- 811 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
"SEYMENİME DE MAŞŞALLAH"
YÜZBİN kırmızı mersedes buradan geçse, burada yüzbin kırmızı
mersedes yüzbin kere takla atsa ancak biri bu çatala konabilirdi.
İnanılacak şey değildi. Hani, "olmazların" adamıydım ya! Hani, hiç
olmayacak bir şekilde dünyaya gelmiş gibi hayat sahnesinde hep yer bulmaya çalışmış da bulamamıştım ya, işte yerim benim burasıydı. Kocapür’ün yüzyıllardır hasretli kucağına konuvermiştim. Kocapür sanki yüzyıllardır beni bekliyordu da. Üstelik kırık dökük bir kırmızı mersedesle. Özlemiştik birbirimizi. O değil ben özlemiştim ve ilk sıçrayışta kucağına konuverdim. Aradan kaç yıl geçmişti? Şu hırçın denizler gibi fırtınalı havada çekilmez olan dalgalı yüzü kırış kırış, buruş buruş olmuş ve alnı çatılmıştı. Sen de nerden çıktın be Şahin, kendi halimde durupdururken hemde bir kırmızı mersedesle ne işin var kucağımda diyordu. Demirçayı’ndaki pürlerin orda, tekkenin yanında omzunda kıl torbayla köye doğru yürüyen ihtiyarı arabaya aldığımızda ben ne bilebilirdim ki o köylünün kim olduğunu? Bir garip insandı işte, ufukları kar bulutları sarıyordu. Kara tipiye tutulabilirdi. Buralar bu mevsim dört iklimi yaşardı. Şehrin onca yıllık afra tafrasından yüreğimde birazcık insanlık kalabilmişti. Berrin hiç de razı değildi ama. Aslında benim de yıldızım almamıştı. Ben bir insanın hafiften gözlerini görsem yüreğini hemen okuyabilirdim. Öyle insanlarla karşılaşmıştım ki, yüreği taşlara taş çıkartan cinstendi. Köylü mersedese biner binmez kökler gibi basmıştım pedala.
"Sen nereye ne yetiştireceksin!" der gibi bakıyordu Berrin. Köylü’nün gözleri irileşip ağarıyordu, aynadan görüyordum. Sanırım
torbayı da kucağına almıştı ve sağ eli torbadaydı. Yaptığım işlerden dolayı da iyi biliyorum, sanki eli torbada bir tabancanın kabzesini tutuyor, işaret parmağı da tetiği okşuyordu. Torbada ne olabilirdi? Ben bu köylüyü gariban kara tipiye yağmura çamura yakalanmasın diye almamış mıydım? Peşimdeki Isparta’lı Selim’n adamlarını da unutmuştum. Oysa hemen birkaç dakika önce Göltaş’ın önünden geçerken o iki dazlak kafanın tabancalarından mermi yağıyordu üstümüze. Ben sağa sola yalpa yaparak kurşunlardan kurtulmaya çalışıyordum, Berrin tir tir titriyordu. Çığlıklar atıyordu. Alışkındım ya, bütün soğukkanlılığımla bu kırık dökük mersedesle güya onların
kullandığı bmw’den kurtulacaktım, ekecektim onları. Şansımız yaver gitmese,o iki tırı sollamasam.. hemde tırın önündeki tırı solladığı sırada. Tam zamanıydı. Ya banketlere bariyerlere çarpıp parçalanacaktık, ya kurtulacaktık. Isparta’lı Selim’in adamlarına enselenip bir kör kurşuna gitmektense, ya da işkencelere çekilmektense yanımda canımdan çok sevdiğim Berrin olsa bile asfaltta mezar kazmak bizim için en iyisiydi.
