Anlar Çıkmazı
“Onu fabrikanın dışında gördüğüm ilk andı ve yağmurun buğulandırdığı gözlükler yüzünden çok da net göremiyordum. Yaşamın grileştiği günlerdendi biriydi. Gökyüzünde bir savaş sahnesi, güneşin bulutlara ve geceye direnen mahcup ışığı ile canlı kalıyordu ama yerde, bizler suratlarımızın ortasında oturan bir tükenmişlikle yaşamı, belki de yaşama sevincini unutuyor gibiydik. Bir de rüzgar… Soğuğu, çamuru ve yeryüzünün tüm pisliğini yüzümüze vuruyordu. Umutsuz bir varoluş oyununun yüzbin yıllık yavaş intiharını izliyordum; her şey ölüyordu ya da dönüşüyordu. Işığın yedi renkli aydınlığından gecenin soluk ıssızlığına dönüşen tükenmişliğimizi yaşıyorduk. Öyleydi ve bu olağan hüznün içinde parlak bir varlığın pür neşesini hissettiğimde, ben yeryüzünün damarlarında akan pisliği düşünüyordum. Ne talihsiz!
Elleri… Ne çok örtülüydü. Acemi ve küskün. Ne çok düşünmüştüm bunu vardiyalar boyu. Beynimi dişleyen bir kemirgen gibi gecelerimin ortasına düşüveriyordu elleri. Gecemi ele geçiriyor gerçeklik. Onun her şeyi gözler önüne seren berraklığı, karanlığı ellerimden alıyor şimdi. Hayallerimi ve fikirlerimin serinleten gölgelerini bulamıyorum artık.”
Böyle yazıyordu Ertuğrul, ömrünün tek günlüğünde. Belki bir günlük değil, ömürlük bir an’ın tasviriydi bu; öncesi ve sonrası yoktu. Bazı anlar öyledir. Bir ömrü anlatacak kadar güçlü ve keskindir. Bir kararın eşiğinde duran Ertuğrul, kaderinin biçimleneceği sahneyi oynayacağının farkındaydı. Tanrı’nın şaka yapma şeklidir bu ve Ertuğrul biliyordu; Tanrı zamanın başladığı yere kurulmuş, kendi kahkahalarında boğuluyordu.
Ertuğrul’un parlak bir varlık diye yazdığı kadın boşluk kadar mavi bir elbisenin içinde duruyordu (Ertuğrul boşluğun mavi olduğuna inanıyordu, gökyüzü tanık olduğu tek boşluktu, gözlerinin göğe kaldırmaya cesaret edebildiği her an tepesinde masmavi uzanıyordu ve geceden korkuyordu.), fabrikanın kalın işçi eldivenlerinden çıkan elleri, dirseklerine kadar uzanan kırmızı dantelli eldivenlerin içinde kendi yüzüne dokunuyordu.
Altın oranın kusursuz bir örneğini sergileyen yüzüne oturan gözleri, göğe uzanan bir mavilikle parlıyor ve saçları rüzgarın söndüremediği bir yangına sürülmüş gibi, kalçalarına dökülüyordu. Kalçaları ince elbisenin altında sımsıkı kavranmıştı. Ertuğrul’un sinir sisteminde psikoseksüel bir krize yol açıyordu. Ertuğrul’un tüm bedenini sarmalayan taş kadar somut bir sancı, midesinde tuhaf bir yanma hissiyle başlıyor, ardından bedeninde depremler yaratan histerinin eşiğine yaklaşıyordu.
Tarihin akışını değiştiren kahramanların tedirginliğiyle titrek bir adım attı. Dünyayı değiştirmeyecekti bu adım ama kendine ait bir zamanın sapmaya uğrayacağı anda olduğunu biliyordu ve her adımıyla siyah bir gökyüzüne yaklaştığını hissediyordu. Öyleydi ki, her adımında, hafif bir dekoltenin gizeminde büyüyen memeler, onun küçük dünyasını kavuran ikiz yıldızlar gibi ürkütücü ve görkemliydiler.
Birinci adımında başı dönüyordu. Kalbi göğüs kafesini yırtıp açmak ister gibi çarpıyordu. Kan ellerinden ve ayaklarından çekiliyor, damarlarına hücum eden adrenalin kaslarını yakıyordu.
