- 720 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kalplere Gömülen Silahlar
Neredeydi? Gelmemişti hala. Halbuki hiç gecikmezdi buluşmalara. Belki de başına bir şey gelmişti. Meraktan neredeyse ölecekti kadın. Üç ay gibi kısa süre geçmesine rağmen sanki ilk günkü karşılaşmasındaki gibi heyecan ve korku fırtınalarının ortasında kalmış bir kayık gibi kafenin önündeki bankın etrafında volta atıyordu, elinde adamın verdiği sarma sigarasıyla. Yakmıyordu. Karşılaştıklarında adama verecekti. Bu onların ritüeli olmuştu. Her buluşmaların sonunda bir porselen bebeğin tozunu alırcasına kadının yanaklarını dudaklarıyla okşarken eline bir sarma sigara bırakıyordu. Sigaraya tam bir pislik abidesi gibi bakan kadın bile buna alışmıştı. Bu diğer buluşmayı temsil ediyordu bir yandan. Bir yandan da hayatta en değer verdiği şeyi olan tütününün birine emanet etmesini içinde beslediği ama asla yüzüne bakmadığı mutluluk tarlalarına ekilen tohumlar oluyordu. Nereden bilecekti kadın, o tarlalara gizliden gizliye silahlar gömüleceğini..
Üç ay öncesinde yine yarından mutluluk ödünç alırcasına kör kütük sarhoş olmuştu. Arkadaşlarının zoraki çağırdığı taksiyi adeta bir lunapark gondolu gibi sağa sola savrularak, bir yandan da o gondolda çalınan şarkılar gibi gürültülü bir şekilde dışarıdaki tiksinircesine bakışlar altında söylüyordu. Kemikli bir elin altına girdiğini hissetti, kendine gülücükleriyle yol hazırlayan erkek arkadaşı sandı ve bıraktı kendini ona. Yarı açık bir gözünü sokak lambasını kullanarak tutan kişiye baktığında arkadaşı olmadığını anladı. Ama içindeki bir ses, adamın kendisine zarar gelmeyeceğini söyledi. Sarhoş hali dünden razıydı bu sese. Bıraktı kendini. Adam kadını barın önündeki sallanan banka bıraktı ve cebinden bir şeyler çıkardı. Sigara saracaktı. Kadın meraklı bakışlarla hala adamı süzüyordu. Sigarasını saran adam cebinden çıkardığı ucuz kibritle ucunu ateşe verdiği gibi bıraktı kendisini banka. Gülümsüyordu. Ama bu sarhoşluk gülümsemesi veya kötüyle bağlantılı bir gülümsemeye benzemiyordu. İçten geliyordu, güneş gibi ısıtıyor, ay gibi sakinleştiriyordu adeta. Sarhoşluktan eser kalmayan kadın, adamın o halini imrenerek izliyordu. İçeride kendisiyle bir gece geçirmek için önüne para seren “adamcıkların” aldığı pahalı içkiler bile bu kadar sıcacık gülümsetmiyordu. İçinde bir şeylerin isyan ettiğini hissetti. Adam o kadar zengin birine benzemiyordu. Eski ama temiz bir süveter, kadife, dizleri aşınmış bir pantolon, dirsekleri yamalı, rengi atmış bir palto ve çok tamir gördüğü her halinden belli olan kahverengi bir ayakkabı. İsyanı tek bir kelimeyle özetledi kalbinin ortak sesi; nasıl... “Adam en son kadına yöneldi ve bulaşıcı, çay kokulu bir gülümsemeyle sordu, “İster misin?” Kadın, akciğer kanserinden kaybettiği ailesini hatırlayıp ustura gibi bir cevap verdi, “İstemez! Zehir gibi bir şey zaten, neden içiyorlar anlamıyorum.” Adam gülümsemesinden bir an bile ödün vermeden sigarasından bir fırt aldı, “Eskiden kalan bir alışkanlık, ama hala ilk günkü gibi güzel..” dedi sokak lambasına konan baykuşa selam verircesine bir tebessümle. Adam bakışını oraya çevirince fark etti kadın, adamın ayakkabısının rengindeydi baykuş. İster istemez gülümsedi. Kanı ısınmıştı uzun bir zamandan sonra birisine. Devam etti adam, “Sizi alacak birisi var mı?”.”Taksi çağırdılar..” Arkadaşlar diyemedi. Kimse kontrol etmemişti yarım saattir. Birlikte geldiği iki arkadaşı, parayı görünce başı dönmüştü bir kere, umursarlar mı.. “Vardiyam yeni bitti, bir çorba içip öyle geçecektim evime. İsterseniz bir çorba içelim, öyle geçin, hem ısınırsınız, hem de bu saatte taksicilere güven olmaz.” dedi adam, sigarasının son nefesini çekerek. Kadın şaşkındı. O kadar lüks yerlere çağıran adamlar vardı, istese istediği kişiyle istediği bir restorana gidip, elini çantasına atmaya bile gerek kalmadan en iyi şekilde muamele görebilirdi. Kıyafetine, kendisinin bile zor alıştığı pahalı paltosuna veya mücevherlerine, hatta el dokuması olduğu her halinden belli olan elbisesine bile bakmamıştı adam. Ta ruhunun derinliklerine gülümsüyordu. Bir amaç gütmeden, bir düşünce olmadan ısıtıyordu var olduğunu unuttuğu derinlikleri. Bunu hisseden kadın, ilk defa bu kadar istediğini hatırladı bir şeyi. İçini ısıtan bir iyilik. Yapabileceklerinden bihaber şekilde akan suyun verdiği huzur. Karamsarlık otlarıyla bürülü mutluluk tarlalarına giren ilk orak darbesi. Toprağın aslında ne kadar verimli olduğunu fark eden çiftçi misali var gücüyle kopartıyordu karamsarlık yaban otlarını adam, yaptığını bilmeden.