Neyse ki tam tır tırı sollarken banket betonunu da sıyırarak geçmiştim. Lastiklerden duman çıktığını, kıvılcımların çaktığını aynadan görmesem bile hissediyordum. İki tırı safdışı bıraktığımda soldaki tır da sağdakiyle aynı hizaya gelmiş, bmwnin önü kapanmıştı. Üstelik Gönen kavşağına da birkaç kilometre vardı. Hâlâ daha tır yanyana yürüyordu.Sanki soldaki tırın şoförü, sağdaki tırın şoförüyle yarenliğe tutuşmuştu. Peşimizdekiler çıldırsalar da artık ben Gönen kavşağına girmiş ve o süratle dönemeci dönmüştüm.
Göne’ne doğru yol aldığımızda peşimizde hiç bir araç yoktu. Muhtemelen bmwdekiler yolu sağa sola sapmadan devam edecekler bir müddet sonra da geriye döneceklerdi. Biz, Gönen ilçesine girdik mi iş tamamdı. Orada bir sokağa sapacaktık. ve saptık da. Şansımız yaver gitmişti. Saklandığımız sokakta bir yarım saat bekledikten sonra tekrar yola koyulmuş, Geresin yolunu tutmuştuk. Yıllardır gelmediğim bu yolda garip bir duyguyla gaza basıyordum. Berrin koltukta dişini sıkarak büzülüyor, köylü o sırada belli ki yüreğine yüreğine basıyordu.
Berrin,"Biraz ağır gitsene yolda buz var!" diye söyleniyordu. Ben sanki otoyolda dümdüz gider gibi aracı kullanıyordum. Kar tozuyordu dönemeçlerde. "Nerden takıldım peşine yine?" diye Berrin bas bas bağırıyordu. Uzaklardan kırmızı kiremitli evler ve kocaman çatallı bir ağaç gördüğümü, bir gül bahçesinin kenarından irili ufaklı domuzların yola indiğini gördüm. Savrulup uçtuğumuzu hatırlı-yorum. Savrulup Kocapür’ün çatralına konmuşum. Berrin ve köylü gül bahçesinin karıklarına dağılmışlardı. Ben direksiyon başınday-
dım. Alnım kanıyordu. O sırada bayılmış başımı arkaya yaslamışım. Öylece ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Biz hangi vakit bu yola girmiştik, bu çatala konalı kaç saat geçmişti? Zaman bende bütün ışıkları sönmüş bir şehir gibiydi.
Gün akşam oldu da geceyi böyle baygın mı geçirmiştik, yeni bir gün daha mı doğmuştu; yeni bir gün daha doğarken bizi yalnızca ay ve yıldızlar mı görmüştü? Yahut da ay ve yıldızlar görememiş de güneş mi yüzümüzü yalamıştı? Her şey, zaman, mekan, yol, ağaç, araç birbirine girmiş, bütün daireler halkalar halinde açılırken birdenbire içe çekilip bizi kıskıvrak yakalamıştı. Baygınlığım boyunca iniltiler duymuş kımıldayamamışım gibi bir his vardı içimde.
Kendi iniltilerim miydi, Berrin’in mi,köylünün mü? Hiçbir şey hatırlayamıyordum.Gece miydi, gündüz müydü hiç bilmiyorum. Şimdi, araçların ağaçlara tırmandığı bir zamandı.
Gözlerimi açtığımda yerden biri,
"Araçta bir kişi daha var, araçta bir kişi daha!" diyordu.
Demek ki, gül karıklarına savrulan Berrin ve köylüyü bulmuşlardı. Acaba nasıldılar sorusu bir kanca gibi boğazıma saplandı. Berrin’in öldüğünü düşündüm. Eğer öldüyse ne yapardım. Kanadı kırık kuş ne yapardı, uçabilir miydi? Uçamazdı tabii ki. Ben de öyle olurdum.
Çırpına çırpına, sağa sola çarpa çarpa bir topal serçe gibi ben de peşinden ölüp giderdim. Neyse ki, beni mersedesten güç bela indirip Berrin’in kenarına uzattılar. Biri üzerime bir battaniye serdi.Berrin’in o diri kokusunu ciğerimde hissettim. Artık gerisi önemli değildi. Köylünün durumu önemli değildi. Şimdi onu düşünecek zamanım yoktu. Ne zamanım ne de halim vardı.
