BEYOĞLU..
Bu akşam içimde derin bir can sıkıntısı var.. Evde duramadım..
Bu akşam kendimle olmak istedim.. Oysaki kendime bile fazla geliyorum.. Epeydir anladım. Ne içindeyim dünyanın.. Nede büsbütün dışında.. Ruhum tatmin oluyorsa, bedenim aç kalıyor.. Bedenim tatmin oluyorsa, ruhum aç kalıyor.. Neyi seçsem bir başka şeyi özlüyorum.. Nereye gitsem, aslında başka bir yerde olmam gerektiğini hissediyorum.. Peki nereye gitsem..? Bütün o korkunç zıtlıkların, delirtici çelişkilerin bir arada olduğu yer neresi..?
En dipsiz yoksulluklar, en küstah zenginlikler nerede sırt sırta oturur..? En akla hayale gelmedik özgürlükler, durmadan dişlerini gıcırdatan zorbalıklar, nerede bıçak sırtında durur..?
Tabiki Beyoğlu’nda....
Büyükparmakkapı da bir kafede oturmuş çayımı yudumluyorum.. Etraf tıkabasa sanki.. İnsan mırıltıları sokağı, tıpkı ışıklar gibi aydınlatmakta.. Uzaktan hiç bilmediğim ezgilerle bezenmiş birbirine karılmış müzik sesleri ulaşıp değiyor kulağıma..
Hiç tanımadığım bir kadın yer olmadığı için yanaşıp oturmak istiyor masama, buyur ediyorum.. İkimizde çaya ve Beyoğlu’na gömülmüş konuşmaya başlıyoruz..
Ayağında sandaletleri var.. Uzun Şile bezinden kırmızı bir elbise var üzerinde.. Kızıl Saçları omuzlarına dökülüyor.. Gözleri ışıl ışıl ve cömert bir abla gibi bakıyor bana.. Beyoğlu’na kendini unutup sadece haz ve mutluluk aramaya çıkan insanları anlatıyor usul usul..
Çünkü ona göre Beyoğlu’na sadece haz ve mutluluk bulmak için çıkanlar buranın asıl gerçeğini kavrayamazlarmış.. Sadece Beyoğlu için değil, bütün şehirler ve bütün hayatlar için bir gerçekti bu.. Ne o kendini unutabilirdi, nede ben.. Sadece unutmak için çabalar, ama boşuna uğraşırmışız..
Sonra kırılganlığınla ( Ne arıyorsak onu hep uzaklarda aradığımızı.. Asla bizim olamayacaklarda, oysa aradığımız çoğu kez yanı başımızda, işte bunu görmek istemiyoruz ) dedi..
Suya atılan bir taşın sudaki haresi gibi hareketlendi ruhum.. Bu sözler ruhumun körlüğünü aydınlattı sanki.. Görmeyen gözlerle bakmışım hep içime..
Geceye elini uzatan bu Beyoğlu Akşamında hiç beklemediğim içimi sızlatan bir aydınlıktı bu.. Sonra bu aydınlık sarsıntısı, dışarı önümüzdeki sokaklara taştı.. Sokakta bir koşturmaca başladı.. Çığlıklar Yükseldi.. ( Adam ölüyor..! ) diye bağırdı bir esnaf..
Sokakta midye dolmadı satan genç bir çocuk ( Muhtemelen Mardin’den buraya gelmiştir.. Ne oluyorsa hep bizim bu garibanlara oluyor.) dedi..
Barlardan, kafelerden dışardakilerden oluşan bir ana baba gününe dönmüştü sokak.. Sonra anladık ne olduğunu.. Restore edilen eski bir iş hanının tepesinden aşağıya düşen taşlar, sokağa kurulmuş karşı kafede oturan Beyoğlu’nun yoksul ama hakiki sakininden birinin ölümüne neden olmuştu..
Biraz sonra polis arabaları geldi.. Ardından ambulans..
İşte tam o anda biraz önce dertleştiğim kadını, cesedini sedye ye koydukları adamın yanında gördüm.. Ona çok eski bir Özlem’le bakıyordu.. Yanına gitmek istedim.. Ama o an Ambulans hareket etmişti.. Ve Ambulans geçip gittiğinde kadın yerinde yoktu.. Etrafa bakındığımdaysa gördüğüm kuru bir kalabalıktı.. Kadın adeta sır olup kaybolmuştu..
Kadının ruhumu silkeleyen son sözlerini, restore edilen eski bir işhanının tepesinden düşen taşlarının altında can veren Beyoğlu’nun o eski sakinlerini aynı anda düşündüm..
Sırtında gitarı, kulağı küpeli ve uzun saçlı bir gençle, kaygılı gözlerle etrafına bakan bir garson son günlerde eski iş hanlarının tepesinden düşen taşlar yüzünden ölen insanları konuşuyorlardı.. ( Bu ölen kaçıncı insan; buna dur diyecek biri yokmu? Daha geçen gün çok sevdiğim bir ağabeyi aynı şekilde kaybettik ) dedi..