İkinci adımında zihni yeni bir gerçekliğin oluşumuna tepki gösteriyordu. Belleği an’ın kontrolünü kaybediyor, zihni anılar ve geçmişin unutulan sesleriyle doluyordu. Bunların arasından Asude’nin yüzü zihninde bir vurgun etkisi yaratıyordu. Ertuğrul’un ikinci adımının teklemesine yol açan bu yüz, midesinde artık daha tanıdık ve keskin bir sancının varlığını hatırlatıyordu. Asude’ye duyduğu özlem, 1 Haziran’dan beri kulaklarını tırmalayan bir şarkıyla dolduruyordu an’ı;
“Kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım acı arkasını dönse. Kutu kutu pen...”
Üçüncü adımında an boşluğa düşüyor; Ertuğrul, zihninin analitik yanının büsbütün mağlup olduğunu anlıyordu. Milyon yıllık evrimin en tekinsiz savunma mekanizmasıydı bu; donakalmıştı.
An, uykuya düşer gibi, ağır ve savunmasızdı.
Bir karşılaşmanın eşiğinde, Ertuğrul önce zihninin bomboşluğunda, ardından bilincinde dalgalar yaratan karmaşanın içinde şaşkınlıkla bakıyordu. Dosto’dan Bakunin’e uzanan bir edebi literatür dudaklarının kenarında dolaşırken en basit ve mutlaka sert bir kelimeyi kucağına düşürdü;
“Ertuğrul!”
Bir gülümseme. İlk yağmur damlası.
“Sultan!”
Fabrikada sık sık birbirine değen gözlerinden beri, bir tanışmayı soluyan nefesleri ilk kez ötekine karışıyordu.
Boşluğa düşmek gibi, diyecekti Asude’ye. “Onun maviliği başımı döndürüyordu ve o bana bakıp gülümsedi. Sultan. Böyle dedi. Sandığımdan kolaydı. Çok kolay. Acı çekmekten daha kolay.” Asude yine donuk bakacaktı. Yine şarkılayacaktı ömrünü. “Kutu kutu pense…”
Bilmiyorum, dedi. Ona sorulmuş bir soru yoktu ortada. Oysa bir gülümsemeye baktığı anda gerçekten de bilmiyordu; hiçbir şeyi.
“Bilmiyorum. Gidelim mi?”
“Gidelim.”
Buğulu bir akşamın masalsı gerçekliğinde değişiyordu Ertuğrul. Yürüyordu. İki yanda acemice sarkan kollarıyla iki yabancı, dört kelimeye sığdırdıkları bir tanışmışlığı taşıyorlardı.
.......
“Psikotik bir kardeşim ve fabrikada düğmelere bastığım boktan bir işim var. Yaratıcı değilim. Daha çok tükenmişim belki. Yalnız bir adamım ve onu dramlara boğarak anlatmayacak kadar alışığım buna.”
Basit ve sıradışı bir tanışmayı ( Ertuğrul basitliğin de sıradışı olabileceğini yeni öğreniyordu.), sıradanlığın keyif veren aşinalığında besledikleri masayı iki çay ve küllükten başka kendi hikayeleri dolduruyordu. Ertuğrul her yalnız adam gibi, kendinden bahsetmeyi bilmiyordu. Bunu acemice ve doğal bir ürkeklikle yapıyordu. Gözleri odaklanamıyor, sık sık kırmızı eldivenlerin tuhaflığında oyalanıyordu.
Hiç yerleşik olamadım, dedi kadın. “Şehirler ve insanlar hayatımdan geçip giderken ben hep aynı yerde olduğumu hissettim. Belki bunun basit ve saçma olduğunu düşünebilirsin. Ama insan değişmeli… Ben öyle olduğuna inanıyordum ve bu yüzden hep değiştirdim her şeyi. Ben değişemedim ama. Değişemedikçe daha çok yerleştim kendi içime.”
