- 537 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NEFES
Evgin Atalay
“Kendimi üstüne fırlatacağım ölüm; boyun eğmeksizin ve yenilmeksizin” Virginia Woolf
Var oluşumun nedeni neydi? Aslında bir nedeni var mıydı ki? Büyüdüğümü gösteren acıları sancıları tanıdığımdan beri bu soruyu sorar oldum kendime. Elli yaşındayım hala bulamadım cevabını. Saçlarımdaki beyazlar yaşadıklarımın ispatı. Eski kocam, bir gün saçlarımdaki akları görünce "ah! Saçlarına yıldızlar düşmüş", demişti. Ben de "koparma anne ağlama " diye şarkının devamı getirdim. Geriye baktığımda yaşadıklarıma dayanabilmem şaşırtıyordu beni. Nasıl bir nefes aşkıymış? Fakat artık korkutuyor. Yoruldum çünkü. Pes de edemem, bana yakışmazdı. Zorlama hayat!.. Bir mecburiyetim yok seni çekmeye, istemezsem giderim ama seviyorum... Hep bir şeylere daha yetişe bileyim diye tanımadım ölüm…
***
Kolundaki iğneye baktı derin derin içini çekti. Sonra başını sağ tarafında ki pencereye çevirdi. Dışarıda yağan karı seyretmeğe başladı. İçerdeki sessizliği bir tek kan makinesinin iki dakikada bir yanıp sönen ışığının sesi bozdu. Her kar yağdığında eski anıları canlanırdı. Ahmet’le böyle bir gün tanışmış. Ayrılışları da böyle bir gün olmuştu. Nalân, İnci’nin odasının kapısı önünde durup onu izledi. Onun güçlü ve cesur olduğunu düşünürdü hep. Fakat kendini onun yerine bile koyamazdı. İnci’ye göre yaşadıkları öğreticiydi. Hayatın değer yargılarıydı onlar. Nalân, o yargılarla baş edemeyeceğini söylerdi…
Nalân’la İnci çocukluk arkadaşıydı. Çengelköy’de aynı binada altlı üstlü oturuyorlardı. Küçükken komşuculuk oynarlardı. Birbirlerine çay kahve içmeye giderlerdi. Büyüyünce de çok iyi dost oldular. İyi gün de kötü gün de her daim yan yanaydılar. Nalân, öyle ki evliliğinde sorumluluklarını bile aksattığı oluyordu. Kocası işten döndüğün de evde bulamazdı onu. Böylece yemekte yapmamış olurdu. Eşine ayırması gereken zamanı İnci’ye ayırırdı. Bu yüzden evde huzurları bozulur, tartışırlardı. İki kez evlendi. İkisinde de aynı sorunları yaşadı.
Nalân, ince uzun boyluydu. Siyah saçları kalçalarına değiyordu. Gözleri yeşildi. Gözlük takmayı hiç sevmiyordu ama mecburdu. Yakını göremiyordu. İnci, durmadan dalga geçerdi onunla " gözlerinde ki camekânları çıkar" diye. Çok bozulurdu, kızardı ona… Ama şimdi çok pişmandı.
***
İnci, daha yirmi dört yaşındayken yumurtalıklarında bir ur tespit edilmişti. Acilen müdahale edip bir operasyonla alınmasına karar verildi. Eğer ameliyat olmasa kanser riski taşıyordu. Nişanlısıyla gelecek için planları vardı. Bu hepsine son vermek demekti. Bir bebeği olsun çok istemişti. Ahmet’in nişanı atması da yaşadığı hastalıktan fazla etkilemişti İnci’yi. Bütün gün kimseyle görüşmüyor. Ağlıyordu. Ahmet’te seviyordu onu, annesi istemiyordu. " Bana çocuk vermeyecek gelin istemem, ben soyumun devam etmesini isterim", diye sürekli söylenirdi. Oğlu da "hay senin soyuna" deyip nişanı bozdu. Aslın da o da annesi gibi düşünüyor ve utanıyordu kendinden… Ahmet, Urfa’da katı kuralları olan bir aileden geliyordu. Kendisi onlar kadar olmasa da tutucu sayılırdı.
