- 545 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'yabancı'
Burası benim olmak istediğim yer olamaz. Hayır, hiç de böyle bir şey hayal etmemiştim. Mana vermeye de çalışmıyorum fakat bulunduğum yere yabancı hissediyorum. Buradayım, evet tam da zigon sehpanın yanındaki üçlü koltuğun sağ köşesinde oturuyorum. Arkamdaki pencere iyi ki pimapen, sıcak, oda sıcak, ılık da denebilir ama biz sıvı değiliz, insanız. Buradaki herkes insan, isimlerini bilmediklerim de bana bakıp gülüyorlar. Çok değerli biri değilim onların gözünde. Onların gözünde kendimi görmek istemiyorum. Bu yaşıma kadar zaten kendimi çözmek için uğraştım. Beni bir bakışta tanıdığını söyleyen, gelinin halası da karşımda oturuyor. Karşıda uzun bir l koltuğun tam ortasında kalçasını yaymış, etli butlu baldırlarını sakınmaksızın ellerini ovuşturuyor. Kocası emekli belediye zabıtasıymış, bugün söyledi. Bana ‘seni çok sevdim, çok iyi birine benziyorsun’ derken sırıtıyordu resmen. Satıcı ucuz bir malı pahalı fiyata kakalarken nasıl iğrenç bir gülümsemeye tutulur, öyle bir ruh hali vardı. Gelin için elbette bunları söylüyorum. Adını da pek anmak istemiyorum. Hem adının şu an için bir gereği de yok. Bu merasim sürdüğü müddetçe o gelin, ben de damat olacak. Sıkıcı bir süreçten geçtiğimin farkında olmak bir yana, kumaş pantolona da alışık değilim. Kemer rahatsız ediyor. Kıç kısmı kalçama yapışmış halde, ani bir hareket de ağı yırtılacakmış gibi duruyor. Oysa kaliteli kumaş diyorlardı. Bu kötü hissimin önüne markası da geçemiyor. Ayrıca emaneten giydiğim slip külot kasıklarımda çekiştirme hissi veriyor. Bu yüzden çemkirebilirim. Mağazadaki adamın suçu! Madem bu kadar güzel bir takım aldınız bizden, size de bu üçlü kaliteli donumuz armağan olsun diye poşetin içine koyarken gülümsüyordu. Aklının ucundan ne geçiriyordu kim bilir! Çorabın tekini de on beş liraya kakalamak istemişti ki, içgüdüsel bir erdem bana engel olmuştu.
İtiraf etmeliyim ki; şişmanım. Öyle götlü göbekli değil ama kendime göre fazlalıklarım var. Bunları bana düşündüren şey de koltuk da bir türlü istediğim pozisyonda oturamamış olmam. ‘Birazdan kayınpederin namazdan gelecek’ dedi biri. Kim dedi, ne dedi, umurumda bile değil. Ben henüz doğru oturma pozisyonumu bulamamışken, kayınpederin büzülmüş, kıllı elini öpmenin verdiği endişeyi sonraya saklamak durumundayım. Sahi ya, illa ki elini öpmeliyiz, ne saçma bir adet! Sanırım ilahi bir yaklaşım sunabilir bazıları buna. Saygı duyuyorum, büyüklerin elbette eli öpülmeli, küçüklerin gözlerinden… Ama hayır, buna katlanmak durumunda kalmak istemeyen milyonlar biliyorum. Egonun törpülenip, karakter olarak edepli biri olmanın yolu olarak sadece el öpmeyi öncü göstermek kadar saçması yok. Bunları düşünüp canımı sıkıyorum. Gelin arada görünüyor, halasının yanına geliyor, annesi çağırıyor, mutfağa geri dönüyor, göz göze geliyoruz, bana gülümsüyor, ben gülümsemiyorum, bana bakıp tekrar gülümsüyor, ben tekrar baktığı zaman gülümsemediğimi görünce endişeleniyor, onun endişelenmesi de canımı sıkıyor, sırıtıyorum, rahatlıyor, mutfağa geri dönüyor, terliğiyle