- 700 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'olağan yitimler'
‘Ah be yalan dünya!’
Sesini minibüsteki herkes rahatça duyabilmişti. Şoförle dikiz aynasında göz göze gelmiştik. Gülümsüyordu bakarken. Bir yanda da radyodan ‘ah yalan dünya’ çalıyordu. Yaşlıca adam pencere kenarındaydı. ‘Neşet iyidir, iyi söyler, hep iyi söylemiştir’ diye mırıldanıyor gibi konuşuyordu. Kimseyi muhatabı saymıyordu, kendi çalıp, oynar havasında sakallarını ovuşturuyordu arada. Onu karşıdan direk olarak görebiliyordum. Ayaktaydım. Minibüs boş olunca dahi artık oturma konusunda şüpheyle yaklaşıyordum. Birbiriyle mesafesi pek yakın olan koltuklar arasında, biri yanınıza, önünüze veya arkanıza gelip oturduğunda kasvet dolu dakikalara merhaba demek durumunda kalıyordunuz. Buna mahal vermemek bir yana, bir yandan da gözlerimi yola doğru çevirip, şarkının sözlerini tekrarlıyordum. Birkaç saniye daha geçmişti ki, artık kimse sakallarını ovuşturan adamı düşünmüyordu. Şoför bir ara ‘durakta inecek var mı’ diye sormuştu.
Telefonu cebimden çıkarıp bakınca, Selçuk’un iki kere beni aradığını görünce anlık bir aptallığın verdiği hisle gülümsedim. Şoför bas konuş özelliği olan bir telefonla arkadaşına ‘bas gel, yol güzel’ diyordu. Minibüsün içerisine göz gezdirdiğimde, en arka dörtlü koltukta güzel bir kızın cam kenarında sıkışık bir halde oturduğunu fark ettim. Yanında başka bir bayan vardı ve onun yanında da o bayanın ellerini sımsıkı tutan bir adam vardı. En solda ise sünepe halde başka bir genç camdan bakınıyordu. Onların önünde iki kadın sözleşmişler gibi camdan dışarı bakıyor ve gözlerini dahi kırpmıyorlardı. Yaşlı adam şoförün arka koltuğunda oturuyordu ve onun yanında da genç bir kız vardı. Onların arkasındaki koltukta iki çocuğa emanetti. Tekli koltuktaysa oturuşunda meymenet olmayan serseri biri, ağzını geviş getirircesine telefonla konuşuyordu. Arada bir eliyle kasıklarını kaşıyordu. Herkes ve her şey bir yana ayakta olanlardan imkân bulabildiğim her an, en arkada pencere kenarında hanım hanımcık oturan kızı seyrediyordum. Evet, seyredilesi bir manzara gibiydi. Aurası yüksekti. Aynı zamanda ona bakınırken dingin bir günün telaşsız ve kıymetli saatlerine sahip bir hazineyi bulmuş insan saadetine sahip olunabileceğini düşünüyordum. Elbette tam olarak böyle olmasa da, güzel bir şeyleri anlatmak da insan yoruluyor. Kısa kesmek lazım olan bazı şeyler, işte o güzel şeylerden biri de onu seyretmekti. Bir yanımda garip bir his benim ona bakınmamı istemiyor, diğer yandan ona bakınırken ağzıma minibüsçülerin eskiden söyledikleri jargon laflar geliyordu.
‘Şehir içi bağlıyım, sana bağlıyım.’
‘Şehir içinde toz duman yollar, kalbim seninle atar.’
‘Durakta mola, içerim bir sigara.’
