- 494 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ölü Evi
(yaşamdan kesitler)
Telefon çaldı, uyandım.
Uyandık.
Oda karanlıktı.
Hayırdır inşallah! Bu saatte çalan telefondan pek hayırlı haber çıkmaz ama gene de hayırdır!
Karanlıkta bakıştık.
Ben, evde telefonlara bakmam. Çalıştığım zamanlar olumlu, olumsuz, kurallı, kuralsız o kadar çok telefona bakmışım ki, bıkmışım. Emekli olunca kendime bir kural koydum. O çalsın, ben açmam. Telefondan bana ne!
Eşim; “Kalk bak.” dedi. Kendisi, hop edip çabucak kalkamaz. Beli, kalçası, eklemleri… Bir de ağırlığı. Bir de uyku sersemi ya… Fırladım kalktım. Telefon mutfakta, durmadan çalıyor. Işıkları yaktım, saatime baktım. Gözlerim pek seçmiyor ama üç buçuk gibi. Zaten bu gece fazla takılmış, biraz geç kalmış, saat iki gibi anca yatabilmiştim. Dön sağa, dön sola; uyuyana kadar kaç oldu bilmem ama belli ki yeni yeni dalmışım.
Telefonu açtım; “Efendim…” dedim.
Telaşlı bir ses:
“Enişte,”dedi, “ablama söyle. Babam bitirmiş mi, bitirmek üzereymiş mi ne. Köyden aradılar. Galiba bitirip gitmiş. Ama sen öyle söyleme. Bir şekilde anlat işte. Biz Metin’le beraber gidiyoruz…”
Bitirmiş, gitmiş... Lafa bak! Gecenin bu saatinde… Yani adam ölmüş, gerisi hikâye.
Daha düne kadar köyde yaşıyorlardı. Bağları, bahçeleri, sığırları, sıpaları vardı. Isım, akraba, eş, dost, ikisi kız dört tane çocuk… İşte böyle bir yaşamları vardı. Çocuklar büyüyüp evlendiler. Ama buralarda ekmek yok; köy’ü terk ettiler. Kalmışlardı karı koca ikisi. Yıllarca bu köyde yaşadılar. Bayram dedik, seyran dedik hep gittik. Ellerinden öptük, hatır, gönül ettik, geçmişi yâd ettik, geleceğe dair söyleştik. İşte konuştuk, dertleştik. Zaman böyle su gibi akıp geçti. Lakin zaman geçtikçe yaşlandılar. Yaşlanınca kendilerine bakamadılar, hastalandılar.
Bir insanın yurdu…
İnsanın yurdu, yuvası gibisi var mı? Bülbülü altın kafese koymuşlar ama o ille de vatanım demiş. Yurdum… Bu yaşlı ikisi, mecburen yurtlarından koparıldılar. Bir oğlu Kırklareli’nde, iki kızı ve öteki oğlu Lüleburgaz şehrinde... Köy gibisi var mı; şehrin canı cehenneme ama burada da yaşamaya çalıştılar zor da olsa. Gerçi yaz gelip havalar iyileşince gene köylerine gidiyorlar; domates, biber gibi şeyler ekip yazı orada geçiriyorlar ya, o düzene de mecburen alışıp sevdiler.
Daha bir ay öncesiydi…
Eskiden nörolojik bir rahatsızlık geçirmiş, nispeten iyileşmişti. Daha sonra bir de ince hastalık geçirdi. Onu da atlatmış, yenmişti. Ama küçük adımlarla yürüyor, usul usul ve dengesiz yürüyor. Biz de diyoruz ki, bir beyin rahatsızlığı geçirdi ya bu dengesizlik ondan. Ama öyle değil. Aslında iyi görmüyor, bunu da bize söylemiyormuş. Yani, çocuklara daha fazla yük olmasın/mış. Bir de; aslında hastaneden, doktordan çok korkuyor. Ağzını açıp bademciklerine bakacaklar, kalçasından iğne yapacaklar! Bu da var...