parkelerin üzerinde yürürken çıkardığı sesi dinliyorum, halası bana bakıyor. Gelinin kardeşi geliyor. Değişik bir tip! O bana baştan beri hep ‘enişte’ diyor. Gelinin kakalama operasyonunda önemli elemanlardan biri de, kalın çerçeveli gözlüğü olan, kemikleri üzerine giydiği gömleğinden belli olan, çıtkırıldım kayınbiraderdi. Eski bir dizüstü bilgisayarla yanıma gelip, bana yüklediği oyunları gösteriyor. ‘Enişte’ diyor, ‘babam gelene kadar gel seninle fifa oynayalım.’ İlginç olmanın yanı sıra içinde hafif bir aptallık da var. Oynayalım dediği fifa 98 ve ikimizden biri klavye de, biri de mouse kullanarak karşılıklı bir maç yapmış olacağız. 2000 yılında olsak, tamam diyeceğim ama aradan geçen bunca yıl sonrasında antika bir kayınbiradere sahip olmanın verdiği rahatsız edici yakınlaşmanın elbette beni rahatsız eden kumaş pantolonumla da alakası vardı. İster istemez sormak durumunda kalmıştım. ‘Başka ne oyunlar var Cevher?’ ‘Ooo, age of yükledim enişte, sonra call of duty var, medal of honor… Var yani baya! Sen bakma eski canavar bu bilgisayar. Rami yükselttim dört jijiye, ekran kartı paylaşımsız 512. Zorluyor oyunları ama zaten en düşük çözünürlükte kullanıyorum. Arada fanı zorluyorum ama olsun be enişte! Ablam şey demişti…’ Ne demişti, hayır ya, gelin ilk zamandan azmaya başlamışken, ona engel olmalıydım. Evde kullanmadığım ikinci bilgisayarın olduğunu söylemiştim. O da artık ‘başkasına verirsin’ derken, kardeşini mi kastediyordu? Yüreğime iyilik, sağlık!
Burada böyle sap gibi oturmamın sebebi biraz da annem. ‘Oğlum, ayıp olur, yemeğe git, nişanlın artık o, çağırdığın zaman aile ortamında yemek yemenin bir mahzuru da yok.’ Bla bla bla! Yahu kadın desene:’ Gitme evladım, ne işin var? Daha evlenmeden filan yani, ayıp düşer. Nişanlanmak demek evlenmek demek değil ki? Belli mi olur atarsın belki nişanı!’ İşte böyle söyleseydin ya anne! Ne istiyorsun sen de biricik oğlundan?
Zil çalınca evde var olan telaşın haddi hesabı yok! Gelen halanın tatlı kızı Melahat’mış! Ah Melahat, gözün kör olası Melahat! Niye daha önce seninle tanıştırmadılar ki beni? Böyle düşünmek de ayıp şimdi ama nefis midir, şeytan mıdır, yoksa direk ben mi söylüyorum, bilmiyorum. Yine de çok güzelsin be Melahat! Gelin topuklu terliklerden giyince senin boyuna posuna ulaşamıyor bile. Yüzün, güzün, giyimin, kuşamın… Bunda da bir hayır vardır elbet! Gelinin annesi çok hanım, çok iyi bir insan. Senin annense cadalozun teki! Yahu bir insan bu kadar mı itici gelir? Oturuşunda bile meymenet olmayan insanın, kızını alıp, ömrünü mahvetmenin de manası yok! Allah var, gelinin annesi, yani kayınvalide olacak kadın kızının zihnine öyle fikirler entegre etmiş ki… Sanırım yanlış bir kullanım tarzı, kelime manası itibariyle tam olarak fikri bağlama konusunda angaje de denebilirdi. Ne diyorum ben Allah aşkına? Türkçe sevdam mı tuttu? Yabancı kökenli kelimeyi insanlar sallaya salllaya kullanıp, havalanıyorlar bir güzel. Of, terliyorum, külot araya kaçıyor gibi geliyor. Bayanlardaki belalı çorap sorununu ben külotta yaşıyorum. Bu hediye külotların da canı cehenneme!