Trafiğin en yoğun saatleri bitmiş ve şehir akşam kaygısını ve telaşını hızla üzerinden atmıştı. Son durak eski otogarın girişiydi. İlk minibüsten ben inmiştim. Kapıya en yakın olanların önceliğini sevmekle beraber, en arkada pencere kenarında oturan kızın arkamdan gelme olasılığını düşünerek adımlarımı yavaşlattım ve bir zaman sonra adımlarım var olan enerjiyi potansiyele çevirip, durdum. Durağa gelmiş minibüs gibiydim. Şoförü hızla kapımı çarpıp aşağı inmiş ve cebinden çıkardığı kırmızı filtreli sigarasını çoktan yakmıştı. Şoförün üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Gömlek ucuz bir işporta parfümü ve sigara kokuyordu. Kız, yanındaki bayan ve erkekle beraber hızla yürüyorlardı. Kaldırımın ağaçlı kısmında hızla ilerleyen üç kişini beni geçmelerini bekledim. Önce yüzünü seyrettiğim kızın, sonra da arkasında bakıyordum. Öküzün trene baktığı gibi süren birkaç saniye bitmiş ve terli göğsümden yükselen dumanın verdiği kızgınlıkla yoluma hızlı adımlarla devam ettim. Selçuk’u aradığımda buluşacağımız yere çoktan geldiğini söylüyordu. Geç kalmıştım ama acele de etmem gerekmiyordu.
Selçuk’u aslında dün gece ben aramıştım. Yaşı benden büyük olduğu için de ayıp olmasın diye ‘abi’ çekiyordum. Cana yakın biriydi ve muhabbet etmeyi seviyordu. Dahası çaya bayılıyordu. Her zaman oturduğumuz çay ocağına bu sefer gitmeyip, başka bir çay ocağının küçük iskemlelerinden birine oturmuştuk. Laf lafı açmaya başlamış, iş yerinden muhabbet ederken, konu, onun sözlenmek üzere olduğu bayanla arasındaki pürüzlere gelmişti.
‘Ne oldu ki, anlamadım bir anda ayrılık kararı verdiniz?’
‘Yok, ayrılmadık, ama arada birkaç pürüz var.’
‘Ne bileyim, kaç gündür canın çok sıkkındı. İnan seni böyle canı sıkkın görünce benim de canım sıkılıyor.’
‘Sağ olasın düşündüğün için. Ya yine bizim kızla sorunumuz yok ama babası sorun çıkarıyor.’
Mevzuyu o an anlamıştım. Konuşurken arada ‘yani biz de ileride bir kız babası olsak, kızımızın iyi şartlarda evlenmesini isteriz, rahat yaşamasını tabi’ gibilerinden bir laf edince, Selçuk daha doğrusu bu lafı ağzından kaçırınca, mevzunun maddiyatla alakalı oluşu kesinleşmişti. Selçuk iyi biriydi, mertti, ayrıca hakkını savunan, muhabbeti seven biriydi. Tabi herkes gibi onun da eksiklikleri olabilir ama maddi olarak da çok iyi durumda değildi. On sekiz yaşından beri çalışıyor olması, hiç olmazsa biraz birikim yapmasını sağlamıştı ve on üç- on dört yıldır da aralıksız çalışıyordu. Senelerce fabrikalarda çalıştıktan sonra, memur olmuştu. Dertliydi. Çayı her zamankinden daha demli ve hızlı içiyordu. Ben ise çayı içerken yutkunup, zorlanıyordum. Aç olduğumu hatırlamıştım. Üstüne mide zaten rahatsız olunca, iki bardak çay acayip sancıların tekrardan vücuduma girmesine sebep olmuştu.
‘E, sen ne yapıyorsun? Hep benden konuştuk, seni soramadım adamakıllı.’
‘Vallahi ne olsun abi, bildiğin gibi ya. Zaten kaç gün oldu iş yerlerimiz ayrılalı, en son gördüğün gibi işte.’
‘İyi ya, iyi ol! Geçen sen şu yazma işlerinden bahsediyordun. Onlar ne oldu, gelişme var mı?’
