- 1231 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
ŞARK KISRAK
ŞARK KISRAK
Not: Bu resimde ki çocukla konuşan fötr şapkalı bey, Sayın Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’dır.Onun elini öpen benim , diğer çocuk kardeşim Nejat, onu tutan siyah mantolu hanım annem Nezihe Ovalı’dır.
" Beni en mahrumiyet bölgesi olan yere götürün " diye emir vererek geldiği Köşk Köyü’ nde benimle konuşurken
" Benim atım öldü cumburbaşkanım "diyince, gülerek yanağımı okşayan Celal Bayar ,gerçekten gördüğü lüzum üzerine subayların burada kalma süresini üç yıldan iki yıla düşürmüştür.
Bu sefer en eski anılar üzerine yazacağım , ömrümün dimağıma kazıdığı en eski yıllarda , en hatırlanası kıvrımları, en masum duygularla
Susurluk’taydık o günlerde. Evde sürekli “ Tayin “ lafı dolaşıyordu. Ben henüz beş yaşımı bitirecektim. “Tayin “ kelimesini “Tayın” la karıştırmış olacağım ki; ekmek gelecek, sıcak tayının arasına annem süzme yoğurt sürüp , üzerine acı kırmızı pul biber sürüp elimize verecek , sokakta ısıra ısıra dolaşabileceğiz kardeşimle sanırdım.
Evin arkasındaki küçük bahçede birkaç tavuk, çok güzel bir Denizli horozu ve durmadan öten bir kekliğimiz vardı. Keklik evin içinde serbest dolaşır , babam ona sofrada kendi yemeğinden vererek annemi delirtirdi. Onun ismini neden “Düldül “ koymuşlardı, neden o çok özeldi bilmem ama babamı görünce koluna sıçrayıp ona cilveler yapmasına biz de bayılırdık.
Babam öğle yemeği yemek için geldiğinde , Doru aygırı evin koca kapısının tokmağına bağlar, ben ve kardeşim aygıra şeker ve havuç verebilmek için yarışırdık. O azgın aygır biz çocukları görünce sütçü beygiri gibi sakin olurdu. Bazen de , “Biraz daha isterim “ der gibi kapıya ön ayağı ile vurduğu, yoldan geçen araba atlarına kişnemeleriyle posta attığı çok olurdu. Susurluk’un yolları, parke taşları ile saç örgüleri gibi bezenmiş , atların nal seslerini misliyle yansıtan tertemiz yollardı. Yazın ise biraz tozlu olurdu, biz çocukları evlerine kaçıracak kadar.
Bir gün neye öfkelendiyse , kapının koca tokmağını yerinden söküp koşarak gittiği de olmuştu doru aygırın. Sonunda onun iğdiş edildiğini seyretmiştim. Bütün öfkesi veterinerin elindeki koca tabağın içinde çekip gitmişti. Yine kapıya bağlanır ama hiç kıpırdamadan , gelip geçen en güzel kısraklara kafasını bile çevirmeden öylece dururdu. Ona benden iki yaş küçük olan kardeşimle yine havuç ve şeker yedirirdik ama bir şeylerin eksildiğini , ruhunun burukluğunu, bize kızmak istemediğini sezerdik. Babam onun artık koşmak bile istemediğini, emirler yüksek yerlerden gelmese onu iğdiş ettirmeyeceğini söylerdi.
Nihayet babam bir öğlen vakti ,
“Hanım , gözün aydın . Tayinimiz çıktı” diye bağırarak gelmişti eve. Susurluk’a tam alışmaya başlayan , komşuluklar kuran annem için zor bir yere çıkmıştı tayinimiz. Erzurum –Oltu- Köşk Köyü ne.
O deli aygırdan , yani yeni beygirden ayrılmak istemiyorduk . Babam yeni atımız olacağını defalarca anlatıyor ama bizi ikna edemiyordu. Kendisi kekliğini bırakmayacaktı. Kafesi hazırdı zaten . Horozu ise yan komşumuza bırakmıştı. Tavuklar ise kesilip haşlanarak üç günlük kumanya olacaktı.