Berrin sağdı ya, o ne yaparsa yapsındı. Berrin sağdı ya, kolum kanadım sağlamdı ya gerisi beni ilgilendirmezdi. Şimdi Ispartalı Selim de aklımdan uçup gtmişti. O dazlaklar da kimbilir hangi delikte beni arıyorlardı. Belki de biz Gönen yoluna saptığımızda, aha şurda aha burada diye diye kimbilir Afyon’a kadar gitmişlerdir. İzimizi bulamayınca da dönmüşlerdir Beldibi’ne diye düşünüyor-
dum. Artık hafızam da yerine gelmişti. Hafızam açıldıkça kendimi ve
etrafı yeniden keşfediyordum.
Ispartalı Selim, Beldibi’ndeki KARAMEHMET Otelinin sahibi Karamehmet’in adamıydı. Bir barda Beldibi’nin bir kabadayısını vurmuş, bir müddet hapis yatıp çıkmıştı. Beldibinde Karamehmet’in
ve bir çok Karamehmet’in adamıydı. Onu ve adamlarını şimdilik savuşturmuştum. Ama bir gün mutlaka bizi bulabilirdi. Temkinli olmalıydım. Biraz burada kendimi toparlayıp vaziyet almalıydım.
Yoksa sonumuz hiç de iyi görünmüyordu. Kocapür’ün dibinde bir bayıra yaslamışlardı Berrin’le beni.Köylüyü gül karığından çıkarmışlar bir takım adamlar ayıltmaya çalışıyorlardı. Herhalde
bu köyün insanlarıydı. Biri ha bire "Alo.. Aloo!" diye bağırıyordu telefona. Bir türlü karşıdan ses alamıyordu. Ben, yıllarca önce terkettiğim köyüme derin derin bakıyordum. Batıdan beriye doğru
uzanıyordu. Üç caminin minarelerini görüyordum. Bu üç caminin minaresine de çıkmıştım. Minarelere inip çıkmak çocuklar için bir heyecanlı oyundu. Yarışırdık adeta. O yukarıya doğru
kıvrılıp giden mahvilde basamaklar bizim için biçilmiş kaftandı. Belki de müezzin ve imamlar üşenirlerdi ve bu üşengeçlikleri yüzünden elektirik köye geldiğinde mikrofon ve hoparlör icad edilmişti.Zaman ilerledikçe Kocapür’ün de benim için hatıralarla dolu olduğunu farketmeye başladım. Evet, evet, bu dört-beş yüz yıllık yaşlı ağacın dalgalı, yarık yırtık bağrı uçsuz bucaksız hatıralarla yukarıya doğru uzuyordu. Tabandaki yüzünde yüzlerce çivi ve taş çakılıydı.
Birden o çivi ve taşlarda annemin ve abimin yüzünü gördüm. Abim İsmet ve annemle buraya çok gelmiş, bu ağacın yanından belkide yüzlerce defa geçmiş, yüzlerce defa imrene imrene bakmıştım.
Bilhassa ağacın gövdesine bir çiviyi, ya da bir sivri taş parçasını yaralarımıza deydirip deydirip çaktığımızı, sonra da ardımıza bakmadan köye gittiğimizi hatırlıyorum. Annemin, yanık, mahzun yüzünü, sürekli ağlayan yağmurlu gözlerini hatırlıyorum.
BABAM Almanya’daydı. Bir kere gelip gitmişti ben henüz kendimi tanımaya çalışırken. Hatıra olarak evde birkaç eşya ve bir telefunkent marka radyo vardı. Bazen İsmet abim radyonun sesini sonuna kadar verirdi. Annem, "oğlum pili bitecek, az kıs sesini!" derdi. Abim kısmazdı. "Kara tren gelmez m’ola/düdüğünü çalmaz m’ola!" diye var gücüyle bağırırdı telefunkent. Annem elinde süpürge bir köşeye oturup ağlardı. "Nerelere gideyim!" diye inlerdi.