Yeliz aklıma gelince, Melahat’ı unuttum. Daha doğrusu karşımda, annesinin yanında oturmuş, lacivert kotuyla gayet rahat, free bir hava içerisinde üzerine yapışmış penyesinden ve önüne doğru iki hentbol topunu andıran göğüsleriyle unuttum yalananı mecbur söylemek zorundayım. Yeliz’i neden hatırladığımı da bilmiyorum, farkında bile değilim ama eskiden ders almak istiyor gibiyim. Yeliz’le sıkı bir dostken, sevgili olmuştuk. Ya da tam tersiydi, ben ona bir şeyler duyuyorken, o beni sevgili gördükten sonra, dost olmuştuk. Aklım karıştı ama nihayetinde bir tost olma süreci içeren Yeliz’le ilişkimi anımsamak, ortamın bohem, kayınbiraderin saçma isteklerinden bir nevi uzaklaşmaktı. Sigara içmiyorum yalanından ötürü de, balkona çıkıp hava alamıyordum. Eğer sigara içtiğimi bilseydi gelini babası, kızını vermeyecekti. Çünkü kızını istemeye geldiğimizde:’ Aferin oğlum, sigara çok zararlı bir melet, içmediğin için seni tebrik ediyorum’ demişti. Ona her kim sigara içmediğimi söylemişse, büyük bir ayıp yapmıştı, çünkü beni tanısalar ‘keşke bir sigarası olsa’ diyebilecek kıvama gelebilirlerdi. Gelelim yine eskiye. Yumuşacık, oyuncak hamurunun ilk haline benzer eliyle Yeliz’de askerliğimi yapmam için diretiyordu. ‘Askerliği bitir, daha rahat olursun’ diyordu. Hiç istemesem de onun yanında küfrediyordum:’ Sikerim askerini de komutanını da! İ s t e m i y o r u m, anlıyorsun değil mi canım? Şerefsizler paşa gönüllerince rahatça yaşayacak, biz gidip onların ayak işlerini mi yapacağız? Peygamber ocağı filan fasa fiso! Eskidenmiş o. Şimdi herkes menfaatçi, Sigara almak için dahi devletin kendisine askeri işler için tahsis ettiği jipi kullanan şerefsizlerden bir şey beklemiyorum zaten.’ Bunun herhangi bir kalın fikirler içerisinde ihtivası var mıydı, bilmiyorum ama vicdanı ret hakkını seviyordum. Çevre itibariyle bu fikrime destek verecek kimse bulamıyordum. Akrabalardan, arkadaşlardan kimse bu fikre saygı duymuyordu. Arada cılız sesleri duyabiliyordum ama o kadar! Melahat, ‘artık demir alma vakti gelmişse bu limandan’ diyen bir bünyenin dahi heyecanlanıp, sulanmasına vesile olabilecek tatlılıkla annesiyle konuşuyordu. Tabi, benim de halimi hatırımı sordu, bunu es geçemeyeceğim. Cılız, ivmesi azalan bir sesle ‘iyilik sağlık Melahat, seni sormalı’ geri dönüşüm onun da pek ilgisini çekmemiş, ivedilikle başı annesine doğru elli yedi derece dönmüştü.
Yaptıkları da yemekten de kıllanmıyor değilim. Kayınvalide konusunda şüphem yok, iyi biri, öyle çocuksu şakaları sevmez ama gelinden kıllanıyorum. Kahveye isot bir kızdan bahsederken tabi dikkat etmek gerekiyor. O an siktiri çekip, evden ayrılacaktım ancak valideyle göz göze geldiğimde, onun mahzun, uhrevi duruşu beni engellemişti. ‘Hepsi aynı bok’ diyebilirdi de elbette ama daha çok bu dünyayla artık alakası kalmamış, hastalıkların kol gezdiği şirin bir kadını andırıyordu. Kahveyi de zor yudumluyor, arada elini midesine doğru götürüyordu.
