- 633 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Servi Kavağı ile Kuzu Çobanı
Taş duvarlı camisi, demir kurnalı çeşmesi, küçük bir bakkal, iki derslikli okul, köy odası, muhtarlık, iki de kahvesi vardır Söğütlünün. Damları saptan, duvarları taşla çamurdan küçük küçük pencereli eski püskü evler; harçsız, çamursuz işlenmiş taş duvarlarla çevrili geniş avluların içindedir. Avlu içlerinde de dut, erik, kayısı, ayva, nar ağaçları; erguvanlar, yediverenler, hanım eller gibi çiçekli sarmaşık bitkiler vardır.
Kırk hanede üç yüze yakın kişi, sığırı, camızı, koyunu, keçisi, tavuğu, kazı, ördeği, köpeği, kedisi ile orta Anadolu’da eski ve küçük bir köydür Söğütlü. Devlet gelmez, kervan geçmez uçsuz bucaksız bozkırın orta yerinde kimsiz kimsesiz garipler gibi düşe kalka yaşamaya, zor da olsa var olmaya çalışmaktadır.
Vilayet uzaktır Söğütlü’ye. Kasaba da uzaktadır. Kırk yılda bir devlette işleri olduğunda giderler oralara. O da at, eşek sırtında, ya da tekerlekleri ağlayan kağnılarıyla. Yağ, tuz, gaz gibi şeyleri bakkaldan alırlar, suyu kalaylı bakırlarla çeşmeden taşırlar. Kahvenin birinde gençler, birinde de büyükler toplanır…
Yağmursuz geçen kurak yaz günlerinde sıcaklar bastırdığı zaman bozkırın otu, boku kurur; kıraç toprakların tozu dumanı çıkar. Bu yüzden arpa, buğday, gündöndü gibi şeylerden pek ekmezler. “Sapından saman çıkaralım, tanesinden yem, un yapalım” deyip ekseler bile ya olur, ya olmaz. Allahtan bir dereleri vardı da onun boylarında yetiştirdikleriyle beslenip yaşamlarını sürdürürler.
Derenin adı, Bengisu’dur. Bengisu, yaşam suyu demektir. Dirilik suyu, Kevser suyu, ölümsüzlük suyu gibi manalar da taşıyan bengisu deresi, köyün kuzeyinde, uzak değil yakın sayılabilecek bir yerdedir. Kıvrıla kıvrıla kuzey batı tarafından gelir, yine aynı şekilde güney doğuya doğru gider.
Derenin sulak boylarında öbek öbek söğütler, ak kabuklu serviler vardır. İki yanındaki düzlük alanlarda bol otlu çayırlar ve toprağı verimli bahçeler vardır. Çayırlarda büyüyen otlar biçilip kurutulur, ev yanlarına tepelenerek kış için saklanır. Bahçelerinde domates, biber, patlıcan, pırasa, ıspanak, soğan, sarımsak gibi çeşitli sebzeler; fasulye, nohut, bezelye gibi baklagiller, pancar, patates, havuç gibi şeyler yetiştirilir ki, onlar yaşamlarının hayati gereçleridir.
Bengisu, bozkırın iç karartan renksizliğinde cana can katan yeşilliği, renk renk çiçekleri, kuşu, kelebeği, böceği ile ona inat cennet bir yerdir. Köyün adı da buradan gelmektedir; Bengisu deresinin bolca söğütlerinden…
Derenin öbür yanında uzun ve yüksek bir dağ vardır. Adı, Uzundağ’dır. Başı kuzey batıda, ayakları güneydoğuda, sol elini dere yamacına sarkıtmış, sağ elini çalı yaylasına uzatmış, dere boyunca yüzükoyun yatan dev bir adamı andırmaktadır. Dereye bakan yamacı bağlıktır. Söğütlü köylüsü oraya Kırk Bağlar der. Dağın yükseğinde ise bol otlu uzun bir düzlük vardır ve oranın adı da çalı yaylasıdır...