Konusu açılmaması gereken bir mevzudan soru sormuştu. Evet, olumlu gelişmeler seziyordum. Sezmek bir yana, uzun bir süre önce görüştüğüm bir bayan arkadaşın, piyasada gelişmekte olan bir yayınevine editör olduğunu duymuştum. Ona nicedir mesaj atıp, bana yardım edip, edemeyeceğine dair sormak istiyordum. Nihayet derin bir nefes almıştım. Reflü ve gastrit belalarından mustarip olduğum bir gün bisikletle nöbetçi eczanelerin birinin önünde durmuş, sigaramı yakmıştım. Bir yandan da bu iki beladan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Aklıma gelen ilaçları sayıyordum: ‘ Talcid, Lukazrol, Gaviscon, Protech, Ranitab, Zandid…’ Hepsi bitince Lansor’u ayrı bir kenara koyup, onu mırıldanmıştım. Kelimeler ağzımda tatlanıyor gibiydi. Harflere ayrılıyordu. L, çoklarda kaybettiği a’yı arıyordu ve birbirlerine çok yakışıyorlardı. İnceltme işareti koruyucu bir bulut gibiydi a üzerinde. Tabi gerçekte Lansor’da öyle bir şey yoktu. Sor hecesi, kendisinden önce var olan la’nın sosyalist gerçekliğiydi. Çok yaşa oportünist sahtelik! Eczane içerisinde bir adam beyaz önlüğüyle ayak durmuş, müşterisine bir şey anlatıyordu. Herhalde herhangi bir ilaç hakkında konuşuyorlardı. Bu saatte kalkıp futboldan bahsedecek halleri yok ya! Aslında futboldan bahsetmeleri de muhtemeldi.
‘Gördün mü abi şu passolig muhabbetini. Millet artık maça gitmek istemiyor.’
‘Ya bahane abicim bunların hepsi! Ayrıca maç biletleri de pahalı.’
‘Beşiktaş’ın stadı bir yapılsın, sen gör taraftarı abi.’
‘Kadıköy’ü bilmiyormuş gibi konuşuyorsun?’
‘Sen de Çarşı’yı be abi!’
Neyse, umurumda değillerdi ne hakkında konuştukları! Midem acayip bir halde, nefes dahi zor alırken, telefonda internetten yapılan yorumları okuyordum Birisi aynen benim çektiğim sıkıntılardan bahsediyordu. Aynı benim gibi, zamanında Lansor’u ilaç tanrılarından biri saymış, ancak on beş gün sonra tekrardan rahatsızlığı başlamıştı. Bu rahatsızlıklara çare olarak ağzından üç saniye nefes alıp, bir anda salma tekniğinden bahsediyordu. Nasıl olur, böyle bir şey mümkün mü derken, günde yüz defa tekrar edilmeli ibaresine pek de uymadan, o geceden itibaren her gün ağzından üç saniye nefes alıp, bir anda bırakıyordum. Bunu günde toplam elli defa yapmam yeterli oluyordu. Ağızdan alınan üç saniyelik oksijen mideye, hatta bağırsaklara kadar ulaşabiliyor tezi muhteşem bir ayrıntıyı da ortaya çıkarıyordu. Evet, o geceden itibaren bu tekniği her gün devam ettirdim. İlk başlarda saçma gelen bir şeyin, gerçekten faydalı olduğunu fark etmemle beraber hayat daha yaşanılır bir hale gelmişti. Bu hareket, ayrıca yoga kültürünün de bir parçasıydı.
Selçuk ağzıma çekip, saldığım hava hareketlerini garipser halde bakıyordu. ‘Niye böyle yapıyorsun’ diye soracaktı, biliyordum ve o sormadan ben direk ‘abi, reflüye ve gastrite inanılmaz faydası var bu nefes alıp vermenin’ diye söyleyip, kurtulunca, konuya rahatça girebildiğim an gelmişti.
