- 1107 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
You Can't Win 'Em All (45 yıllık hasretin sonu)
Gün, ikindiyi devirmiş, Beyazıt külliyesinin ve haziresindeki kocaman servi ağaçlarının gölgeleri, ağır ağır meydanın karşısındaki Taç Kapının eteklerine doğru uzanmaya başlamıştı. Güneş, bakışlara hoş bir ılık esinti taşıyan turuncu kostümüne bürünmüş, Trakya semalarını dolduran alçak tepelerin tenha ve mahzun realitesine doğru hızla alçalmaya, ezeli ve ebedi sevdasını bir kez daha hasretle kucaklamaya hazırlanan gecenin, gökyüzünü boyadığı sihirli eflatun renginin gizemine teslim olmaya başlamıştı.
Saatlerdir üzerine tünediğim incecik çam dalı, vücudumun tüm ağırlığı altında ezilen ve kramp nöbetlerine tutulan kıç kaslarımı rahatlatmak gayesi ile yaptığım hareketler nedeni ile mukavemetini tüketme noktasına ulaşmış, ufaktan ufaktan çıkardığı çatırdama sesleri ile, dayanma gücünün son katrelerine geldiğinin uyarılarını vermeye başlamıştı. Teslim bayrağını çekmek üzere olan, sadece beni saatlerdir tepesinde taşıyan bu koca ağaç değildi şüphesiz. Uzun süredir asılı durmakta olan ayaklarım şişmiş, düşmemek için ağacı sıkıca sarmalayan kollarım yorulmuş, dün akşam saatlerinde beri tek bir lokma girmeyen midemden de guruldamalar yükselmeye, rahatsız edici ağrı nöbetlerinin ilk belirtileri gözükmeye başlamıştı.
Hem ben, hem de üzerinde oturduğum çam dalı, bunca çile ve işkenceye dayanamayıp, tam beraberce pes etmek üzereydik ki, önümüzde uzanan tarihi meydanda, beklenmedik bir hareketlilik baş gösterdi. Çeşit çeşit kostümler içerisinde sağa sola koşuşturan insanlar, telaşlı ve heyecanlı bağrışmalar, sönmeye yüz tutmuş alevlerin yeniden yükselişi, askerlerin silahlarını biraz daha sıkı ve dikkatli kavramaları...
’Tamam’ diyorum içimden. ’Şimdi insanlar yine savaşmaya başlayacaklar, çıkıp gelen bir kör kurşun ile, yolunu yitirmiş bir şaşkın ördek misali bizi de avlayacaklar burada. Pisi pisine ölüp gideceğiz hayatın güzelliklerini yaşayamadan bu genç yaşımızda. Tek tesellimiz, bu muhteşem şehrin kucağında toprağa düşmek olacaktır herhalde.’ Gayri ihtiyari ağaç gövdesinin arka kısmına doğru saklıyorum vücudumu; ölüm tehlikesine karşı tedbirler alıyorum becerebildiğimce. Kaçamak ve ürkek bakışlarla, çam yapraklarının elverdiği ölçüde, insan kalabalıklarının koşuşturmasını izlemekteyim ağacın tepesinden. Yan gözle ağabeyimi süzüyorum; onun da benden farkı yok. Canının derdine düşmüş garibim, olabildiğince kendini kamufle etmekle meşgul.
Beyazıt Külliyesinin giriş kapısın önünde yer alan ve bir kaç basamaktan oluşan geniş mermer merdivenlerinin her iki yanında dikili duran kalpaklı, haki elbiseli askerlerde, gün boyu yaptığımız gözlemlerin genel manzarası ile oranladığımızda, nispeten olağan dışı bir kıpırdanış göze çarpıyor ilkin. Hepsinin dikkatleri, alanı kaplayan ince duman tabakasının ardından siluet şeklinde gözüken Taçlı Kapıya yöneliyor. Üstü açık, sağdan direksiyonlu, motor kaputunun ön kısmı üzerinde bir Türk bayrağı dalgalanan İngiliz yapımı küçük bir otomobil, dikenli tellerin, yer yer tahrip olmuş mevzilerin, yaralıları taşıma telaşındaki sıhhiyecilerin ve yakılıp-yıkılmış topların arasından ağır ağır ilerleyerek, Beyazıt Külliyesinin kapısına yaklaşıyor.