Emre, meraklı bir çocuktu. “Bu nedir, şu nedir, ne anlama gelmektedir” diye sürekli soran, sorgulayan biri olduğu için arkadaşları ona “meraklı” lakabını takmışlardı. “Mesela,” diye soruyordu kendi kendine; “bu dağın adı neden Uzundağ? Başkasına sormaya gerek yok, diyordu ve kendi aklıyla buna cevap verebiliyordu; “tabii ki, sivri değil de uzun bir dağ olması sebebinden,” diyordu.
Yayla, çalılık, makilik bir yer olduğu için ona da bu sebepte Çalı Yaylası demişlerdi. Bunu da biliyordu. Ama Kırk Bağlar adı nereden geliyor, bunu tam olarak bilemiyordu. “Kırk tane bağ olsaydı tamam da…” diyordu kendi kendine. “Ama değil ki!” diyordu sonra. Bir gün üşenmeyip saymıştı. Kırk değil, karaçalı dikenleriyle çevrili tam kırk dokuz evlek bağ vardı orada. Kırk dokuz tane bağ vardı ama adı Kırk Bağlar’dı ki, bu çok anlamsızdı. Şimdiye kadar kimseye sorup öğrenemediği için merakı küçük beynini kemirip durmaktaydı. Eskiden kırklar mı yaşıyordu acaba burada? Kırk ermiş kişi, kırk evlek bağ ekmişti de adı o zamandan mı kalmaydı?
Mesela, Çalı Yaylasındaki ulu kavağın sırrı ne? Bilmiyordu. Mesela, çadır kayası dibindeki çok yıllık mezarın sırrı ne? Bilmiyordu. Mezarın yanındaki susuz kuyu kaç yaşındaydı mesela? Bunu buraya kim kazmıştı? Çok derin kuyunun düzgün işlenmiş taş duvarları hangi usta kişinin marifetiydi? Bunları bilmiyordu. Ve en önemlisi, neden susuzdu bu kuyu? Neden kurumuş, adı neden “Kör Kuyu” olmuş? Oldum olası hep susuz değildi herhalde! Birisi, yüz yıl önce ya ümit deyip kazmış ama su bulamamış olabilirdi mesela. Belki bulmuştu da sonradan kurumuş olamaz mıydı? Bunların cevabını bilemiyordu. Kendi kendine sorduğu sorular ve bulamadığı cevaplar…
Bu merakla yaşayamazdı. Kesin. Çok fazla dayanamaz, önce kırk yerinden çatlardı ve sonra tuz buz olup darmadağın kalırdı. Birden bağ bekçisi Mazlum geldi aklına. Mazlum dede, seksene merdiven dayamış çok yaşlı bir adamdı. O bilmese başka kim bilecek; mutlaka biliyordur, diye düşündü. Kesin biliyordur. Aklından böyle geçirince içi daraldı, yüreği güp güp etmeye başladı, nefesi sıklaştı. Bütün bedenini saran tarifsiz bir merak... Böyle yaşanmaz ki, tez zamanda konuşmalı, varsa eğer, beynini kemiren soruların cevabını ondan mutlaka almalıydı.
Yemek yiyip karnını doyurunca sofrayı topladı. Torbayı ulu servinin alçak dalına astı, boş ayran şişesini alıp aşağı yamaçtaki bağlara yollandı.
Bekçi Mazlum’un mekânı ev kayasının altıydı. Ev kayası, bağların üstünde bir yerde, önü dereye bakar biçimde ve çevreye hâkim yüksek bir yerdeydi. Burayı biliyordu Emre. Zaten bilmeyen biri bile gitmek istese kolayca bulabilirdi orayı. Çünkü ateşi gece gündüz sönmeden yandığı için gökte salınan mavi dumanları görmek sürekli mümkündü.