‘Bir arkadaş var abi. Onunla iletişime geçtim. Bana ‘Haziran’a kadar müsait değilim’ dedi. Aslına bakarsan arkadaş bile değiliz. Yani ne olduğunu ben de bilmiyorum ama eğer beraber bu işi yapabilirsek, başarabilirsek arkadaş olabiliriz, belki de o evlenirken ona çeyrek takar, arkadaşlığımızı pekiştiririm. Ben ondan özel bir istekte bulundum yine de.’
‘Nasıl arkadaş değilsiniz ki? Yani nasıl muhabbet ediyorsunuz o zaman?’
‘Ya abi geç bu konuları, siktir et, ben asıl mevzuya geleceğim’ demek istedim bir an ama içtiğim çayın mide asidini azdıran etkisini azaltmak adına önce derince ağzından nefes aldım ve nefesimi geri verince ona kısaca anlattım.
‘Ya neyse abi işte, ona dedim ki:’ Peki, ben sana yine de göndereceğim. Senden özel bir isteğim var. En azından iki, üç parça oku, bak, beğeniyor musun, beğenmiyor musun? Eğer dersen ki ‘bu iş olur, sen de ışık var’, o zaman Haziran’dan sonra kalsa da olur. Ben yine beklerim Haziran’ı, Temmuz’u; neyse işte! Ama önce sen bir incele bir iki tanesini, oku, beğenip beğenmediğini söyle.’ Bilmiyorum bakacağız abi, olursa güzel olur. Niye güzel olur dersen de, bu bayan editör gerçekten akıllı biri ve çok okuyor, araştırıyor. Boş birisi değil ve geleceği de var. Her yazan için önemli bir nokta aslında. Piyasada aç, gözü pek ve çalışkan editörler para uğruna bazen haysiyetlerini kaybedebiliyorlar. Bunun şimdi varı gücü emeği. Emek de benim en önem verdiğim kavramlardan biri. İnanıyorum, yani, belki, inşallah yani!’
Bir yandan telefona bakınırken, diğer yandan da bana : ‘Ya kusura bakma, eve gitsem iyi olacak, başım ağrıyor, kendimi de pekiyi hissetmiyorum. Uzanayım, dinleneyim az’ dedi.
‘Tabi abi, gel beraber yürüyelim yine, anayolun oradan ben de alışveriş merkezine uğrarım. Kulaklık bakacağım.’
Garip bir his yine sokaklarda karanlığın peşinden hızla ilerliyordu. Floresanı söndürülmüş yeryüzünün mevsimi belirsiz akşamında tek başınaydım. Yine ağzımdan derin nefes alıp, veriyordum. Bu sefer ne yemek borusu ne de midede bir problem vardı. Aklıma bir an için klasik orospu isimlerinden Yasemin’i mahlas olarak kullanan kadın geldi. Güzel mavi gözleri, üniversite okurken âşık olduğu adam, evlendiği diğer adam! Küçük penisi, iktidarsızlığı ve onu dövüp, hastanelik ettiği günler. Midesinin dörtte üçünü aldırması, arabası, pijaması, siyah başörtüsü, sarı saçları... Bana yalnızım diye geceler boyu ağlarken, ona yıllar sonra telefon açtığımda hiç tanımıyormuş gibi konuşmasının verdiği o mahvolası garipliğin acı çemkiren atmosferinde yine adımlıyordum. Trajikomik hikâyeler gibiydi onun her anlattığı. Anlatışı bir sanatken, ruhu bir holdingin otuz ikinci katından bırakılmış kırmızı, ipek bir şal gibi süzüle süzüle antika bir arabanın radyo antenine takılıyordu. Asla bir daha yükselemeyeceğine, ayağa kalkamayacağına itiraz ediyordu. Muhabbetin orta yerinde şişme kadından bahseden arkadaş gibi yanımızda oturan kızın afallayışını tadıyordum. Her