TESPİH BÖCEĞİ
“Aa, kız abla oran kanıyor!” diye bağırdı kardeşi. Kendini tuvalete zor attı. Ardından koca memeler, yağlı kalçalar yalnız bırakmadı onu. Apış arasından hızla geçti dörde katlanmış bez. Biraz önce beline bağlanmış lastiğe iki çengelli iğneyle sabitlendi.
“Yapmayın” yalvarmaları taharet bezlerine sindi çarçabuk. Babaannesinin gelinine “seni de az mı bekledik” çemkirmesi yılların intikamı. Anasının yüreğini ağzı gibi bıçak açmadı. Gülendam’ın yüreğine ise korku dolu soru işaretleri saplandı. Ayıp örtülmeliydi. Bezin üstüne hızla çekildi külot ve pijama altı. Ilık kan istediği şekilleri çizmeye başladı beyazın üstüne. “Neyim var?” sorusu ile artan kalp ritmine inat.
Oturma odasının sessizliğini yaşlı kadının zafer dolu sesi bozdu. “Yarın Üzeyirgilleri çağırabiliriz artık”. Oğlu “vakit geldi ha ana” sevincine ovuşturduğu elleriyle katıldı. Çekirdek çitleyen oğlanlar babalarına bakıp anladılar güzel bir şey olduğunu. Ya ablalarının yüzü…
Vakit ve Üzeyirgiller… Bu iki kelimeyle döndü altı ay öncesine on üçündeki çocuk. O günden “kız sizindir ama az biraz bekleyelim, eli kulağındadır” sözlerini anımsayarak. Öteledi zihnindeki düşünceleri. Aklı akan kandaydı. Mutfağa seğirtti “bana ne oldu, hep böyle mi kalacağım” sızlanmasıyla. Anasının dili, dut yemiş, Atiye’ninki gül bahçesinde gezen bülbüldü. “Hadi iyisin kız işin iş, bu da kan mı? Sen zorlamayla geleceğe bak esas:” dedi Tasdik edilme ihtiyacıyla yanındaki kadına döndü Atiye. “Öyle değil mi Sultan Abla?” Sultan gözündeki yaşları elindeki soğana çoktan yüklemişti. Gülendam odaya dönerken ardından gelen son sözler kulağında takılı kaldı. “Bir de oğlan doğurdun mu rahatın beyde olmaz; el üstünde tutulursun el.”
Odaya girdiğinde babasının babaannesiyle yaptığı pazarlıkla irkildi. “Paranın bir kısmıyla İstanbul’a giderim bu sefer ha ana?” “Git oğul git. Bu yağlı kapı. Öteki kızlar ucuza gitti ucuza.”
Artık emindi. Üzeyirgillerin oğluna vereceklerdi onu. Küçükken aynı sınıfta okumuşlardı Cemal’le. Sınıf derken, köyün okul yaşındaki tüm çocuklarının toplandığı bir oda. Evden tezek getirme sırası vardı. Bir eli sobada bir eli onlarda olan öğretmeni şehirden bahsederdi. Hayret ederdi Gülendam. Ayrı ayrı sınıflar da oluyordu demek ki. Esas hayretini babasının “artık okul mokul yok” demesiyle yaşadı. İkinci senenin ortasında annesinin ördüğü dantel yaka çoktan sandığa kaldırılmıştı
Hoş delikanlıydı Cemal. Geçen sene kardeşinin sünnetinde görmüştü onu. Ama evlenmek… İllaki okuldu onun isteği. Belki bir gün hayalleri, “kız sizin” lafıyla rafa kalktı.
Kan ve sevinçle yoğrulmuş haber tez elden uçuruldu Üzeyirgillere. Gülendam’la anasının gözyaşları gibi boldu her şey. Eti, yağı bol oldu yemeklerin, şerbeti bol döküldü tatlıların “Ana beni vermeyin, gelmesinler” diye sokuldu Sultan’ın kucağına. Anası kızının bukleli saçlarını okşayarak cevap verebildi. Boğazındaki yumruk, kilitlenen ağzıyla işbirliği yaptı.
