- 684 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kehanet
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘’ İblis günahların çocuğudur ‘’
- Heyhat! İblis günahlardan doğarmış.
- Efendimiz?
- Bu gece farklı Dimitri
Dimitri bakışlarını gökyüzüne çevirdi, ay bulutların arasında ihtişamla parıldıyordu. Kral ellerini arkasında bağlamıştı, gözleri ayın derinliklerinde bir şeyleri okumaya çalışıyor gibiydi.
- Her zamanki gecelerden neyi farklı efendimiz?
- Bu gece, rahiplerin asırlardır bahsettiği gece.
Dimitri gözlerini Kral’ın yüzünden tekrar gökyüzüne çevirdi. Bulutlar aydan uzaklaşmaya başladı. Dolunayı çaprazlamasına bir karartı kesti, anlıktı.
- Efendimiz?
- Evet, Dimitri. Zamanı geldi.
- Korkuyorum efendimiz.
Kral pelerinin ilmiğini söktü, kollarını havaya kaldırdı. Kutsal kitaptan efsanevi sözleri bağırarak okumaya başladı.
İstiyhano petru diani
An perci kiyamonto
Hushano kitrentu pani
Zen ferci juliyapanto
Ay ışığını yitirdi, göğü zifiri bir karanlık sardı. Dimitri alnını yere koydu, duaya başladı. Hafif bir rüzgâr esti, ardından ay yeniden belirdi. Dimitri başını yavaşça kaldırdı, siyah pelerin yerde duruyordu. Kral yoktu, kehanet gerçekleşmişti.
- Efendimiz, efendimiz.
Yapısı itibariyle de korkak olan Dimitri, Kral’dan kalan pelerine bakarak titriyordu. Adeta yüzünde ki bütün kan çekilmişti. Gözlerini ovuşturuyor, inanamıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu. Kral’ın pelerinini aldığı gibi koridora çıktı. Kraliçe’nin küçük salonda doğum günü kutlaması için hazırlık yaptığını biliyordu, doğruca küçük salona gitti. Kapıya kadar gelmişti ama düşünerek değildi. Gelişi refleks gibiydi. Kapı kollarından olanca gücüyle çekti. İçerisinin aydınlığını, neşesini hissettiğinde cennete girerek bütün ehli cennete yeriniz artık cehennem diyecek gibiydi. Ama demesi gerekiyordu.
Kraliçe masanın yanında ayaktaydı. Prens yoktu, Kralın kızı masada oturuyor, hizmetindeki kızıl saçlı kızla konuşuyordu.
- Kraliçem
Kraliçe, Dimitri’nin çehresinden kötü bir şeyler olduğunu anladı.
- Ne oldu Dimitri.
- Kraliçem kehanet gerçekleşti.
- Ne kehaneti Dimitri?
Dimitri titreyerek konuşuyordu.
- Kehanet gecesi, Rab Kralımızı göğe kaldırdı.
Kraliçe duyduklarını algılayamıyordu, bir an sessizlik oldu. Dimitri dizlerinin üzerine çöktü, elleriyle yüzünü kapattı. Hadiseyi nefes almakta zorlanarak anlatıyordu, öyle hıçkırık tutuyordu ki kendisini, öldü ölecekti.
Herkes hadisenin şokundaydı, Kraliçe tam manasıyla dona kalmıştı. Kehanet gecesinden asırlardır bahsediliyordu ama kimse hangi Kral’ın döneminde vuku bulacağını bilmiyordu.
Sofya sandalyesinden masaya tutunarak doğruldu, ‘’ Baba ‘’ diye bağırarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kraliçe Sofya’nın sesiyle kendine gelmişti, doğruca balkona gitti, Sofya’da hemen arkasından.
Sofya’nın hizmetindeki kız muhafızlardan birine Vezir’ e ve Prens’e haber verilmesini söyledi ve Sofya’nın peşinden koştu. Kraliçe ve Sofya güzel geceyi hüzünlendiren, varlığın bütün lezzetleriyle birlikte acıları da içerdiğini hissettiren ağlamalarıyla balkonda yıkılmış haldeydiler. Kraliçe hizmetçilerin yardımıyla ayağa kalktı, kabul salonuna geçti; toparlanması gerektiğini düşünüyordu.
