kayıp zaman
KAYIP ZAMAN
Dağa sırtını dayamış küçük bir köydü orası. Evlerin bulunduğu yerden köyün tam karşısına bakıldığında, uzakta sıralanmış dağlar köyü ve yaylayı seyreder gibi dururlardı. Bir de, yaz sıcaklarından yanmayalım diye karlı tepeler köye doğru serinlik üfürürlerdi. Gece gündüz dağlar hep bizimle sayılırdı. Köyün hangi noktasında olunursa olunsun sıra sıra dağları görmek mümkündü. Uzak duran o dağlar, köyde yaşayan herkesin aşkını da acısını da bilir gibiydiler. Dağlara bakarak kim bilir niceleri dertlerini anlatmışlardı. Onlar da uzaktan duymuşlardı herbirşeyleri. Dağlar günün değişik zamanlarında yine değişik çehreye bürünürledi. Örneğin, sabahları yarı sisle kaplı olduğunda, yüzü uykulu gibi olurken, öyle vakti güneş tam tepesinde olduğunda, sanki gözleri kamaşnmış gibi parlardı. Akşama doğru ise hüzünlü gibi, boynu bükük anlaşılmaz bir çehresi olurdu dağların.
Köyün nerdeyse bütün toprak damlarının ön cephesi ve önlerindeki çardak, dağları görecek şekilde kurulmuştu. nasılsa.
Akşam üzeri köylüler tarladan bahçeden evlerine gelip de ellerini yüzlerini yıykadıkdan sonra, çardaktaki serilmiş sofraya oturup da yemek yerlerdi. Yemekte ayran içerlerdi. Yemek yendikten sonra ise çaylar gelirdi. Sonra sırtını bir direğe dayayıp da çayını yudumlarken, dağlar onun karşısında olurdu hep. İçten içe kimselerin duymayacağı şekilde dağlara bakarken mırıldanmalar olurdu. belki. Bu dağların öyküsü bitmez tükenmez olmalıydı. Nice tarihler hayatlar yaşamış olmalıydı bu dağlar.
Bahçede yalnız bir çocuk oynuyordu. Kendi kendine bir tür oyunlar yapmaya çalışıyordu. Ayakkabısını çıkartmış bir kenara atmıştı. Toprağa dokunuyor, toprağa dokunmak kendine özgü bir tad veriyordu ona. Bahçe evden ikiyüzmetre uzaklıkta bulunuyordu. Etrafı buğday ekili tarlalarla kaplı olan bahçe, yeşil bir ada gibi görünürdü uzaktan bakıldığında. Buğdaylar yarı sarı yarı yeşildiler daha. Bahçede şeftyali, incir, iki büyük zeytin, bir kaç nar ve etrafında ise, belli aralıklarla dizili kavak ağaçları vardı. Çok az, sızıntı halinde bir su çıkıyordu ve bütün bahçeyi yavaş yavaş dolaşıyordu. Kulak verildiğinde biyerlerde suyun şırıl şırıl akmakta olduğunu duymak mümkündü.
Yumuşak toprakta yürümek hoştu. Bazen toprağı eliyle havaya savurdutan sonra duruyor, toprak yağmur gibi üzerine dökülürken o sade gözlerini kapatmakla yetiniyordu. Sonra topraklı ellerini yüzüne sürüyordu. Bahçenin kenarında durup da uzun uzun ekin tarlalarını seyrederdi. Sarı yeşil ekinler hafif esen rüzgarla o yana bu yana dalga dalga yerlere kadar eğilirken toprağı da öpüyor seviyorlardı sanki. Küçük kuşlar ise ekinlerin üzerine inip inipde kalkıyorlardı. Çocuk, olduğu yerden bu manzaraya öyle dalmış bakarken bir rüya görür gibiydi. Manzarayı seyrederken içinde anlaşılmaz bir tuhaflıklar oluyordu. O an bir kuş olup da kanatlarını açtıktan sonra ekinlerin üzerinden kayarak ta karşı dağlara kadar uçuyor uçuyordu. Sonra, uçan kuşlar gözden kaybolana kadar onların arkasından bakıyor ve sonra yine dalıp gidiyordu.
Daha sonra ise bahçeden çıkıp yürüyerek evlerine yakın bir yerde bulunan ve en az bir kaç ton ağırlığında olan, yarın anlında her an düşecekmiş gibi duran büyük taşın üzerine oturuyordu. Oradan güneşin batışını seyrederdi. Taşın bulunduğu yerden karşı tarafta uzakta bulunan dağlar sıralanmıştı. Güneş batarken o portakal kızıllığında yayılan renklerle birlikte etrafta uçuşan kuşların sesleri de duyulurdu. Havada tatlı bir akşam telaşı başlardı. Kuşlar ve diğer hayvanlar, insanlar, ağaçlar, böcekler ve dağdan gelip geçen şırıl şırıl akan su, hepsi de bir akşam yorgunu olmuşa benzerdi. Güneş uzaktaki dağın tepesinden aşağı düşer gibi yavaş yavaş inerken, her taraf bir kızıl örtüye kaplanırdı. O an anlamadığı birşeyler olurdu içinde. İçinde ılık ılık bir şey akardı sanki yüreğine doğru. Seviçle hüzün arası bir şey dolardı içi. Öyle dalardı...ta ki, annesi evin avlusuna çıkıp da bağırmasıyla kendine gelirdi. Annesi, ’’haydi eve gel, yeter orada oturduğun, bak karanlık oldu artık’’ diye söylenirdi. O zaman yavaşca kalkar ve eve doğru yürürdü. Eve vardığında yemek hazırdı. Çardakta serilmişti sofra. Annesi söylenmeye devam ederdi. ’’sen’’ derdi, neden o taşın üyerine oturup da dalıp gidiyorsun, bu dalma da ne oluyor, bu yaşta bir çocuk ne düşünür ki, ben bir şey anlamıyorum bu halinden yavrum’’ diye söylenmeyi sürdürürdü. Çocuk hiç cevap vermez, yemeğini yemeye devam ederdi.
Zaman bir hırsız gibi çalıyordu çocuğun hayatından...
bölüm 1.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.