Gözlerinde perde varmış. Ameliyat yapıldı, ikisi de açıldı. Görmeye başlayınca çok sevindi. Her yer ayna gibi… Çocuklar gibi coştu, hep güldü. “Kaç senedir bu körlüğü çekmişim, aklıma işeyim!” bile dedi.
Bir ay önce köye gitmişti. Yaz geldi her yer yeşerdi ya, gezmiş, gezmiş, gezmiş… Dağ, bayır, bağ, bahçe, tarla, çayır her yerleri gezmiş. Gezmiş, seyretmiş. Gözleri açıldı her yer ayna gibi ya, çocuklar gibi sevinmiş. Biz de biliyorduk ki, kışın kapalı bir evin içinde, hem de şehirde çok sıkılıyorlar. Köye, memleketine, kendi doğdukları yere gidince açılıp saçılıyor, rahatlıyorlar. Yani iyi oluyorlar. Ne iyi!
İlkan, hep diyordu; “baba, bahar geldi. Her yer yeşerdi. Bir hafta sonu köye gidelim. Hem de çok özledim, Zeus’u görelim.”
Tamam gideriz. Bu hafta sonu, öbür hafta sonu… Bahar geldi, her yer yeşerdi tamam da, birader havalar iyi değil! Biraz iyileşsin öyle gideriz. Gidince gittiğimize değsin.
“Bir de oğlak yeriz…”
Yeriz. Yeriz yemesine de… O oğlağın kesileceğini anladığı zamanki ağlamalarını bir işitmesek! Eti et bilsek de bir gıdaymış gibi yesek. Etin sahibi az önce canlı birisiydi, öyle olduğunu bilmesek!
Gezerken hastalanmış. Doktora götürmüşler. Doktor; yok bişeyi, biraz üşütmüş. Bu ilaçları içsin, biraz da dinlensin geçer demiş. Bundan bir gece sonra bişeyi olmayan adam ölmüş. Bak sen!
Telefondakine “tamam” dedim ve telefonu kapattım. Eşim kalkmış, geldi. Uyur uyanık. Bel fıtığı var hamilelikten kalma miras. Bu sebepten yarı aksak… Bir de boy fukarası ya, badi badi…
“Ölmüş mü?” dedi.
E, şimdi ben ona ne desem? Telefondaki acı haber verici, “usturubunca söyle işte” demişti ama hadi bakalım, kolaysa… Yalanı sevmem. Evelemeyi, gevelemeyi, lafı ağzımda çiğnemeyi sevmem. Dobrayımdır. Ağzımı açarım, dudaklarımı oynatırım iş biter. Lakin eşim doksan dokuzdan beri şeker hastası. Buna bağlı olarak yüksek tansiyon… Hem şeker, hem tansiyon… Kontrol edilmezse kör eder. Kontrol edilmezse böbrekler iflas eder. Bir de kalp… Bir de beyin… Ve kılcal damarlar. Kontrol edilmezse felç eder. Ya da bir enfarktüs… İnsanı nakavt eder.
“Galiba…” dedim. Dilini yuttu. Sustu. Mosmor oldu.
Kızım, baban galiba iyi değilmiş. Bitirmiş mi, bitirmemiş mi? Gitmiş mi, gitmemiş mi? Hani kırlarda gezermiş ya… Çocuklar gibi şen şakrak, iyiymiş ya… Çok mutluymuş ama “Tevfikler de gelmedi” diye bizleri beklermiş ya! Kem, küm…
“Ben biliyorum, ölmüş.” dedi.
“Bak sen! Nerden biliyorsun? Rüyanda mı gördün?”