Ev kayası bir mağara değildi. İri bir kaya yığını yukarı doğru açı yaparak yükseldiği için yerle gök arasında geniş ve derin bir boşluk oluşturuyordu ki, eve benzer korunaklı bir yer olduğu için adına ev kayası demişlerdi. Altına rüzgârın gelmediği, yağmurun girmediği bu yer, barınıp yaşamaya oldukça elverişli bir yerdi.
Alazı azalmış ateşin yanında tencere, tava, çaydanlık gibi isten kapkara olmuş bir sürü kap kacak vardı. Az ötede külden bir tepe, onun yanında da çalı, çırpı yığını vardı. Su testisiyle kulplu maşrapası gölge bir yerde, onların hemen yanında giysilerini ve başka lazımlıklarını koyduğu heybe duruyordu. Bağ içlerine devriyeye, dereye su içmeye, ötelere odun toplamaya gittiği zaman köpekler uzanıp ermesin, karıncalar girip zarar vermesin diye ekmek torbasını yüksek bir yere asmıştı. Kayanın tavanı da yemek kapları gibi duman isinden kapkaraydı.
Kıl kebesini katlayıp yastık yapmış, ellerini başının altında bağlamış, dizlerinden kıvrık bacakları oturturmuş gibi birbiri üstünde, derin ve gölge yerdeki kirli, tozlu yatağında sırt üstü yatıyordu bekçi Mazlum. Emre’nin geldiğini duyunca gözlerini zorla açıp baktı. Sonra usulca doğrulup kalktı, kıvrık bacaklarını altına toplayıp bağdaş yaptı.
“Sen miydin meraklı?” dedi Emre’ye. “Nallı beygir gibi dıgıdık dıgıdık gelen…”
Başını yere eğdi, utangaç gözlerle kaş altından baktı Emre. Çıkmayan sesiyle:
“He.” dedi.
Mazlum dede:
“Karaman kuzuların, tiftikli oğlakların nerde? Tek mi geldin?”
Emre:
“Kuzular öbeklenip yalnızın altına yattılar. Nalet oğlaklar da keçi milleti işte! Kuyruksuz değirmen mübarekler. Bütün gün yiyip sıçıyorlar. Sıcak mıcak dinledikleri de yok. Hep çalı tepelerinde, hep yaprak peşinde...”
“Alıp başını gitmesinler!”
“Gitmezler. Başlarında sarıkız var. Tembihledim gelirken. Uzaklaşmalarına izin vermez. Gitseler bile çevirip getirir.”
“Köpeğin adı Sarıkız mı?”
“He.”
“Kangal mı o?”
“He.”
“O zaman korkma. Kangalın üstüne çoban köpeği yoktur dünyada.”
“He…”
“Kurt yenemez onu.”
“He.”
“He, he, he; başka bildiğin yok mu meraklı? Konuşmayacaksın da niye geldin? Neden yatmadın kuzuların yanına?”
Kel başlı bir adamdı Mazlum. Tepesinde tek saçı yoktu. Yanlarda tek tük kalanlar da ensesine, kulaklarına kadar uzamışlardı. Kirli sakalları maymun tüyü gibiydi. Çarık gibi güneş yanığı derileri kırışıklar içindeydi. Uzamış dağınık kaşları, çukurlarına kaçmış küçük gözleri, çıkık elmacık kemikleri ve dişsiz ağzında kaybolmuş ince dudaklarıyla ölgün görünüşlü bir yüzü vardı.
“Aksi bir adam” diyorlardı onun için. “Tersi bok bir adamdır. Sağı, solu belli olmaz. Dakikası dakikasına, günü haftasına, anı anına uymaz. Hele damarına basarsanız, kızdığı zaman ağzından çıkanı kulağı duymaz.” Kendi karısıyla, öz be öz çocuklarıyla bile geçinemiyormuş ki, bu yüzden gidip bağ bekçisi olmuş. İnsanların şeytanlaşmış yüzünü görmeyeyim diye köye pek gitmez, dört mevsimi ev kayası altındaki mekanında geçirirdi. Kısacası, “nekes bir adamdır Mazlum” dedikleri için ondan çekiniyordu Emre. Bu yüzden sıkıntılıydı biraz. Yüzünü şeytan görsün ama merak işte, aklını kemiren şeylerden de mutlaka kurtulması gerekiyordu. Soracaktı, merak ettiği şeylere cevap arayacaktı ya cesaretini toplayıp nasıl konuşsa, söze nereden başlasa bir türlü karar veremiyordu.