his aynı kümede, akşam saatlerinin ilerlemekte yavaş davrandığı dakikalarının üzerinde iki adım beni bulmuşlardı. Yanımızdaki kız kalkmamış, bana sorulan soruya vereceğim cevabı merak ediyordu. ‘Hiç şişme kadın almayı düşünmedin mi?’ sorusuna vereceğim cevap çok önceden belliydi ama yanımızda oturan kız rahatsız ediyordu. Yine de dürüst olmak gerekiyordu:’ Tipleri hoşuma gitmiyor. Şişirince yüzleri korkutucu geliyor. Ayrıca uğraşamam ben onu temizlemekle filan. Hem nereden çıkarıyorsun böyle soruları. Şerefsiz misin, kavat mısın, nesin oğlum sen!’ Gülüyordu pis pis. Televizyonda Godfather’ın ilk filmi vardı. Asla reddedilmeyecek teklifler sunan bir akşam hüznüyle beraber, o masa başındaki ağır utanç hisleriyle yürüyordum. Portakal ve elma alacaktım. Yeni aldığım oyuncağın içerisine onları koyup, suyunu çıkarıyordum. Benim için çok eğlenceli bir oyun oluyordu. Yine de sonunda posa haznesini, meyve suyu haznesini, üst kapağı, dişli ve meyve koyulan tırtıklı hazneyi temizlemem gerekiyordu. Her oyuncak gibi, katı meyve sıkacağı da, eğlence sonrası etrafı toparlamaya ihtiyaç duyuyordu. Şişme kadının temizlik zahmetinin meyve sıkacağından daha az oluşunu hatırlamak da sıkıcıydı. Her şey sıkıcıydı. Sıktırantörlerin işi sıkmaktı. Sıkılırken insan daha çok sıkılası geliyordu ve aptal sözler pörtlüyordu sıkı can iyidir’ gibilerinden. Eski dost, eski arkadaş sözü de aptalcaydı. Klişeydi belki ama bir şey artık yoksa ona eski denmez, yok oluşuna dair bir sıfat kullanılmalıydı. Eski de olsa buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon tıkır tıkır çalışıyorlardı. Eski dost, arkadaş demek, bir nevi tükenişi, çürümüşlüğü andırıyordu. Vücuda bir zamanlar faydası olan gıdaların, bo.k olup, vücuttan ayrılması gibiydi öyle dostluklar, arkadaşlıklar. Hiçbiri kanser kadar bile vefalı değillerdi. Kim bilir zararlı da olsa, bir şeyin eskisi olamazdı. Ya olmalıydı, ya da artık gerçekten şimdi yoktu.
Geri dönerken minibüs boştu ve ben rahatça oturmuştum. Eve on beş dakika yürüme mesafesinde bir yerde indim. Yürüyüp, sigara içecektim. İyi anımsıyorum. O gece portakal suyu acıydı, elma suyuysa tatsız. Gece ilerleyen saatlerde daha pislik biri haline dönüşüp, gündüzü yine derin bir ümitsizliğe itecekti.
‘Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime’
Sobanın bitişiğinde duvara kadar uzanan sedirin üzerinde oturmuş, avucundaki tespihin tanelerine bakınıyordu. Sokak boştu. Arada bir çilli horozu görür gibi oluyordu ama horoz tavukların peşi sıra koşturuyor, hep aynı yer de durmuyordu. Sabah eşi kümesten, samanların arasından aldığı taze yumurtalarla su böreği yapmıştı. Az önce de sobayı yakıp, akşam yemeği için mutfağa geçmişti. Akşama yemekte patlıcan kebabı ve tavuklu pilav vardı. Bu tavuk geçen hafta kestikleri tavuktan kalan son parçalardı.
‘Eti güzel çıktı oropsunun’ diye söylenmişti adam.
Karısı onun bu sözüne çok kızmış, o akşam sobayı yakmamıştı.