Bir gün, aynı sokakta oturdukları komşusunun bir tanıdığıyla tanıştı. Ayaküstü bir tanışmaydı bu. Fakat birbirlerinden etkilendiler. Herkesden habersiz görüşmeye başladılar. Oysa kim ne diyebilirdi. İkisi de kocaman insanlardı. Necati, İnciden büyüktü aralarında on beş yaş vardı. Bu yüzden İnci, duygularını açıklayamamaktan korktu… Zamanla birbirlerine âşık oldular. Kısa bir tanışma döneminden sonra evlendiler. Mutluydular. Takii, tekrar kansere yakalanıncaya kadar. Bu sefer de bu illet memesindeydi. Otuz beş yaşında sol göğsünü aldılar. Kendisini eksik hissediyor. Aynalara bakmıyordu. Eşinin onu sevmemesi gerektiğini düşünüyor. Dokunmasına izin vermiyordu. Utanıyordu. Uzaklaşıyordu ondan. Kocası bunu onun isteyerek yapmadığını biliyordu. O yüzden hiçbir konuda zorlamadı.
İnci, boşanmak istedi Necati’den. O da hiç sorgulamadan vurdu kapıyı çıktı. Şiddetli geçimsizlik bahanesiyle tek celsede boşandılar. Sonra toparlanmaya çalıştı. Tek başına yaşamaya başladı. Ailesinin de desteği büyüktü. Onlardan güç alırdı. İlk hastalığı yüzünden yarıda bıraktığı okuluna devam etti. Sonra iş bulup çalışmaya başladı. Bir ara resme merak sardı. Kadıköy halk eğitim merkezinde resim kursuna yazıldı. Zaten çocukluğundan beri yeteneği… Hep Bir memesi kalmış kadın portreleri çizdi. Ruhunu dile getirdiğine inanıyordu.
İnci, zamanla kabul etmeyi başardı. Onunla yaşamayı öğrendi. On yıl sonrada sağ göğsünde aynı tehlikeyle karşı karşıya kalınca hiç şaşırmadı. Bekliyor gibiydi. "Yapıştı bir kere bu virüs kolay kolay gitmezdi zaten", diye düşündü. Daha tecrübeliydi… İlkin kemoterapiye başlanıldı. Kullandığı ilaçlardan dolayı saçları dökülmüş. Gözlerinin altı morarmıştı. Tedaviden sonrada kendini çok yorgun hissederdi. Bu yüzden hep birileriyle giderdi hastaneye. Bazen arkadaşı Nalân’la bazen kız kardeşi Yeliz’le… Bir tane kız kardeşi vardı. O gün de arkadaşıyla gitmişti…
Yorgundu. Nalân’ın kolunda yürüdü. Hastanenin bahçesinde taksiye bindiler. Taksi, İnci’nin evinin caddesinde çalışma olduğu için caddeye girmeden bıraktı onları. Nalân’da işi olduğundan acele ediyordu. Takside telefon geldi, arayan doğal gaz tesisatçısıydı. Kombi su akıtıyor diye tamirci çağırmış, fakat beklediği saatten önce gelmişti adam.
Nalân’a "Sen bırak git beni, ben yavaş yavaş giderim eve ", dedi İnci.
Nalân "kayarsın bırakamam", diye cevap verdi. Sonra mahcup bir ifadeyle "ya kusura bakma aklımda şimdi sen de kalacak. Bu kadar önemli olmasa gitmezdim.", dedi. İnci’yi evine iki adım kala bıraktı. O da yavaş yavaş yürüyordu. Nalân da koştura koştura gitti. Bir ara dönüp İnci’ye baktı ama göremedi. Gittiğini düşündü. Oysa o tamir halindeki binanın altındaydı. Oradan geçmemesi gerektiğini biliyordu. Karşıya geçip gitmeliydi. Önemsemedi "âmâm" dedi "şimdiye kadar kime ne olmuş ki bana da olsun" bunları söylerken yukardan kafasına doğru inen buz parçasını görmedi. Ölümünü hiç böyle tahmin etmemişti.