“Bu yalnız kavak… Dağ tepesinde kör bir kuyu… Sahipsiz mezar…” gibi şeyler mırıldandı.
“Ee?” dedi Mazlum dede.
Emre:
“Aklımı karıştıran şeyler var da… Merak…”
Mazlum:
“Ha, anladım.” derken uzanıp kayanın çatlağındaki tütün tabakasını aldı. Uzun ve kuru parmaklarını tükürükleyip ıslatarak kendisine bir sigara sardı. Sardığı sigarayı ince dudaklarına götürürken de kaş altından Emre’ye baktı. “Merak ha?” dedi, “Merak… Merak ettiğin şeye bak! Anlatırım evlat. Anlatırım, sen de rahatlarsın. Vesveselerin gider, için hafifler. Hafifçik olursun. Tüy gibi… Olur musun?”
Emre:
“Olurum.” dedi, “Tüy gibi…”
Mazlum:
“Tamam öyleyse. Bir iğsi getir ateşten de şu mereti yakalım önce. Aklımız başımıza gelsin, hafızamız toparlansın bir. Sonrası kolay…”
Emre, karşıya geçip çömeldi, sırtını taşın duvarına dayadı. Mazlum da yatağının üstünde sigarasını tüttüre tüttüre anlatmaya başladı:
“Dedilerdi bir gün; bir derviş kişi ölmüş. Yalnız servinin altında yatmış, ölmüş. Bir çoban görmüş de gelip köye haber vermiş. Hatırlıyorum; köylü, işi, gücü bırakıp akın akın yaylaya yürümüştü. Ben çocuktum o zaman. Sen yaşlarındaydım. Yani on, on bir… Ama Derviş kimdi, bilmiyordum. Derviş dedikleri nasıl bir şeydi, bilmiyordum. Büyükler derviş hikâyeleri anlatırlardı ama sadece işittiğimiz, gözümüzle görmediğimiz bir şey masal gibi gelirdi bize. Hayalimizde canlandırmaya çalışıp çeşitli şekillerde tariflendirirdik onu. Üstü başıyla, saçı sakalıyla, boyu posuyla, eşeği, heybesi, sopasıyla, kıçındaki donu, sırtındaki hırkasıyla. İnsan mıydı bu derviş, yoksa başka bir şey miydi diye merak ederdik. Merak işte. Tek sen misin meraklı? Bütün çocuklar meraklı olur torunum. Hem, merak kötü değil ki, iyi bir şeydir aslında. Merak etmezse hiçbir şey öğrenemez insan. Sağır kalıp kör yaşar. Merak edersen araştırırsın, soruşturursun, bilmediklerini öğrenirsin. Bilmek gibisi var mı? Öyle ya! Takılmış peşlerine gitmiştim. Kendi gözümle görmüş, kendi kulağımla işitmiştim ve neyin ne olduğunu öğrenip bilmiştim. Başı bulutlara değen uzun kavak, suyu kurumuş taş duvarlı kuyu, sahipsiz mezar; bu üçü birbiriyle alakalıdır. Üçü de onunla alakalıdır. Yetmiş yıl önce orada, o yalnız kavağın altında derin bir uykuya dalıp sonra uyanmayan derviş adamla. Derviş dedikleri de kimmiş biliyor musun?”
Emre:
“Kimmiş?”
“Seneler önce köyden göçmüş garip birisi...”
Emre:
“Söğütlü’den mi?”