Soğuktan donsa da kalkıp sobayı yakmazdı. Ona öyle öğretilmişti. Ev işleri kadınlara aitti ve erkeğin ellemesi uygun düşmezdi. Hiçbir kitapta böyle yazılmamıştı ancak gelenek böyle uygun gördüğü için kadınlar da adamlarına karşı bu hususta laf etmezler, kocalarının keyiflerini hoş tutmak adına ev işlerinin her birini gayretle bitirmeye, halletmeye çalışırlardı.
Kadının adı Hacer’di, adamınsa Sadullah!
Hacer abanın zihinsel engelli bir kızı vardı. Sadullah bir kez olsun zihinsel engelli kızları Çiçek’i öpüp koklamıştı. Doğuştan zihinsel engelli kızlarını görünce yüzünü asıyor, küfretmeye başlıyordu. Hacer aba kızının babasından gördüğü bu haksız yaklaşımdan uzak tutmak amacıyla, yemek vakti kızını önceden doyurup, öyle kocasına sofrayı kuruyordu. Her akşam şarabı sofrasında hazır isteyen kocasından illallah etmişti ama ‘başka da çarem yok deyu’ der, sabrederdi.
Bir kız, iki oğlan evlatları daha vardı. Biri üniversiteyi bitirmiş, kısa dönem askerdeydi. Diğer olansa astsubay okulundaydı. Kızlarıysa evli ve yakın bir köyde oturuyordu. Çocukları babaları Sadullah’a karşı kin tutmasalar da, yine de babalarının halinden ötürü çok üzgünlerdi. Astsubay olacak Şuayip eve izne geldiğinde, annesine yardıma koşar, her işinde ona yardımcı olmaya çalışırdı. Abisi Mehmet muhasebeci olduğu ve şehirde çalıştığı için pek annesine yardıma alışık değildi. Daha çok babasından uzak durmak amacıyla köye geldiğinde arkadaşlarıyla traktöre binip, nazlı tepeye çıkarlardı.
Baba Sadullah avuçlarındaki tespihi çekmeye başlamıştı.
Şak şak şak…
Tarlasının mahsulü üzümlerin şaraplarından bu sene de iyi para kaldırmıştı. Hacer aba kederliydi, haram para diyordu. Askerde olan Mehmet babasının parasını kullansa da, Şuayip babasının tek kuruş parasını istemiyordu. Devlet her türlü ihtiyacını karşılıyordu. Sigarası da yoktu. Hafta sonları izni olduğunda internet kafelere, lokantalara uğramaz, şehrin eski camisinde oturup, Kuran okurdu. Devletin verdiği aylık az parayı da biriktirir, memleketine gidiş gelişlerde kendisine yol parası edinirdi.
Kömürler soba içinde odunların da tutuşmasıyla yanmaya, her geçen saniye odayı daha çok ısıtmaya başlamıştı. Sadullah tespihi sallıyordu. Başındaki kasketi çıkarıp, kel kafasını bir kere elinin tersiyle ovuşturduktan sonra, tekrar kasketi kafasına koydu. Hacer aba davlumbaz fırına koyduğu tepsiyi çıplak eliyle çıkarırken, bir yandan da fırının fişini çekiyordu. Derisi yer yer çatlamış, iki elinde de pek çok nasır vardı.
Sadullah’a yemen öncesi toprak bardak da şarabını götürüyordu. Tespih sallanıyordu at üzerindeki nazlı bir gelin gibi.
Yağmur gelecekti. Bulutlar gökyüzünün bahçesinde oynaşıp duruyorlardı. Sert bir ihtizaz ve su damlaları usulca toprağa yağacaktı.
Şarap birkaç damla sedire damlamıştı. Soba üzerindeki kurumuş çam sakızlarının çıtırdayan sesi mutfağa kadar geliyordu. Hacer aba yemek yanına soğan keserken parmağını yaralamıştı.
İki köpek havlayarak boş sokaktan geçiyordu. Biri diğerine göre daha iriydi.