Araç durduğunda, ön sol kısmında oturan haki urbalı ve siyah kalpaklı asker, ani bir refleksle ayağa kalkıyor ve elindeki Revolver’i arka koltuktaki sivil giyimli kişilere doğrultarak, muhtemelen inmeleri gerektiğini belirten bir şeyler söylüyor. Küçük aracın rahat koltuğuna kurulan sivillerin, ne kendilerine söylenen sözlere, ne de üzerlerine doğrultulan silaha aldırdıkları flan yok. İstiflerini hiç bozmuyorlar, etraflarında gelişen ilginç olayları seyretmekle meşgul oluyorlar öylece.
Eli silahlı adam, isteğinin sorunsuz yerine getirilmeyeceğini anlayınca, külliye girişine doğru bir el hareketi yapıyor ve anında tam teçhizatlı dört asker aracın yanında beliriveriyor. Başlarında kahverengi kalpakları, açık mavi ve pembe göynekleri üzerine giydikleri göğüs kısmına sırmalı fişeklikler dikilmiş ateş kırmızısı kaftanları, kaftan rengine uygun şalvarları ve boğazlı çizmeleri ile dört Kafkas yiğidi... Omuzlarında, namluları solgun güneş ışığında kız gibi parlayan birer Mavzer, bellerinde geleneksel kamaları, kemerlerinde bronz saplı uzun kılıçlar...
Araçtaki sivillerin mukavemetine aldırmıyorlar, yakaladıkları gibi yaka paça aşağıya indiriyorlar. Ardından da, hiç zaman kaybetmiyorlar, her ikisinin de kollarına girerek, külliyenin büyük kemerli, heybetli kapısından paldır küldür içeri sürüklüyorlar.
Ağabeyim ve ben, bir taraftan şaşkınlık içerisinde gelişen olayları seyrediyor, bit taraftan da mantıklı çözümler üretmek gayesi ile, çocuk aklımızın kurgulayabildiği cümlelerle seslice düşünüyoruz. Olaya, hangi yönden yaklaşırsak yaklaşalım, hangi renge boyarsak boyayalım, vardığımız sonuçlar hiç de elle tutulur, sıhhatli bir portre çizmiyor sözün doğrusu. Tamamen afallamış pozisyondayız.
Bizler, o karmaşık düşünceler ile boğuşmakta iken, biraz önce külliyenin kapısından içeriye apar topar götürülen iki sivilin, hızlı adımlarla dışarıya çıktığını ve geldikleri araca tekrar bindiklerini görüyoruz. Eli silahlı adam da yerini alıyor hemen ve araç, tekrar geldiği yöne doğru hızla uzaklaşıyor.
Alandaki yaralıları, büyük bir gayret ve öz veri ile muhtemelen sahra hastanesine götüren sıhhiye askerleri, ellerindeki portatif sedyeleri ile koşar adım geri dönüyorlar. İşin ilginç yanı, sedye ile götürdükleri ağır yaralı asker de, gayet sağlıklı bir görünümde arkalarından koşarak geliyor. Birileri, söndürmek gerekirken, alevleri tekrar parlatmak için, üzerlerine yanıcı bir sıvı döküyor. Sert bir komutla, kafasını kaldırıp, etrafta olup bitenleri dikizlemekte olan cesetler, tekrar biraz önceki öldü konumuna geçiyorlar; ufaktan ufaktan sigara tellendirmeye başlayan ağır yaralılar, derin ve yürek acıtan inleme seanslarına geri dönüyorlar.
Megafondan yükselen gür bir ’Start’ komutu ile, hazır beklediği Taç Kapının önünden tekrar yürümeye başlıyor eski, üstü açık, küçük otomobil. Oldukça düşük bir hızla savaş alanını boydan boya geçtikten sonra, biraz önceki yerinde tekrar duruveriyor. Kafkas giysili askerler, aracın arka koltuğunda oturan o iki sivili, kısa bir boğuşmanın ardından, yine indiriyor ve Beyazıt Külliyesi kapısından içeri sürüklüyorlar. Sıhhiyeciler, alel acele yine taşıyorlar sedyeleri ile biraz önce arkalarından seğirten ağır yaralıyı. Taç Kapının hemen solunda yer alan Şehzadeler Sarayının üzerindeki Amerikan bayrağını dalgalandırmak için, gürültü ile yeniden çalışıyor rüzgar üreten kocaman fanlar.
Yönetmen Peter Collinson’in megafondan yükselen ’Stop’ sesi ile, Fatih Sultan Mehmet’in Topkapı Sarayına taşınmasından sonra önemli yitirip bir müddet gözden düşen ama, oğlu 2.Beyazıt’ın, bir cami ve külliye yaptırması, hatta ve hatta kendi türbesinin de burada yer alması nedeni ile yeniden eski canlılığına kavuşan, daha sonra uzun yıllar boyunca şehrin simgesi olarak kartpostallarda yerini alan İstanbul’un bu tarihi meydanında kurulan savaş sahnesi, böylece görevini tamamlamış oluyordu artık.