Fazla eşyamız yoktu sanırım . Birkaç sandık ve iki hurç evin eşyalarının tamamını almaya yetmişti . Trenle gideceğimiz için çok mutlu olmuştuk . Ama üçüncü gün hala süren yolculuğumuz , iki yaramaz oğlanla uğraşan sabırlı anamızı bile deli etmişti . Göz yaşlarıyla bu yolculuğun bitmesi için dualar edecekti.
Annem Erzincan’ lıydı . Bir akşam üstü anneannem, dayım, akrabalar bizi istasyonda karşıladılar. Tren burada bir saat kalacaktı . İnip kucaklaştık. Kışlık erzak getirmişlerdi. Koca bir deri Şafak tulum peyniri, tenekeler içinde kavurmalar, tere yağları ve bir çuval un. Getirdikleri yufka üzerine dökme çağ kebabını ise bitiremeyip o gece de yediğimizi unutamam. Anneme iki Trabzon burma bileziği de ayrıca takılmıştı. Bize alınan kıyafetlerin bazıları küçük olduğu için ,değiştirilmek üzere iade edilecekti. Anneannemi hep sevmişimdir . Depremde eşini ve üç çocuğunu kaybetmiş ama hanımefendiliğini hep korumuş bir kadındır o.
Henüz hava kararmamıştı ki; Erzurum istasyonunda babam bizi bırakıp , bir kamyon bulmaya gitmişti. Ne yazık ki gece olmasına rağmen geriye dönmeyince , istasyonun bir köşesinde bizlere sarılmış metin olmaya çalışan annem için için ağlıyordu. Babama bir şey mi olmuştu? Neden bizi bırakıp gitmişti ve gece yarısı olmasına rağmen ortada yoktu?
Nihayet gelebilmişti bizler uyurken. Bir kamyonet bulmuş ve bizi köy muhtarının ahırına yerleştirebilmişti. Ahır karanlıktı ve gaz lambası yanıyordu. Ahırın bir köşesinde tahta ile çevrilmiş saman stoklarının konduğu yere yerleşmiştik.
Ne yazık ki tatbikat yapan alayda , komutan babamı görünce , onun “Ailem istasyonda kaldı “ itirazlarına aldırmadan derhal bölüğünün başına geçeceksin emrini vererek geriye dönmesine engel olmuştu. Ne kadar yanlış bir zihniyet. Rus ordusu sınırı geçse bile ailesini öylece bırakmış bir subaya böyle davranması çok yanlıştı. Kısa bir süre sonra onun da tayini çıkacak ama onu Erzurum’ a götüren aracı kimse uğurlamayacaktı. Hatta tencere çalanlar bile çıkacaktı aralarından. Görev kutsaldır ama insanlığın üzerinde değildir bence. Babam bu olayı hayatı boyunca hiç unutmayacak ve daha ileride o komutanın yüzüne vuracaktı.
Sabah ineklerin çıkarttıkları seslerle uyanıp birkaç buzağıyı sevmiştik. Onların büyüyünce kesileceğini bildiğimizden hem saman yediriyor hem de büyümemeleri için dua ediyorduk. Muhtarın karısı benim ve kardeşimin elinden tutarak ahırın ortasındaki etrafı tahta çitlerle çevrili yere götürerek ;
“Buraya sakın yaklaşmayın çocuklar. Ahırın içinde en tehlikeli yer burasıdır. Bu çukur hayvan pisliği ile dolu . Düşerseniz boğulursunuz” demişti.