Bir türkü gibi inlerdi bazen, ağıt yakardı. Biz de onun yanına oturup, kucağına büzülür sesine eşlik ederdik.
Köylü ayılıp ayılıp bayılıyordu. Birkaç metre uzağımızdaydı. Bir ara ayıldığında yanındaki adamın yüzünden birşey kovaladığını gördüm.Sanki bir sinekti. Birkaç defa kovaladı. Sinek adamın burnundan çıkıp yüzünde dolanıyor,sonra tekrar burnuna girip çıkyordu. Ben mi öyle görmüştüm bilmiyorum. Son çıkışında adam sağ eliyle bir daha kovaladı, sinek vınlayarak pürün gövdesinde bir deliğe girdi. Adam sinirlenmiş olacak ki, öfkeyle takip edip sineğin girdiği deliği bir taş parçasıyla kapatıverdi. Adam bir türlü uyanmıyor, uyanmadığı gibi simsiyah kesilmiş tir tir titriyor,
ter alnından sakallarına doğru boncuk boncuk akıyordu. Hemen yanında da torbasını koymuşlardı. Birden tabancanın kabzasını farkediverdim. Evet, şimdi hatırladım, yolda gelirken aynadan onun yüzünü gördüğünde düşündüğüm şeyi yaptığı demek ki doğruydu ve yine yanılmamıştım.Tetiği okşadığı bana nasıl da malum olmuştu?
Tabancanın altında da yeşil desteler vardı. Evet, evet, bunlar yeşil yeşil yüzlük dolarlardı ve deste desteydi. Ama kimdi bu adam. Çoğunluğu kırlaşmış sakalları titriyordu. Kimdi bu adam. Bir yerlerden çıkarmaya çalışıyordum. Bir takım hayaletler hafızamda gezinmeye başladığında Berrin, "Şahin!" diye şiddetle bağırarak doğrulmasa hatırlamak üzereydim.
Bütün her şeyi unutup doğrularak Berin’i kucağıma aldım. Berrin mavi gözlerini gökyüzüne dikmiş, sarı saçları darmadağın duruyordu. "Nerdeyim ben?!" Diye çığrındı. Bağrıma doğru çektim.
"Beraberiz canım! Sakin ol! Yanımdasın!"
Sinek, sanki köylünün ruhuydu da, Kocapür’ün kovuğuna kısılmış, boncuk boncuk terliyor, titriyor, sıçrıyor, bir türlü gözlerini açıp doğrulamıyordu. Köylünün bu hâlini bırakıp tekrar Berrin’e döndüm. Bağrıma sıkıca bastırdım.
***
Biz hastaneden çıkmıştık ama, araba sanayiden çıkmamıştı.
ÇOK SONRADAN İsmet abimin dediklerinden anlıyorum ki,Hacı Mürsel Emmiyle Satılmış Emmi, cezveye karaotu koymuşlar kaynatıp kaynatıp içerlerken, dışardaki gürültüyü birbirlerine soruştururlarmış.Yine böyle cevzeyi ocakta kaynatıp karot içtikleri bir sohbette Demirçayı’nda arabaya aldığım köylüyü, beni,
Berrin’i konuşmuşlar. Berrin’le beni, doluya koymuş aldıramamışlar, boşa koymuş dolduramamışlar. Köylü için de "Tanır gibi olduk, bizim buralardan birine çekiyor yüzü, bakışı, duruşu emme..." demişler, bu düğümü de çözememişler. Köylü’nün bir kıl torba dolusu parası, içinde tabancası varmış. Ben Antalya’da kabadayılık
yapıyormuşum.İsmet abime hiç çekmemişim, oysa babamın adını taşıyormuşum..
İşte burada taş kesildim. Binlerce Ferhad külüngünü vursa parçalanacak gibi değildim. Ama abim parçaladı beni,
"Annemiz öldü gelmedin, babamız kayıp aramadın!"