Çevrilen filmde rol alan tüm sanatçılar, yavaş yavaş toparlanmaya başlıyorlar. Ölüler, vurulup düştükleri moloz yığınları arasından, sallana silkelene tekrar diriliyor; yaralılar, iniltilerine son vererek, yattıkları yerlerden ağır ağır doğruluyorlar; kostümlerini değiştirmek, makyajlarını sildirmek için görevlilerin bulunduğu çadırların önünde kuyruğa giriyorlar. Başka bir ekip, alanda bulunan teknik malzemeyi toparlamaya başlıyor büyük bir dikkatle; başka bir film sahnesinde tekrar kullanabilmek için, maharetle büyük kamyonlara istif ediyorlar. Bu arada, İstanbul Belediyesi’nin temizlik görevlilerinin de, alanı kaplayan moloz yığınlarını temizlemek için, dört bir taraftan hararetle işe koyulduğu görülüyor.
Ağabeyim ve ben, İstanbul Üniversite’sinin geniş bahçesindeki Biniş Sarayı arkasında yer alan iki büyük çam ağacının tepesine pineklemiş, şaşkın şaşkın gelişen olayları seyretmekteyiz hala. O gün, dünyaca ünlü iki Amerikalı oyuncunun (Tony Curtis ve Charles Bronson) baş rolünü oynadığı ve bir savaş-komedi-macera türü filmin önemli bir setine şahit olduğumuzu bilmiyorduk doğal olarak. Daha sonraki senelerde, orijinal isminin You Can’t Win ’Em All olan Paralı Askerler filminin bir bölümünü canlı olarak seyrettiğimizi öğreniyoruz.Başta Fikret hakan olmak üzere, epeyce bir Türk oyuncu da yer almıştı filmde.
Yapımcı ve yönetmeninin, sadece İstanbul Üniversitesi girişi olan Taç Kapının bir kaç saniyelik görüntüsü için, İstanbul’un göbeğindeki bu tarihi alana bir savaş sahnesi kurdurmalarına hayran kalmıştım olayı tam anlamıyla vakıf olduktan sonra. Yaptığım kısacık araştırmalar sonunda, çok ilginç bir hikayesi olduğunu keşfediyorum bu abidevi kapının.
1971-1984 yılları arasında kullanılan kağıt 500Türk Lirası üzerinde resmi yer alan bu tarihi kapı, Sultan Abdülaziz tarafından, Fransız mimar Bourgeois’e yaptırılmış, uzun yıllar İstanbul şehrinin simgesi olarak kullanılmıştır. Ayrıca, yüksek tahsil hayali besleyen tüm öğrencilerin kafasındaki üniversite olgusu, günümüzde bile bu kapının resminde hayat bulmaktadır.
O akşam evde, babamızdan kötek yedik mi, pek hatırlamıyorum doğrusu ama, bu güzel olaya şahit olmak, bir bukle dayak yemeğe de değerdi gerçekten.Hatıralarım içerisinde, hep müstesna bir yeri olmuştur bu film setinin. En çok üzüldüğüm tarafı da, yıllarca hasretle beklememe rağmen, asla Türk sinemalarında seyretme imkanı bulamayışımdır.
Kurtuluş Savaşında, Batı Anadolu’da düşmana karşı koyan Kuvayı Milliye güçlerinin faaliyetlerini de bir nebze içine alan bu savaş komedisi filminin senaryosu, çevrildiği yıllarda görevli olan Türk makamlarınca enine boyuna inceleniyor ve ekibe de çeşitli kolaylıklar sağlanıyor. İstanbul, Kapadokya, Efes gibi tarihi yörelerde çekimler yapılıyor, ülke için gerçekten güzel bir reklam aracı oluyor film.Türkler ve Türkiye aleyhine hiç bir unsur olmamasına özen gösterilmesine rağmen, Atatürk rolünün bir isimsiz oyuncuya oynatılması nedeni ile pürüz çıkıyor. Daha doğrusu, işgüzar bir gazetecinin sevimsiz girişimleri nedeni ile filmin, Türk sinemalarında gösterilmesi yasaklanıyor. Charles Bronson, kendisi ile röportaj yapmak isteyen bir gazeteciyi tersliyor,o da film aleyhine kampanya başlatıyor. Zaten o tarihlerde diken üzerinde oturan siyaset kurumu,çareyi filmi sansüre takmakta buluyor. Böylece, sinema tarihimizdeki ilk kez batılı bir aktörün canlandırdığı Atatürk rolü ile buluşma, tanışma imkanını kaçırmış oluyor insanımız.
