Hans'la sokak ortasında el ele tutuşan iki çift göz kontağı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hans’ı şu pencereden görebiliyorum...sokağı karış karış yoklamaya çıkmış gibi hali var yine...bazen bu adamı gece gündüz ayırımı yapmadan ve hiç üşendirmeden yollara düşüren nedir diye merak ediyorum...altmış beş-yetmiş ya var ya yok...üzerinde mavi jeans pantolon...rengini güneşte günbegün solduran, zeytin yeşiline çalan ve yaka kısmı içeri hava geçirsin diye kasıtlıca açık tutulan ama diğer cephelerin düğmeleri sıkı sıkıya özenle iliklenmiş olan, gelin görün ki; üstünden hiç çıkarmadığı yine aynı parkayla, topuklarını kaldırımlara sürte sürte aşındırarak kalıbına sığmayan aynı yorgun adımlarını dışarı taşırmış ayakkabılarını göreceğiz bu adamın birazdan...bir de iki elini kalça kemiğinin üstünde birbirine kavuşturacak olursa arkadan, tıpatıp Marcus’a benzeyecek haberi yok...nerden olsun ki...biri genç...öteki yaşlı...biri efendi ağası...öteki köle mağduru havasını veriyor tanımayanlara...sadece yer ve zamanlama hatasından birbirini ıskalıyorlar...biri erkenci, dışarda tedirgin ve zan altında zoraki tutuluyor sanki...öteki içerde geceden kalma ağır ve yorgun voltasıyla, emirler yağdırmakta illa ki...
Hans’ı ilk görüşte hemen kendini ele veren tek kusuru, ısrarla aynı yöne kafasını çevirip durması olmuştu...üstelik birbiriyle çelişen adımları onu mecburi bir istikamete zorluyor gibiydi...uzaktan kumandayla yönetiliyormuşçasına iki-üç adım attıktan sonra tekrar aynı merkezde ayaklarını birleştirip, aynı noktada buluşturuyordu gözlerini...aynı çizgiyi geçmeyen bu rutin hareketlerini günde kaç kez tekrarlıyordu tanrı bilir ve bu durum onu bir hayli yoruyor olmalıydı...öyle ya da böyle doğuştan veya sonradan edindiği bu tikli hareketlerine bakılırsa şikâyetçi olmadığı da gözlenebilir...hatta mutlu olduğu bile gönül rahatlığıyla söylenebilir...çünkü her sokağın başından, her lambanın altından, her arabanın dikiz aynasından başını uzatıp, gülücük dağıtırken, etrafındakilerin meraklı bakışlarına yakalanırken buluyordu kendini muhterem...bazen de yoldan geçenlere selam işareti verip elini havaya kaldırıyordu...bazen de bir korna sesiyle silkelenip yolun ortasında rehin tutuluyordu...bizim Hans anlaşılan namını dört bir yana duyurmuştu çoktan...herkes onu yakından tanıdığına göre uzun bir yol hikayesi de olmalıydı mutlaka...birgün eli yüzüme yanlışlıkla kayıp beni de selamlayacak olursa, ona daha önce kimseyle papaz olmamış bir zafer işareti yapıp -eyvallah eksik olma yoldaş!- diyeceğim...
biz de gel zaman git zaman Hans’ı işte böyle farkettik...daha doğrusu pederi biz değil de, bu dağınık haliyle bir canlı bağlantıya bağlanır gibi gölgeli bir ekranın başından, ne yapıp edip görüntülemeyi başardı bize kendini...unutulmuş kimliğini gizli saklı köşelerde arar gibiydi bazen... bazen de tel örgülü rutubetli bir duvarın dibinde kederini ve efkârını ütüleyip; siyah-beyaz rengiyle çerçevelettirirdi herkese resmini...ya açıktan açığa, ya da üstü kapalı vaziyette hüznün dumanını yaşlı göğsüne derin derin çekip, ya bir arabanın camında beyazlamış sakallarının dikenli hali; yüzünün suretine elinin tersiyle değince, ya da bir dükkânın boy aynasından kamburu gözüne çarpnca demli demli havaya üflerdi fazlasıyla ihtiyar...