O zamandan beri o tarlalara gizlice gömülen silahların, üç ay sonrasında dudaklarına konan bir buseyle başlayacak darbede kullanılacağını nereden bilebilirdi.. Sigarayı incelemeye başladı kadın. Yamuk sarılan kağıdı, içine doldurulmuş tütünü, kağıdın üzerindeki Arapça yazıları.. Mutluluk tarlalarını yağmalayan sevgi askerleri, silahları kuşanmıştı bile. Sevgi, hızlıca ilk hedefi olan Mantık’ın oturduğu mahalleye baskın düzenleyip apar topar götürdü sevda hapishanesine. Sonrasında büyükbaşlar olan Hayat Sevinç’i, Dikkat’i, Uyku’su yakalanmışlardı onlar can havliyle firar ederken. Hepsi hapishanenin aynı tarafına konuluyordu. Sonra karşıt görüş olan Umut’u, Tecrübe’si, Mal Sevgi’si yaptıkları tek operasyonla içeriye alınmışlardı sevgi askerleri tarafından sorgusuzca. Kalbinin karanlığında fark edemiyordu her şeyin başı olan Akıl. Uykudaydı, yorgundu bu kadar duygu karmaşasından. Kadın bütün bunlar olurken saatin çok geç olduğunun farkına varmıştı. Gelmeyecekti adam artık. Nedenini bilmiyordu ama gelmeyecekti. Ayağa kalktı kadın, yolun karşısındaki tekel bayiye gitti dolu gözlerle. Cebindeki bozukluklarla bir kibrit aldı. Kibrite bakınca gülümsedi, adamın kibritiyle aynıydı. Demek ki buradan alıyordu. Akıl, Sevgi’nin askerlerinin bir hamlesiyle bayıltılıp hapishanenin bir hücresine alınmıştı, kafasında çuvalla. Tuz kokuyordu hücre. Kafasındaki çuval çıkartılınca anlamıştı Akıl. Kurtuluş yoktu buradan. Sonları ölümdü. Parmaklıklara sarılarak bağırıyordu kalp ülkesine. “İşe yaramaz, ben de denedim.” dedi yaşlı bir ses. Tecrübeydi bu. “Nasıl göremedim ben bunu..” serzenişleri yükseliyordu, Mantık’ın hücresinin penceresinden. Umut, “Artık ne yapsak boş..” diyordu. Haklıydı da. Yalnızdı çünkü kalp ülkesi. Dost edinmemişti. Herkesi bir kenara atıp kendine yetmeye çalışmıştı, halkının ve tabii ki bastırılamayan sevgi askerlerinin açlığını gözardı ederek. Başarısız olmuştu, çünkü dayanamıyordu askerler. Hücrelerinden denize bakınca anladı büyükbaşlar ve Akıl. Onlar geliyordu. Adamın gözlerinin rengini alan gemiler, gök mavisi denizi aşarak geliyordu. “Ne kadar farklı olursak olalım, aynı denize bakıyoruz..” diye iç geçirdi Tecrübe. Kaybetmişlerdi. Adam sonunda fethetmişti kadının kalp ülkesini. Liderlerin ölmesiyle bu iş resmileşecekti.
Kadın, son bir umut banka oturup kibrit ve sigara elinde sokak lambasının çevresinde dans eden sinekleri izliyordu. Pes etmişti. Bunu içinde hissediyordu. Kalp ülkesi halkı, eski liderlerine küfürler savuruyor, bir yandan da yeni hükümdarlığı kuracak olan Adam’ı alkışlıyordu. Darağacına giden üç fidan misali çocuk gibi sendeleyerek yürüyordu Akıl, Umut ve Mantık. Tapılırcasına sevilen liderler şimdi sürünüyordu adeta. İlmik geçirilmişti. Dizleri tutmaz halde olan liderler tabureye zor tırmanmışlardı. Son bir kez denize baktılar. Sonsuzlukta kaybolacaklarından o kadar emindiler ki. Kadın emir verircesine sigarayı gözyaşlarıyla ağzına götürdü. Ayağa kalktı, sokak lambasından gözlerini ayırdı. Gelmedi adam. Titrek ellerle bir kibrit çıkardı ve emri verdi. Halk tek bir ağızdan haykırıyordu. Ölmüştü yarı tanrı olan liderler. Cansız bedenlerin arasından Adam bütün haşmetiyle sancağını dalgalandırdı ve bir daha hiç sönmeyecek olan ateşi yaktı. Kadın sigarasının ilk nefesini çekmişti bile...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.