Vezir’ e haber ulaşmıştı, saraya doğru geliyordu. Vezir’ in hadiseye inanması mümkün değildi çünkü kehanetleri safsata olarak biliyordu. Yol boyu aklından bin bir türlü entrika geçiyordu. Saraya girmesinden evvel acil bildirilmesi gereken bir haber olduğu söylendi, araba durduruldu. Gelen kişi şehir yönetimindendi, halkın saraya doğru yürümeyi planladığını anlattı. Vezir şimdi ciddi manada telaşa kapılmıştı, çünkü halk kendisine kin güdüyordu. Arabacıya hızlanmasını söyledi.
Saraya varınca doğrudan kabul odasına gitti. Kraliçe’nin yüzünü görünce çok şaşırdı. Gerçekten şaşılmayacak gibi değildi, Kraliçe bir anda sanki on yıl yaşlanmıştı.
- Kraliçem.
- Luther(Vezir) gel. Söylediler mi kehaneti.
- Söylediler, çok üzgünüm efendim, hala inanamıyorum.
Kraliçe susmuştu, gözleri dalgındı.
- Kraliçem, söylemem gereken bir şey var. İzniniz olur…
- Anlat Luther, dinliyorum
- Yolda gelirken haber verdiler. Halk rahiplerle birlikte saraya doğru geliyormuş.
- Kehanet ile ilgili mi?
- Evet, efendim.
Kraliçe ‘’Ah, ne yapacağız’’ dedi. Keder her an daha da fazla kendisini sarıyordu. ‘’ Luther, başrahibi çağırtın kehaneti teferruatıyla öğrenmek istiyorum.’’
- Peki, efendim.
Vezir eğilerek geri geri yürüdü, odadan çıktı. Başrahibin derhal saraya getirilmesini emretti. Dışarıya iki atlı gönderildi. Şehir de herkes göğün kararmasını, ayın kaybolmasını anlatıyordu. Haberciler saraydan ayrılırken Prens’te tıknaz, cins bir atla saraya gelmişti. Avdan dönüyordu, göğün karardığı anı tesadüf eseri fark edememişti. Kehanetin gerçekleştiğinden bihaberdi.
Prens sarayda sıra dışı bir telaşın olduğunu fark etmişti. Kral’ı sorduğunda herkes ‘’ Bilmiyorum, Efendimiz’’ diyordu. Prens kabul odasına gittiğinde kapının önünde sağa sola yürüyen veziri gördü.
- Luther!
Vezir ellerini önünde birleştirdi, yüzünü Prense döndü.
- Buyurun Prensim.
- Babam içeride mi? Neler oluyor sarayda?
- Prensim Kraliçemiz içeride, dilerseniz buyurun.
Prens sarayda kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı ama kimse kendisine ne olduğunu söyleyecek cesareti gösteremiyordu. Kapı açıldı, Prens kabul odasına girdi. Kraliçe yüzünü doğuya çevirmiş ellerini açmıştı, ağlayarak dua ediyordu. Kraliçe kapının açıldığını fark edince ayağa kalktı gözyaşlarını sildi. Prens cevabını hemen beklediğini hissettirir bir üslupla ‘’Kraliçem( Kraliçe babasının ikinci eşi, öz annesi ise ilk eşiydi), Babam nerede? ‘’ diye sordu.
Kraliçe, Dimitri’nin salona gelişini, kehanetin gerçekleşmesini hıçkırıklarını tutarak anlattı. Sonra Prense olanca kuvvetiyle sarıldı. Prens kabul edemiyordu, yüzyıllardır bahsedilen kehanet gerçekleşmiş miydi? Bu kadar keskin miydi kaderin çizgisi, babasının bedeni dahi yoktu.
- Anlayamıyorum, nasıl olur.
- Başrahibi çağırttım, onu bekliyorum.