“Ellerin…”
Ellerini günahkarlarmışçasına gizli ve uzak tutuyordu Ertuğrul’dan. Oysa Ertuğrul’un geceleri korkmamak için tutunduğu ellerdi onlar. Karanlığın, yalanları gizleyen gölgelerinde Ertuğrul, o elleri hayal ediyordu. Şimdi o ellere bunca yakınken, onlar kırmızı bir örtünün altında hala ulaşılmaz ve gizemli kalıyorlardı. Neden? Sıradan bir masada geçirdikleri sıradışı birkaç saat boyunca beyninde yankılar yaratan bu soru, onda korkunç bir merak güdüsünü doğuruyordu.
“Ellerini neden saklıyorsun?”
Soru, masanın üzerine bir sis gibi çöktü. Kelimeler artık anlamlarını yitirecek, basit kaygılar ve yalanlar aralarında fersahlar yaratan uzaklıklara dönüşecekti. Küçük bir masanın etrafında oturan iki insan, bunu anlıyor ve susuyorlardı. Yanıbaşlarında yaşlı bir ağaç, rüzgarın uğultuları arasında dik durmaya çalışıyor, yıldızlar gökyüzünde kendi varlıklarını duyurmaya başlıyor ve Sultan sanki gözlerden yitip gitmek ister gibi kendi içine doğru bükülüyor, küçülüyordu.
Tanrı zamanın başladığı yerden izliyor bizi. Önünde ucu bucağı olmayan bir okyanus gibi uzanan gelecek, insanların korkuları ve utançları ve unuttukları ölümlülükleriyle dalgalanıyor.
Ertuğrul ve Sultan, geçmişlerinden getirdikleri utançlarını saklamaya çalıştıkları anlar boyu sanki ölümsüz bir hayatın rastgele bir zamanındaymış gibi, geleceğe bıraktıkları hayallerinin yitikliğini fark etmiyorlardı.
Sultan kalkmak istediğini söylediğinde rüzgar iyice hızlanmıştı. Ertuğrul hesabı ödedikten sonra cebinde kalacak parayla eve dönüp dönemeyeceğini düşünürken, Hakan terk edilmişiliğinin, işsizliğinin ve ürkekliğinin yüklerini sırtlanıp, arabasıyla ana caddeye doğru yol almaya başlamıştı. Ertuğrul, Sultan’a yol vermek için beline doğru uzandığında, onun vücudunun sıcaklığını ömrünün geri kalan her anında hissedeceğini anlıyordu. Ana caddeye çıktıklarında, ıslak ve ıssızdı, ikisi de baş döndüren sorularıyla, sessiz ve mahcup adımlarının farkındalığını yitirmişlerdi.
İleride siyah eski bir araba tekinsiz bir hızla ilerlerken, Sultan caddeye doğru bir adım atıyor, Hakan gözlerini yakan yaşları silmek için sol kolunu kaldırıyor, Ertuğrulun gözleri Sultan’ın kalçalarında takılıyor, Hakan siyah arabanın içinde intiharı düşlüyordu.
Ani frenin etkisiyle Hakan öne doğru savruluyor, Sultan sol yanından gelen beklenmedik darbenin etkisiyle kendini bosluga birakiyordu. Ertuğrul onun bir adım gerisinde, can çekişen an’ı izlerken; protez bir el, Sultan’ın artık hiç ısınmayacak bedeninden kopup, caddenin ortasında, sahipsiz ve cansız, yuvarlanıyordu. …
……..
Sultan’ın günlüğünden;
“Biraz kambur sırtı. Cümlelerinin kısa olduğunu duyuyorum başkalarıyla konuşurken, sesi alçak ve tedirgin, yine de kara gözlerin saklanan bir ışıltının varlığını hissediyorum ben. Suratının ortasına oturan kemerli burnu onda belli belirsiz bir ifade yaratıyor. Bedeni zayıf ve güçsüz duruyor. Neredeyse fark edilemeyecek kadar silik ve sönük. Yine de ona dokunmak istiyorum. Ah… Bir dokunabilsem, gölgelerinde gizlenen o ışıltıyı ortaya çıkartabileceğimi biliyorum.
Ellerim… Dokunuşlarım soğuk ve cansız. Kendi yüzüme dokunduğumda bile iğreniyorum onlardan. Ona dokunduğumda ne hisseder acaba? Hayır, bunu düşünmek çok aptalca. Onun teninin ötesinde kocaman bir yaşama tutkusunun gizlendiğini biliyorum. Bunu kendi ellerimin cansızlığında öldüremem.”