Yağmur başlamıştı. Hacer aba parmağını bir parça bezle sararken, mutfağın sokağa bakan penceresine doğru yürüdü. Dışarıya bakıyordu.
’acımasız’
-Ara Güler’in Sait Faik’i anlatmıştı bir edebiyat meclisinde. Sonra bunu yazıya da dökmüştü.
-Ne anısıymış?
-Sait Faik Fransa’ya gitmek için pasaport alacak. Gidiyor şubeye, buna soruyorlar ‘Adın ne? Soyadın ne? Mesleğin ne?’ gibi sorular. Cevap veriyor hepsine. Mesleğime de ‘yazarım’ diye cevap veriyor. Pasaport alacağı şubede Sait Faik’e ‘yazar olduğuna dair bir yazı getir’ diyorlar. Evine gidiyor. Tabi evde yazarlığına dair ne bulacak? Arıyor, araştırıyor, derken bir derneğe üye olduğuna dair ödediği aidat makbuzlarını bulup, onları götürüyor. Nihayetinde meslek hanesine ‘yok’ yazılıyor.
-Nereden çıktı bu hikâye şimdi?
-Garibim şimdi yaşasaydı da, insanlıktan yana nasipleri olmayanları görseydi diyorum. Yahu, insanlık kalmadı, kalmadı vallahi billahi!
-Yine bir şeye sinirlenmişsin sen.
-Sayılır.
-Ne oldu hadi söyle bana! Bilirsin, benden söz çıkmaz. Bak gözlerimi yumdum. Kulaklarımı da kapatayım. Yok, kapatırsam duyamam değil mi? Zorla insana maymunluk yaptırma, hadi söyle bakayım neymiş canını sıkan.
-Sen de herkes gibi neden, sonuç gibi şeyler istiyorsun. Bir olay, acayip bir hadise olsun istiyorsun ama hayır. Beni mutsuz kılan bir sürü şey var!
-En son kaç gündür şu Türk kız vardı ya, Offenbach kentinde tacizcilerin saldırısı sonucu öldürülen kız, onun mücadelesi mesela, beni çok etkiledi. Öldü ya kız, öldü, hiç kız haline bile bakmadan aslan gibi yüreğiyle dalıp serserilerin arasına, canından oluyor.
-Yani herkes yapardı böyle. Çok da büyütülecek bir şey değil!
-Sen de bir bayansın düşün, böyle yapabilir miydin?
-Yani yaşamadan tabi ki insan bir şey diyemez ama engellemeye çalışırdım, yapmayın derdim ya da polis çağırırdım.
-Düşün ki ıssız bir yer, park köşesi, nehir kenarı filan… Kimseler de yok ve sen şans eseri oradan geçiyorsun.
-Şans eseri mi?
-Tabi o kızın yaptıkları senin için bahtsızlık değil mi?
-Niye böyle diyorsun? İlla bir kavga sebebi bulmak zorunda mısın?
-Kavga etmeye, tartışmaya çalışmıyorum hanfendi, sana adamakıllı anlatmaya çalışıyorum. Önce güzellikle anlamaya çalış. Kendi kof fikirlerinden kurtul!
-Allah Allah, şimdi de kof fikirli olduk ha?
-Seninle hiç uğraşamam şimdi, ne olursun beni bana bırak!
-Yok efendim, niye seni rahat bırakayım ki? Hem mutsuz olup, insanın canını sıkan sensin.
-Anlamıyorsun beni!
-Tabi aptalım ya ben seni anlamıyorum. Sen en akıllısın, her şeyi en iyi sen biliyorsun.
-Lütfen susar mısın?
-Niye susuyorum ya? Niye susayım ki? Hem aynı b.ok hem! Ben bıktım asıl. İnsana huzur ver ne olur ya! Biraz huzur.
-Huzur mu? Af edersin kim kimin huzurunu kaçırıyor? Geçen yaptığını unuttum mu sanıyorsun hanfendi?