Hans’ı şu birkaç adımlık yerden çok iyi görebiliyorum...kapının önünde daha bu sabah göz göze geldik...dedim ki:
-hayrola Hans yolculuk nereye? imsak vakti kiliseye mi? gel atla gideceğin yere bırakim seni-
"yok" dedi "sağolasın bacım mazot kokusu midemi havaya kaldırıyor, yürümeye alışmış bir kere bu ayaklar, kaldırımların tozunu ciğerime doldurmadan, siyatiklerimi azdırmadan beni uyutmaz haspam"...
-uyumadığın her halinden belli- dedim...cin-peri gibi her yerden çıkıyorsun karşıma...allah iyiliğini versin az kalsın yüreğime inecektin...insan önceden geleceğini haber verir-
"kaç basamaklı peki?" dedi
-anlamadım?-
"yüreğin diyorum...yüreğine giden yol yokuş mu, yoksa düz arazi mi?..oraya vize almadan, merdiven dayamadan kolayca gidip gelebilecek miyim sence?"
ellerimi nereye götüreceğimi şaşırıp, yüreğimi yokladım sessizce...evinde yoktu yine...soluğu kesik kesik buharlı çıkıyordu havaya....belli ki o da yorgundu...ona bunu nasıl söyleyeceğimi düşünüp, yüzüne bakakaldım ihtiyarın...hazırlıksız yakalanmıştım...sandığımdan da çetin ceviz çıktı peder...öte yandan beni rahatlatan bir bakışı yayılıyordu yüzüme...kimseye çaktırmadığı bu normal hareketleri huzur veriyordu içime sanki...
-yüreğim hangi masada meze bilmiyorum- dedim...-yeryüzünde bir yerim olmadı ki zaten, yüreğimin de başını uzatacağı yeri olsun...o yüzden hiçbir yere sığmıyor...o yüzden dalından düşen yaprak misali ufak bir rüzgar sarsıntısıyla ordan oraya savrulup duruyor-...
"anlamıştım zaten" dedi..."şaşırmamak gerek...bu saatte yola düşenlerin ayakları yerden kesilir...ve yüreğini yeryüzüne kaptıranlar güzergâh boyunca gittiği her duraktan bir düşü gelişi güzel esir alır."
-ama benim bir ayağım bu çukurdaysa diğer ayağım da göğün kapısında rehin tutuluyor- dedim...bu işkence daha ne kadar sürecek böyle?-
"gözümden kaçtı sanma...hani sen ayazı yemiş ellerini koyacak yer bulamamıştın ya az önce, o ellerin kanatlanmış, pır pır havada uçuyordu da senin, farkında bile değildin...ama ayaklarını birbirine kötü dolamışsın...bak bana boşuna mı müdavim gibi dönüp dönüp aynı yere geliyorum sanıyorsun?..gediklisi sayılırım bu çıkmaz sokakların...aniden mahalle baskısına uğrasak, her taşın altından bir gölgeme çarparsınız muhakkak...hadi şimdi sıra sende...ayaklarının zincirini söküp atma vaktin...bak gökyüzü kucağını açmış seni öylece çıplak bekliyor...üstelik her yıldız evinin kapısını ardına kadar açmış, gülen yüzü nasıl olsa bedava herkese!"
Hans’ı büyük ihtimalle yarın da göreceğim...yine sessiz sessiz birbirimizin yüzüne bakıp, gözlerimizin solo albümünü oluşturacağız...o yine gülümseyecek...ben ne kadar çok konuşmak istesem de, yine mesafeli durup, nezaketen de olsa küçük çaplı bir buseyle uzaktan izleyeceğim kendisini...en geç bir-iki adım attıktan sonra sanki takip ediliyormuşçasına -u- dönüşü alıp bakacak arkasına...hazır dönmüşken de, sıralı duran her binayı, her canlıyı, her arabayı, her dükkanı, her bulutu, her kuşu ve her çocuğu kırpılmış gözleriyle tarayacak istemeden...
iyi ki Hans var...laf aramızda bu onun takma ismi...gerçek adı belki Helmut’dur, belki de Robert bilmiyorum...ama onu kod adıyla daha samimi buluyorum...
