğularak can vermişti. Bu üzücü olaydan sonra jandarmanın göle girmesi yasaklandı.
Gölün nimetleri saymakla bitmez demiştik ya, avcılar gölü hor kullanıyor, kadir kıymet bilmiyorlardı. Istakoz tamamen tükenmiş, balık bitme noktasına gelmiş son zamanlarda ördek, kara meke avı katliam boyutlarına ulaşmıştı. Yine de göl şefkatli bir ana gibi nimetlerini esirgemedi onlardan. Çoluk çocuklarını nafakasız bırakmadı. Bir ara nilüfer çiçekleri para etti akabinde de kurbağalar.
Nilüferler gölün süsü, en alımlı en gösterişli çiçekleriydi. Bahar kokulu taze günlerde çiçek açar, taçlı yapraklarıyla gölü bir gelin gibi süslerdi. Nilüferler açmaya bir dursun göl bayramlık giyitlerini giymiş çocuklar gibi sevinirdi. Sarı özlerinden ve kalkan yapraklarından fışkıran güzel kokular, arıların başlarını döndürür, arılar çiçeğin özlerine çokuşurdu. Renkli kelebekler, pır pır eden pervane böcekleri nilüferler üzerinde uçuşurdu. Kurbağalar bile nilüferlerin yeşil ayaları üzerinde şarkı söylemek için birbiriyle yarışırdı. Hani bataklıkta açmış bir çiçek derler ya, bu söz nilüfer çiçekleri için söylenmiştir. Çünkü nilüferler en ıssız en çamurlu en bulanık sularda açarlar. Çamur, bataklık ne kadar yoğun ise nilüfer çiçeği inadına o kadar alımlı, güzel açar. Ancak üzerine çevrenin kiri pası bulaşıp, taçlı yapraklarını kirletmez, her daim tertemiz kalır. Kendisi apampak kaldığı gibi iyi insanların çevresine pozitif enerji yayması gibi, temizliği etrafa yayarlar, bulanık kirli suları billurlaştırır, temizlerler.
Haber ilk duyulduğunda kimse inanamadı. Nilüferin taçlı, kalkanlı yapraklarından ilaç yapılabileceği kimsenin aklının ucuna gelmemişti. Yabancı bir ilaç firması gölün tüm nilüferlerini beş yıllığına satın almıştı. Yakında yetkililer gelip sözleşme imzalayacaktı. Bu nasıl olabilirdi. Gölün ortasında açan Allahın çiçeğini toptan satın almak hem de beş yıllığına… Bu habere hem sevindiler, hem üzüldüler. Önlerine bir ekmek kapısı açılmıştı sevindiler. Bu cennet yeri terk etmek ve şehirlerde isin pasın içinde işçi olmak istemiyorlardı. Ama artık gölün güzelliklerin, nimetlerinin kendilerine ait olmadığı hissettiler. Gönüllerince nilüfer toplayamayacaklar, çam sakızı çoban armağanı eşlerine dostlarına bir demet nilüfer hediye edemeyeceklerdi. Yabancı ülkelerden gelip öz be öz varlıkları bildikleri gölün kiralanmasına içerlediler. Bu habere en çok üzülen ise göl oldu. Hâli içler acısıydı, içinden ölü çıkmış bir evden de beterdi, yıkılmış, kahrolmuş, kolu kanadı kırılmıştı. Bir yavruyu annesinden ayırmak insan yüreğini nasıl yaralarsa, en alımlı en gösterişli en sevdiği nilüferlere doyamadan ayrılmakta zoruna gidiyor, yüreğini yaralıyordu. Nasıl bir bebek göbek bağıyla anneye bağlıdır, ondan beslenir, nilüferler de hasta serumuna benzeyen upuzun sarı bir bağla göle bağlıdır. Ondan beslenir, gıdalanır ve boy atar. Göl nilüfer çiçeklerini hep kendine kordon bağıyla bağlı yavrusu bilirdi.
Toplanan nilüferler evlerin bahçelerinde, düz damlar üzerinde güneşe serildi. Her evin önü, bahçesi bir nilüfer tarlasına dönmüştü. Kuruyan yapraklar çuvallara basıldı ve firma yetkililerine teslim edildi.