Kraliçe kehanet diyordu ki vezir yanında başrahiple birlikte gelmişti. Başrahibin elinde kocaman bir asa vardı, asasına yaslanmıştı gözleri yerdeydi. Vezir başrahibe huzura ait adaba riayet etmediğini düşündüğünden kızgın bir şekilde bakıyordu. ‘’ Keşke dışarıda uyarsaydım’’ diye düşündü.
Kraliçe derin bir saygıyla ‘’ Hoş geldiniz’’ dedi, ‘’ Bize kehaneti anlatır mısınız?’’
Üçü de gözlerini başrahibe dikmişti. Başrahip başını havaya kaldırdı, asasını sağ eliyle tutuyordu. Heybetli bir hali vardı, rahipten daha çok ordularının başında ki kumandan havasında keskin yüz hatlarına sahipti.
- Kehanet!
Başrahip asasını bıraktı ve ellerini birleştirerek ileriye doğru uzattı sonra iki yana doğru açtı, bu arada asa devrilmeden duruyordu.
Başını tavana doğru dikti. Kutsal kitaptan efsanevi sözleri ezbere okumaya başladı.
‘’ İstiyhano petru diani
An perci kiyamonto
Hushano kitrentu pani
Zen ferci juliyapanto
Ken santa dienti monparani
An perci kiyamonto
Pest gusto kuthen istiani
Zen ferci juliyapanto’’
Parçayı bitirince derince nefes alıp verdi, iki eliyle asasına yaslandı. Kraliçe, Prens ve Vezir dehşetle rahibe bakıyorlardı. Esrarengiz, ruhani bir sesle konuşmaya başladı.
- Kehanetin gerçekleşmesi dört asırdır bekleniyordu. İblis Merkür’den ejderha bedeniyle ayrıldı. Geceleri bizleri şerirlerden koruyan Ayı yuttu ve ardından Kralımızın bedenini.
Prens kısık sesle ‘’ Ya ruhu’’ dedi, ‘’ Ruhu yaşıyor mu?’’
- Prensim, ruhlar Tanrı’nın hükümdarlığında ebedidirler, Kralımızın ruhu da şuan orada.
Kraliçe araya girdi ‘’ Ya şu bahsettiğiniz şerirler ne oluyor?’’
- Onlar karanlıkla beslenen yaratıklardır. Halk onların uykularımıza girerek ruhlarımızı ele geçireceğinden endişe ediyor. Esas mühim meselede budur.
- Ne yapılması gerekiyor, halk rahiplerle birlikte neden saraya geliyor?
- Şerirler kraliçem, şerirlerden korkuyorlar ve…
Kraliçenin sesi yükselmişti.
- Bizden ne istiyorlar, Kraliyete karşı bu nankörlükte neyin nesidir?
- İstedikleri…
Başrahip susmuştu.
- Evet, istedikleri nedir?
Başrahip gözlerini Kraliçe’den kaçırdı ve Prens’e çevirdi.
- Kehanete göre İblis ölen Kralın sıvısının hapsolduğu kadın rahminde. İblis öldürülmezse dünyaya lanetli bir insan olarak gelecek ve krallığımızı karanlıklar hükümdarlığına dönüştürecek.
- Bunu bütün halk böyle mi biliyor?
- Evet, kehanetler gerçekleşene dek inanılmazdır, tahakkuk ettikten sonra ise önlenemezdir.
Kraliçenin başı dönmeye başladı, prensin kollarına düşmüştü.
Vezir başrahibe üst perdeden hitap etmeye başladı.
- Ne haddine senin Kraliçe ile böyle konuşmak?
Başrahip gözlerini vezirin gözlerine dikti ve kutsal kitaptan bir parçayı mırıldanmaya başladı.
Vezir rahibin dibine kadar geldi, birbirlerinin soluklarını hissediyorlardı.
- Pasaklı herif neyi geveliyorsun?
- İblis doğarsa ilk sizi öldürecek vezirim, ilk sizi.
Muhafızlar çağrıldı, başrahip zindana gönderildi.
