- 791 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'dün, eksik ve yanlış numaradır'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Zevkle okunan bir eser oluşturmak için pek uğraş vermedim. Aslında çalıştım da sayılabilir. Güzel müzikler bulmak için plakçıları dolaştım. Tabi önce plakçaları tamir ettirmem gerekiyordu. Ben tamir ederim desem de, tornavidayı çevirirken yalama yapma olasılığımın yüksek oluşu gözümü korkutmuştu. Kitapçıları da dolaştım. Özellikle sahaflarda günün üçte birini geçirdiğim oluyordu. Zaman zaman ‘birileri olsa da tavla oynasam’ diyordum. Kitaplardan sıkılığım için söylemiyordum, biraz uzak kalınca insan daha aşkla sarılıyor ya sevdiği şeye, kitapları da bir süre bıraksam iyi olurdu. Arayıştan da nasıl vazgeçilebilirdi ki? Hem kesin tavlada yenilirdim.
Boş vereyim bunları. Boş vereyim. Uzun bir yıl önce öldüm ben. Neyi yaşayacağım ki? Binlerce, çok yüz yıllar öncesinde yaşadım da, hayır boş vermem gerekiyordu başta. Mahalleyi anımsıyorum. Aslında küçükken bile bizim mahallemizin o hayal ettiğim mahalleler gibi olmadığının biliyor ve hüzünleniyordum. Kitap okumayı sevmediğim için yalnızca hayal kuruyordum. Zor olan tabi ki o kurulan hayalleri gerçekleştirip, tecrübe kazandırmak ama şimdi otopark olmuş top sahalarını geri getirmenin kimse tarafından hoş karşılanmayacağının da farkındayım. Çocuklar büyümüşler ve para verip halı sahalarda futbol oynuyorlar. Oysa arabalarını koydukları otoparklarda eskiden topla harikalar yaratan da onlardı. Ne değişti? Boyları uzamış, elbiseleri, konuşmaları, en çok da hayata bakış açıları değişmiş. O kadar görüntü içerisinden seçebildiğim kareler var. Annemin evine uğrayan komşuları olurdu. O kadınların birbirinden ilginç isimleri vardı: Mevrune, Selingül, Şahinaz, Rukiye, Ferdiye… Ayşegül ve Fatoş isimlerini severdim. Zaten o iki kadının da çocuklarıyla arkadaştım. İsimlerini sevdiğim kadınlara teyze derdim. Hep garibime giderdi. Hiç işten söyleyemezdim.
Onlar şimdi nasıl oldular acaba? Hepsinin çocukları büyüdü, elleri, ayakları, saçları… Elleri meşguldü onların, yazma oyalarını birbirlerine beğendirmeye çalışırlardı. Kimisi patik örerdi, kimisi hiç doğmayacak yavrusuna kazak. Ayaklarını da görürdüm. Genellikle evde terlik giydiklerinde çorap giymezlerdi. Çoğunun göbeği. Arada bir iki tane çocuk göğüslü kadın vardı, diğerleri kibeleyi andırırdı. Saçlarına taktıkları yazmaları birbirinden güzeldi ama genel de saçları birkaç yerden omuzlarına doğru sarkardı. Mavi, pembe, yeşil, kavuniçi, siyah, beyaz, nokta nokta kimi zaman dairesel desenler, çiçekler ve sanki hep onlarla beraber yaşayacakmış gibi duran yazmaları.
Sendika toplantısında konferans salonunda ortalarda oturmuş, Sedat Bey’in gelmesini beklerken niyeyse aklıma mahallemiz gelmişti. Kadınlar olmasaydı, o babalar yaşayabilir miydiler? Pir emir mahallesinde ayyaş bir adamın evini kimi zaman taşlarken çocuk halimizle, derdini tabi ki anlayamazdık! Belki de kaybettiği eşinden dolayı o hallere düşmüştü! Sedat Bey elinde konuşma metni, kürsüde sesini kontrol ederken, telefonuma mesaj gelmişti: ‘Aşkım, nasılsın?’
Sedat Bey sesini kontrol ediyordu. ‘Kimsiniz, karıştırıyor olmalısınız numarayı?’