O günden sonra da, uzunca bir süre Atatürk filmi çekilemedi zaten. Batılı yapımcıları korkuttu bu büyük bütçeli filmin uğradığı haksız akıbet.Yerli yapımcılar çektiler Atatürk filmleri daha sonraları ama, yabancılar asla Atatürk senaryolarına yaklaşmadılar. Çanakkale savaşını kaybeden Winston Churchill’in bir çok filminin çevrilmesine karşın, aynı savaşın kazanılmasında en büyük rolü üstlenen Mustafa Kemal Atatürk’ün asla çevrilemedi.
Neden?
Nedeni çok basit. İnsani yönleri ile işlenen karakterler ancak sinemada çok daha etkili olabiliyor. Zira seyirci, eksiklikleri, kusurları ve acıları olan karakterle özdeşleşiyor. İşte, Atatürk filminin önündeki en büyük engel de burada ortaya çıkıyor; ideallerimizde yaşattığımız Atatürk mü, yoksa kusurları ve erdemleriyle insan Atatürk mü sorusu ile karşılaşıveriyoruz her daim.
Son yıllarda çevrilen istisnaları bir kenara koyarsak, Atatürk, sadece cephede, ordusunun başında, devrim kararları verirken ya da halkı selamlarken gösterildiği sürece, elle tutulur bir Atatürk filminden söz etmek mümkün olmayacak gibi görünüyor. İnkılap tarihi dersleri, Atatürk’ün özel hayatı olarak, okuduğu okulları, dayısının çiftliğinde karga kovalamasını, Anadolu’da rastladığı bir çocukla konuşmasını anlatıyor, ya da manevi kızı Ülkü’yle çekilmiş fotoğrafına yer veriyor sayfalarında sadece. Atatürk’ü resmi söylemin soğukluğundan kurtarıp, insanî yönleriyle ele almak ise her babayiğidin harcı olamıyor maalesef. Atatürk, idealize edilmiş bir lider ve elbette hayatında ‘dokunulamayan’ yanlar var.
Bu noktada, Can Dündar’ın ’Mustafa’ filmini hatırlıyorum ve ilgi ile seyrediyorum tekrar. Atatürkçülüğü su götürmez olan bu gazeteci-yazarın, o günlerde nasıl da hedef tahtasına konulduğunu hatırlıyorum. Oysa, gerçekten güzeldi yaptığı film.
2014 yılının Ekim ayı sonları... Yorucu iş hayatıma nokta koymuş, Karadeniz coğrafyasının insanın ufkunu genişleten, dinginliği ile ruhuna haz veren o muhteşem tablosunun nadide bir köşesinde, anın tadını çıkarmakla meşgulüm. Bir yandan evimin, ailemin sıcacık atmosferinde, zevkle küçük kızımın sunduğu bol köpüklü kahvemi yudumluyor, bir yandan da amaçsızca internette geziniyorum. Ve, hiç beklemediğim bir anda çıkıyor karşıma bu film. Nasıl heyecanlanıyorum, nasıl seviniyorum, tarif etmek gerçekten mümkün değil. Merakla açıyorum, bir solukta baştan sona seyrediyorum. Seyrederken gözlerim doluyor, hüzün bulutları kaplıyor bakışlarımı. Duygu yoğunluğum tavan yapıyor.
Tam 45 yıl sonra, çocukluğumun o unutulmaz anısı, birden bire çıkıp geliyor kaderin gölgelediği yitik bir köşeden. Şimdilerde yerinde yeller esen bir çam ağacının tepesinden, bu kez kendimi, on üç yaşımın güzelliğini seyrediyorum göz yaşlarımla savaşarak. Çağırıyorum ağabeyimi acilen, şaşkınlıkları içerisinde seyrettiriyorum filmi ona da. Bir göz yaşı demeti de onun gözlerinden dökülüyor klavyenin üzerine. Film nihayetlendiğinde, öylece oturup, şaşkınca birbirine bakıştık bir süre yaşlı gözlerle. Fark ediyoruz ki;Beyazıt Meydanının bir gizli noktasından, hayatın sürprizlerini seyreden iki ürkek çocuk yaşamaktaydı hala ıslak gözlerimizde. Buruk tebessümler eşliğinde, gayri ihtiyari birbirimize sarılıyoruz tekrar.