Tabi bir hafta sonra bahçede çalı çırpı yakarak , su kaynatıp bizi yıkamaya çalışan annemin boş bir anından faydalanarak , ben bu çukura bakmak için yaklaşıp bir de içine doğru eğilince , cumburlop çukurun içine düşmüştüm. Kardeşimin feryatlarına koşan annem , beni çukurun içinde göremeyince oracıkta düşüp bayılı vermiş. Neyse ki bir köy delikanlısı çukura atlayıp beni yukarıya savurunca boğulmaktan son anda kurtulmuşum.
Bu olaydan sonra Erzurum ‘a hastaneye kaldırmışlar. Zavallı kadın iki çocukla, pardon çocuk kelimesi biz iki canavarın üzerine hafif gelir, ya oğlana bir şey olursa korkusu ile çok kötü günler yaşamış. Ben maalesef o yaşta boku yemişim. Tabi ne kadar aşı varsa beni bağırta bağırta vurmuşlar.
Bu arada babam , köylülere kerpiç döktürüp, kavak ağaçları alarak bir oda bir salon dan oluşan minik evimizi , diğer subayların yaptırdığı evlerin en sonuna yaptırmaya başlamış. Bu gecekondumuzu nedense çok sevmişizdir.
Köşk Köyü eskiden alayın olduğu yerde bir ağanın köşkü olduğu için bu ismi almış . Ama ben hiç köşk falan hatırlayamıyorum. Ortası düzlük ve çayırlık olan , etrafı tamamen ağaçsız dağlarla çevrili bir yerdi. Bir tepede köy , diğer tepede alay ve alayın ilerisinde 25-30 kadar subayların kerpiçten yaptıkları gece kondular vardı.
Bir ay sonra bu yeni yapılan kerpiç leri henüz kurumamış evimize taşınmıştık. Annem çok mutluydu. Diğer subayların hanımları ile hemen kaynaşmıştı. Bizim de epey çocuk arkadaşımız olmuştu
Son bahar diğer yerlerden daha çabuk çökmüştü bu yerlere . Tepede ,adeta dağın zirvesinde yaşıyorduk. Alay tam yerleşik değildi. Köhne binalara , çadırlara konuşlanmıştı. Tek düşüncesi vardı insanların , kışı salimen geçirmek.
Ben henüz okula gitmiyordum. Ama kovboy filmlerindeki yolcu taşıyan altı atlı arabalara benzettiğim kapalı bir araba, çocukları toplayıp köydeki okula vadiyi ve dereyi geçerek iki güçlü atıyla gider gelirdi. Yine hava kararmadan çocukların neşeli çığlıklar atarak evlerine koşmaları görülecek bir şeydi. Ben de birkaç kez o arabaya binmiş ve araba dereden geçerken çok heyecanlanmıştım. Bir gün araba dereye saplanıp kalınca köylüler çocukları zor kurtarmışlardı.
Babamın sürekli odun kırdığını ve bir koyun ile bir tosunumuz olduğunu , bunların etinden sucuk yapılacağını hatırlıyorum. Babam bu sucuk işinden oldukça iddialıydı.
Çeşitli baharatlar , kollu kıyma makinası ve keskin et bıçakları bu setin birer parçasıydı.
Bir Pazar sabahı, babam bizim tosunu annemin çamaşır ipleriyle bağlayıp tam keserken , hayvan ilk çalan bıçağın da verdiği acıyla , hani can havliyle derler ya , birden kurtulup ayağa kalkarak koşmaya başlamaz mı? “Kaçın , geliyor , saklanın “ bağırışları arasında , o sırada odun kıran , babamın sınıf arkadaşı Salih Raci Tekin’in üzerine doğru koşarken , Salih Amcam baltayı o kadar ustaca vurdu ki ; tosunun gövde bir yana ,kelle bir yana düştü. İşte o gün rahmetlinin adı Kasap Salih olarak kaldı. Bu kasap unvanının küçük bir şahiti de ben olmuştum. Yıllar sonra beni Galata Köprüsünün altında , ud çalarak söyleyen bir tanıdık mekana götürdüğünde , kağıt üzerine sürekli atılan kuzu pirzolamızı elimizle yiyerek, Tekirdağ rakısını sek götürürken anlattığım bu anekdotu gözleri yaşlı dinlemiş sonra da şarkıya eşlik etmişti. Allah rahmet eylesin, geriye birkaç hatıra ancak kalıyor.