-ee Hans yarın yine aynı saatte, aynı yerde görüşmeye ne dersin..? yine korkuluk gibi aniden dikilme önüme sakın, kalpten götüreceksin birgün...malum o saatlerde karanlık işler döner..sen oyunu bozuyorsun...bu halinle komediye çeviriyorsun herşeyi-...
"bacım unutma -gel gelelim ki; namuslu adamların diline doladığı bu terimi Hans bir müslümandan ödünç almıştır da dili sürçerek söylemiştir farkında olmadan- insanları güldürmek de sanattır!"
mer@lgül...
YORUMLAR
Gule
‘’Sana karşılık vereceğim
Toprağı deşen boğuk sesimle’’
Hans’ın o çok bilinen kabalığını o kadar iyi yansıtmışsın ki…peki payımıza düşen n’olacak burada bunun üzerine kafa yormalıyız. kimsenin itiraz edeceğini de sanmıyorum; ama Hans’ı göremiyorum; çünkü pencerem duvara bakıyor. bundandır. olsun. diyorum. olsun. gören var nasılsa.
''Gökte uçan kuşla da arkadaş olamadım''
Gule
onu görünce gülümsedim ve hatta seslendim...hani birilerinin seni duymayacağından emin olup, rahat bi şekilde kafana göre diyaloğa geçersin ya...-hallo hans nasılsın!- dedim beni duymadı...nasıl duysun ki evin içinden dışarıya bile ulaşmayan küçük bir titreşim sadece benimkisi...-ah dedim haberin yok...sana yazdığım bir hikayeyi güne getirmişler ama senin hikayen bu ve senden uzak oluşu az bişey burkuyor içimi-...işte benim Hans'la olan iletişimim bundan ibaret...uzaktan görüyorum...bazen kapının önünde karşılaşıyoruz, bi hallo deyip aceleyle geçiyoruz birbirimizi...bazen de göz tutukluluğu yaşayıp bir öncekinden daha uzun bakıştığımız da oluyor...bir keresinde kısa bir sohbetimiz olmuştu yanlız...dışarda hava açık ve güneşliydi...ben de havanın görüntüsüne aldanmayıp, kışlık bir ceket giymiştim...tam dış kapıdan çıkıyordum ki karşılaştık, o da o sıra olduğu yere çivilenip kalmış, her zamanki gibi arabaları gözüne kestiriyor; gülüşü yanaklarının çukurunda nöbette, hiç sakınmadan tebessüm edip döndü bana şaşkın şaşkın dedi ki: "hava gayet güzel güneşli ya!"...hiç beklemediğim bir anda konuşunca benimle afalladım ne diyeceğimi bilemedim...ağzımdan çıkan tek söz "ben üşüyorum ama" oldu...kafasını sallayp gülmüştü sonra...
kısacası Hans'ı sadece uzaktan görmeme rağmen bir baba sıcaklığını bulacak kadar sempatik ve cana yakın buluyorum...
pencerenin duvara bakıyor oluşu kötü...ben gökyüzüyle arama girecek diye, güneşlik ve jaluzi kullanmıyorum örneğin...
ama kuş olsam gökyüzüyle de aram açılır, o ayrı...
teşekkürler sevgili Harun...hatırlatmama gerek yok sanırım biliyorsun varlığın önemli...
hans'ı en iyi bilenlerdenim ya o bakımdan çalakalem bi şeyler diyemem..
şöyle oturup genişçe yazmalıyım,yanılıyor muyum gözüm)..
arayı fazla açmadan,misal yarın gelip bağdaş kurayım diyorum
hans'la düşlerinin dizleri dibine..
ocağın altını kısık tut şimdilik..ikinizede sevgiler..