Prens Kraliçe’yi kucağına alarak odaya yatağına götürdü. Vezir de hemen yanlarındaydı. Prens ve Vezir odadan çıktılar, tabip ve yardımcısı içeri girdiler. Prens ellerini arkasında bağladı ve ileri geri yürümeye başladı. Bir şeyi unutmuşta sonradan aklına gelmiş gibi başını kaldırdı.
- Luther, ne yapacağız şimdi. Rahip’ i duydun.
- Prensim, dilerseniz önce Kraliçe hamile mi değil mi onu öğrenelim.
- Haklısın ama…, neyse
Prens, Kraliçe ya gerçekten hamileyse diye düşünüyordu, bebeği halkın bildiği şekliyle İblis’ i öldürmeleri mi gerekiyor?
Prens kraliçenin odasına geçti, vezir dışarıdaydı. Kraliçe gözlerini açmıştı, yüzü terler içindeydi.
- Kraliçem nasılsınız?
Kraliçe dudaklarını zor kıpırdatıyordu.
- İyiyim.
- Rahiplerin kehanetlerini önemsemeyin, hamilelik mevzuna gelince…
Prens yüzünü tabibe döndü.
- Kraliçenin hamile olup olmadığını öğrenmeni istiyorum.
Tabip konuşacaktı ki Kraliçe araya girdi. Kendini zorlayarak konuşuyordu.
- Gerek yok, yaklaşık bir aydır hamileyim, biliyorum. Ama emin olmak istiyorsanız Sina( Tabip) kontrol edebilir.
- Emin olmamız önemli. Sina, elini çabuk tut. Hamile olup olmadığını bu akşam öğrenmemiz lazım.
Sina öne doğru biraz eğilerek ‘’ Dediğiniz gibi olacaktır’’ dedi, ardından yardımcısına bir şeyler söyledi. Yardımcısı hızlı adımlarla odadan ayrıldı.
- Prens, ben rahibe inanıyorum. Eğer bebeğim İblis olarak gelecekse dünyaya, hiç gelmesin.
Prens, Kraliçenin başucuna eğildi.
- Kraliyet ve halkımız uğruna bu fedakârlıktan çekinmeyeceğinizi biliyorum, bu sizlerin asil ruhunun gereği ama öncelikle hamileliğinizden emin olmalıyız.
Sina’nın yardımcısı odaya girdi, Sina getirilen malzemeleri bir köşede hazırlamaya koyuldu. Prens, yatağında kurumuş yaprak gibi uzanan Kraliçe’ye ‘’ Sabredin, düzelecektir her şey’’ dedi. Sonra ağır adımlarla dışarıya çıktı.
Vezir ortalıkta yoktu. Prens kehaneti her yönüyle öğrenmek istiyordu, görevlilerden Başrahip’ in gönderildiği zindanı öğrendi ve zindana doğru gitti.
Saray yeryüzünde cennet ise, zindanda yerin altında Dante’ nin cehennem gibiydi. Prens en son dokuz yaşında babasıyla birlikte girmişti. Zor aydınlanan merdivenlerden iniyordu, kendisinin geldiğinden haberdar olan askerlerde ki telaşı acıyarak fark ediyordu. Krallığın özeti gibi geldi gözlerine bu hal. Bütün denetimler kâğıt üzerinde kusursuzdu, işler tıkırında görünüyordu. Ama artılar eksiler yanana geldiğinde kimsenin açıklayamadığı tutarlarda yıllık zararlar göze çarpıyordu. Kraliyet göz göre göre çürüyordu. Rehberlik eden asker bir kapının önüne geldiklerinde durdu, ‘’ Dilerseniz rahibi buraya getireyim, içeridekiler sizi rahatsız edebilir ‘’ dedi. Prens gözlerini demir kapının ardına dikti, hiçbir hareketlilik yoktu. Boğuk, yankılanan sesler kulağına geliyordu.
- Hayır, biz yanına gidelim.