Tezgâhın üstü tava, tencere, tabak; bir sürü kap kacak… Su ısıttı, bulaşıkları yıkadı. Ben gittim yattım yeniden. Ulan bu ne! Gözlerimi açamıyorum! Ama bitirmiş… Bitirmek üzereymiş… İkisi de hikâye; adam ölmüş! Çuk, çuk, çuk… Kalktım. Toplanıp gitsek mi, sabahı mı beklesek? Koşup gitsen ne olacak, usul usul gitsen ne olacak? Giden gitmiş, geri gelmez ki! Ama baba bu işte… İnsanın babası… Bir yaşam, bir de ölüm. Bir varmış bir yokmuş gibi. Köye bir gideceğiz ki; o yok! Soluk alıp vermiyor, karnı bir inip bir şişmiyor. Susmuş, konuşmuyor. Daha yeni açılmıştı ama gözleri gene görmüyor. Ölmüş… Ölüm işte! Çaresizliği anlatan iki heceli bir kelime…
Eşim ağlamasını da bilmez! Bir ağlayınca susmasını da bilmez. Tansiyonu hemen fırlar yaya basmış gibi; o zaman ölmesini de bilmez. Ama söyledim, kem küm ettim ya usul usul; öyle sakin, öyle sakin ki, sormayın! Bu haline sevindim. Çocuklar da uyandılar tabii. Kalktılar, gözlerini ova ova geldiler yanımıza.
“Ne olmuş?”
“Deden ölmüş çocuğum…”
Onlar yattı sonra. Ben banyoya gittim tıraş oldum. Duşa girdik sırayla. Yıkandık. Yarın cenaze var ya… Ama telaş yok, hep usul usul… Şimdi mi gitsek, sabaha mı; tuhaf bir kararsızlık içindeyiz.
“Çocuklar da gelsinler mi?” dedim.
“Gelsinler tabii,” dedi, “gelmesinler olur mu? Görsünler. Ölüm de varmış, bilsinler…”
“Ama birinin okulu, birinin dershanesi... Yarın pazar, tamam da… Öbür gün!”
“Pazartesi on dokuz Mayıs. Tatil. Okul yok.”
“Haa!”
Ben günleri de unutmuşum. Bir on dokuz mayıs varmış. Atatürk o zaman Samsun’a varmış. Kurtuluş savaşını başlatmış. Vatanı kurtarmış. Cumhuriyet kurmuş, yeni bir Türkiye yaratmış. Sonra onu ilelebet yaşatsınlar diye gençlere bırakmış. On dokuz Mayıs… Gençlik bayramı ya! Haa!
Çocukları uyandırdık, her şeyi hazır ettik. İşte terlik, pijama, yedek giysi filan… Minibüsü garajdan çıkardık, bagajını boşalttık. Çünkü birçok kimse var onlar da bizimle gelecek. Marşa bastık, arabayı çalıştırdık, evden ayrıldık. Saat kaç? Dört buçuk. Baldız evde yokmuş. Ereğli’deki kızında. Buradaki iki kızı, iki de kız torunu bizimle gelecek. Gidip onları aldık.
Dediler ki; “Gönül ablam da gelecek. Arabada yer var mı?”
“Var.”
“Ama o hamile…”
Tabii ya, bagaja binemez. Minibüsün kıçı savurdukça kusup içi dışına çıkmasın. Kussun önemli değil de sakın ha düşük yapmasın. Geç de olsa tedavi oldular; kaç sene sonra zor buldular da...
Gittik. Evleri, kuş tepenin berisinde bir yerde… Hadi bakalım gelin. Apartmanın dış ışığı yanıyor ama gelen giden yok. Bekle, bekle, bekle… Saat beş mi ne… Şehrin minarelerinden sesler çıkıyor.
Okan, duymuş; “Baba, sabah ezanı mı?” diye soruyor. Ve işte olan bu sırada oluyor. Eşim, acısını içine atıp susmuş, şimdi patlıyor. Yüzü, gözü mosmor… Sağ elini sıkmış, göğsüne göğsüne vuruyor. Babası ölmüş o durur mu? Hadi be, gelin be, çıkın be! Lanet olsun! Şu benim eşimin soy sop sevgisine lanet olsun! Sen kalk git işte be! Sana ne be! Kim nasıl yaparsa yapsın. Kim nasıl giderse gitsin. Sen de şimdi kalbini durdur, tenini soğuttur; iki tane oğlun var, bir de çok yıllık eşin, çek git! Olur mu? Kim kimin öldüğüne üzülür? Biz sensiz kalınca kim buna sevinir? Herkes kendi derdinde, herkes kendi menfaatinde… Ama nedense hep, onların derdi seni geriyor!