Gelenek, görenek tam uygulandı. Yıldırım hızıyla gelindi düğün gününe. Başlık parası giren ev, Gülendam’la anası dışındakilere şenlik yeriydi Tek tesellisi gördüğü biriyle evlenmekti. Öyle ya hangi kız gerdek gecesinden önce erini görebiliyordu ki? Babasının Sultan’ı ve Atiye’yi dövdüğü gibi Cemal’de onu döver miydi?
Ayakta duracak hali yoktu. Çeyizinin en nadidesi parçası, yatak örtüsünün ucuna ilişti. Ruhunun ağırlığı, toplu görünsün diye gelinliğinin altına kat kat giydirdiklerinin ağırlığıyla çarpıştı. “İlk defa sen girmiyorsun gerdeğe Gülendam” diye kendine verdiği teselliler boştu. Titremesi gitgide arttı. Babaannesinin, “erinin ve evdekilerin sözünden çıkmak yok!” tembihleri geldi zihnine. Ellerindeki kına, gözündeki sürme, dudağındaki ruj da katıldı bu tembihlere. “Sen artık gelinsin” diye. Hepsi çarşaftaki kanı bekliyorlardı.
Kapının açılmasıyla oturduğu yerden fırladı. Süleyman amcası gelmişti. Baba diyecekti de bunca yılın alışkanlığıyla sordu. “Ne oldu Süleyman amca, Cemal nerede?” Süleyman leziz bir kemik bulmuş sokak köpeğinin yemek isteğiyle cevapladı. “Ne amcası kız, ne Cemali? Hadi bir an önce soyun.”
Duvarlar döndü, yatak döndü, perdeler döndü. Sonunda tavan üstüne çöktü Gülendam’ın. Tavandan beteri Süleyman çöktü. “Karımsın sen benim, o kadar para saydım sana lan!” diyerek. “Yapma ağam” yalvarmalarına daha çok kızardı beyaz sakallı suratı Süleyman’ın. Hayvani kütlesini körpe vücuda dayarken “yavru kuşum” inlemeleriyle. Biraz sonra ne duvak kalmıştı başında ne ayağında donu Gülendam’ın. Son hamleydi artık Süleyman’ın istediği. Katı, kaskatı bir vücuda girmek için abandı bir kez daha. Sağ eli komodinin üstündeki meyvelerin bıçağıyla buluştu genç kızın. Bıçak, yaşlı adamın şah damarında denedi gücünü. Özgürlüğünü ilan eden kan, körpe memelerin üstüne boşaldı anında.
“Yetişin, yandım!” haykırışıyla açıldı odanın kapısı. Gülendam yerde bir köşeye büzüldü. Bir tespih böceğiydi artık o. “Babama ne yaptın kaltak?” nidalarıyla odadaki kan kokusu arttı. İki kuş havalandı bahçedeki mürdüm ağacından, namludan iki kurşun sesiyle.
Yine bu sabah da kürek tınlamalarına karıştı toprak kokusu. Çevre sakinleri çukuru kazanları dinledi. Hayal kulakları alışkındı bu sözlere. “Yine gitti bir kadın daha. Öyle diyorsun da sen de karını dövüp duruyorsun birader. Böyle öldürmüyoruz ya kardeşim. Git işine be, sanki sen dövmüyorsun? Tamam da her akşam değil. Hem senin gibi ertesi gün anlatmıyorum önüme gelene.”
Tam kırk yıl geçmişti üstünden. Gülendam da böyle bir çukura atılmıştı. Hem de gece gece. Kaç böcek, kaç yılan ziyaret etti o gül bedeni. Ne çoktu ardından gelen kadınlar. Ondan önce gelenler gibi. Mezarlıktaki servilerle birlikte ağlamışlardı her yeni gelene. Bir iki saat sonra bu çukur da sahibini bulacaktı. Ya anası kalacaktı ardında ya yavruları ağlayacak.
Ne değişmişti onca sene açılan çukur sayısından başka…
Sevgi ÜNAL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.