Annem,avluda, kocakapının orda elinde süpürgeyle hiç kımıltısız duruyor, sanki bizi seyrediyordu. Yağmurdan ıslanmış gözlerini bana dikmişti. Biraz öyle sitemle baktıktan sonra üstüme üstüme yürüdü. Sonra merdiven başında yığılıverdi. "Ben şimdi nereye gideyim" diye ağıt yakmaya başladı. Abimle ben iki tarafından kucakladık. Sonra kara tren gelmez m’ola diye çığrındı telefunkent. Sarılıp üçümüz birbirimize ağlaştık, ağlaştık, ağlaştık... Babam, yüzünü görmediğim babam bir hayalet gibi Karamehmet’lerin Karamehmet olup göğsümün üstüne çöktü. Ne Emre’yi, ne Cemre’yi sorabildim. Güllü yengem de bir hoş bakıyordu. Berrin’i bir türlü gözü tutmadığından mıydı, yoksa o da abim gibi mi düşünüyordu? Artık hiç bir şey düşünecek hâlim kalmamıştı. Ya bu köyü hemen terketmeliydim, ya da bir kısmında benim miras hakkım olan dedemin eski eve bir müddet yerleşmeliydim. Berrin orada mümkün değil kalmak istemezdi. Gocaguş’u, Hayri’yi, Halil’i hayal meyal hatırlıyordum.Ne yaptıklarını da soramadım. Acaba nerdelerdi, nasıllardı? Onlara sığınsam diye düşündüm. Onların da doğru dürüst
barınakları yoktu. Kimi çadırda, kimi el kapılarında sığıntı gibi yaşayan garibanlardı. Gocaguş Kandal Dayı ile birlikte
sürekli dağlarda, o yayla senin, bu yayla senin gezer dururdu. Halil’se ilkokul sıralarından bu yana antika meraklısıydı.
Dededen kalma eski eve giderken Hacı Mürsel Emmi’ye rastladım. Bastonuyla bacağımı dürterken, Berrin’in anlayamayacağı bir şekilde gözleriyle onu işaret etti. Elini öptüm. Boynuna sarıldım.
"Onca senedir nerdesin haylaz!" dedi. Onca sene dediği topu topu on seneydi.
"Çok olsa sekiz-on senedir be emmi!" dedim.
"On senede neler olur biliyon mu sen? On senede bir koyun on koyun olur, on sığır yirmi olur, yirmi davar kırk olur!"
Böyle öfkeyle sevgi arasında bana çıkışırken Berrin de,
"Elini öpeyim amca!" diye uzanmıştı. Çaresiz verdi. Bana çıkışmaya devam etti, Berrine baktı;
"On senede bir kadın isterse beş çocuk doğurur!"
Güldüm..
"Anladım emmi!" dedim, "sen çocuk istiyorsun!"
"Tabii ya! " dedi, "Ocaksız odun, çocuksuz kadın ne işe yarar?"
Güneş, dedeçam’da alev almış düşüyordu. Bastonuyla sırtımdan iteledi.
"Yürün bakalım, bizim fakirhaneye!
Hayret. Berrin hiç de yadırgamamıştı toprak damlı evi. Hatta sevmişti bile. Abim, yeraltını tarif ederken, tabi on yıl önce,
"tıpkı, toprak damlı evi gör, yeraltını görme" demişti. Öyle ya abim madene girmiş, metrelerce yerin altında çalışıyordu.Ben hiç bir işe girmemiş, Hacı Mürsel emminin deyimiyle "bir baltaya sap olmamış" terki diyar etmiştim. Odada soba yoktu. Kapının tam karşısında duvar dibinde bir ocak vardı. Üzerinde kısmen yanmış, yanarken söndürülmüş siyah öğseğiler. Ocağın sağında, duvar dibinde yığılı
yorgan döşek ve üzerine serili, nakışları, hoşgeldin der gibi bana gülümseyen kilim. Şehirde bu ocağın biraz daha modern tekniklerle yapılmışına şömine denirdi. Yerde kimbilir kaç yıllık olduğu bilinmeyen antika kıl haba, ocağın kenarında iki koyun postu..