Kurbağalar ise çamurlu gölde yaşardı. Kurbağalar gölün en gamsızı idiler. Karanlık çökünce toplaşır sabaha kadar gırtlakları şişinceye, aort damarları patlayıncaya kadar ötüşürdü. Özellikle kazan kurbağaları ötüşmeye başlayınca dişilerin akılları başlarından gider, nilüferler üzerinde erkek kurbağaları bekleşirdi. Bahar ve yaz aylarında yeri göğü inleten kurbağa sesleri sonbaharla birlikte azalır, kış başlayınca tamamen yok olurdu. Öyle ki göl yüzeyinde bir tane bile kurbağa görülmezdi. Balıkçı ise onların kış aylarında nefeslerini tutup çamurun içinde yattıklarını biliyordu. Nasılsa bahar gelip havalar ısınacak ve kurbağalar teker teker ortaya çıkacaktı.
Kurbağa avı haziran ortasında başlardı. Geceleri kara kayıkların önüne lüks lambaları bağlanır, ışık kurbağanın gözünü alınca hayvanın nutku tutulur ve hipnoz olmuş gibi taş kesilirdi. İşte o anda avcı hamle yapar ve kurbağaları büyük bir bidon içinde toplardı. Geceleri kurbağa avlayan sadece avcılar değildi. Su yılanları da avlanırdı. Balıkçı bir seferinde kazan kurbağasının başından yakalamıştı Avuçlarına zor sığan kurbağayı sudan çıkardığında uzun siyah bir yılanın da kurbağanın bacağından yakalamış olduğunu gördü. Nihayet; “bu av senin hakkındır” diyerek kurbağayı yılana bağışlamıştı.
Bir gün balıkçının evine sağ ayağını sürüye sürüye bir adam geldi. Hane halkına selam verip, asma dallarının altındaki sedire oturdu. Ev hanımının çay içme teklifini “yaa içmeyecem” diye geri çevirerek, elleriyle ağrıyan ayaklarını, dizlerini ovalamaya başladı.
“Hoş geldin Hacı, nasılsın bakalım?”
“Nasıl olalım be balıkçı, halimiz ortada, tek ayağımızı sürüyüp duruyoruz.”
“Tedavisi yok mu bu meretin? Ne diyor doktorlar?”
“Ne diyecekler, haftada iki kere fizik tedaviye gidiyorum, bu ay sonu da kur tedavisi midir nedir başlayacak dediler, bak orasını iyi anlayamadım.”
“Bir şifa bulamadın demek.”
“Bak ne diyeceğim, sen bana gölden sülük getirsene. Rahmetli anacığım sızlayan bacaklarına sülük yapıştırırdı. Sülüklere balon gibi şişinceye, yaradan kendiliğinden düşünceye kadar dokunmazdı. Yarım saat geçince anacığım; ağrının, sancının uçup gittiğini, tüy gibi hafiflediğini söyler ve şifacı sülüklere dualar ederdi.”
“İstediğin sülük olsun Hacı, yarın getireceğim sana.”
“Yalnız büyük olsun, aha şu asma dalları kadar büyük ve uzun, hem kıtlıktan çıkmış gibi aç olsun, olsun ki şu bacaklarımdaki ağrıyı sızıyı söküp alsınlar.”
“Tamam senin için en iri sülükleri yakalayacağım” dedi balıkçı.
Sülük tedavisi yörede eskiden beri bilinen bir tedavi yöntemiydi. Sülükler, sığ ve bol otlu yerlerde yaşardı. Çünkü köyün inekleri, camızları bu alanlarda yayılır atlar, eşekler buralara örklenirdi. Sülükler hayvanların bacaklarına, dizlerine yapışır, beslenirdi. Akşam çoban sürüyü toplayıp yollanınca, hayvanların bacaklarından ince hat halinde koyu kırmızı kanlar sızardı. Sülükler bütün bir kışı emdikleri kan ile geçirir, eğer çok acıkırlarsa bir kurbağadan ya da sığ sulara havyar atmaya gelmiş balıklardan beslenirdi. Kurbağa, kanı emilirken hipnoz olmuş gibi hiç kıpırdamazdı. Belki o da sülüklerin şifacı olduklarını biliyordu.
Balıkçı bir ara İstanbul’dan gelen ünlü bir iş adamı için sülük toplamıştı. “Nemelazım” deyip sebebini bile sormamıştı. Kim bilir belki o da Hacı gibi İstanbulun doktorlarından şifa bulamayıp eklemlerinin ağrısını, sızısını dindirmek için şifacı sülüklerden medet umuyordu. Oysa İstanbullu iş adamı Türkiye’nin her yerinden topladığı sülükleri özel akvaryumlarda besleyip yurt dışına ihraç ediyordu.