Asker kapıyı yavaşça açtı, paslı demirin sesi alabildiğine tizdi. İlk adımlarında burunlarına çürümüş ceset ve pislik kokusu gelmişti. Yürüdükleri yerin iki tarafı da zindandı, prens önde asker arkada ilerliyorlardı. Sağdan üçüncü zindana ulaştıklarında, bir kol zindandan dışarıya ayaklarının dibine uzandı. Adamın bir gözü şişkinlikten kapanmıştı, burnunun kırık olduğu belliydi. Üst dudağını sanki dişleri kemirmişti, belli olmuyordu. Ağzını açmıştı, kenarlarından salya akıyordu. Prens dehşete kapıldı, duraksadı, gözlerini yerde uzanan adamın kaldığı zindanın köşesine getirdi. Bir adam karanlıkta, ayaklarını uzatarak duvara yaslanmıştı. Prens askere döndü ‘’ Kim bu adamlar, suçları nedir? ‘’ dedi.
- Efendim, bu vergisini vermeyen bir çiftçi, bizzat ben tutukladım. Bir yıl oldu burada, aklını yitirdi. Şu arkadaki ise görevli memurlara kılıç çekmişti.
Aklını yitiren adam, Prens ve askerin arkadaki adama baktıklarını anlamıştı. Onun yanına tek ayaklı yılan olsa nasıl hareket edecekse öyle gitti. Kolundan tuttu, kendisine doğru çekti. Sürükleyerek koridora doğru biraz yaklaştırdı. Işık alan yüzü biraz belirmişti, gözleri kapalıydı. Aklını yitiren adam, ölü adamın ağzına parmağını soktu, ağzını açtı. Adamın dilini tuttu var gücüyle çekti, sırıtıyordu.
Asker kırbacını aklını yitirmiş adama doğru salladı, ses adamı korkutmaya yetmişti.
Prens hüzün ve acı dolu bir bakışla askere baktı, askerin zatında krallığın düştüğü hale üzülüyordu.
- Rahibin kaldığı zindan nerede?
- Şurada efendim.
Asker iki zindan ötede soldan beşinci zindanı göstermişti.
Prens ve asker zindanın önüne kadar yürüdüler. Prens askere dışarıya çıkıp beklemesini söyledi.
- Rahip Yuhanna.
Rahip ayağa kalktı, prensin karşısına geçti.
- Buyurun Prensim.
- Kraliçe için söylediklerin doğru mu?
- Ben kehanet ne ise onu söyledim, Prensim.
- Şimdi İblis kraliçenin karnında mı, demek istiyorsun?
- Prensim, ben değil kehanet söylüyor. İblis, Kral’ın sıvısını taşıyan kadının karnındadır.
- Ya İblis dünyaya gelirse?
- Hükümdarlığın başına geçecektir. Kehanet buraya kadar söylüyor, eğer engel olunmazsa Karanlıklar hükümdarlığına çevirecektir ülkemizi. Buna engel olmak sizin elinizde.
- Ya öldürürsek onu?
- Bir daha yeryüzüne inemez, ama şerirler yani onun yardımcıları ilk babamızdan beri olduğu gibi hala aramızda olacaklardır.
- Madem ilk günden beri şerirler içimizde, neden halk şerirlerden korktuğundan saraya geliyor, dedin?
- Efendim, biz rahipler halka kutsal kitapta ne yazıyorsa onu okuyoruz. Bazıları ya cahilliğinden ya da fesat çıkartmak istediklerinden kitapta ki parçaları farklı yorumluyorlar. Ya tamamiyle batıni olarak ya da imaları yok sayan zahiri olarak. Avamdan da bunların peşine takılanlar oluyor. Şerirleri bahane ederek saraya geliyorlar. Şerirlere karşı düşündükleri kadar aciz değiliz, Tanrı bizi mutlak kutsiyette, diğer canlılara karşı değerli sıfatlarıyla bezeyerek yarattı.
- Şimdi bir şeyleri anlamaya başladım. Peki, sizce ne yapmamız lazım?
- Kehanetin gereğini yerine getirmeniz, İblis’ i bulup öldürmeniz.
Prens ellerini minnetle rahibe uzattı. Rahip, yavrularını kanatlarının altına alan kuş misali şefkatle sıktı ellerini.