Hala, inanılmaz bir güven veren sıcaklığını ve ağabey kokusunu bünyesinde barındırdığını hissediyorum. Yorgun yanaklarından öpüyorum sevgiyle.
Merak edenler için filmin linki:www.youtube.com/watch?v=17DQT4KDUto
Bir tutam hayat-04.12.2014-Trabzon
YORUMLAR
Yine harika bir anlatımla okuduk bu güzel anınızı.
Eh imkan varken verdiğiniz linkten de filmi izleriz artık..
Sevgiler,
Bir tutam hayat
Umarım,
yazacak bir şeyler bulabiliriz gelecek günlerde biz de.
Zira,
pek öyle üretecek ortam bulamıyoruz artık.
Çok teşekkür ediyoruz güzel yorumunuza.
Bir tutam hayat
Sizin güzelliklerinizi okumak da zevk veriyor bizlere.
Bu aralar,
çok üretken olamıyoruz.
Artık,
sizleri okuyarak geçireceğiz günleri.
Kemnur
Çocuk iken beleş tepesinde ağaçların üstlerinden maç seyretmeler aklıma geldi.Filim ne kadar bizi gösterse de batıların gözünden bize bakmak iyi olmuyor .
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
Bayağı bir tanıtımı var ülkemizin.
Atatürk'e, kötü nazarla da bakmıyor.
Valla,
maç seyreder gibi seyretmiştik biz de o zamanlar film setini.
Bu arada,
yazınız oldu mu,
kaçırmamaya çalışıyorum.
Şiir dünyasına ise pek yaklaşmıyoruz bu aralar.
Teşekkür ederim güzel yorumunuza.
Bir tutam hayat
Teşekkür ederim ziyaretinize.
Hala, inanılmaz bir güven veren sıcaklığını ve ağabey kokusunu bünyesinde barındırdığını hissediyorum. Yorgun yanaklarından öpüyorum sevgiyle.
45 yıl sonra... Her şey ne güzel düşmüş sayfanıza..
Kutlarım.
..
Bir tutam hayat
Okuyan dostlara hissettirebildik mi,
bilemiyorum?
Çocukluğumu görür gibi oldum.
Teşekkür ederim güzel yorumunuza.
Bir tutam hayat
Hatıraların derinliklerinden derlemeye çalışıyoruz bir şeyler.
Becerebildiğimizce.
Çok heyecanlandığım nefis anlatımınızla harikulade bir anı yazısı olmuş gönülden tebrik ederim dostumu.
Benimde hayallerimi hep süslemiştir Atatürk’ün hayatını konu alan bir filimin dünya sinemalarında seyredilmesi aslında böyle bir filimin çevrilmesi mümkündür ancak bizler daha Atatürk’ün özeline dair sınırlı bilgiye sahipken ülke dışındaki insanların atamızı anlatan film çevirmemiş olmalarının garipsenecek bir tarafı yok.
Sizin ve değerli ağabeyniz’in yaşadığı bu ilginç anı gerçektende hafızanızda yer etmeye değecek kadar hoş ve anlamlı idi
Kaleminize yüreğinize sağlık
Saygı sevgilerimle
Bir tutam hayat
Gerçekten ilginç bir anı idi.
Bir de,
bunun evveli var.
O da Atatürk ile az buçuk ilgili.
İnşallah kısa bir zaman sonra,
onu da kaleme alırız usulünce.
Çok sağ ol.
Bizim burada da genç kızlığımızda bir Türk filmi çekilmişti. Babam ve bazı Çubuk'lular da küçük rollerde
görünmüşlerdi.
Gerçekten güzel bir hatıraymış. O zamanki çocuk haliyleki görüşle şimdiki değişiyor tabii.Yanınızda ağabey
gibi bir tanığınızın da olması güzel.
İnsan Atatürk'ü çeksinler. Atatürk'ün gocunulacak bir hayatı yokmuş. Çanakkale zaferinden bile nerdeyse
ismini silecekler. Filmini çekseler ne olur kimbilir.
Tebrikler..
yine harika bir anlatışla karşılaştım
sonlarına doğru doldu gözlerim ah dedim
Atam seni anlatmak kolay mı sığarmısın satırlara
sığarmısın sayfalara
filmi seyrettiğiniz için sevindim
saygılarımı bırakıp çıkıyorum iyi akşamlar
AYSE 09 tarafından 12/4/2014 5:49:21 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Uzun zamandan beri kaleme almak istiyordum,
kısmet bu güne imiş.
Beğendiğinize sevindim.