Balıkçının teknesi gölde bir kuğu gibi süzülür, gece demez gündüz demez balık avlardı. İlk zamanlar gölde “kara kayık” diye tabir edilen düztaban, küçük kayıklar vardı. Motorlular çok sonraları geldi. Teknenin motoru Kohler marka eski motordu. Motor çalışır çalışmaz bir top siyah duman atar; benzin, zift kokusu sarardı etrafı. Diğer teknelerde ise diesel motorlar vardı. Benzin fiyatlarının sürekli tavan yapması ve hız faktörü disel motorlarının kullanımını yaygınlaştırmıştı. Balıkçı teknesinden memnundu. Motoru çalıştırıp, dümenin başına geçer, bir sigara yakar, sigara dumanı motordan çıkan siyah dumana karışır, üşüyen ellerini motorun sıcaklığında ısıtırdı. Tekne her zamanki rutin hızıyla suları köpürte köpürte ilerler, köpüklü dalgalar ötelerde yitip giderdi. Motorun keskin pervanesi otları parçalar, parçalanan otlar etrafa savrulurdu. Çoğu zaman martılar tekneye eşlik ederdi.
Gölün ortasında küçük, sazlık bir adacıktı. Üzerinde tüylü kamışlar, sazlık, yabani otlar ve birkaç ağaç vardı. Yaban kuşları yuvalarını burada kurar, çığırtkan martılar burada dinlenir, bayramlarda şenliklerde tekne turuna çıkan insanlar muhakkak buraya uğrardı. Buraya ilk defa balıkçı kulübe yapmıştı. Çatısı saz kamışlarından, yatağı yumuşak saz otlarındandı. İçinde ağ malzemeleri, alet takımı, çaydanlığı ve birkaç parça özel eşyası vardı.
Balıkçı her av sonunda adaya muhakkak uğrardı. O gün av bitip, kayığın burnunu adaya doğrulttuğunda uzun zamandır adaya uğramadığını hayretle fark etti. Minik dostları ne yapıyordu acaba? Yaban hayata alışabilmişler miydi?
Sabahın erken bir vaktinde, gölün kenarında kumlar üstünde etrafa tedirgin, korkulu gözlerle bakıp miyavlayan iki yavru kediyi görmüştü. Anlaşılan anneleri onları terk etmişti. Çelimsiz halleri karınlarının epeydir aç olduğunu gösteriyordu. Onlara acıyıp, yanına aldı. Kulübede yoldaş olurlar diye düşünmüştü. Hem davetsiz misafirlere engel olurlardı. Özellikle yaz aylarında bu küçük ada su yılanlarıyla dolardı. Alışmıştı gecenin bir vakti sürünüp gelen davetsizlere. Çoğu gece yatakta kuyruklarından yakalayıp, tekrar suya bırakmıştı.
Adsız suya girmekten korkuyor bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturup duruyor, bir an önce balıkçının kucağına atlamak istiyordu. Gülümsedi balıkçı adsızın bu aceleci tavrına. Gözleri Napolyon’u aradı. Mağrur duruşu, duru bakışlarıyla adanın en yüksek yerinde tekneyi takip ediyordu. Kayığın adaya gelişini aynı mağrurlukla seyretti. Hiç yerinden kıpırdamadı. Adsız hemen fırladı kucağına balıkçının. Okşadı balıkçı kedinin tüylü bedenini. Kedi çocuklar gibi sevindi. Napolyon da gelmişti az sonra. Kedileri iyi görmüştü. Bıyıklı yanakları sarkık, karınları şişkindi.
Kayığı yarı beline kadar çekti. Yakaladığı balıkları gölgelik bir yerde toplamış, üzerlerine ıslak otlar koymuştu. Böylelikle uzun süre taze kalacaklardı. Ağ malzemelerini kulübe önüne taşıdı. Tek tek elden geçirip, yırtık yerlerini tamir etti. Lüks lambasının yanıp yanmadığını kontrol etti, haznesine gaz yağı ilave etti. “Rüzgar çıkmazsa belki bu akşam zıpkına çıkarım diye” düşündü. Tüfeğini omuzlayıp şöyle bir adayı turladı. Kediler hep balıkçının ayaklarına dolanıp durdular. Kulübenin önüne oturdu, bir sigara yaktı. Adsız ve Napolyon balıkçıyı düşünceli bulmuştu, hiç ses etmeden balıkçının yanına çöktüler.