- Çıkarken askerlere söyleyeceğim, sizi bırakacaklardır.
Prens hızlı adımlarla zindandan çıktı. Kraliçenin yanına doğru gidiyordu.
Kraliçe ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle yastığa sarılmış, içten içe kaderinden dert yanıyordu.
Prensin kız kardeşi Sofya, sabır tavsiye ediyor, Kraliçe’nin mutlu olması için planladığı gelecek hayallerini anlatıyordu. Bir yandan da Kraliçe’nin kestane rengi uzun saçlarını okşuyor, ara sıra omzunu ovuşturuyordu.
Prens odaya girdiğinde, kız kardeşi ve Kraliçe yalnızdılar.
- Kraliçem, şimdi nasılsınız?
Kraliçe Prens’e sırtını çevirdi, battaniyesini başına çekti. Sofya Prens’in kolundan tuttu odadan çıkarttı.
- Sofya, neler oluyor?
- Tabip hamile olduğunu söyledi, ağlamaktan bitap düştü. Babamdan kendisine kalan tek şeyinde İblis olduğunu söylüyor. Dindar biri olduğunu biliyorsun bu yüzden bebeğin karnından alınmasını istiyor. Kraliyete ve dinlerine gelecek felaketlere sebebiyet vermekten korkuyor.
- Ah sevgili Kraliçem, ne büyük acılarla sınav oluyorsun böyle. Sofya, sen yanına git, mutlu olması için elinden geleni yap.
Sofya odaya geri döndü. Prens kendi odasına çekildi, görevlilere tabibi odasına göndermelerini söyledi.
Prensin odası, neredeyse tamamı ahşaplardan oluşuyordu. Eli marangozluğa yatkındı, odada kendi el oyması olan çok sayıda biblo bulunuyordu. Boş zamanlarını avcılık ve marangozlukla geçiriyordu. Aklı duygularına hâkim bulunan yapıda birisiydi. Ama bu duygusuz olduğunu düşündürmesin, çok hassas, ince ruhlu biriydi. Sanatı, insanların duygularının kurduğu ilahi bir din olarak görür, doğayı ise erişilmez sanat olarak tanımlardı.
Odasına yemek göndermelerini söyledikten sonra biraz uzanmıştı ki kapısı çalındı. Görevli, tabibin geldiğini haber vermişti. Prens içeri almasını söyledi. Ayağa kalktı sanki bir şey kendisini cama doğru çekmişti, camın kenarına geçti ve gökyüzüne bakmaya başladı. Sırtı kapıya dönüktü. Tabip çekinerek içeri girdi. Girdiğini belli etmek niyetiyle iki kere öksürdü. Prens tabibe döndü.
- Sina, hepimiz için gökyüzünde bir yıldız var derler, inanır mısın?
- İnanırım.
- Peki, hiç kendi yıldızını aradın mı?
- Hayır efendim.
- Bulmaya bak derim, sana ışıltısıyla yaşama gücü verecektir.
Prens tabibe doğru yaklaştı, bir sandalyeyi masanın başına koydu ve oturdu. Eline aldığı bıçakla, önceden oymaya başladığı bir tahtayı soymaya başladı.
- Kraliçe hamileymiş öyle mi?
- Evet, efendim.
- Önceden hiç anne karnından bebek aldın mı?
- Aldım efendim.
- Peki, anne hayatta kaldı mı?
- Birçoğunda anne kurtulmuşsa da, kan kaybından öldüğü olmadı da değil.
- Ben senden yaşatmanı istiyorum! Bir günün var yarın akşama kadar dilediğin kadar cerrahla görüş, saraya getirt, her türlü yetkiyi veriyorum. Yarın akşam bebeği alacaksınız.
Prens tabibe çekilmesini işaret etti. Prens bir yandan elindeki tahtayı şekillendiriyor, bir yandan da düşünüyordu. Ne şekil verdiğini bilmiyordu, bazı zaman böyle yapardı. Doğanın akışına bırakmak derdi, yaptığına. En samimi bulduğu iradesinden kopuk bir şekilde, ne yaptığını bilmeden yaptığı eserleri oluyordu. Çok geçmedi ki yemeği gelmişti, biraz atıştırdı bıraktı. Masaya yaslandığında uyuya kalmıştı.