“Çok eski zamanda Müslim ağa adında birisi varmış bizim bu köyde. Sürüyle koyunları, sürüyle sığırları, kara koca camızları varmış. Kümes dolusu tavukları, ördekleri, kazları, uzun yeleli yılkı atları varmış. Sürüleri güden çobanları, tarlada, harmanda çalışan ırgatları varmış. Varlıklı, zengin bir adammış anlayacağın. Seyit adında bir yanaşması varmış bu Müslüm ağanın. Mastan da bu yanaşmanın oğluymuş. Kışın okula gidiyormuş, okul tatil olduğunda da kuzu çobanlığı ediyormuş. Senin gibi…”
Yaz başlarında bir gün, aylardan Mayıs olmalı... Öğlen olup sıcak bastırdığında doymuş kuzuları derede sular, yatırmak için yeleken yaylaya yollanır küçük Mestan. Kuzular servinin serin gölgesinde sakız çiğneyip uyurken o da sofrasını serer, Allah ne verdiyse yiyip doyunur. Karnı doyunca eli ayağı gevşer ve gölge yere uzanıp yatar. Yatar yatmaz da derin bir uykuya dalar. Uykusunda tuhaf bir rüya görür. Çok tuhaf. Bu tuhaf rüyanın etkisinden uyanınca da kurtulamaz. İçini tarifsiz bir sıkıntı sarar. Sıkıntısından boğulacağını, canının çıkacağını sanır. Arkadaşı olsa oyun oynayıp vakit geçirecek ama yalnız tek başınadır. Sonra, ne yapsam ne yapsam derken aklına gelir. Sıkıntıdan patlayıp ölecek hali yok ya; kısıklı gölde biraz yüzerim, hem de gelirken su alırım deyip dereye yollanır. Gider gitmez cıbıldık olup dereye atar kendini. Koca gölde kendi kendine yüzer, oynar. Gün ikindi olup da güneşin harı azalınca sudan çıkar, boşalmış ayran şişesini soğuk su pınarından doldurup ıslık çala, türkü çığıra yamacı tırmanıp yukarı varır. Varınca bakar ki, kuzular hala yatmakta. Ama artık kalkmaları lazım; karınları doymazsa hem ağadan, hem de kâhya babasından azar işitmek vardır. Su şişesini torbaya koyarken bir de bakar ki, elinde yeşil yapraklı bir dal var. Dere boyundaki karakavaktan ne için kestiğini bilmediği ucu sivriltilmiş bu ince ve uzun dalı yumuşak topraklı bir yere saplar. Kuzuları kaldırır, kızılcık dalından sopasını, bezden torbasını alıp ayak basmamış bol otlu yerlere yollanırken aklına nereden estiyse şişedeki suyun yarısını toprağa sapladığı kavak çubuğunun dibine boşaltır…
Yarın olduğunda yine gelir. Kuzular kır kayaların gölgesinde yatarken o da sofrasını serip yemek yer. Bakar ki, dün diktiği çubuk kurumamış. İçini, sebebini bilemediği bir sevinç kaplar. Fırlayıp kalkar; boşalmış ayran şişesini kaptığı gibi yamaç aşağı delice koşar. Koşmaz, sanki kanat takmış uçar. Dereden su alır, yamaç yukarı yine koşar. Bir kere, iki kere, üç kere; şişe şişe su taşıyıp fidan sandığı kavak dalını kandıra kandıra sular. Bir gün, iki gün, üç gün; bunu günlerce, haftalarca yapar. Ve toprağa sapladığı dal, kurumayıp tutar. Kök salar, dal budak uzar…