Hemen, koşar gibi varıp ocağın önündeki koyun postuna oturuverdi Berrin.
"Bu şömine yanmıyor ama emmi!" dedi.
Bu arada kapının ardındaki yığılı odunlardan bir kucak getirip kısmen yanmış odunların üzerine koydu, dönüp bir çırayla birkaç da çam kozalağı getirdi. Hacı Mürsel Emmi ocağı yaktı.
"Şimdi bir de cezveyi sürdük mü tamamdır!"
Ocağın hemen kenarında iki ayrı çivide bir cezveyle saçayağı duruyordu, simsiyah olmuştu. Saçayağını alıp ateşin kenarına koydu. Berrin, olan biteni ilgiyle izliyor, hiç de garipsemiyordu. "İyi!" dedim içimden, "gidelim gidelim diye vırvırlanmayacak!"
Ocakta odunlar alevden çıtırdamaya başladığında ben sormadan,
"Emre her zaman gelir, dertleşiriz. Ordan burdan, şardan şordan konuşuruz." dedi. "Bana eskilerden sorar, unuttuğumuz adetlerimizden sorar! Unuttuğumuz adetlerimiz!" Burada durmuştu. Uzun uzun düşünmüş, derin bir nefesten sonra havanın balondan boşalışı gibi boşalmıştı. "Geleneklerimiz, uzaklarda çok uzaklarda unuttuğumuz köylerimiz,şehirlerimiz, odlarımız, ocaklarımızdır! Emre de o köyleri arar, o köylerin bilinmez yollarına girip çıkar."
Bendini aşmış sel gibi çağlıyordu Hacı Mürsel emmi, anlattıkça coşuyor, coçtukça taşıyordu. Bazen duruyor, kısa bir aralıktan sonra ses tonu da değişiyor,bir yarası varmış gibi inliyordu. Ak sakalı titriyor muydu, seğriyor muydu, kanıyor muydu o zaman, belli değildi. Ama bıraksan sabaha kadar anlatacak, hiç usanmayacaktı. Evirip çevirip, dönüp dolaşıp lafı Emre’ye getiriyordu. Emre,diyordu, Emre şeceremizi çıkarmış.Kocakadı Dede, Kadıoğlu Veli, Kadıoğlu Mustan, Kadıoğlu Kel İbrahim, Veli Hoca, Kadı Ali, Kadıoğlu Kendirli derken birkaç yüzyıl ötesini geziyor gibiydi. Sonra da birden bire "Seymenime de maşşallah!" diye heyecanla haykırıyordu;
"Seymenime de Maşşallah!"
"Seymenime de Maşşallah!" dediği günler dilinde, akça sakalında, gözlerinde, çıplak tepeler gibi bomboş kalmış kafasında seğriyor, yüreğinde kanıyordu. Bidevi atlar üzerinde ellerinde meşâlelerle Erenlik, Demirli, Başören, Sakdede, Çalıdede’yi geziyorlardı. Timur Demirli’den başkaldırırken, Yunus Erenlik Çevrikte "Hû!" çekiyordu. Kabayel’le Poyraz’ı everiyorlardı. Atlı yaya, çoluk çocuk, kız kızan tekkeleri dolaşıyorlar, yatırlarda dua ediyorlardı. Bir genç kızın elinde yeşil fistan üzerine kırmızı yelek giydirilmiş, gelini temsil eden bir bez bebek, bir genç Bey’in elinde yeşil sarıklı kırmızı donlu, kırmızı gömlekli, üzerine adeta kilim gibi desen desen işlenmiş yeşil çepken.. Erenliğin eteğindeki derya gibi akan suyun kenarında iki taşın arasına koyun koyuna sarıp dualarla, tekbirlerle üzerini kapak taşla kapatıyordu. Kışın kar çatıları çökertecek, yollarda insan boyu olacak,eriyip derelerde çağlayacak, buğday başakları insan boyunu aşacak, koyunlar davarlar inekler çifter çifter kuzulayacak, bereket olacaktı. Poyrazla Kabayel’in evlenmesi demek,baharı özlemenin yüreklerde çıkardığı yangına dökülen su demekti. Kabayel ve Poyrazın evlenmesi, buğday başaklarının uzun uzun tarlalarda rüzgarla dalgalanan başak denizi demekti. Hayat, özlem ve hasret, "Seymenime de maşşallah!" demekti. Ama şimdilerde bir türli diyemiyordu, denemiyordu.. dedirtmiyorlardı çünkü. Oysa o "Seymenime de Maşşallah!" demeyi, yine tepeler dağlar aşmayı, o meşâlelerin, çıraların çıkardığı isi, o kokuyu, o gecelerin asaletini, o tekke ve yatırların ulviyetini, Demirli’ de Timur’un baş kaldırışını, kükreyişini, Ularmıda Yunus’un "Hû!" çekişini özlüyor, o özlemle hıçkırıyordu;
"Seymenime de Maşşallah!"