Oğlu Muzaffer Tekin, belki de hayatımın en eski arkadaşı . Onunla birlikte girdiğimiz Kuleli Askeri lisesi , ilk izine beraber çıkmamız, Harp Okulunda aynı kısımda , Piyade Okulunda aynı mangada olmamız , sonra da Patnos’ da üç yıl görev yapışımız ne kutsal tesadüfler. Muzaffer Türk Ordusunun en değerli on isminden birisidir. Başına gelen felaketlerin sebebi ,belki de hepsi onun asil ve eğilmez ruhunun dışa vurumu olabilir. Şimdi onu kahreden bir lanet hastalıkla mücadele ediyor. Onu da yenecek benim aslan kardeşim.
Kışın evlerin etrafına kadar gelen kurt sürüleri ,bir de köyden bir delikanlıyı parçalayınca, Kasap Salih Amcam, Sivas’tan dört Kangal çoban köpeği getirterek, Köşk Köyü komününün yakınına kazdırdığı derin çukura onları koydurmuştu. Hava kararınca ,
“Herkes evine , herkes evine . Köpekler serbest, köpekler serbest” diye bağıran bakıcıları , bütün günü çukurda geçiren, çelik diken tasmalı dört köpeği serbest bırakır ve biz o köpeklerin evlerin arasında dolaşarak bizi korumalarından çok gururlu olarak onları camdan izlemekten kendimizi alamazdık. Kurtlar başlangıçta görevlerini çok güzel yapmışlardı. Tabi kurtların çıngar zamanı gelinceye kadar.
Dördü de erkek olan bu köpekler, sonunda kancık kurtların aşk oyunlarına kapılınca, teker teker kurtlar tarafından parçalandılar, Bahar geldiğinde sadece bir köpek kalmıştı. Sonra ki yılda iki erkek, iki dişi köpek daha gelecekti çukura.
Kışın ortasında babam elinde bir telgraf ile evimize gelip üzgün bir sesle,
“Kardeşimden haber geldi , annem ölüyormuş. Hayri’yi görmeden ölürsem gözlerim açık gider diyormuş. İzini mi aldım hemen hareket etmemiz gerek” demez mi? İlk Komutan değiştiği için kolay izin almıştı anlaşılan.
Bize tahsis edilen bir kaptıkaçtı dedikleri araçla Erzurum’dan yola çıkarak , trenle üç günlük yolculuk sonunda Isparta’ya gelmiştik . Orada on beş gün kalıp babaannemin iyileştiğini görerek geri döndük.
Hozat Jandarma Komutanlığından verdikleri Jeep ile karlı yollardan Köşk Köyüne dönmeye çalışırken birden yola kar akmaya başlamıştı. Yani küçük bir çığ ile karşı karşıyaydık. Annem mantosunu kardeşimin üzerine babam da parkasını benim üzerime sarmıştı .Jeep tamamen karın altındaydı ve babam sakin olmamızı , Jeep belirlenen saatte alaya ulaşamazsa arama ekibinin yola çıkacağını söylüyordu.
Bizi kolay bulabilmeleri için babam şoförün tüfeğine süngüsünü takıp, Jeep’in tentesini delerek yukarı doğru uzatmıştı. Nitekim bizi kurtarmaya gelen ekip o süngü ucunu görüp karı kazarak bizi kurtarmıştı. Böylece hayatımda bir defa da çığ altında üç saat geçirme deneyimini yaşamış oldum . Ama annemin el ve ayaklarının morarmaya başladığını bizi evlerine alan komşularımızın evinde görmüştüm. Çok ıstırap çekmişti zavallı anneciğim.