Günler, haftalar geçer, aylar, yıllar geçer. Kavak büyür. Kavak büyürken Mestan’da büyür. Delikanlı olup bıyıkları terlediğinde bir kıza sevdalanır. Kız da ona... İlkbaharda Bengisu söğütlerinin gölgesinde, yazın birlikte büyüttükleri servinin dibinde, sonbaharda bağda, bahçede, kışları ahırda, kışlada, samanlıkta buluşurlar. El ele tutuşurlar, göz göze bakışırlar, sarılıp sarmaşırlar, öpüşüp koklaşırlar. Tam beş senenin dört mevsimini birlikte böyle yaşarlar. Ama bir gün yakalanırlar. Serap, ağanı kızı, Mestan’sa kâhyanın oğludur. Bilirler ki, evlenip bir yuva kurmalarının mümkünü yoktur. Bu aşkın sonu ya ayrılıktır, ya da ölümdür. Bir gün karar verirler; ağaya boyun eğmek yok. Zulme eyvallah demek yok. Ayrılmak da yok, ölmek de yok, deyip birlikte kaçarlar. Uzak bir diyarda derin ormanlar içindeki bir köyde manda çobanı olup yaşamaya başlarlar. Sıra sıra üç tane kızları olur. İlkine Selvi, ikinciye Seher, üçüncüye de Şebnem adını koyarlar. Artık bir aile olmuşturlar ve çok mutludurlar. Lakin Müslim ağa, içine sindiremez, bunu bir türlü kabullenemez. Ölüm kapıyı çalana kadar olsa bile bıkmadan, usanmadan arayacak; yer yarılıp içine girseler de mutlaka bulacak ve ikisini de cehenneme yollayacaktır. İki adamını peşlerine salar ve onlara; “bulmadan sakın ha gelmeyeceksiniz,” diye tembihler. “Ya alıp getireceksiniz, ya da kurşuna dizip öldüreceksiniz. Boş gelirseniz bilin ki mezara siz gireceksiniz,” der. İki adam, iki ata binip yola düşerler. Günlerce, aylarca, köy köy, kasaba kasaba gece gündüz iz sürerler. Ve on üç sene sonra bulurlar onları. O köye giderler, ev önünde dizgin çekip atlardan inerler. Mestan, evde yoktur. Dağda manda çobanlığında… Gelsin diye beklemeye başlarlar. Fakat bilmedikleri bir şey vardır. Karca Dağ köylüleri; “sakın köye gelme, orada saklan ve kimselere gözükme,” diye haber uçurmuşturlar Mestan’a. Silahlı, bıçaklı iki kötü adam yedi gün yedi gece bekler. Yedinci günün sonunda bakarlar ki, Mestan’ın geleceği yok; “Serap’ı öldürelim, saçından bir tutam kesip ağa babasına götürelim.” derler. Fakat ağanın istediğini yapmazlar. Çünkü Serap’a acımasalar bile filiz gibi üç kıza kıyamazlar. Atlarına binerler, kızları ve Serap’ı da yanlarına alıp Söğütlü’ye dönerler. Müslim ağa, torunlarını görünce yüreği yumuşar ve Serap’ı af eder.
Onunki kuru bir sevgi değildir. Gelip geçici bir heves hiç değildir. Adı, bir görünüp bir kaybolan Serap değildir. O, Aslı’nın kendisi, sevdiği de Kerem’dir. Aşktan öte bir şeydir bu. Bir karasevda. Uyanıkken hayalinde, uyurken rüyasında, hep aklındadır hiç çıkmamacasına. Hep bekler Serap. Bir gün çıkıp gelecek diye gece gündüz özlemle yol gözler. Böyle böle bir yaz, bir de kış geçer. Lakin kendi burada, sevdiği uzaklarda, zaman zor geçer; günden güne erir biter…
“Büyüklük ettiniz, beni afetiniz. Bir büyüklük daha gösterip onu da affedin. Oralarda kimsiz kimsesiz kaldı. Ben yarsız, çocuklar yetim kaldı. Artık merhamet edin. Gel deyin de gelsin. Gözümüz görmesin derseniz, koyun gütsün kırlarda eve barka girmesin,” deyip anasına ağlayıp gözyaşı akıtır, diz çöküp babasına yalvarır. Derdini ne anası anlar, ne de babası. Nuh olurlar ama peygamber olup insafa gelmez imansızlar.