Hacı Mürsel emmi anlattıkça ben bir yerlere kadar gidiyordum, gidiyor kanatlanmış uçuyordum. Söylediği her kelimeyi bir bir içiyordum. En ince detaylarına kadar köyümü, köyümün uzaklarını, dağlarını, tepelerini... Gözümün önünden geçen silik silüetler bazen
gerçek bir görüntü gibi önümde donup kalıyor, bazen çözülüp buharlaşıyordu. O gün bizi güllükten toplayanlar, ağaçtan indirenlerden biri Belediye reisiymiş, diğer ikisi de işçilermiş. Reis seçilir seçilmez Erenlik Tepesine bir direk dikmiş, bayrak çekmişmiş. Bayrak kışın sert rüzgarlarından ipten kurtulup uçtuğu için o gün öğleye doğru yenisini takmaya gitmişlermiş. İşin aslı, reis sabah Belediye’ye çıkarken merdiven başında "BİZİM YUNUS ÇEŞMESİ" yazılı mermer levhayı görmüş. Yunus’un yattığı yerde maden işçileri ve Yunus Emre Derneği’nce yaptırılan çeşmenin yazısıymış.Bakan gelecekmiş, nasıl verilen görev anında yapılmazmış. Bir gün önce yerine takılması için işçilere görev vermiş. Bunlardan biri Çalıkların Ali, diğeri Çolak Betteş’lerin Ramazanmış. Odasına girer girmez çağırıp şöyle bir azarlamış. Hava da her dakika değişiyormuş. Çeşmenin ismini taktıktan sonra tepeye tırmanmışlar, direkten kopup uçan bayrağı aramışlar, bulamayınca yanlarında getirdikleri bayrağı takmışlar. Dönüş yolunda da uzaktan Kocapür’ün çatalında kızaran bir şey görmüşler, tepenin o yönünden gelmişler. Sonra bula bula bizi bulmuşlar. Beni sonradan farketmişler. Önce Berrin ve köylü’yü elleş belleş gül çizilerinden toplamışlar. Kocapür’ün altında hafif bayıra yaslamışlar. Biz kendimize gelmişiz ama köylü bir türlü kendine gelemiyor, türem türem terliyormuş. Başını kaldırıp kaldırıp bırakıyormuş. Sonra ben kalkıp Kocapür’ün o bir traktörden kalın belini sarıla sarıla dolanmışım. Taşlara sürtünmüşüm, ellerimle okşamışım, ağacın gövdesini yırta yırta,yırtına yırtına "Annem, annem, güzel annem!" diyormuşum. Bu arada elim reisin öfkeyle tıkadığı sineğin girdiği delikteki çakıl taşını düşürmüşüm. Ben düşürür düşürmez içinden bir sinek fırlamış, köylünün burnuna girmiş. Giriş o giriş, birden "Allahhh!" diye doğrulmuş köylü. Şaşırıp kalmışlar. Çakıl taşının delikten düşüşünü, sineğin fırlayışını reis görmüş. Buna bir çok yorumlar yapılmış biz hastanedeyken. Kimileri köylünün ruhudur demişler, kimi sinektir sinek demiş, kimi hayal kuruyo reis demiş,kimi sinek değil o melek demiş.. demiş de demiş. Hani ağzı olan konuşur, dilin kemiği yok derler ya. Savurup durmuşlar işte. Köylü için de, "Bu nasıl kirli çıkıdır ki, torbada dolar taşır?" Köylüyü de dala koymuşlar dayamamış, çatala koymuşlar duramamış, yere koymuşlar yer erimiş sanki. Karamehmet’lerin Karamehmet’e benzetmişler...