Kapı sesi böyle çalınır işte! Kayınpeder ve eniştesi içeri girerken Melahat ayağa kalkıp, pantolonunu hafifçe yukarı çekme ihtiyacı duyuyor ama açılan, ortaya çıkan bir şeyi yok. Olsa zaten ilk ben görürdüm. Yapış yapış yapmacılık ve sahtekârlık dolan, içindeki sözcüklerin hiçbiri gerçek mana da kullanılmayan, mutlu yazarlar müsveddelerinin bir araya gelip de, yeni çıkmış bir kitap üzerine konuştukları, havalandırması muhteşem fuarlar aklıma neden geldi bilmiyorum. Geline kitap okur musun diye sorduğumda, ‘rüya tabirlerini ve günlük burçları’ dememesi için Allah’a dua etmiştim. ‘Boş zamanlarımda okurum’ demişti. ‘Holy shit’ diye gözlerimi yukarı kaldırıp, ‘fuck off’ diye bir bakışım vardı ki, ‘ne oldu, canını bir şey mi sıktı bugün iş yerinde filan’ gibilerinden bir şeyler söylemişti. Kayınvalide iyiydi ama gelin konusunda beyinle tam olarak anlaşmaya varamamıştım. Nihayetinde o kıllı eli öpmek ve kısa bir muhabbet sonrası yemeğe geçmek vardı. Masa da yemekten nefret ettiğim için olsa gerek, yüzümü ekşiten bir mide suyunu ağzımda hissediyordum. Şanslıyım ki, ağzımdan çıkacak kelimeyi son anda kulağım duymuştu ve bana engel olmuştu. ‘Yüksük’ çorbasına, kusmuk çorbası demenin talihsizliği büyük olurdu. Melahat karşısında rezil olacaktım. Gelin için de aynı düşünceleri paylaşabilirdim ama yanıma pek uğramıyordu. Gözüme çektiği kalemi bir an için babası gelmeden önce masanın üzerinde görür gibi olmuştum ama masaya doğru yaklaşırken, otururken gördüğüm şeyin orada olmadığını fark etmiştim.
Yemek kokuyordu. Böyle demenin garip bir hazzı var: ‘yemek kokuyor!’ Hâlbuki kokan ya soğandır, ya ettir ya da başka bir nimet! Olsun, yine de yemek kokuyordu ve Melahat’ta kokuyordu. İçten içe bir oyun oynuyordum. ‘Dur’ dedim Melahat’a, ‘dur hemen parfümünü tahmin edeceğim.’
‘Calvin Klein olabilir mi?’ ‘Ya hayır bu olsa olsa Harvey Nichols’tur.’ ‘Yok ya, Jar mar alamaz bu! O kadar paraları yoktur bunların. Hem ben uyduruyorum hepsini. Adlarını kataloglardan bildiğim bu parfümlerin kokusunu kaç kere… Yo, hayır, almışımdır ama…’
‘Melahat, arkandaki dolabın orta çekmecesinde kumanda var. Onu getirebilir misin?’ Amcasının isteği doğrultusunda kalkan Melahat, kumandayla beraber sekiz kişilik masaya geri dönerken, elimi yıkamadan oturmanın verdiği garip bir rahatsızlığı fark ettim. Arada elimi pantolonun ağına doğru götürüyor, yırtık var mı yok mu diye kolaçan ediyordum. Elimi orada biri görse kesinlikle yanlış anlayabilirdi. Yemek faslı çoktan başlamıştı.
Ekmekleri bile ısıtan gelinin bakışlarıyla alttan alttan beni süzdüğünü fark edince, Melahat’ı kendi haline bıraktım. Yüzüğe alışık olmamanın verdiği, bu yabancılığın çağ dışı sıkıcılığı içerisinde, kendi kahramanlarım olan çoraplarımın dahi hava almak için can attığı sandalye üzerinde daralmanın verdiği hisle beraber mideme kramp girmeye başlamıştı. Herkesin ve her şeyin bir rüya olmasını diliyordum. Elimi tekrar pantolonun ağına doğru götürüyordum…
-Uyuyor muydun ya? Kapıyı çaldım, çaldım, dedim evdedir bu ama niye açmıyor acaba?
-A, sen miydin Sinan… Hoş geldin ya!
-Kalk abi ya, kır pidesi getirdim, çay koy da yiyelim.
-Of, sağ olasın, çayı siktir et, ayran var dolapta.
-Hayırdır abi, canın sıkkın gibi?
-Ya Sinan, kafamı kırayım be Sinan, la olum dün başıma neler geldi, neler!
-Hayırdır, gelinin evine yemeğe gideceğim diyordun.
-Dur ayranı getireyim de, öyle anlatırım.