“Ayrılmak da yok, ölmek de yok,” demişlerdi ya en başında. “Boyun eğmek yok, zulüm çekmek yok. Biz Kerem ile Aslı’yız; yılmak da yok, usanmak da...” Bunu hatırlar Serap. Ve bir gün gidip kâhya adamın kapısını çalar. “Seyit baba,” der ona. “anama ağladım, anlamadı. Babama yalvardım, tınlamadı. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Mestan tek oğlun senin. Ondan başka kimin var? Anası onu doğururken ölmüş. O öksüz kalmış, sense yalnız. Acından yayır cayır yanmışsın ama bağrına taş basmışsın. Ve gülüm üstüne gül koklamam deyip bir daha evlenmeyip karısız yaşamışsın. Sen halden anlarsın Seyit baba! Mestan ölmedi. Yaşıyor çok uzaklarda. Bana yardım et de gidip ona kavuşayım.”
Kâhya, halden anlar. Hemen kalkıp gider, uzun dağ kırındaki yılkı atlardan birini yakalar. Eyerleyip hazırlar. Kıl heybeye ekmek, su koyup eyerin üstüne asar. Yanına bir de battaniye bağlar. Serap’a akıl verir, yol gösterir. Tanınmasın, yolda belde tacize uğramasın diye erkek giysisi giydirip ata öyle bindirir. Sabahın olmadığı, güneşin doğmadığı alaca karanlık bir zamanda yola çıkar Serap. Yedi gün, yedi gece at sürdükten sonra Karacadağ Köyüne ulaşır. Fakat bıraktığı yerde bulamaz sevdalısını. Komşularıyla konuşur, sorup sual eyler. Dediklerine göre Mestan, deli divane olmuştur o günden sonra. Orada kalıp yaşayamamış köyü terk etmiştir. Almış başını mecnun olup gitmiştir. İki gözü iki çeşme ağlaya ağlaya Söğütlü’ye geri gelir Serap.
Sonra hep bekler. Eşikte oturur bekler. Avlu kapısında dikilir bekler. Köy girişine gider bekler. Gider uzun dağ yaylasına, servinin dibine çöker bekler. Dua eder, yalvarır, ağlar. Adaklar adar, sevaplar yapar ama ne yapsa faydasız, Mestan gelmez. Böyle üç kış, üç yaz geçer. Umudunu yitirdiği, dayanma gücünün bittiği bir zamanda gördüğü bir rüya onu tekrar heyecanlandırır.
Servi kavağının altındadır rüyasında. Çökmüş yere, başı önde, kolu kanadı kırık, bitmiş tükenmiş bir halde yaşam sevincini kaybetmiş boynu bükükler gibi tek başınayken kavak acır ona. İnsan donuna bürünüp iner yanına. Dillenip konuşur. “Beklemekten vazgeçme” der Serap’a. “Mestan ölmedi, yaşıyor. Karaca dağdan çıktıktan sonra yetmiş gün, yetmiş gece durmadan gitti. Nevşehir’de bir dergâha girdi. Bektaş Veli’nin şeyhine sekiz sene hizmet etti. Dokuzuncu sene elini öptü, helallik istedi şeyhten. Sonra hırkasını giydi, eşeğine bindi; derviş olup yollara düştü. Gelecek. Cuma günü ikindiyle akşam arası bir zamanda buraya gelecek. Ama geldiğinde çok yorgun olacak. Açlıktan ve susuzluktan bitmiş, ölmek üzere olacak. O zaman burada olursan ve su içirip kandırır, ekmek yedirip doyurursan ölmeyip yaşayacak.”