-Ne yapmışım? Söyle bakalım beyefendi, yine ne halt becermişim ben?
-Van’daki öğretmen arkadaşıma kitap gönderecektik. Ama sen ne yaptın? Kıskandın. Kardeşinin çocuğunun kitaplarını istedim göndermek için. Orada daha 5-6 yaşlarında çocuklar, okumaya muhtaçlar. Ama ne oluyor hanfediye, hayır, gönderemezmişsin! Ne çok şey biliyorsun sen ya!
-Gönderme tabi. Maaşı yok mu kadının? Gitsin kendisi alsın çocuklara. Hem kocası da polis demiştin.
-İnan seni tanıyamıyorum. Sen bu kadar kötü kalpli biri olamazsın!
-Değilim zaten, hakkını savunmanı istiyorum sadece. Ben sana karşı çıktığım zamanları hatırla. Hepsinde ben haklı olmuşumdur. İyi düşün!
-Sen hep haklı mı oldun? Ya, illa ki söyletiyorsun insana değil mi? Afrika’ya kurban gönderiyordum, bırakmadın göndereyim, ‘yemesin yamyamlar’ dedin. Güneydoğuya, Doğu Anadolu’ya gönderelim dedim, ‘ya bırak Kürtleri, hepsinin hayvanı var, onlar bizden zengin’ dedin. Okul yaptırılacak, hastane yaptırılacak, bir tuğla da biz koyalım diye mesaj atalım dedik, telefonu duvara fırlattın. Kızım sen niye bu kadar sadakaya, yardıma karşısın?
-Niye mi karşıyım? Beyefendi, niye mi karşıyım? Kardeşimle beni babam bırakıp gittiğinde ben daha on yaşındaydım. Sekiz yıl yetiştirme yurdunda kaldım. Kardeşlerime kim baktı ha, söyle kim? Annem gündelikçi olarak çalıştı, çabaladı. Dışarıda arkadaşlar tost yerdi, o tost var ya, salçalı tost, benim en büyük hayalimdi. Bir gün param olduğunda doya doya tost yiyeceğim diyordum. Bana kim yardım etti ki, ben başkalarına yardım edeyim!
-Neyse ya, sana bir şey anlatamam ben. Bundan sonra da bir şey anlatmayacağım da. Zaten hata ben de, artık ne yaparsam gizliden gizliye yapacağım. Ama Allah’tan dileğim, kalbini yumuşatsın. İki sene boyunca yaşanan açlıkta Somali’de iki yüz elli sekiz bin insan öldü. Bunların yarısına yakındı beş yaşından küçük çocuklardı. Biz enflasyondan filan şikâyet ederken, onlar yiyecek bir şey bulamadan ölüyorlar. Çoğu bulaşıcı hastalıklara kapılıyor. Ama biz yiyeceğimiz yemek için kafa yoruyoruz. O kadar imkânımız var ki şikâyet ettiğimiz bu ortamda. Nimete şükür etmeden yaşıyoruz. Bunların hepsini soracak bir gün Rab Teâla Hazretleri…
-Söyle bakalım Allah’ına, ben o zorlukları yaşarken neredeydi ha? Kimse kimseyi kandırmasın. Bu dünya adaletsiz bir dünya!
-Allah seni ıslah eylesin! Bilmiyordum senin bu kadar kötü düşünceli olduğunu.
-Tabi, tabi kötüyüm. Beni kötü yapan Allah’ına söyle, O’nu hiç sevmeyeceğim. Eğer gerçekten varsa, benim dediklerimi duyar da, belki insafa gelir ha, ne dersin?
-Tövbe bismillah! Kızım sen şaşırmışsın.
-Şaşırdıysam, şaşırdım. Ben bizim hakkımız olan bir şeyi kimseyi vermem, kusura bakma! Çok istiyorsan da, beni boşa, senin saçma düşüncelerini çekemem artık!
…