Sedat Bey ‘öncelikle değerli arkadaşlar, bu toplantımıza geldiğiniz için sizlere teşekkür ediyorum’ dedi. Mesaja hemen cevap geldi:’ Güzelim, sen kendini tanıt önce…’
İkinci sınıftayken bile pekiyi konuşamıyordum. Zaten ben hayatımın hiçbir kısmında iyi konuşamadım ki! Bu yüzden susmayı tercih ettim. Susmanın fazilet sayılmasını kendime yakıştıramıyordum. ‘Siz kendinizi tanıtınız lütfen. Mesaj yazan ilk sizsiniz.’
Sedat Bey ortaokul mezunuydu. Pek kitap filan da okumazdı. Daha çok sosyal medyayı takip eder, çeşitli hikâyeleri, makaleleri baştan sona kadar okurdu. Hitabı iyi olduğundan, insan ilişkilerinde daima samimiyeti düşündüğü için de ona destek veriyordum. Tabi tek kişinin verdiği destekle yol alabilir miydik, sanmıyordum. ‘Adını söyler misin lütfen? İlk ben yazdım ama ben soruyorum lütfen, adını söyler misin?’
Hep senin yüzünden oldu bunlar Gülay! Ne gereği vardı sana tutulmanın? Ne güzel yaşayıp gidiyordum ve hiç aklımda bile değildi sevdiğim şehirden uzaklaşmak! Sen sebep oldun hayatımın en güzel yıllarının uzaklar geçmesine. Zorla eğittim kendimi, bilemezsin. Ne üzerine mi eğittim? Tabi ki sakin olma adına! Sinirlensem yapabileceklerimi de bilmiyorum ya, bence insanlar benim gibi sallıyorlar: ‘Kızarsam gösteririm sana bak!’ ‘Adım Gamze, ya senin ki?’
Sedat konuşmasına başlamıştı, onu gözlerim yarı kapalı dinliyordum.
‘Bu yola başlarken de biz demiştik ki, hiçbir partinin sözcüsü olmayacağız ve her siyasi partiye eşit uzaklıktayız.’ Yuvarlak bir karın, bembeyaz tenin üzerinde ürpermiş, sevgiden mest olmuş bir kadının ayak tabanlarının çatladığını bilmek kadar kederli bir haldeydim. ‘Gamze, merhaba Gamze, tanışalım mı?’
‘Arkadaşlar size İngiliz İşçi Partisi Başkanı Profesör Laski’nin ‘demokrasi ve sosyalizm eserinden örnekler sunacağım. Kitabının bir bölümünde diyor ki: ‘Bu tenakuzun sebebi, kanaatimce meydandır. İçtimai iktidarın ana kaynağı, istihsal münasebetlerinin mahiyetidir. Devlet her şeyden önce bunları korumak içindir. Siyasi müesseseler bu istihsal münasebetlerinin mahiyetine uymaya mecburdular. Bunları değiştirmeye çalışan bir siyasi parti, yani asıl sosyal iktidarı elinde tutansa hâkim sınıfın bu değişmeye razı olmasına tabi oluyor. İşçi liderleri bu muvafakati elde edememişlerdir; onun için ya umumi olarak status quo’yu, mümkün olduğu kadar bir şey koparmaya çalışarak kabul etmeye veyahut da onu değiştirmek için mücadele etmeye mecburdurlar. İkinci şık şüphesiz koalisyon hükümetinden çekilmeyi icap ettirirdi. Bu ise, işçi liderlerinin göze alamadıkları bir risk olduğu için, ancak hâkim sınıfın muvafık gördüğü şartlar altında yapmaya mecbur oldular. Şu halde demek ki bir cemiyette parti bölümleri ne olursa olsun sulh dairesinde hareket hudutlarını, istihsal münasebetlerinin tayin ettiği çerçeve içinde devletin mahiyeti çize. Şüphesiz ki bir dereceye kadar hareket elastikiyeti olabilir. Bu çerçevenin hudutları, bunları tespit edenlerin rızası olmadan aşılmadıkça, vergilerin seviyesi üzerinde, sanayi ve ziraatın yeri üzerinde, sosyal hizmetlerin miktarı serbest tahsilin hudutları, ilah üzerinde ihtilaflara müsaade olunabilir. Mühim olan nokta, kapitalist cemiyette, parlamento sisteminin mahiyeti icabı, parti faaliyetinin daima bu muvafakate bağlı olmasıdır.’ Bu demek oluyor ki, partiler elbette muvaffak olmak adına her siyasi seçim döneminde çeşitli propagandalar yapacaklardır. Sendika olmamız itibariyle gerçekten işimiz zor. Daha yeniyiz de demek istemiyorum artık. Ankara’da görüştüğümüz genel müdürlerden olumlu bir geri dönüş yakın zaman da alamadığımız için sendika olarak biz de eylem yapmaya karar verdik.’