Prens günün ilk ışıklarıyla uyanmıştı. Uyuyakaldığına üzülmüştü. Derhal kurul salonuna geçti, vezir ve en tepedeki yetkilileri huzuruna çağırttı. Hadisenin vuku bulmasından sonra eyalet başkanlarından, bakanlara herkes saraya doğru yola çıkmıştı. Çevre ülkeler taziye ve yeni Kralı tebrik için elçiler göndermişlerdi. Kurulda en önemli gündem, kehanet sonrası galeyana gelen halkın sindirilmesiydi. Saraya gelmeden, şehrin dış surlarında ülkenin her yerinden gelenler öbek öbek toplanmıştı. Rahipler İblis’ in ölüsünün önlerine getirilmesini istiyorlardı. Binlercesi İblis öldürülmeden dönmeyeceğine yemin etmişti. Ciddiyetlerini belli etmek için başlarına kırmızı bağ bağlayanlar vardı. Şehre bütün giriş- çıkışlar surlarda kontrol edilmesine rağmen gizli yollarla şehre girenlerin olduğu haberi Prens’in kulağına gelmişti. Kurul, surların güvenliği ve liman güvenliğinin arttırılması, şehir halkının doğru itikat sahibi rahipler tarafından bilinçlendirilmesi noktasında kanaat kılmıştı. En mühimi akşam İblis’ in öldürüleceğine karar kılınmasıydı.
Kurul dağılırken bazı eyalet başkanları Prens’e yaraşır kızlarının bulunduğunu işittirmişlerdi. Prens, Kehanet meselesi halledildikten sonra ilk iş olarak eşini seçmeye karar kıldı. Bir hafta sonra taç giyme töreni ile birlikte düzenleyeceği balo ile eşini seçecekti. Kendisine bir haftanın kısa bir süre olduğunu, ülke dışından baloya katılımın çok az olacağını ifade etmeye çalışanlar oldu. Prens kararından dönmedi.
Gün batışına doğru, Sina’nın çağırdığı heyet sarayda toplanmıştı, gerekli istişareler yapılmıştı. Tatbik etmeyi düşündükleri işlem şöyleydi: Annenin kan kaybının önlenmesi için çeşitli otlardan yapılan özel karışım ameliyat öncesi anneye yedirilecek. Ardından anne hurma özününde karıştırıldığı özel bir sıvı ile dolu bulunan sıcak havuza konulacak, vücutta gerekli gevşeme sağlanacak. Sonrası, özel bir makasla bebek içeride parçalanacak ve düşürülmesi sağlanacak. Bu işlemler halkın içinden bazı rahibelerin gözleri önünde yapılacaktı. Bebeğin parçalanmış küçücük parçaları rahibeler aracılığı ile kiliselere dağıtılacaktı, bazı rahipler İblis’ in parçalarının belli ayinler sonrasında yakılmasından yanaydı. Bununla ilgili bile onlarca tartışma sürüp gidiyordu.
Artık insanlar Prens’e Kral diye hitap etmeye başlamıştı, bizde öyle devam edelim.