Biraz önce tanıştığım ve sonra kayıplara karışan kadının sözleri geldi aklıma..
Evet biz aradığımızı hep uzaklarda ararken, yanıbaşımızda olukta görmezlikten geldiklerimiz, tuhaf ve gizemli bir şekilde ölüp aramızdan ayrılıyorlardı.. Aramızdaki o büyük kayıtsızlık, taş olup birilerinin başınamı düşüyordu bilemiyorum.. Hemde böyle bir ölümü hiç haketmeyenlerin başına..
Biz aradıklarımızı çok uzaklarda ararken bu sarsıntılar ve bu düşen taşların altında kalanların son çığlığı değilmiydi arkamızı görmezden gelip döndüğümüz aslında..
Hakkari’den kalkıp gelen bir umut, Beyoğlu’nda ya teselli buluyor, yada umut etmenin ne büyük bir ıstırap olduğunu öğreniyordu.. Adana’dan yola çıkan bir cesaret, burada hiç hissetmediği bir korkuyla karşılaşıyordu.. Diyarbakır’da masumiyetine inanmış bir ruh, yıllardır içinde gizli duran hırsıyla burda yüzleşiyordu..Sivastaki trafik, taksimde kitleniyor.. Ve buradan her nereye gidilecekse, o yol yayan gidiliyordu.. Bingöl’de başlayan halay, Beyoğlu’nda salaş bir türk’ü barda devam ediyordu...
Ve duygular değerler ait olduğu yerlerden kopmuş, ama yinede birbirlerine sarılarak, bu kirli ve gürültücü boşlukta dönüp duruyorlardı...
27/12/2014
YORUMLAR
Yazınızı okurken yer yer hüzünlendim de "Hayat yakın çekimde trajedi, uzak çekimde ise bir komedidir" deyişini bir kez daha düşünüyorum şimdi.
İstanbul, kuşkusuz çarpık kentleşmenin sancılarını yaşayan kozmopolit bir kentsel dokuya sahip. Orada yaşamayıpta gezmek amacıyla giden ya da durumu iyi olarak orada yaşayan insanın İstanbul'dan tat alması her zaman mümkündür. Boğaza karşı çayını yudumlayarak, simidini yemekte büyük bir güzelliktir. Hatta kuş sütü eksik misali.
Ancak, kanımca bu keyfin duyulması yine hayatın hangi noktasında bulunulduğuna da bağlı. Mesela İstanbul da yaşayıpta dar gelirli günde iki işe giden bir insana daral gelmez mi acep? O ki; Boğazın kıyısında iken martılara, denizin kıyıyla kucaklaşmasının sesine, kokusuna odaklanabilir mi? Yani simit ve çaydan keyif almak, metazori bir tüketim olmamasına bağlıdır diye düşünürüm.
Nihayet yüreğinize, emeğinize, kaleminize sağlık hanımefendi.
degaje8
Bu garibanlar;
bir sebeple memleketini bırakıp, büyük şehrin karmaşasına koşanlar;
taşı toprağı altın bilerekten, ekmeğini büyük şehirde arayanlar;
velhasılı,
İstanbul'a yolu düşen Anadolu insanımız,
sadece Güney Doğudan mı kopup geliyor?
Bu ülkenin fukaraları, sadece Güney Doğu'da mı yaşamakta?
Değil elbet.
Gürültü yapanlar, seslerini duyuranlar sadece oradan.
Bir de sessiz çoğunluk var.
Diğer bölgelerden akıp gelen sessiz çoğunluk.
Kaderinin kendine çizdiği zahmetli yolu,
başı önde, kendi gayreti ile, kimselere yük olmadan yürümeye çalışanlar...
Konumuz şüphesiz bu değil aslında.
Ama,
bu konunun da bir türlü aydınlatılması gerekiyordu.
Hiç sevemedim bu büyük şehirleri.
Bilhassa İstanbul'u.
Altı yıl kadar yaşamama rağmen orada,
Beyoğlu'na belki de hiç gitmemişimdir.
Bir hayat tarzı şüphesiz bizimki de.
Hayatın renklerinden hoşlanma meselesi.
Hayatı koklamak,
hayatı anlamak,
hayattan bir şeyler derlemek düşünce aklımıza,
büyük şehirlerin şatafatlı sokakları yerine,
doğanın sakinliğine koşuyoruz biz.
Bir deniz kenarına mesela. Ya da, başı dumanlı bir dağ eteğine.
Orada,
restore edilen evlerin çatılarından düşen tuğlalar olmuyor.
Ve,
zamansız, anlamsız ölümler de.
Ne demeli?
Allah, yardımcısı olsun bu karmaşada tüm insanların.
degaje8
Bir umudun bin parçaya bölündüğü bir kavga işte yaşamak,
Bir garibanın gurbeti işte..
Kendimi içinde kaybedip, kaybedip aradığım bir yazı ,sanki bir bir yaşadım bir an.
Kaleminiz daim olsun..