Birden tunçtan bir dağ göğsümün üstünde eriyip lav gibi akmaya başladı. "Karamehmet’lerin Mehmet" diye inledim. Bu, kılıktan kılığa giren, her boyayla boyalanan, fakirin, fakirden de fakir görüp acıdığı zavallı biri olabilen, zenginin, zenginim sandığından daha zenginlikleri taşıyan, hinlik, hainliklerle dolu bir yürek taşıyan bu bukelamun.. KARAMEHMET otelinin sahibi.. Evet, evet bu! Karamehmet! Annemin ikinci kocası! Benim asla baba demediğim ikinci babamdı. Nasıl da farketmemiştim? Ama kazanın etkisiyle hatırlamamış olabilirim. Yolda gelirken onu arabaya almıştık. Demirçayı’ndaki pürlerin altındaki tekkenin hemen az berisinde.İlerisinde de tarlaya saplanmış beyaz bir otomobil vardı. Sanırım bu köylü, ya da Karamehmet, orda kılık değiştirmiş, başına örme takke, sırtına eski püsküü palto, köylü usulü giyinmiş, sırtında torbayla yola çıkmıştı. Ama neden kılık değiştirerek ve bir torba dolusu dolarla böyle yola çıkıyor, bu köye geliyordu. Hatta hastaneye yattığımız günlerde köylü’yü, ya da Karamehmet’lerin Mehmet’i karataşta, Karataşın güney yüzünde çökmüş, iki eli de açık, sanki dua ediyorken, ya da Fatiha okuyorken birileri görüyordu. Ama orda neden dua edyordu? Neyin duası, kimin?!
Hacı Mürsel emminin anlattıklarına bir sürü anlam yükledim. Yüklediğim anlamlar saçmalıkla mantık arasında nereye gideceğini, nasıl uçup savrulacağını, hangi rüzgarla hangi ağaca, dala konacağını şaşırmış beynimde savruluyordu. Karamehmet ismi ve o boncuk boncuk terleyen sakallı adam, Karataş’ın önünde dua eder gibi duran adam, Karamehmet’lerin Karamehmet.. Karamehmet otelinin sahibi Karamehmet,o Karemehmet bu Karamehmetti, annemin kocası karamehmet! Düşündükçe dişlerim kilitlendi,yumruklarım sıkıldı; düşündükçe kaynamış tunç dağları lav gibi eriyip beynime akmaya dökülmeye devam etti.Küçücük bir ot gibi yüreğimin derinliklerinde fışkıran filiz birdenbire büyüdü, büyüdü, Davras dağı kadar oldu Karataş! Ispartalı Selim artık gözümde bir karınca kadar bile olamazdı. Karamehmet bir serçe kadar hafif gelirdi artık.
Hacı Mürsel emmi, duvarda yığılı yorgan ve döşeklerin üzerine örtülü, ben içeri girince yüzüme hoşgeldin diye gülümseyen kilime sırtını vermiş hararetle anlatmaya devam ederken, Berrin kaynayan karotu hacıdan gelen metal taslara koyuyordu.
"Karamehmet! "dedim, dişimi sıktım; "Ispartalı selim!" dedim, yumruklarımı!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.