Kral sarayda ameliyat için hazırlanan salona gitti, kız kardeşi oradaydı. Üvey annesinin ellerinden tutuyor, ‘’ Tanrı fedakârlığına karşı ödül olarak seni koruyacaktır ‘’ diyordu. Kral kadının yanına gitti ve ‘’ Sabrediniz, her şey güzel olacak, eskisinden bile ‘’ dedi. Kadın gözkapaklarını huzurla kapattı ‘’ Sana inanıyorum ‘’ der gibiydi. Prens, Sofya dışarı çıktılar. Sina yanına üç yardımcı alarak odaya girdi, şehirden gelen rahibelerde hemen arkalarından. Rahibelerin kalplere işleyen ezgileri ilahilerle yayılıyordu. Sesleri çok kısık ve ağlamaklıydı. Sina ve arkadaşları önlerindekinin kraliyetten bir beden olmasının verdiği dikkatten daha ziyade ilahi bir vazifeyle görevli şahıslar gibi umut ve güvenle çalışıyorlardı. Din insanlara ulaşılmaz gibi görünenlerin, ulaşılabilirliğine inanç sağlıyordu. Bu inançtandır ki en olmaz denilen devrimler dini altyapıları sağlam atıldığında, ortak şuurun yürütülmesiyle dağları ovalara çevirerek gerçekleşiyordu. Sina ve arkadaşları da Tanrı’ya güvenerek sabırla ilerliyorlardı. Bütün tabipler kabul eder ki bir yerde ellerinden gelenler biter, dahası gelmez. O kulaçtan sonrası onların suları değil, başka bir iradenin hüküm sürdüğü sulardır. Tek yapılacak o suların hükümdarına el açıp dua etmektir. Sina ve yardımcıları da öyle yaptılar.
Şekli belirsiz et halindeki bebeğin parçalanarak çıkarılmasını sağladılar. Kan kaybı, önlemlerine rağmen fazla olmuştu. Gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra, kadının ayılmasını beklemeye koyuldular. Burnuna getirdikleri keskin kokular işe yaramıyordu. Sina rahibelerin yanına giderek ‘’ İblis’ in girdiği beden öldü, muzaffer olan annenin sağlığı için dua etmenizi istiyorum’’ dedi.
Haberi alan Kral ve Sofya derhal içeri girdiler. Ortamda farklı bir hava vardı. Bıraktıkları gibi değildi, hayatın ve ölümün insan üzerinde dehşet uyaran etkisi herkesi sarsmıştı. Bu etki hayatın hüzünlü yanlarını yaşayan rahibelerde farklıydı, güzelliğiyle ve dünyada kendine sunulan imkânlar içinde mesut Sofya için farklıydı, çok sevdiği kocasından kendine tek hatıra kalan, canından bir parça olan yavrusunun İblis tarafından ele geçirildiğine yanan eski Kraliçe için farklıydı. Kral et parçalarını bir torbaya koyan Sina’nın yanına gitti. Kral’ın yüzünde, boynuna kılıç dayanan esirin çaresizlik ve beklenti içindeki yalvarışına benzer bir hal vardı.
- Nasıl geçti, iyi olacak mı Kraliçem.
- Olacaktır efendimiz, kan kaybı düşündüğümüzden fazla oldu ama bedeni çok hırpalanmadı, bir güne kendine gelir diye ümit ediyoruz.
- Ölmeyecek yani değil mi?
- Tanrı ne der bilemem efendimiz, ecel onun emrinde.
Yeni Kral, babası ölene kadar üvey annesine karşı hiç yakınlık hissetmiyordu. Kadının çektiklerini hissediyor, acıyı yaşamış gibi oluyordu; kendinden bir parça olmuştu üvey annesi. Ah ölüm, sırrını çözmek ne de zor.
Kral üvey annesinin yanına gittiğinde kadının bayıldığı gün geldi aklına, o zamana göre epeyce zayıflamıştı. Yüzü çok zayıflamış, kaburgaları belirir hale gelmişti. Toprak verdiklerini yavaş yavaş alıyordu. Kadının saçlarına götürdü ellerini, annesi gibi görüyordu onu. Karşısında duruyordu ama yavaşça inip kalkan göğsünden başka hiçbir hayat emaresi taşımıyordu. Kral, kadının yanından boynu bükük olarak ayrıldı.
Devamını getirebilmeyi ümit ediyorum...
YORUMLAR
Merhaba,
İlk kez ziyaret ediyorum sayfanızı. Yazılanların çoğunu okuyamıyorum zamansızlıktan ve bazen çok uzun bulduğumdan. Ama kurdele almış yazıları ille ki okumaya gayret ediyorum.
Böyle bir kurguya, bence çok daha fazla heyecan ve merak katabilirdiniz diye düşünüyorum. Sanki biraz yavan kalmış.
Sevgiler,