O sene Amerikan yardımı ile motorize olma yolunu seçen Silahlı Kuvvetler ( Bence Doğuda at ve katırlardan tamamen vaz geçilmesi çok yanlış bir düşüncedir.) ellerindeki fazla hayvanları satışa çıkartmıştı. O Pazar hem kışlık erzak almak hem de atlara bakmak için gitmiştik.
Erzurum’a kadınlı erkekli üç CMS aracı açık kasalarında battaniyelere sarılı çocukların şen çığlıkları ile indik mezat alanına.
Civar köy ve diğer şehirlerden gelenlerle , epey kalabalıktı mezat alanı. Atlar teker teker getiriliyor , alıcılar kıran kırana mücadele ediyordu. Eğer bir subay artırmaya katılırsa , diğer alıcılar nezaketen hiç artış yapmıyorlardı. İşte böyle bir mezatta babamın dişlerini kontrol ettiği çok güzel bir al kısrak , bizim olsun diye kardeşim ve ben tepinip duruyorduk. Sonunda babam da o atı çok beğenmiş olacaktı ki, annemin “ Tamam babanız alacak o atı . Artık bağırışmayın “ demesiyle susmuştuk.
At dört yaşında hiç doğurmamış, harika bir hayvandı. Ödemeyi annemin bileziklerini bozdurarak yapmışlardı. Biz elimizde kesme şekerler , başka bir canlı görmeksizin sadece onunla ilgiliydik. Sonunda Köşk Köyü’ ne alınan diğer beş at ile birlikte bizim kısrağı da getirdiler. Boş bir tavlaya yerleştirilen kısrak için isim bulmak ayrıca bir dert olmuştu . Sonunda ismini yine babam açıklayacaktı. “Şark” ismini uygun bulmuştu. Yani , Doğu demekti.
Yepyeni bir eğer takımı vardı Şark’ ın . Çoğu kez babam beni eyerin önüne oturtur ve gezdirirdi. Biraz daha hızlı koşturması için ona yalvarırdım. Sonra onun terini silen babama yardım eder, teri soğuyunca da önüne içmesi için su koyardım.
Artık kışın ortalarına gelmiştik neredeyse . Bu arada sobada şişe takarak kızarttığımız sucukların , ev yapımı ekmeklerin tadını hiç unutamam. İki çuval sucuğu bir kış boyunca yemiştik. Bazen babam arkadaşları ile buluştuğumuz mahfel de , birkaç duble rakı içerdi . Böyle geceler eve biraz geç gelir, ama çok neşeli olurdu. Ben onun gelmesine kadar çeşitli bahanelerle uyumaz, sanki babamı bir daha görmeyecekmişim gibi duygulara kapılırdım.
Bir gece onu annemle oturmuş beklerken birkaç el silah sesiyle irkilmiştik. Yan komşumuzun evinden bağırışı da bizi çok korkutmuştu.
“Hayri arkana dikkat et! Onu bana bırak! Arkadaki sırtına atlayacak kaç Hayri , kaç”
Aman Allah’ım bu bağıran da babamdı;
“Nezihe kapıyı aç, çabuk ol Nezihe.” Annem kapıyı açmıştı ama aralarsa kurtlar içeri girip bizi parçalar diye korkuyordu. Birkaç el silah sesinden sonra babam kapıdan , üstündeki uzun Amerikan parkanın etekleri yırtılmış ve epey de korkmuş olarak kendini yere atarak girmişti. Annem hemen kapıyı kapatarak ona sarıldı. Babamın hiçbir şeyi yoktu. Bizim ev , en sonda olduğu için kurtlar en çok burada dolaşıyorlardı. Ben de babamın üzerine atılarak onu öptüm. Komşumuz bağırmaya devam ediyordu.