Tatlı bir esinti vardı. Sular fış fış diye adaya çarpıyor, kamışlar hışırdıyor, uzaklarda su kuşları ötüşüyor, nilüferler arasında kurbağalar vıraklaşıyordu. Balıkçı bir yandan efil efil esen esintinin getirdiği sazlık, yosunluk kokuyu doyasıya kokluyor bir yandan tabiatın, içini coşturan huşu dolu seslerini dinliyordu. Bu içine dolup ruhunu coşturan sesler ona huzur verdi. Düşünceli hali ise hâlâ devam ediyordu. Gözleri dalgalı sularda gezindi. Sular balıkçının bu bakışlarından etkilendi, balıkçının düşünceli hali sulara yansıdı. Sigaradan derin bir nefes çekip bakışlarını yüce dağa çevirdi.
İlk öğlen kayasını gördü. Kayaya bu adı kim ne zaman verdi bilinmiyordu. Kendini bildi bileli adı öğlen kayası idi. Kaya gölgeden kurtulur kurtulmaz öğle ezanı okunmaya başlardı. Çocukluğunda eşeğe binip annesiyle tarlaya giderlerdi. Annesi namaz vaktinin girip girmediğini hep kayaya bakarak anlardı. Kaya gölgeden kurtulmuş güneşte cam gibi ışıl ışıl parlıyordu. Demek ki imamın elleri kulaklarında idi.
Dağın heybeti balıkçıyı ürkütüyordu. Sabahları kapkara gölgesi bir heyula gibi sulara düşer, güneş başını dağın ardından kaldırıp yükselinceye kadar gölge sularda saralı hasta gibi salınır dururdu. Doruklarında kar tükenmez, başından beyaz bulutlar eksik olmazdı. Baharda eriyen kar suları gürüldeyerek, çağlayanlar oluşturarak, vadilerinden dökülür ve göle ulaşırdı. Ona öyle geliyordu ki; kıyametin kopuşu Himalayalardan, kutsal Ağrı dağından değil şu yüce dağın doruklarından başlayacaktı. Ey heybetli, yüce dağ! Doruklarında beyaz bulutlar ve tozu dumana katan fırtınalar eksik olmaz ama bir ağaç gibi kökünden sökülüp un ufak savrulacaksın. Öyle hissediyordu ki; kıyametin başlangıcı açık okyanuslarda, engin denizlerde değil şu gölden başlayacaktı. Ey iyiliksever göl! ey bizim anamız! Şu an ne kadar durgun, dingin ve süt limansın. Oysa senin de suların fokur fokur kaynayıp kabaracak, kabarıp fevc fevc birbirine karışacak. İşte o zaman balıklar, kuşlar, kurbağalar, sülükler, ıstakozlar ve daha nice su canlısına ne olacak? Vahşi hayvanlar gibi toplanacaklar belki. Suların bağrında yaşayan canlılar vahşi değillerdi oysa. İçlerinden en korkuncu kara sülükler bile şifacı idi.
Balıkçıl kuşunun göle bir kamikatze pilotu gibi çakılırcasına dalışı balıkçıyı düşüncelerinden sıyırdı. Kediler de başlarını kaldırıp gözlerini pür dikkat balıkçıl kuşuna dikmişti. Acaba kuş avını yakalayabilecek miydi? Kuş uzun süre gözükmedi, sonra ağzında bir İsrail sazanıyla yüzeye çıkıverdi. Anında da balığı mideye indirdi. Balıkçı “aferin sana kuş” der gibi tebessüm etti. Kediler kuşu takdir edercesine miyavladı, belki de balıkçıya karınlarının guruldadığını ve yemek saatinin geldiğini haber veriyorlardı.