‘Lan, pezevenk herif, senin daşşağını keserim, şerefsiz oğlu şerefsiz. Kız olsam sapıklık yapmaya devam edecen değil mi puşt! Bekle sen yarın savcılığa veriyorum numaranı.’
Sedat Bey’in söylediklerinin çoğunu mesaj mevzusundan dolayı kaçırıyordum. İyi şeylerden bahsediyordu; lokavt hakkını devletin kendi memurlarına kullanabileceğini ancak bunun çok zor olduğunu, yine de grev, eylem hakkımızın ikincil bir önemde olduğunu, öncelikle delik deşik edilmiş haklarımızın geri verilmesi ve tam anlamıyla iş tanımımızın yapılıp, yıpranma payımız konusunda da çalışmalar yapılmalıydı.
‘Ben senin her bir yanına korum. Lan ben seni bulacam, görürsün seni nasıl zikecem.’
Puştun biri konferansın tam ortasında oturan benim kafama sıçıp, gitmişti. Oysa heyecanlı da sayılırdım, konuşmaya ortak olmayı düşünüyor, kendimce sorabileceğim sorular da vardı. Aklıma güzel şeyler getirebilirsem, saçma sapan telefon arızasının iğrençliğinden uzaklaşabilirdim. Babasına aşık kız çocuğu gibi kısacık saçlarımla oynuyordum.
Tavlada yenilebilecek kafa dengi birini arıyordum. Grev yapılması için konferans da sorulduğunda evet denildiğinde ellerin çoğu havadaydı. Kapının önüne sigara içmek için çıkmak isteyenler daha istekli kaldırmışlardı ellerini.
Kimse olmayınca burada olmalıydım. Burası konferans salonu filan değildi. Bir tiyatro salonuydu. Niyeyse aklıma hep konferans salonu olası geliyor. Hiç oyun izlemeye gelmediğim için kendime kızmalıyım mı? Yazlıkçıların çoğu gitmiş, evin her odasının tavanında küfler gün be gün çoğalırken, nasıl da kuş seslerini dinleyebilirdim? Kapı arkasına demir askılığa astığım pantolonun kemeri bile küf tutmuştu. Dergiler, gazeteler, kitaplar diğer odadaydı. Ben de diğer odadaydım. Odam kireç tutmuyordu. Tutsa iyi olurdu, küften kurtulurdum.
İçeri girdim. Sessizliği seviyorum. Pencereyi açarsam kuşlar çıldıracak. Rüzgâr uğuldayacak. Balkondan denizin simsiyah topuklarını göreceğim. Islak saçları, beyaz tişörtü ve lacivert kotuyla uzanacak dalgalar kanlanmış gözlerime. Elmayı dişlerken, sinirleniyorum. Kim derdi ki bir zamanlar top oynayan çocuk, koca ülkenin huzurunu kaçıracak şutu vuracak diye! Deniz havası eve de, bana da iyi gelmiyor.
Dudakları stresten yara olmuş kadın birden aklıma düşüyor. ’Bu yaralara ne iyi gelir’ diye soruyor. ’Ruj sürsem geçer mi’ diye ekliyor. Acı acı gülümsüyorum. O dudağındaki illetten nasıl kurtulabileceğini düşünürken, bense kocasının en son ne zaman dudaklarından öptüğünü düşünüyordum.
Yine sessizlik. Tanrı’nın lokavtı gecelerde, grev hakkı tanınan tek şey dua. ’E’ ile başlarken, ’s’ çok uzakta kalıyor ve diğerleri ’t’, ’a’, ’ğ’...
Köpekler umutsuzca uğuldarken, nasıl rahat uyuyabilirim. Nefes alamıyorsun.