“Hayri , Hayri, bir şeyin var mı? Yaralı mısın?” Babam bu sınıf arkadaşına pencereden cevap verirken, hala kaçmayan birkaç kurdu da gösteriyordu. Gerçek bir faciadan kurtulmuştu.
Sabah olunca ilk işimiz kapının önündeki iki kurt leşinin yanına giderek onları babamla incelemek oldu. Kurt dişleri beyaz ve kocaman olarak kalmıştı aklımda.
“Mecbur kalmasam onları vurmazdım oğlum. Onlar çok açlar , bu yüzden saldırıyorlar. Sen de sakın mecbur kalmadan hiçbir canlıyı öldürme olur mu?” Yıllar sonra bana saldıran bir kurdu ,onun bu sözlerini hatırlayarak vurmayacaktım.
Komşular da geçmiş olsun demek için çıkmışlardı. Kadının biri ,
“Şu mahfeli komutan artık kapatsa iyi olacak. Yoksa birimizin kocası kurtlara yem olacak valla”
Diğer bir kadın,
“Valla şekerim , daha on gün önce az daha benim ki, parçalanıyordu ama yine mahfel e gitmekten geri kalmıyor. Bu erkekler uslanmaz kuzum uslanmaz”
Anamın böyle bir konuda laf etmesi bile düşünülemezdi. O sadece babama bir şey olmadığı için Allaha şükrediyordu. O sıralar yaşlılıktan ölen bir katırı dört parçaya bölerek kurtları beslediler. Birkaç gün kurtlar görülmemişti.
Vadinin altından geçen bir dere vardı. Derenin boyun yaptığı bir yeri doldurarak suni bir göl yapmış içine koca yayın balıkları koymuşlardı. Asıl sıkıntı, sayıları epey çok olan su yılanlarıydı. Zehirli olmayan bu yılanları eline alabilen ender çocuklardan biriydim. Annem bu hareketimden çok korkardı. Ayırt edemeyip, zehirli bir yılanı tutabileceğim geliyordu aklına. Öbür çocukların birbirlerine ve kızların üzerine yılan yavruları atmalarına kızıp kavga ettiğimi de hatırlıyorum.
Babam anneme kısrağı çektirmekten bahsediyor. Bu Erzurum’dan gelecek olan biri beyaz diğeri siyah olan iki aygırın alayın kısrakları ile çiftleşmesi demekti. Bu arada bizim Şark kısrak da çiftleşecekti. Ben o gün hiç uyuyamadan babamın peşine takılıp onunla alaya gittim. Diğer subaylar çocukların bu olayı seyretmesini normal karşılamıyordu. Babam bu doğanın en büyük güdüsü için bana kısıtlama getirmemişti.
“Bak oğlum, bütün canlılar çiftleşme sonunda olurlar. Aygırın tohumu, Şark’ın içinde, onun ki ile birleşip birkaç ay sonra ,küçücük bir tay olarak dışarı çıkacak. Sen de bir erkeksin . Bu göreceğin şeyi bir kadınla yaptığın zaman senin de çocuğun olacak. Yani leylek meylek yok."
İki damat adayından biz siyah olanını seçmiştik. Şark’ı ona yaklaştırdıklarında burnunu ileriye doğru uzatıp , kulaklarını kısmış , dudaklarını kırparak kişneyerek ona doğru gitmek istemişti. Ereksiyon olan penisini kendi karnına vurduruyordu. Bizim Şark da ona bazı sesler çıkartarak cevap veriyordu. Aygırdan kaçarmış gibi yapıp havaya attığı birkaç boş tekmeden sonra ona boyun eğmiş , üzerine çıkmasına müsaade etmişti. Atın koca organı Şark’ ın içinde kaybolmuştu.
“Baba bizim bir tayımız mı olacak şimdi? “
“Evet oğlum, eğer döl tutarsa bizim minicik bir tayımız olacak”
“Döl nedir baba?”