Rüyaya inanır Serap. Her Cuma ikindi olduğunda elindekini, önündekini bırakıp bir parça ekmek, bir şişe suyla çalı yaylasına gitmeye, gün batıp karanlık çökene kadar orada beklemeye başlar. Lakin “Cuma ama hangi Cuma” diye sormaya unutmuştur kavak ağacına. Ha bu Cuma, ha gelecek Cuma diye diye dokuz yaz, dokuz da kış geçer. Ama ne gelen olur, ne de geçen. Sonunda delirir. Artık deli birisidir o. Ne yediğini bilmektedir, ne giydiğini. Ne sıcak demektedir, ne de soğuk. Üşüse, buz tutup donmaz. Eli yansa; sızlamaz, acımaz. Başı yarılsa kanamaz, ağlasa gözünden bir damla yaş akmaz. Anasını, babasını tanımaz, kendi kızlarını düşünmez, umursamaz. Deli, divane biridir artık...
Ayağında çarıkları, kıçında donu, sırtında hırkasıyla karısını, çocukları, ısım akrabayı, evi, barkı değil de ben tanrıyı bulacağım diye yıllarca diyar diyar gezer derviş Mestan. Bir gün bakar ki buraya, kendi yurduna gelmiş. Saç sakal içinde. Yırtık pırtık donu kıçını örtmez, delik deşik hırkası rüzgârı çelmez, altı çıkmış çarıklı ayakları yürümez haldedir. Açlıktan ve susuzluktan bir adım dahi gidecek hali yoktur. “Artık yeter” der, “demek buraya kadarmış.” İçi boş heybeyi çekip indirir. Semeri söküp indirir. Yuları çıkarır. Böylece boz eşeği azat eder. “Saldım seni, hadi git” der. Bir yudum ekmeği yoktur. Bir bardak suyu yoktur. Onu bekleyen kimse de yoktur. Elini başının altına koyup servinin gölgesine büzülüp yatar. Yorgun gözlerini bir daha hiç açmamacasına yumar…
Yüz yaşından büyük serviyi bozkıra ekip büyüten kuzu çobanı Mestan’mış. Çok seneler sonra altında buldukları ölü adam, derviş Mestan’mış. Onu tanımışlar ama ölüsünü kabristana değil oraya gömmüşler. İşte, kimsesiz mezar da onun mezarıymış. Kuyuyu da onu beklerken Serap kadın kazmış.
Mazlum dede:
“Evet, mesele bundan ibaret evlat… İşte, ben anlattım sen dinledin. Rahatladın mı?”
Emre:
“Yok dede! Tam aksine; içim daraldı, sıkıntı bastı. Üç olan merakım şimdi daha çok arttı.”
Mazlum dede:
“Neden bre?”
Emre:
“Serviyi küçükken kuzu çobanı Mestan ekmiş. Bu tamam. Kuyuyu, yadellerde kalan Mestan, derviş kılığında geldiğinde su içsin diye Serap kazmış; bu da tamam. Mezar, Mestan’ın mezarı. O da tamam da, sonra Müslim ağaya ne olmuş? Kızı Serap’a, kızının kızları Selvi’ye, Seher’re ve Şebnem’e ne olmuş? Serap’ın başka kardeşi yok mu, varsa onlara ne olmuş? Mestan’ın yanaşma babasına ne olmuş? Hiç kimsesi yokmuş gibi adamı neden yalnız bir dağın tepesine gömmüşler?”
“Müslim ağa, bir gün sele kapılıp ölmüş. Üç tane de oğlu varmış Serap’tan başka. Bunlar, Müslim ölünce mirasyedi olmuşlar. Mal, mülk ne varsa hepsini satıp köyden sıvışmışlar. Deli Serap’ı götürüp İstanbul’daki elleri çenesinde, dirsekleri dizlerinde, oturmuş düşünen adam hastanesine yatırmışlar. Bakımsızlıktan o da orada ölmüş… Bu kadar yeter mi evlat? Sen şimdi git. Kuzular kalkıp uzaklaşmasın. Dağın öbür yüzüne ırayıp kurda kuşa yem olmasın. Ha, yetmez dersen yarın gene gel. Ben hep buradayım, gene anlatırım…”
Tevfik Tekmen. Mart/2011/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.