Nihayet geldiler. Bir kaynanası, bir de hamile Gönül. Beş onlar, biz dört; tam dokuz kişi, haydi bas gaza…
Ana yola çıktım. Sağa değil de sola döndüm.
İlkan, dedi; “Baba nereye? Niye böyle gitmedin?”
Önce hastanenin acil servisine, sonra köye… Sen çok bilme! Deden ölmüş. Gideni geri getiremeyiz ama bari anneni vazgeçirelim!
Acildekileri kaldırdık, annemize baktırdık. Tansiyon, yirmiye on üç. Bir dilaltı, bir de iğne… Eşim; “şimdi iyiyim, stres işte… Sıkıntı yapmışım. Hadi gidelim” demez mi? Onu müşahedeye taşıdık, yarım saat yatırdık. Sonra tansiyonuna baktırdık. Sonra gözünün ferine… Tamam, iyi. Hadi şimdi gidelim, dedik ama zaten gün aydınlanmış, sabah olmuş. Saat altı buçuk gibiydi köye gittik.
Ölü evi…
Ölüyü odanın orta yerine sırtüstü yatırmışlar. Baş tarafı kıblede... Üstü ak bir bezle örtülü. Yüzünde ak bir peşkir ve karnı üstünde bir bıçak… Karısı başucunda. Zayıf mı zayıf, iki kemik bir deri... Yaşlı. Hem, çok ağlamış. Bir posta ağlıyor, sonra yorulup susuyor. Göz pınarları kurumuş. Birisi geliyor; oğlu, kızı, ya da bir yakını. Birbirlerine sarılıyorlar, sonra açıyorlar ağızlarını, aman Allah’ım!
Köye geldik, ev yanında durduk. Herkes indi. Eşim de indi. Tin tin… İndi ya, adımını bahçeye attı ki, başladı mı haykırmaya, aman Allah’ım! Okan şaşırdı. Şaşaladı. Onun annesi böyle acı acı nasıl ağlarmış, dondu kaldı. Ben biliyorum, ölü evine hemen gitmem. Biraz beklerim. Önce fırtına dinsin, sonra girerim. Döndüm kahveye gittim. Bir, iki, üç… Çok çay içtim. İnsanların taziyelerini kabul ettim. Sigara yok... Sonra gittim. Ağlamışlar susmuşlar ama bizim ki yorgan döşek! Okan, anneannesinin yanında, eli elinde, öyle tesellide…
Konuştuk.
Kaynanam sakinleşmiş. Nasıl olmuş, nasıl ölmüş, anlattı.
Geceymiş. Uyanmış, kalkmış. Kocası sıkıldığından yakınmış. Ter su içinde… Eliyle göstermiş, ov şuramı, demiş. Göğsünü değil, can evini de değil, boynunda boğazına yakın bir yeri. Canım çıkıyor galiba, işte tam şuramda, demiş. Çok yıllık karısı; sen sus bakalım, demiş ve onu sevmiş. Sevilen, ovulan adam; iyi geldi, şimdi yatayım, demiş. Karısı da ona; iyi madem, demiş. Sonra çıkıp kıra gitmiş; çişini etmiş ve geri gelmiş. Gelince bakmış ki; bir gözü kapalı, bir gözü açık! Heey adam, deyip çok yıllık kocasına seslenmiş. Hemen de uyudun! Yattığın gibi uyuyorsun. Aç gözlerini de iki laf edelim, demiş. Ama nafile! Allah rahmet eylesin, temiz ölüm…
Ölen ölecek, göçüp gidecek. Bir daha hiç gelmeyecek. Ölüm çaresizliktir. İnsanların çokbilmişliği ölüm karşısında tam bir acizliktir. İşte bu temiz ölüm, yaşadıkları sürece onları teselli edecektir…
Tevfik Tekmen. 20 Mayıs 2008. Koruköy/Kırklareli
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.