”Hadi onu da sonra öğretirim sana”
Şark’ın karnı şiştikçe , kardeşimle binmelerimiz de azalmıştı kısrak’a. Ama şimdi ona havuç yedirirken karnına dokunabiliyor, yaramaz tayın tekmelerini hissede biliyorduk.
Bir sabah eve babamın habercisi olan asker geli,
“Yenge çocukları hemen hazırlayacakmışsınız. Şark doğurdu da, komutanım çocuklar gelsin diyor”
Koşarak tavlaya gitmiştik. Şark yerde yatıyor, incecik bacaklı simsiyah bir tay, ayakta durmaya çalışarak bizden kaçıyordu. Babam tayı yakalayarak yanımıza getirdiğinde biz onu öperek boğacaktık neredeyse . Hayatımda bu kadar siyah bir şey daha görmemiştim. Aynı babası gibiydi. Anlının ortasında ise baklava dilimi şeklinde bir beyazlık vardı. Cinsiyetini ilk fark eden kardeşim olmuştu.
“Baba, bunun pipisi var”
“Evet çocuklar bu bir erkek tay”
O sırada ayağa kalkan Şark yanımıza yaklaşınca cebimizdeki bütün şekerleri ona yedirmiştik. Zaten yaramaz tay hemen onun memelerine asılıp sütünü emmeye başlamıştı bile .
“Baba , bu tay Şark’ın karnından çıktı değil mi?” “Hayır oğlum karnında büyüdü ama kızların işediği gibi bir yer var ya oradan dışarıya çıktı.”
Aman nereden çıkarsa çıksın iki tane atımız olmuştu ya.
Tay ile candan bir arkadaşlık kurmuştuk. Pazar günleri babam, ılık havalarda beni terkisine , kardeşimi de önüne oturtarak gezdirir, Arap ismini koyduğumuz tay da bizimle bir ileri bir geri koşup dururdu. İndiğimiz yerde taya sarılır onu bıktırıncaya kadar severdik. Sonra kaçar, bize yakalanmamak için uzaklaşırdı.
Acı haber yine bir Pazar sabahı gezmeye gitmeye hazırlandığımız sırada bize ulaşmıştı. Evde annem , kardeşimle bana kahvaltı yaptırıyor, babam da kapının önünde komşumuz la laflıyordu. Biz iki kardeş “Sucuğu fazla aldın , peyniri çok yedin , yumurtayı tokuştururken hile yaptın , ben süt istemiyorum “ diye küçük kavgamızı yaparken ,çok sabırlı olan annem,
”Haydi oğlum o senin kardeşin, bırak o senin yumurtanı kırsın , ne olur kavga etmeyin “diye bizi yatıştırmaya çalışıyordu. Birden kapı açıldı , içeriye perişan halde babam girmişti. Doğruca yatak odasında asılı duran Kur’ anı Kerim’in arkasındaki , dedemden kalma Bulgar Leğantını alarak;
“Çocuklara sahip çık hanım, sakın dışarıya çıkmasınlar “ diye sert bir sesle söylendi.
Ben babamın emrini dinlemeyerek peşinden fırladım. Ardımdan annem boşuna bağırıyordu. Babam vadiye doğru koşuyor , benim peşinden geldiğimi göremiyordu bile. Derenin yanında insanlar toplanmışlardı. Şark yerde yatıyor, ağzından kan ve köpükler geliyordu. Bir yüzbaşı , “Lanet olası yılanlar, hayvanı ürkütmüşler. Geçenlerde benim atım da ürküp az daha beni üzerinden atacaktı. “ diyordu. Arap insanlardan korkmuş olacak ki uzaktan annesine bakmaktaydı. Veteriner üsteğmen Şark’ın arka sağ bacağını yattığı yerden kaldırıp, babama hitaben;
“Yüzbaşım , inanın çaremiz yok. Biliyorsunuz kalça kırığının hiçbir tedavisi olmuyor. İsterseniz ben..”