Kayıktan orta büyüklükte bir balık aldı. Usta eller pullu deriyi bir çırpıda sıyırdı attı. Adsız hemen deriye koştu. Keskin dişlerini pullu deriye geçirip afiyetle yemeye başladı. Napolyon ise aynı duru bakış ve mağrur duruşuyla kenarda balıkçının maharetle işleyen ellerini seyrediyordu. Kardeşi gibi atılmadı hemen deriye. Onun gözü iri kafadaydı. Balıkçı kediyi takdir etti. Ona boşuna bu ismi takmamıştı. Adsıza ise henüz bir isim bulamamıştı hımbıl, uyuşuktu. Gövdeden ayırdığı kafayı fırlattı Napolyon’a. Hızla yanaştı kedi kafaya fakat bekledi biraz, kokladı önce, pembe diliyle yaladı ve afiyetle çiğnedi. Adsız ise çoktan pullu deriyi mideye indirmiş uzun diliyle patilerini, bıyıklarını yalamakla meşguldü.
Etraftan odun topladı, ateş yaktı. Ateş yalazlanınca tavayı ateşe sürdü. Yağ cızıldayınca etleri tavaya özenle dizdi. Mis gibi balık kokusu sardı adayı. Aynı özenle yerleştirdi tabağa nar gibi kızaran balıkları. Evden getirdiği domates, salatalık, marul, soğanla bir güzel salata hazırladı. Tek limonu ortadan ikiye böldü. Yarısını salataya sıktı. Diğer yarıyı da ikiye bölerek balık dilimlerinin yanına yerleştirdi. Zayıflayan ateşi canlandırdı. Çaydanlığı suyla doldurup ateşe koydu. Su kaynayınca içine bir tutam çay attı. Çay demlenince ince belli bardağa doldurdu. İçine tek şeker atıp keyifle içmeye başladı.
Güneş ufukta bir ateş topu olmuş ovanın derinliklerinde kaybolmuştu. Siyah gecede yıldızlar parıl parıl parıldıyordu, ay ise henüz solgundu. Akşam yeli şiddetlendi, ayaza kesti. Kulübenin tavanındaki kamışlar uğuldadı. Yabani otlar arasında kaynaşmalar oldu. Ağaçların dallarındaki son kuş sesleri de kesildi. Balıkçı kulübenin önünde yanan ateşi körükledi. Balıkçı kürküne bürünüp bir sigara daha yaktı.
Geceler bir yönüyle nice canlının av merasiminin başlangıcıdır aslında.
Nilüferler gölün en berrak yerinde açmışlardı. Etrafını yeşil, mavi, mor, eflatun renkli çiçekler sarmıştı. Bir kurbağa sıçradı nilüfer yaprağına. Burası en romantik mekândı şarkı söylemek için. Böyle mehtaplı gecelerde nice aşk dolu şarkılar söyleyerek nice şehvetli dakikalar yaşamıştı. Önce ince perdeden vıraklamaya başladı. Tempoyu giderek artırırken otlar arasında kıvrıla kıvrıla yaklaşmakta olan tehlikeden habersizdi. Sustu bir ara. Diğer kurbağalar da sustu. Yılan da durdu nefesini tutarak. Kurbağa nefesini, yılan kuvvetini topladı. Kurbağa yarım kalan şarkısına devam edecekti ki; yılan ani bir hamle yaptı. Kurbağa bacağını yılanın sivri dişleri arasına kaptırmıştı. Yılan avı etrafında dönerken ağzı bir çuval ağzı gibi genişliyordu. Kurbağanın sesi kısıldı, uyuşan bedeni uzun ince bir karanlıkta kayboluyordu.
Diğer kurbağalar da sessizliğe gömüldü. Otlar arasından bu manzarayı seyrettiler ama yardım edemediler. Kurbağa feri sönen gözlerini ötelerde sönmeye yüz tutan balıkçının ateşine dikti. Sönen ateşle beraber kurbağanın gözleri de söndü.
Ada karanlığa gömüldü. Gecenin sessizliği, adanın ıssızlığı daha da arttı. Gözleri ağırlaşan balıkçı yatağına uzandı. Kulübenin tavanında kamışları arasından tüm esrarıyla yıldızları seyretti bir müddet. Göz kapakları kapandı. Uyumuştu.
YORUMLAR
Kimbilir hangi yörede yaşananları bir efsaneye çevirmişsiniz. Ne kadar güzeldi tanrım. Bir güzel ata binmiş gibi oldum. Beni aldı terkine, bazen rahvan, çoğunluk dörtnala efsunlu diyarlara götürdü. Ne güzel yazmışsınız, ne sıcak cümleler, duru ve berrak. Bir tarihçi kıvamında ama bir edebiyatçı naifliği daha hakimdi. Kendime bir çay doldurayım.
Kaleminize sağlık efendim.