Babam, “ Hayır ben durumu biliyorum. Bu görev de bana düşer. Siz atın başından çekilin “ diyerek Şark’a yaklaştı.
Onu çok severdi. Yerde ki atın başına çökerek ,onu son bir defa öptü. Sonra Bulgar Legantı’ nın o çok yüksek patlama sesini duydum. Sağ kulağının altından sıkmıştı mermiyi. Koca adam ağlıyordu, elinde tabancasıyla. Arap silah sesinden çok korkmuş uzaklara kaçmıştı. Sonra ben yaklaştım babama . Elimle onun göz yaşlarını sildim .
“Ağlama babacığım , bak bir atımız daha var”
Köyden bir yaylı getirmişler, Şark’ı arabaya uzatmışlardı. Onunla gitmek istiyordum ama babam elimi bırakmıyordu. Araba bizden 100 metre kadar uzaklaşmıştı ki; Arap ortaya çıktı. Arabada yatan annesini koklamak istiyordu . Arabayı süren köylü birkaç dakika durarak yavru ile annesinin vedalaşmasına izin vermişti.
Şark’ı ovaya saldıklarında derenin üzerinden atlar, son sürat koşar, şaha kalkar bize adeta şov yapardı. Ama bu sefer atlarken onu korkutan bir su yılanı yüzünden bastığı taştan ayağı kaymış,sivri bir kaya nın üzerine düşmüştü. Kaya tam kalça kemiğini kırarak onu ölmekten başka çaresi olmayan bu yola itmişti
Arap’ birkaç ay baktık. Annesiz üç aylık bir tayın yaşaması çok zordu. Sonunda babam onu bize ilk kapısını açıp misafir eden köy muhtarına verdi. At başka bir dosttur. Hala bir atım olmasını hayal ederim. Her simsiyah at gördüğümde Arap gelir aklıma.
Sevgi ödünç verilen bir fincan kahve gibi değil ki, kolayca verilip kolayca iadesi olsun . Sevgi bizden karşılıksız alınıp geriye isteyemeyeceğimiz kutsal bir duygu.
İşte bu yüzden Şark ve Arapta ki duygularım yerine konamadan devam edip gidiyor , hem de tam atmış yıldır.
E.Yaşar Ovalı 30.12.2014
YORUMLAR
Cok guzel, hem aci hem tatli, bir donemi harf cizgileriyle cerceveletmissiniz. Okumaktan, hayalini kurup gercege uyarlamaktan keyif aldim... kucukken babamin sahip oldugu atlar geldi aklima, evin onunde durdugunda binmek isterdim,binince de yuksekten duserim diye korkup indigim o anlar... hele insanin evinin onunde iki ates parcasi kopegi varsa o kis gecelerinde kurt sesleri sizi korkutamaz...
Siz anilarinizi oyle yerli yerinde anlatmissiniz ki, uzun bir yaziyi okumak kitap disinda ne kadar sıkıcı gelse de okumaktan keyif aldim, icime sine sine okudum, komutanim :) devamini merakla beklesek, devam eder misiniz acaba ?
kukurikuu
Benim öykülerim genellikle hayatımdan alıntılardır.
Yazmak kolay gelir de,bazı konulara insanları incitebileceği için girmeyi arzu etmediğim olur.
Sıkılmadan okuduğunuz ve güzel yorumunuz için teşekkür eder ,
saygılarımı sunarım.
kukurikuu
Yorumunuz için teşekkür ederim .
İnsan çok eskiyi zor da olsa işte böyle bölük pörçük anabiliyor
Saygılarımla.
Acısıyla tatlısıyla anılar okurken keyif aldım doğrusu,Susurluk denince aklıma gelen faili meçhul cinayetlerdi,Veli Küçük aklıma geldi,selamla.
kukurikuu
Yorumunuz için teşekkür ederim, galiba Susurluk o zamanlar tertemiz bir yerdi.
Saygılarımla.